Yapılan araştırmalar 2024 yılı boyunca ortalama bir bireyin önceki yıllara kıyasla altı hafta daha fazla tehlikeli sıcak günle karşı karşıya kaldığını gösteriyor. En kötüsü ise sıcak hava dalgaları, sadece hava durumunu değil, yaşamlarımızı da tehdit eden birer canavara dönüştü. Söz konusu olan, sadece günlerin sıcaklığı değil; sağlığımız, ekosistemlerimiz ve geleceğimiz!Dünya Hava Durumu Atıf (WWA) ve Climate Central’ın yaptığı son analizler, iklim değişikliğinin etkilerini çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor. Artan sıcaklıklar, dünya genelinde milyonlarca insanı etkilerken, bazı bölgeler bu felaketten daha fazla pay alıyor. Kısacası, iklim değişikliği, yaşamsal bir tehlike olarak kapımızda duruyor. Örneğin 2024 yılı ile ilgili yapılan çalışmaları incelediğimde Karayipler ve Pasifik ada devletleri, bu felaketin en çok etkilediği yerler olarak öne çıkıyor. Bu bölgelerde, küresel ısınma olmasaydı, yaklaşık 150 gün daha az tehlikeli sıcaklık yaşanacaktı. Küresel ölçekte ise ülkelerin neredeyse yarısı, en az iki ay boyunca yüksek riskli sıcaklıklara dayanmak zorunda kaldı. İngiltere, ABD ve Avustralya gibi daha az etkilenen bölgelerde bile, fosil yakıtların yol açtığı karbon kirliliği, sıcaklıkları üç hafta daha yükseltti. Özelikle 2024 yılı, rekor seviyedeki karbon emisyonlarıyla kayıtlara geçeceği öngörülürken, fosil yakıt kullanımının sonlandırılmasının gerekliliği her zamankinden daha acil.Örneğin bu konuya dair çalışmalarıyla bilinen Dr. Friederike Otto, “Fosil yakıt ısınmasının etkileri 2024'te hiç olmadığı kadar açık ve yıkıcı oldu” diyor. İspanya'daki seller, ABD'deki kasırgalar, Amazon'daki kuraklık gibi olaylara bakınca da zaten sorunun nasıl bir tehlikeye neden olduğu anlaşılıyor.Araştırmalar ayrıca sıcak hava dalgalarından kaynaklanan ölümlerin gerçek zamanlı olarak raporlanması gerektiğini, mevcut verilerin izleme eksikliği nedeniyle "çok büyük bir eksik tahmin" içerdiğini belirtiyor. Son yıllarda insan kaynaklı küresel ısınmanın sonuçları nedeniyle sayılmayan milyonlarca insanın hayatını kaybetmiş olabileceği kaygısı, bu durumu daha da ciddileştiriyor.Sonuç olarak, ‘iklim kriziyle’ daha ciddi şekilde mücadele etme zamanı geldi. Fosil yakıt kullanımını durdurmak ve sürdürülebilir bir gelecek inşa etmek için harekete geçmek zorundayız. Aksi takdirde, sıcak günler ve felaketler, yaşamlarımızın kalitesini tehdit etmeye devam edecek.
Günümüzde çevremizi saran plastiklerin etkilerini tartışmak artık bir lüks değil; bir zorunluluk haline geldi. Mikroplastikler, gözle görülmeyen, ancak sağlığımızı tehdit eden küçük parçacıklar olarak karşımıza çıkıyor. Araştırmalar, bu plastik parçacıkların havada, suda ve gıdalarda bulunduğunu ve insan sağlığı üzerinde ciddi olumsuz etkilere yol açabileceğini gösteriyor.Geçtiğimiz hafta açıklanan yeni bir araştırma ise konunun ciddiyetini bir kez daha gözler önüne serdi. UC San Francisco (UCSF) araştırmacılarının incelediği 3 bin çalışma, mikroplastiklerin üreme, sindirim ve solunum sağlığına zarar verdiği yönünde “şüpheler” olduğunu ortaya koydu.Araştırmada en ilgi çeken nokta ise bozulan araba lastiklerinin ve çürüyen çöplerin havaya saçtığı küçük plastik parçalarının tüm bunlara neden oluyor olması…Dünya genelinde her yıl yaklaşık 460 milyon