Gönül’le (Kıvılcım) İstanbul’un pastırma yazına göz kırpan, albenili sonbahar günlerinden birinde buluşup kahve içtik. Arkamızdaki Taksim giderek bir şantiye rengine bürünürken yaşamdan, edebiyattan ve bir süre sonra yürüyerek aşağılara, Kabataş’a doğru inerkense tarihten bahsettik. Tahmin edeceğiniz gibi bahsettiğimiz tarih, resmi tarih değil, o tarihin içersine sıkıştırılmış ve unutulmaya, unutturulmaya yüz tutan detaylardı.Bir yandan onun Karaköy tarihi üzerine anlattıklarını dinlerken (bu konuda üzerinde titizlikle çalışarak yazmış olduğu ‘Yaşayan Tanıklarla Karaköy’ adlı bir kitabı var) bir yandan da yeni romanı ‘Babamın En Güzel Fotoğrafı’nda, işini seven ve onu iyi yapan bir yazarın kitabına yansıttıklarını zihnimde tutmaya çalışıyordum.Maraş Olayları’na kadar uzanan kurgu, Gönül’ün Mersin’deki bir kadının yaşamtanıklığıyla daha da renklenmiş. Konuşurken olayları yaşamış bir kadın tanık bulmanın önemine değindi Gönül. ‘Kadınlar çok tuhaf detayları hatırlıyor’ dedi. ‘Kadınlarda bellek daha farklı işliyor.’Belleği önemseyen bir meslektaşı olarak daha da meraklandım. Gelin görün ki hemen okuyacağımı düşünmeme karşın kitap elimde bir süre durdu bekledi. Onca hayhuy arasında, sonbahar günleri, geç gelen kış derken nihayet sıra ona geldi! Ve elbette söz konusu Gönül Kıvılcım olduğunda beni şaşırtmayan o sonuçla karşılaştım: Karşımda gerçek bir edebiyat metni vardı.Kitaptan çok belki bundan söz etmem gerekiyor size. Açıkçası kendi zihninizdeki labirentlerle nerelere varabileceğinizi keşfetmeniz için bu yolculuğa kişisel olarak çıkmanız gerekebilir. Gerçek bir edebiyat metninin okura sunabileceği bir nimettir bu. Kısacası günümüzde çok da umursamadığımız bir eşik! O eşikten geçmeyi göze aldığımızda, değişmeyi de göze alıyoruz demektir. Değişmekse bir tehdittir. Bu anlamda, bizi zorlamayacak, ‘bize bizi’ anlatan kitapların pek de bir riski yoktur. Ne bizi ne de yaşamlarımızı değiştirir onlar! Sadece bildik duygularımızın okşandığı zamanlar geçiriririz onlarla. Sadece ‘Aaa kitaptaki kahraman var ya işte bu aynı ben’ deriz! ‘Aaa işte ben de bunları yaşamıştım zaten’! ‘Aaa, işte aynı benim düşündüğüm şeyler! İşte benim muazzam tarihim. Anlı şanlı geçmişim...’Bugün anlam kargaşaları içersinde yitirdiğimiz ‘edebiyat metni’ olgusu tam burada karşımıza çıkıyor galiba.‘Babamın En Güzel Fotoğrafı’ farklı duruşu, keşfedilmeyi bekleyen sesi, bizleri değişime davet eden tonuyla bu tavrı destekleyen bir çalışma. Farklı katmanları, değişik kökleri, yaşanmışlıkları, yaşanacakları yeniden düşünebileceğimiz bir yapboz.Kıvılcım kitabında: ‘Dünyayı unutmak için daha kaç yaprak gerekir?’ diye soruyor. Ben onun kitabının ardından ‘Dünyayı gerçekten hatırlamak için daha kaç yaprak gerekir?’ diye sorma ihtiyacını duydum. Dünyayı ve kendimizi... ‘Dünya içindeki varoluş nedenimizi, kendimize ve yaşamlarımıza gizlenmiş olan gerçek sırlarımızı bulmak için daha kaç yaprağın düşmesi, kaç mevsimin değişmesi gerekir acaba?’ diye.İstanbul’dan bozkıra, Kızılırmak’ın eşliğinde köklerini arayan bir kadının bu hazin öyküsünü 2012’nin şu son günlerinde kaçırmayın derim.***Ha bir de elbette Notos’un son sayısını ekleyin listenize. Edebiyatta intiharın işlendiği bu sayıda özellikle Gregory Jusdanis’le yapılan ‘Edebiyat Henüz Önemini Yitirmedi’ başlıklı söyleşiyi okumanızı da öneririm. ‘Kurguladığımız bir dünya (yani edebiyat) içinde bulunduğumuz bir dünyayla arasına mesafe koyarak bize bir farkı hatırlatır ve bu fark sayesinde içinde bulunduğumuz koşulları kabul etmek zorunda olmadığımızı ve aslında bu koşulları değiştirebileceğimizi gösterir,’ diyor Jusdanis.O farkı yansıtmak yazara, onu keşfetmekse sanırım okurlara düşüyor.
