Uzun bir gazetecilik serüvenim yok ama ne yazarsam yazayım genç kayıpları konusunda hep aynı şeyleri yazıyorum, yazmaya da devam edeceğim.
Bu ülkede gençler ölüyor. Irmağın karşılıklı iki kıyısında, bulutlu ve rüzgârlı bir günde sert akan bir ırmakta hızla yakalamak istercesine gölgelerini. Oysa o gölgeler birbirinin üzerine düşen, kırılan, kırıldıkça birbirinin içine saklanan, saklandıkça da zaman aşımına uğrayan, yok sayılan gölgeler. Karşılıklı iki ayrı kıyıda olmaları, ayrı iklimlerde, ayrı dünyalarda olmalarını gerektirmiyor.
Yoksul çocuklar ölüyor ırmağın iki kıyısında. Gölgelerini yakalama yarışındalar ve her seferinde bu topraklarda gezinen ‘taraf olmanın’ dehlizinde kayboluyorlar.
Benim en çok dertlendiğim husus bu. Bunun adına, ülkemdeki tüm gençleri önemsemek diyebilirsiniz.
Bu ülkede yoksul gençler ölüyor.
Neredeyse evlerinde aynı yemeğin piştiği evlerin çocukları. Ateşin düştüğü evlerinde en çok ana babalarının sessiz gözyaşlarını kerpiç evlerine döktüğü ailelerin evlatları.
Yoksulluğun rengi ve tercih etmesi umulan kaderi bu.
Sözün bittiği, olayın bitmediği yer.
Ve ne yazık ki bu işin kaymağını yiyenler için de izlenilmesi aşikâr olan bu meşum kader yolunun varacağı yerin adı da, sanı da, ruhu da, palazlandığı yer de burası: Yoksulluk .
Sözün bittiği, kanın akmaya devam ettiği yer.
Gençler.
Gençler ölmeye devam ediyor.
Savaş sözcüklerinin içersine sığıştırılarak. Yok sayılarak. Hiç sayılarak.
Ne yazık ki bu kirli savaş gençlerin kanıyla besleniyor.
Daha Urfa Cezaevi’nde yaşananları anlamaya çalışırken bakıyorsunuz yine gençlere olanlar olmuş.
Hainler, kötüler, düşmanlar, kin kusmalar, nefret sözcükleri.
Oysa gerçeğin sesi çok farklı. Gençler ölüyor. Olan sadece gençlere oluyor. Ateş sadece ama sadece düştüğü yeri yakıyor.
Sonuç? Derin bir unutuş. Derin bir kin. Yani savaşın beslendiği temel cepheler.
Gazetecilikle başladığım bu yazıya bir edebiyatçı olarak devam edeyim. Böyle zamanlarda çok tıkanıyorum
Ve yine böyle zamanlarda başucu kitaplarımdan biri olan Ingeborg Bachmann’ın, Malina’sına sığınıyorum. Sizlerle daha önce paylaşmıştım bu satırları. Yine paylaşayım.
‘Bir gün gelecek insanların siyah ama altın gibi parlayan gözleri olacak; onlar güzelliği görecekler, pisliklerden arınmış ve tüm yüklerden kurtulmuş olacaklar, havalara yükselecekler, suların dibine inecekler, sıkıntılarını unutacaklar. Bir gün gelecek insanlar özgür olacaklar, bütün insanlar özgür olacaklar. Kendi özgürlük kavramları karşısında da özgür olacaklar.’
Özellikle bu son cümle ülkemin yaşadığı buhranlı ve sert gündem açısından şu aşamada, şimdilik, belki uzun bir müddet daha ulaşılması, denenmesi ve yaşanması anlamında olanaksız bir cümleymiş gibi görünüyor bana. Ancak yakın dostlarımla paylaştığım şu yalın cümle de önemli .
Ne olursa olsun umudu yitirmemeli.