ton plastik üretiliyor ve bu rakamın 2050 yılına kadar 1,1 milyara çıkması bekleniyor. Her geçen gün artan çalışmalar ise tehlikenin giderek daha da arttığını gösteriyor. Peki mikroplastikler tam olarak nedir?Pirinç tanesinden daha küçük olan bu parçacıkların iki ana türü bulunuyor: Birincil ve ikincil mikroplastikler...Birincil mikroplastikler, doğrudan belirli bir amaç için üretilen ve genellikle kozmetik ürünlerde kullanılan mikroboncuklar gibi parçacıklar olarak adlandırılıyor. Bu tür mikroplastikler, cilt bakım ürünlerinde ve bazı diş macunlarında yer alıyor. Bu nedenle birincil mikroplastiklerin doğrudan insan vücuduna maruz kalma riski çok daha yüksek. İkincil mikroplastikler ise daha büyük plastik nesnelerin parçalanması sonucu oluşuyor. Örneğin, pet şişeler, torbalar veya ambalaj malzemeleri gibi ürünlerin; güneş ışığı, su, ısı vb. nedenlerle parçalanması gibi… Bu parçalanma süreci, plastiklerin çok daha küçük parçalara ayrılmasına ve böylece mikroplastiklerin çevreye yayılmasına neden olurÖzetle her iki mikroplastik türü de hem doğada hem de insan sağlığında ciddi sorunlara yol açan bir tehdit. Bu nedenle, mikroplastiklerin kökenlerini ve etkilerini anlamak, bu sorunun üstesinden gelmek için kritik öneme sahip.Peki, bu tehdit karşısında neler yapılmalı?Öncelikle bireysel ve toplumsal düzeyde çeşitli stratejiler geliştirmek gerekiyor. İlk olarak; tek kullanımlık plastikleri reddetmeliyiz. Alternatif ürünler kullanmamız gerekiyor. Örneğin cam, metal veya bambu gibi malzemelerden yapılmış ürünleri tercih etmek önemli. Kozmetik ve kişisel bakım ürünlerini satın alırken de mikroboncuk içermeyen ürünleri almamız gerekiyor. Ayrıca Plastik atıkları geri dönüştürmek için yerel geri dönüşüm programlarının ise daha da artması lazım. En önemlisi de hükümetlerin mikroplastiklerin kullanımını sınırlayan yasaların daha da yaygınlaşması gerekiyor. Bu tür yasalar, mikroplastiklerin çevreye yayılmasını önemli ölçüde azaltabilir.
Solunum yolu enfeksiyonları, özellikle kış aylarında çocuklar başta olmak üzere herkesi etkileyen yaygın bir sağlık sorunu olarak öne çıkıyor. Bu enfeksiyonlar, soğuk havanın etkisiyle artan virüslerin yayılımı ve bağışıklık sisteminin zayıflaması gibi etkenlerden kaynaklanıyor. Birkaç haftadır ise enfeksiyonların bir sonucu olarak ‘akut bronşiyolit’ vakalarında kayda değer bir artış gözlemleniyor. Küçük çocuklar arasında hızla yayılan bu durum, ailelerde büyük bir endişe yaratırken, sağlık uzmanları erken tanı ve tedaviye vurgu yapıyor. ACİL SERVİSLERE BAŞVURULAR ARTTIAcil servislerde vaka sayısında gözle görülür bir artış olduğunu söyleyen Çocuk Göğüs Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Sedat Öktem, “Solunum yolu enfeksiyonlarının sıklığı mevsimsel değişiklik gösterir. Sonbahar ve kış aylarında daha sık görülür diğer aylarda ise daha az ortaya çıkar. Akut bronşiyolit vakaları da sonbahar ve kış aylarında yoğun yaşanıyor. Geçtiğimiz yıllarda kış aylarında akut bronşiyolitler nedeniyle acil servislere yoğun olarak başvuruların olduğunu ve hastane yatışlarının olduğunu gördük. Bu yıl da benzer şekilde vakalarda artış gözlemliyoruz” ifadelerini kullandı.HASTALIĞIN OLUŞMASINDAKİ EN BÜYÜK ETKEN RSV!Akut bronşiolit vakalarının neredeyse tamamının solunum virüsleriyle