Hatırlar mısınız bilmem, iki yıl önce Sapphire gökdeleni inşa edilirken gencecik bir işçi ölmüştü,..Filmlere konu olacak bu trajedi yetmezmiş gibi arkadaşlarının ardından direnişe geçen işçilerin ücretlerine el konulmuş, arkadaşlarının ölümüyle ilgili basına demeç veren işçiler kovulmuştu. Belki bu yüzden ne zaman bu gökdelenle ilgili şatafatlı sözcükleri duysam içime safir renkli tuhaf bir acı çörekleniyordu.Şatafat deyince... Bu gökdelenle ilgili bir yazı yazdıktan hemen sonra şatafatlı bir ‘uyarı’ yazısı ulaşmıştı bana. Bu uyarı mektubu, bana, ülkemizde holdingler için çalışan avukatların ifadesinin ne kadar düzgün olduğunu yeniden hatırlatması açısından elbette önemliydi! Keşke içerik için de aynı duyguları yaşayabilseydim.Neyse.Geçenlerde söz konusu gökdelenle içime çöreklenen bu tuhaf duyguyu hafifletecek güzel bir haber ulaştı. İşçiler mücadele ederek haklarını aldıktan sonra yollarına devam etmişler, yeni destekçiler ve işçilerle buluşmuşlar!Bana bu haberi aktaran Sevgim Denizatı şunları yazmış: ‘Sonunda örgütlü mücadeleyle sorunlarını çözebildiklerini yaşayarak gördüler ve dernek kurmaya karar verdiler. İnşaat İşçileri Derneği Girişimi olarak bugüne dek çok sayıda eylem ve etkinlikte bulundular. İnşaat İşçilerinin Derneği’ni resmen kurdular.’Derneği kuranlar ise bakın sözlerine nasıl sahip çıkıyor:‘Biz inşaat işçileri, yaşadığınız evleri, çalıştığınız işyerlerini, okulları, tünelleri, hastaneleri, alışveriş merkezlerini, gökyüzüne karışan o devasa gökdelenleri yapanlarız. Bizler, aynı zamanda en çok ölen, en çok yaralanan, sakat kalan, hayatları hiçe sayılan, her türlü iş güvencesinden, güvenlikten yoksun çalıştırılanlarız. Bizler, çalıştığımız her şantiyede hep aynı sorunları yaşıyoruz.İş güvenliğimiz için gerekli tedbirleri almayan patronlar, hayatlarımızdan tasarruf ediyorlar! Bizleri insani olmayan şartlarda çalışmaya, barınmaya zorluyorlar. Kimi gün alın terimizi döktüğümüz inşaatlardan düşerek, kimi gün kaldığımız derme çatma çadırlarda yanarak, kimi gün tonlarca ağırlıktaki bir vincin altında kalarak can veriyoruz. Ölümümüze kader diyorlar.’Böylesi bir kader işte onlarınki! Yalnızca kasım ayında 30 meslektaşları yaşamını yitirmiş! 2012 yılının ilk 10 ayında 226 inşaat işçisi düşerek, ezilerek, göçük altında kalarak, yanarak, zehirlenerek ya da patlama, elektrik çarpması, nesne düşmesi sonucu can vermiş!Böylesi bir ‘kader’ işte onlarınki.Sonunda bunun bir kader olmadığına inanarak bir araya gelmişler.Diyorlar ki‘Biz yüz binleriz. Bizler dünyayı inşa edenleriz. Bu kez kendi geleceğimizi inşa ediyoruz. Bize dayatılan kaderi değiştirmek için yola çıkıyoruz.’Kendilerine diyeceğim yalın: ‘Kolay gelsin!’. Yaşayacakları zorluklar, sistemin işleyişi, çağımızda insan denilenin savrulma biçimleri ortadayken bile dileğim budur.Umarım tüm inşaat işçilerine, dahası sağır kulaklara seslenişleri karşılık bulur.İletişim için: insaatiscilerinindernegi@gmail.comhttp://www.facebook.com/InsaatIscilerininDernegi***Bu yılki Mülkiye Büyük Ödülü gazeteci, yazar Nadire Mater’e verildi. TebriklerNadire Mater! Yaşamımıza Bianet’i katan kadın.
Çok değil bir hafta öncesiydi. Okulda giysi serbestliği tartışılıp duruyor, herkes kendine ve inandığı ideolojisine göre ‘öyle olur, ama böyle olmaz’, ‘böyle olursa şöyle olamaz’ diye açıklamalarda bulunuyordu.Peki.Birgül Oğuz’un ‘Hah’ını okuyordum o sıralarda. Onun kahramanına söylettiği ‘Ben de Cumhuriyet Gazetesi’nin Üzerine Doğdum. Sene bindokuzyüzeylül.’ cümlesini tekrarlayıp durarak.Oğuz’un yas üzerinden bize anlattığı, incelikli bir betimlemeyle derine çektiği öyküleriydi ‘Hah’ öyküleri. İzin vermiştim kendime, onlarla birlikte oradan oraya savruluyordum. Dediğim gibi onun güzelim öyküleri arasında gezinirken okullara gelecek kıyafet serbestliği tartışmalarını da takip ettim bir zaman.Sonra o soruya rastladım kafamda (herkes gibi benim de bir giysi ideolojim vardı demek ki!): ‘Giysi serbestliği tamam da’ dedim, ‘ya gerçekten asıl sorun ruhumuza giydirdiklerimizden serbest kalamayışımız ise, ne yapacağız?’Elimde öyküler. Bir de o soru vardı: ‘Çocuklarımıza giydirdiğimiz onca şeye ne yapacağız; asıl onlardan nasıl soyunacağız?’ diye. Oğuz’un diliyle aktaracak olursam‘Ağırlığımı çay kaşığıyla ölçtüğüm günlerdendi. Dur duraksız yağan tebeşir tozu gözkapaklarımda birikip ağırlaşırdı. Eve dönerken hiç konuşmazdım. Günün ışığı eğrilip soldukça, beni dünyayla bir arada tutan dikiş tıkır tıkır çözülürdü. Bir yanım uyur, öbür yanım susardı.’Ben de sordum o zaman: Sizce, çocuklarımıza göre, onları dünyaya dürüstlükle teğelleyecek uygun bir kumaş, bir giysi var mı? Onları uykulardan ıhlamur kokan sabahlara taşıyacak, güven dolu konuşkan baharların adı gibi hem vücuda hem ruha dokunacak, terletmeyecek, dalamayacak, üzmeyecek, ezberletmeyecek, ona buna şuna yaftalamayacak, kula kulluk etmeyecek, yaşarken ölmeyecek, öldürmeyecek bir kumaş?‘Giysi serbestliği ha!’ dedim. ‘Çocuklarımıza.’Peki!‘Öyle olur ama böyle olmaz’, ‘ Yok yok böyle olursa şöyle olamaz’ diyen açıklamaları okudum.Peki.Sonra Birgül Oğuz’un öykülerine baktım. Babası yitip giden bir çocuğun öyküsüne. O çocuğun yasına. O yasla başka yaslara yaslanan öyküleri hatırladım, bu topraklardaki. Çocuklara eksik yaşamları nasıl da bütün bütün toptan kumaşlarmış gibi sunduklarımız aklıma düştü.Yası, yoksulluğu, ezberi, rekabeti, paranın gücünü öğrettiğimiz çocukların ‘serbest’ giysilerini düşündüm o zaman. Zamanlar değişse de çocuklarını büyütmeyi hiç sevmeyen bu ülkeyi düşündüm. Çocukları, sizi, beni, dünü, geleceği düşündüm. Tektip elbiselerimizi. Tektip düşlerimizi.Tektipliğimizi. Savaşı. Şiddeti. Faili meçhullerimizi. Adaleti. Demokrasiden anladıklarımızı. Ve hiç anlayamayacaklarımızı.Ölülerimiz. Dirilerimiz. Korkularımız. Hepsi birbirine karıştı. Derken bir ara bir şeyleri keşfeder gibi oldum.‘Hah’ dedim hah!Ancak sonrasında hangi kumaşın, hangi serbestliğin ve hangi özgürlük fikrinin ne zaman, nasıl, kim ve ne için olacağını bilemedim.