geliştiğini, en sık virüs etkenin de RSV olduğunun altını çizen Prof. Dr. Öktem, “Bu virüslerle öncelikle üst solunum yolu enfeksiyonu gelişiyor. Daha sonra vakaların bir kısmında virüsler çocukların küçük havayollarını yani bronşiyollere yayılarak enfeksiyon ve iltihap oluşmasına yol açıyor” dedi.BELİRTİLERİ NELER?Hastalığın belirtilerine de değinen Prof. Dr. Sedat Öktem, “Ödem gelişimi ve bronşiyollerin içerisindeki balgam birikimi nedeniyle havayolları daralıyor ve hışıltı gelişiyor. Havayollarının daha dar olması nedeniyle bebekler ve küçük çocuklar daha ağır etkileniyor. Bazı çocuklarda havayollarında balgam birikimi ve ödem daha şiddetli olup, solunum yetmezliğine yol açabiliyor. Bu çocuklarda hızlı nefes alıp verme, göğüs kafesinde çökme gibi belirtiler ekleniyor” şeklinde konuştu.DAHA ÇOK İKİ YAŞIN ALTINDAKİ ÇOCUKLARDA GÖRÜLÜYORHastalığın daha çok iki yaşın altındaki çocuklarda görüldüğüne dikkat çeken Prof. Dr. Öktem, “Hastalık bulgularının görülmesi için havayollarının dar olması gerekiyor. Çocuklar büyüyüp havayolları genişleyince bu hastalık görülmüyor. Bu nedenle yetişkinlerde akut bronşiyolit ortaya çıkmıyor. Ancak yetişkin ve büyük çocuklarda akut bronşit dediğimiz farklı bir hastalık görülebiliyor” ifadelerini kullandı.NASIL BİR TEDAVİ YÖNTEMİ UYGULANIYOR?“Vakaların yüzde 90’ından fazlasında diğer viral üst solunum yolu enfeksiyonlarında olduğu gibi; çocuğun burnunun açık tutulması için temizlenmesi, ağızdan beslenmeye devam edilerek yeterli miktarda sıvı almasının sağlanması, ateş olması durumunda ateş düşürücü verilmesi yeterli” diyen Prof. Dr. Sedat Öktem, şu bilgilerin altını çizdi:-- Burun tıkanıklığını gidermek için tuzlu su ya da okyanus sularını içeren damla veya yüksek basınçlı olmayan spreyler kullanılabilir. Daha ağır vakalar için ise hipertonik salin dediğimiz tuzlu suların buhar olarak kullanılması, havayollarındaki ödemi giderebilen buhar ve iğnelerin kullanımı söz konusudur. -- Solunum yetmezliği açısından risk oluşturan vakalar için yüksek akımlı oksijen tedavileri düşünülebilir. Akut bronşiyolit virüs enfeksiyonu olması nedeniyle antibiyotik kullanımının yararı yoktur. Ayrıca nezle veya grip ilaçlarının da hastalığın iyileşmesinde ek katkı sağlamaz. Bu çocuklar ayrıca hışıltıları nedeniyle astım hastaları ile karıştırılabilirler. Akut bronşiyolit tedavisinde astım tedavisinde kullanılan buharların ek bir fayda sağlamadığı da pek çok araştırmayla gösterildi.NASIL ÖNLEMLER ALINMALI?Alınacak önlemlere de değinen Prof. Dr. Öktem, “Akut bronşiyolite neden olan solunum virüsleri çoğunlukla damlacık enfeksiyonu ile öksürme, hapşırma yoluyla bulaşıyor. Kapalı ortamlarda hasta olan kişilerden bulaşma daha kolay oluyor. Ayrıca hasta olan kişilerin teması ile de mikrop bulaşabiliyor” dedi ve ekledi:“Bu nedenle el temizliğine dikkat edilmesi, hasta olan kişilerle aynı ortamda bulunmamak, ortamın havalandırılması, hapşırma öksürme sırasında ağız ve burun kapatılması, sigara dumanına maruziyetin engellenmesi gibi önlemler hastalığa karşı koruyucudur. Prematüre bebekler ve özellikle kalp hastalıkları, kronik solunum bozuklukları olan bebekler RSV enfeksiyonu sırasında daha ciddi riskler taşımaktadırlar. Böyle özel durumu olan bebekler için 2 yaşına kadar bazı özel aşılar uygulanıyor.”