Perşembe günü Ankara’da Kültür ve Sanat Ödülleri sahiplerini buldu. Arkeoloji dalında Zeugma Antik Kenti ve Müzesi’ne, müzik dalında Ahmet Hatipoğlu’na, tarih alanında Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu’na ve edebiyat alanında Selim İleri’ye verildi ödüller. Ödül sahiplerini içtenlikle kutluyorum. Sanata ve kültür insanlarına bu biçimde destek verilmesini anlamlı buluyorum. Hiç kuşku yok ki sanatçılar ve bilim insanları devletin sunduğu ödülle var olmazlar; en azından gerçek esinlerini aldıkları yer burası değildir, buna ihtiyaçları yoktur ancak devletin bunu, bu biçimde ‘ifşa etmesi’ tabanda, gelecekte ve yaşamın tıkanmış anlarında umulmadık açılımlara yol açabilir. Cumhurbaşkanı Gül’ün ödül sonrasında verdiği demeçte olduğu gibi yaşamın dengelerinin yeniden hatırlanmasına vesile olabilecek ‘karşılıklı’ ödüllerdir bunlar. Şu ara Türkiye’nin çok ihtiyaç duyduğu ‘esneklikler’...Selim İleri ödülünü alırken ‘Hak etmediğim onurlandırışınıza çok teşekkür ederim’ demiş. Oysa hemen hepimizin bildiği gibi onunkisi edebiyata adanmış bir hayattır. Bu açıdan bakıldığında ödül son derece isabetli ve yerinde! Kaldı ki İleri’nin bu adanmışlığını genç nesille paylaşırken sergilediği alçakgönüllülük, daha da önemlisi derin bilgisini esirgemeden bizlere sunma bonkörlüğü, sadece bu bile, onun yaşam ve edebiyat denklemine şapka çıkarmamıza yol açıyor. Sırası gelmişken zamanında o ve rahmetli Füsun Akatlı’nın bir grup ‘genç yazar’ olarak giriştiğimiz edebiyat toplantılarına sonsuzca vermiş oldukları desteğe teşekkür etmek boynumun borcudur. Salonları izleyicilerle dolduramayacağımızı bile bile o loş salonlara gelip titizlikle anlattıkları edebiyat tarihinin kıymeti paha biçilmezdi. Bilmesini isterim ki törene, çok istememe rağmen kişisel nedenlerden ötürü katılamadım. Onun bu ödülü alışına tanıklık etmek isterdim çünkü o gerçek bir yazı emekçisidir. Özellikle genç okurların onun titizlikle derlediği öykü antolojilerine bakmasını hararetle öneririm. Hem edebiyat tarihimizin izlediği yolu hem de bu yoldan edebiyata gidecek merakı keşfetmeleri için idealdir bu seçkiler. Belki bu sayede, zamanla Selim İleri edebiyatına da vakıf olmak mümkün olabilir.Aynı günün akşamı İstanbul’da başka bir buluşma daha vardı. Türkiye’nin kültleşmiş sanat dergisi Milliyet Sanat Dergisi’nin 40. yılıydı. Zeynep Oral’la başlayan, Tuğrul Eryılmaz’la ivme kazanan ‘bu geleneğin’ 40. yılına ulaşmasını Sabancı Müzesi’nin görkemli manzarası eşliğinde kutladık. Onca akıntıya dayanabildikleri için derginin şimdiki yayın yönetmeni, sevgili arkadaşım Filiz Aygündüz ve ekibine ‘nice yıllara!’ diye sesleniyorum buradan.***Bu arada Sabancı Müzesi’ne giderken Beşiktaş’tan Emirgan’a doğru yaptığım vapur yolculuğunun keyfini sizlere anlatamam. Vapurda çayımı yudumlar, dolunay eşliğinde nazlı nazlı giderken hemen burnumun dibindeki kıyıda gördüğüm trafik sıkışıklığı anlatılacak gibi değildi. Kendimizi tutsak ettiğimiz ‘gerçek’ yaşamla, bir tercih nedeni olabilecek sanat arasındaki fikrin tanıklığını yapıyordum sanki. Oysa sanat yaşamın her yerine sinebilir... Sahi neden Boğaz’a akşamları yapılan sefer sayısı çok az? İstanbul bir kara kenti değil bir deniz kenti oysa!
Pazartesi günü Kocaeli Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde gerçekleşen ‘Toplumsal Cinsiyet ve Medya Atölyesi’ne katıldım. 2008 yılında başlayan bu proje, birçok kurumun desteğiyle hayat bulmuş. Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü tarafından Avrupa Birliği’nin mali katkısı ve Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu’nun teknik desteğiyle yürütülen ‘Kadına Yönelik Aile İçi Şiddetle Mücadele Projesi’ ilk kez Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde gerçekleşmiş. Sonrasında Anadolu, İzmir Ekonomi ve Akdeniz Üniversiteleri devreye girmiş ve bu üniversitelerin iş birliği ile 7 ‘Toplumsal Cinsiyet ve Medya Atölyesi’ gerçekleştirilmiş. Bu çalışmalara İletişim fakültelerinden toplam 288 öğrenci katılmış.Projenin tamamlanmasının ardından ulusal bütçe kullanılarak atölyelere devam edilmiş. İşte benim katıldığım da bu projenin devamındaki bir atölyeydi, çok da anlamlıydı.Bu projenin hayata geçirilmesini ve hedeflediği kitleyi son derece önemsediğimi belirtmek isterim. Kısa bir süre sonra mezun olacak ve muhtemelen (ya da şanslıysalar) sektörde çalışma olanağı bulacak gençlerle toplumsal cinsiyetin ne olduğunu, kendine nasıl yol bulduğunu ve ne ölçüde meşruiyet kazandığını tartışmak yakın gelecekte, bugün yapılan yanlışların daha aza indirgenmesi yönünde bir fayda sağlayabilir. Neden derseniz: Biyolojik cinsiyetten ayrı bir yere koyduğumuz toplumsal cinsiyet tamamen kültürel pratiklerle ilişkili. Dahası kültürel pratiklerin bu konuda çok önemli rol oynadığını da biliyoruz. Kadın doğmakla kadın olmak (ya da oldurulmak) arasında çok önemli farklar var. İlkini seçemiyoruz ama ikincisi tamamen içine doğduğumuz kültürel ortamın bizi şekillendirmesiyle, özel kodlarla anlam kazanıyor. Aslında erkek doğmakla erkek olmak arasında da farklılıklar var ama erkekler kadınlara göre her zaman daha şanslı, çünkü sistem büyük bir ölçüde onlardan yana, onları öncelikli kılıyor ve koruyor. Kadınların işi ise gerçekten zor. Hele bu role baş kaldıran, güruha, ezberletilmiş rollere uymak yerine birey olma konusunda direten kadınların işi çok daha zor. Medya ise bu kalıplaşmış rolleri yeniden üreten ve katmerlenmesine yol açan ortamlardan en önemlisi! Elbette bunu yaparken kullandığı tek dil var. O da ‘erkek egemen sistemin iktidar dili’!Örneğin sizler bu yazımı okurken, ben bu kodları sizlerle paylaşırken bile, yan sayfada (internet ortamındaki sayfada oluyor bu) çıplak bir kadın bedeninin yazıma eşlik etmemesini garanti edemiyor oluşum, bu iktidar dilinin pervasızlığını ve sorumsuzluğunu göstermesi açısından önemli bir örnek olsa gerek. ‘Okunsun da ne olursa olsun’ mantığının ‘okunan değil bakılan’ bir gazeteye referans verdiğini ne zaman fark edeceğiz bilemiyorum. Elbette buradan ‘bakılan’ fikrinin çıplak kadın bedeni üzerinden kurgulanmış olması da tesadüf sayılamaz. ‘Aman canım alt tarafı bir kadın bedeni!’ dediğinizde hiç de masum olmayan bir cümle sarf etmiş oluyorsunuz aslında. Zira o bedenle toplumsal cinsiyet eşitsizliğini yeniden üretmiş, kadın bedenini sadece kendine bakılan bir nesneye dönüştürme konusunda çarkı bir kez daha işletmiş oluyorsunuz.İş bununla da sınırlı değil elbette. Popüler kültür ürünleri toplumsal cinsiyet rollerinin üretilmesi konusunda çok ama çok iştahlılar! Bunun içine dizileri, reklamları, televizyon programlarını, tüm bunlardan yayılan cümleleri katabiliriz. Hemen hepsi kadını (ve elbette erkeği de) kalıplaşmış, ezberletilmiş bir çerçeve içinde tutmaya programlanmış durumda. Kaldı ki gazetelerdeki cinsiyetçi, erkek egemen dil de baştan sona mercek altına alınması ve ‘onarılması’ gereken bir dildir.Dolayısıyla bu türden atölyelerin gençlere yönelik sunduğu ufuk azımsanamayacak bir etki sağlamaya gebedir. Gelecekte iletişim alanında çalışacak iletişim öğrencilerinin medyada ortaya koyacakları ürünlerin bugünkünden farklı olacağına ve bu biçimde toplumda dönüştürücü bir rol üstlenebileceklerine inanıyorum.Pazartesi günü bu inancım güçlendi. Anadolu Üniversitesi, Başkent Üniversitesi, Gazi Üniversitesi ve İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden toplam 15, Kocaeli Üniversitesi’nden toplam 26 öğrenci olmak üzere 41 öğrencinin katıldığı bu buluşmada birçok şeyi paylaştık. İçlerinden bir tanesi konuşmamda geçen kamusal alanı işaret ederek, Meclis’in gerçek bir kamusal alan olup olamayacağını sordu bana. Ben de prensipte hemen herkesin temsil edildiği bir alansa neden olmasın diye cevap verdim. ‘Şu an Meclis’te bunu yaşıyor muyuz?’ sorusuna ise cevabım belliydi. ‘Hayır yaşamıyoruz. Kadın sayısı hâlâ çok az. Etnik farklılıkların temsili konusunda sorunlarımız var. Toplumun hemen her kesimi ve rengi orada değil. Dolayısıyla herkesin sesi ve varlığı temsil edilemiyor orada’ dedim.İyi demiş miyim?
Bugün bir liseden bahsedeceğim size. Kadıköy Anadolu Lisesi’nden.Geçen sene ÖSYS’de İstanbul’daki Anadolu Liseleri arasında yerleştirme oranı en yüksek olan bir okuldan. Lise, Türkiye’nin eğitim politikasını yansıtması bakımından önemli bir yerde duruyor. Şu ara orada işler karışık. Bu lisede değişen bir müdür ve bu müdürle birlikte değişen bir yönetim zihniyeti var. Bu değişim gerçekleşir gerçekleşmez ortaya konan en önemli icraat ne biliyor musunuz? Okuldaki Mezunlar Derneği’nin (KALİD) varlığını, önce 5072 sayılı yasayı (ki bu dernek bu yasanın içinde yer almıyor, hem İçişleri Bakanlığı hem de Milli Eğitim Bakanlığı’nın bu konuda verdiği onaylar var) gerekçe göstererek okuldan çıkarmak. 5072 sayılı yasayı tutturamayınca bu kez ‘okul kalabalık’ diyerek onları okuldan uzaklaştırmak... Bu, 2012 yılının yaz aylarından itibaren ivmelenerek artan bir ‘dışlama’ politikasının en önemli halkalarından biri.Oysa içerden ve bizzat tanık olduğum haliyle mezunların çatı örgütü olan KALİD, okuldaki öğrencilere, kalıplaşmış bir algının dışında, yani eğitimin ‘gerçekte’ olması gereken yüzünü göstermeye çalışıyor yıllardır. Kısacası geçmişten gelen gücü, birikimi ve yaşanmışlığın verdiği tecrübeyi bugüne yansıtıyorlar! Mezunlardan toplanan gelirle oluşturulan burs yardımı bunların başında geliyor. Türkiye’nin dört bir yanından gelen sayısız ihtiyaç sahibi çocuk, bu ihtiyaç bursu sayesinde okulda daha rahat okuma fırsatına sahip olabiliyor. Dahası bu dernek, o çocukların üniversite hayatlarında da bu desteği sürdürmeye devam ediyor. Gelenekselleşmenin mezun ve okumakta olan öğrenci arasında, kısacası yaşamı tecrübe edenle yaşamı tecrübe etmeyi öğrenen arasında kurulacak bir köprüyle sağlandığını biliyor bu dernekte çalışan gönüllü mezun ordusu. Ancak gelin görün ki ilk etapta, yeni müdür tarafından, üstelik gelir gelmez okuldan el çekmeye zorlanıyorlar!Bunu anlamakta çok zorlanıyorum çünkü işin esası okulda gerçekleşen yenileşmelerin hemen hepsinin başını Mezunlar Derneği KALİD çekiyor. Yıllardır bu böyle. Her yıl okul kütüphanesine sunduklarıyla, laboratuvarları onarmalarıyla, yatakhaneye getirdikleriyle... Kısacası insan odaklı bir eğitimi işaret ediyorlar, insan ve tecrübe odaklı bir eğitimi. Bunun neresi kötü olabilir diye soruyorum kendime. Aslında cevap çok belli. Okul idaresi iç işlerine kimsenin karışmamasını istiyor. Oysa Mezunlar Derneği okulun iç işlerine karışmak için bir tehdit değil ki; bir sivil toplum örgütü. Temsil ettiği ise bir kurumu kurum yapan temel bir özelliğe işaret ediyor: Demokrasinin çoğulculuğuna. Bu çoğulculukta hem geleneğe hem de iş birliğine vurgu yapıyorlar. Üstelik görevleri biten onca müdüre karşın, onlar orada ve hep aynı niyetle duruyorlar: Öğrenciye daha iyi bir hizmetin sunulması! Onların okuldan uzaklaştırılması sembolik anlamda çok şeyin de karşılığı demek.MEB’in 2014 strateji raporunda ve hükümet programlarının eğitim bölümlerinde sivil toplum kurumlarıyla iş birliğinin artması kaleme alınırken, okuldaki müdür ve müdür başyardımcısının bu eylemlerini anlamak zor. Okuldaki idarecilerin tamamının son senelerde değiştiğini, camia kültürü olan hiçbir idarecinin okulda görev yapmadığını da unutmadan belirteyim.KALİD, bu geleneğe sahip çıkılması ve okulda kalabilmek için bir imza kampanyası başlattı. Yaklaşık 2000 imza toplandı ve toplanmaya da devam ediyor. Sonuç olarak okul yönetiminin camianın gücünü anlayacağına ve bu gücün herkese iyi gelecek bir güç olduğunu fark edeceğine eminim. Bir mezun olarak temennim budur.Ayrıca bir önemli husus daha:Emre Kınay’ın Duru Tiyatrosu ile okulun yaşadığı çelişkinin de neredeyse aynı zamana denk düşmesi çok ama çok tuhaf.
Kuzenim Selda bu 22 Kasım’da ‘bir yaşına daha’ girdi. Eski arkadaşlarımdan Ferda da 17 Kasım’da. İkisini de ayın 20’sinde aradım. ‘Dost acı söyler’ dedim: ‘Yaşlandınız kızlar!’‘Biz yaşlandık aman aman sen cücük kaldın!’ dedi Ferda. Güldük durduk.Kasım ayını sevişim, bu iki insanı da sevişim demek. Bir de elbette TÜYAP var! TÜYAP deyince zihnimde tıfıl hallerimizle Taksim’e gitmişliğimiz, hatta Tepebaşı’ndan önce eskinin Marmara Etap’ının bodrum katında gerçekleşen ilk fuarlara, çölde susuz kalmış gibi dalışlarımız var.TÜYAP o ilk hallerinde, bizlerse çiçeği burnunda üniversite öğrencileriyken kapıdan zar zor girişlerimizi hatırlıyorum. Uzun, bitmek bilmez kuyruklar olurdu.Şimdilerde TÜYAP, bildiğiniz gibi Beylikdüzü’nde. Fazlasıyla steril sayılabilecek bir ortamda, kentten, kentin kalbi sayılabilecek Taksim’den çok uzak, belki de ben ve benim yaşta olanların gençliğinden de çok ırak bir yerde okurlarla şehirlerarası bir kıvamda buluşmaya devam ediyor.Elbette zamanında tıkış tıkış başlayan bir fuar projesinin bugün bu noktalara gelmesi sevindirici. Ancak hiç kuşku yok ki Taksim kitaplara, kitap fuarlarına, kitaplar da Taksim’e yakışıyordu. Kitabın ulaşılabilirliği, kültürün hemen her zaman elimizin altında oluşu demekti bu diyar. Gençliğin o hali de yakışıyordu Taksim’e galiba. Meraklı, hüzünlü, yine de umutlu, yine de yenilmiş, ama bir o kadar da sesi bitmemiş bir gençlik olarak Taksimli olmak bambaşka anlamları taşıyordu içinde.Kısacası bu ayı sevişim biraz da Taksim demek! Geçen akşam hummalı bir biçimde Taksim’in ‘taksim’ edilişine bir kez daha tanıklık edince de buna benzer şeyler düşündüm. Bugün orta yaşlı, yaşlı, biraz daha yaşlı olanlarımız için Taksim, bir sürü anlamı içeren bir kesişme alanıydı. Dostluklar, aşklar, manitalar, dersler, konserler, sinemalar ve elbette kitaplar. Hele ki bu yaprak ayında! Yaprakların meydanı havalandırdığı zamanlardaki Taksim’di yaşam. Aklımda tüm bunlar Taksim’den, Tarlabaşı’nı izleyerek Şişhane’ye gitmeye çalıştım. Ancak bir süre sonra, akşamın o saatinde bile devam eden ‘yangından mal kaçırma’ efektli inşaat hali fena halde canımı sıktı. İnsanların kişisel haritalarına hurra dalmayı kendine görev ilan etmiş, onlara pek de bir şey danışmayan bir sistemin içine düşen gölgemden hemen vazgeçtim ve dosdoğru geri döndüm Taksim’e.Birilerine bir şeyleri şikayet etmek istiyordum! Bir değişim vardı ortada ama bu değişim tamamen betonlaştırma, insansızlaştırma ve kimliksizleştirme üzerinden yürüyordu.İşte o zaman gördüm onları. Metronun girişini tutmuş ve imza topluyorlardı! Taksim’de olup bitenlere karşı insanlara anlattıkları şeylere kulak kesildim.‘Taksim hepimizin’ diyorlardı. ‘Taksim Meydanı ve çevresi bir daha düzeltilmesi mümkün olamayacak kadar köklü bir şekilde değiştirilmeye çalışılıyor.’Nicedir oradalar ve bu gidişatın durdurulması için imza topluyor, direniyorlar. Bana öyle geldi ki bugüne sahip çıkmak, en az geçmiş kadar geleceğe de sahip çıkmak demek. Bu gerçek, metrodan çıkanların pek de umurlarında değildi sanki. Oradaki arkadaşlardan biri ‘aslında olayları değiştirebileceklerine inanmıyorlar, o yüzden pek ilgilenmiyorlar bu imza işiyle’ dedi. Oysa her şey, tam da bu biçimde, böyle değişebilirdi.Sevgili İstanbullular, bilmem ne kadar farkındasınız. Gezi Parkı yok edilmekte. Ağaçlar ve kentin nadir soluk alma alanları betonlaştırılmakta. Buna karşı çıkanlara destek verin. İmzanızı atın, sesinizi yükseltin.Taksim’i sadece anıların Taksim’i olarak yaşamayalım. Çünkü gerçekten de Taksim bizim.Anılarımız, kitaplarımız, dostlarımız ve kasım ayı gibi.***Dünya Yazarlar Birliği PEN Uluslararası Başkanı John Ralston’ın okuduğu Türkiye Bildirisi’nden bazı önemli cümleler:‘İfade özgürlüğü asla otomatik değildir. Daima somut eylemlerle bağlantılıdır. İfade özgürlüğünü işlevli kılan da bu eylemlerdir. Yargı öncesi tutukluluklar, uzayıp giden davalar, yazarları uçurum kenarında hissettiren ceza ertelemeleri...Bunlar yetmiyormuş gibi, Terörle Mücadele Kanunu’nun gittikçe daha pervasızca uygulandığını görüyoruz. Başka deyişle, bu kanun ifade özgürlüğünü kısıtlamakta kullanılmaktadır. Hayatlar tahrip ediliyor, ağır darbelere maruz bırakılıyor. İfade özgürlüğü kendini sansür ile sınırlandırılıyor. Hükümette, kapsamı ne kadar geniş ve muğlak olursa olsun böyle bir kanunun şiddete karşı mücadelede gerekli bir araç olduğuna inananlar var. İsabetsiz bir kanı bu. Dünyada terörle ilgili yasalar mutlaka olmalı ise, o takdirde dikkatle ve ayrıntılı kaleme alınmalıdırlar ki tüm yurttaşların temel hakları korunabilsin.Türkiye’nin insanları ifade özgürlüğüne inanıyor. Onların yanında yer alıyor ve hükümeti harekete geçmeye davet ediyoruz.’
Evet, böyle bir başlık koydum bugünkü yazıma, çünkü çok önemli bir dava için yazıyorum. Bir toplu tecavüz davası. Mağdur 14 yaşındaki bir kız çocuğu. En azından mağdur olması gerekirken bir de baktık ki daha ilk celsede işin rengi değişmiş, mağdur ‘tecavüzcüler’ olmuş! Doğru okudunuz. Daha ilk celsede 34 sanık, ailelerinin tezahüratları eşliğinde serbest bırakıldı, bu işe en başından çanak tutanlar ise bütün yüzsüzlükleriyle aramızda dolaşmaya devam etti. Böylece hukuk sistemimiz ne kadar ‘yansız’ ve ‘eşitlikten yana’ olduğunu bir kez daha bize kanıtlamış oldu.Nasılsa gerçek suçlu bulunmuştu!Bu davanın tek başına seyri bile Türkiye’nin bu konudaki savruluşunu, kirliliğini, namus ve ahlak kavramlarının nelere denk düştüğünü göstermesi açısından çok önemli ipuçları taşıyor. 14 yaşındaki bir kız ‘çocuğu’nun haklarının nasıl ihlal edildiğini, adına hukuk dediğimiz sistemin bu tür konularda nasıl ağaca çıktığını göstermesi açısından çok kritik bir dava bu.Bir emniyet teşkilatı düşününüz ki bu teşkilatın halkla ilişkiler müdürü 14 yaşındaki bir kız çocuğunu kandırarak ‘mesleğini’ icra etsin. Dahası olay patladıktan sonra gözaltına alınır alınmaz serbest bırakılsın. Evet bu işin içinde polisler var. Böyle olunca da tahmin edin bakalım suçlu kim oluyor?Kim olacak!Elbette tecavüze uğrayan!Davanın sarkan birçok ama birçok yeri var. Ancak benim açımdan en can alıcı yeri burası. Hukuk sistemimizin buradaki iki yüzlülüğü ve teslimiyeti affedilecek gibi değil. Bugün buna göz yumabilen bir kurallar bütünlüğü yarın her şeye göz yumabilir. Ölçü, denge, adalet dediğimiz her şey tümden şaşabilir.Diyeceksiniz ki ‘dava devam ediyor’. Ancak tecavüzcülerin ilk etapta serbest bırakılmalarının verdiği üstü kapalı mesaj bile insanın içini burkmaya yetiyor.Bu konuda sevindiğim tek şey bir grup kadın gazetecinin ortak bir bildirgeyle bu davaya sahip çıkmasıdır. Belki böylece caydırıcı olmak yerine mağdurun aleyhine korkunç kararlar veren erkek egemen yargının hepimizi dehşete düşürmeye devam etmesine engel olmak mümkün olabilecek. Belki o zaman suç kavramını farklı boyutlarda masaya yatırabileceğiz ve yüzleşmemiz gereken neyse onunla yüzleşebileceğiz.Bu bildirgeye imzalarını koyan meslektaşlarımızın adını anmak istiyorum: Burcu Karakaş, Mine Tuduk, Müjgan Halis, Nilay Vardar, Çiçek Tahaoğlu, Elif İnce, Selin Asker, Semra Pelek, Burcu Aktaş, Ezgi Başaran, Melis Apaydın, Burcu Aydındağ, Fersun Yelken, Miraç Zeynep Özkartal, Pınar Aktaş, Öznur Turalıoğlu, Zeynep Karamustafa, Umay Aktaş Salman, Nazan Özcan, Evrim Kepenek, Kübra Akalın, Pınar Yurtsever, Öznur Kaymak, Ceyda Ulukaya, Arzu Demir, Ruken Tuncel, Bahar Çuhadar, Elif Ekinci, Gülşah İnce, Ayça Söylemez, Bilge Eser...Vicdanları ve kalemleriyle bu ve benzeri davaların yanında olduklarını söylüyorlar.Çok önemli bir iş yapıyorlar. Sağ olsunlar.