Her geçen yıl, dünyada 100 yaşını aşan insanların sayısı artarken, Naomi Whitehead gibi örnekler, uzun ömrün ardındaki sırların sadece genetikle değil, aynı zamanda yaşam biçimiyle de doğrudan ilişkili olduğunu gösteriyor. 2023'te New Castle News gazetesine verdiği röportajda, hayatı boyunca sağlıklı kalmanın önemli bir parçası olarak, basit ama etkili alışkanlıklar benimsediğini belirten Whitehead, “Uzun yaşamın sadece şans meselesi olmadığını düşünüyorum. Doğru seçimler ve tutumlarla daha sağlıklı bir yaşam sürmek oldukça mümkün” ifadelerini kullandı.UZUN YAŞAMAYI HEDEFLEYEN BİYOHACKERLAR BUNUN İÇİN MİLYON DOLARLAR HARCIYORAmerika Birleşik Devletleri merkezli, bağımsız ve kâr amacı gütmeyen bir araştırma kuruluşu olan Pew Araştırma Merkezi’nin verilerine göre, 2024 yılı itibarıyla ABD nüfusunun yalnızca yüzde 0,03'ü 100 yaşını geçmiş durumda. Bu oran düşük olsa da ortalama yaşam beklentisinin artması, uzun yaşamanın nasıl mümkün olabileceği konusunda artan bir ilgiyi beraberinde getiriyor. Yaşlanmayı geciktirmek veya uzun yaşamayı hedefleyen biyohackerlar ve sağlık meraklıları, bunun için milyonlarca dolar harcıyor. Öne çıkan isimlerden biri de Bryan Johnson… Biyoteknoloji ve yapay zeka alanında projeler geliştiren bir girişimci olarak, yaşlanmayı geciktirmek ve daha sağlıklı yaşamak amacıyla vücudunun her yönünü bilimsel olarak iyileştirmeye çalışıyor.Naomi Whitehead ise sağlıklı ve uzun bir yaşam sürmesinin, her şeyden önce yaşamın basit zevklerinde ve doğru alışkanlıklarda saklı olduğunu düşünüyor. Genetik faktörlerin de elbette önemli bir rolü olsa da sağlıklı bir yaşam sürmenin yolunun büyük ölçüde kişinin yaşam tarzına bağlı olduğunun altını çiziyor.114 yaşındaki Whitehead, ailesinin de desteğiyle, yaşadığı yılları sağlıklı ve aktif bir şekilde geçirebilmiş. Özellikle torunlarından biri olan Dan Whitehead, büyükannesinin sağlıklı yaşam alışkanlıklarını paylaşarak, uzun yaşamın sırlarını açıkladı.ÇOK ÇALIŞMAK VE FİZİKSEL AKTİVİTENaomi Whitehead’in uzun ömrüne en büyük katkı sağlayan etmenlerden biri, yıllarca süren fiziksel aktivite. Whitehead, gençliğinde bir çiftlikte çalışarak tarlaları sürdü, pamuk ve tütün topladı. Sürekli olarak fiziksel bir iş yapmanın sağlığına iyi geldiğini ve bu sayede uzun yaşadığını belirtiyor. YouTuber Jack Gordon’a verdiği röportajda, ona verilen en önemli tavsiyenin “çok çalışmak” olduğunu vurgulayan Whitehead, bu tavsiyeyi yaşamında her zaman öncelik haline getirmiş. Whitehead, “Sürekli hareket halinde olmak, kasları daha güçlü yapıyor. Ayrıca kalp sağlığını da olumlu etkiliyor. Bunu doktorum da söylüyor” dedi.Bu görüş, birçok diğer 100 yaşını aşmış kişi tarafından da dile getiriliyor. Business Insider’ın haberine göre, 100 yaşını geçmiş birçok kişi uzun yaşamlarını aktif bir yaşam tarzına borçlu olduklarını ifade ediyor. Örneğin, 101 yaşındaki Toronto’lu William, 85 yaşında emekli olduktan sonra daha az aktif bir yaşam tarzı benimsediğini, ancak gençlik yıllarındaki çok çalışmanın ve fiziksel aktivitelerinin sağlığını koruduğunu söylüyor.2023'te British Journal of Sports Medicine dergisinde yayımlanan bir araştırma ise hareketsiz kalan kişilerin daha erken ölüm riski taşıdığını ortaya koydu. Gün boyu hareketsiz kalanların, düzenli egzersiz yapanlara göre ortalama daha kısa yaşadığı belirtiliyor.SİGARA VE ALKOL KULLANIMINDAN KAÇINMAKNaomi Whitehead, sigara içmediğini ve alkol kullanmadığını da belirtiyor. Sigara ve alkolün sağlığa zararları artık herkes tarafından biliniyor, ancak Whitehead gibi süper yaşlılar için bu alışkanlıklardan kaçınmak oldukça önemli. Dünya Sağlık Örgütü, hiçbir düzeyde alkol tüketiminin sağlık açısından güvenli olmadığını belirtiyor. 2021'de European Journal of Public Health’ta yayımlanan bir araştırma, 2017 yılında Avrupa’da alkol kaynaklı 3.7 milyon kanser vakasının yüzde 13,3’üne yol açtığını ortaya koydu.Sigara, dünya genelinde her yıl sekiz milyon ölümle ilişkilendiriliyor. Amerikan Kanser Derneği’ne göre, sigara içmeyen kişiler, içenlere göre ortalama 10 yıl daha uzun yaşıyor. Whitehead’ın torunu Dan Whitehead, büyükannesinin hayatı boyunca sigara ve alkol kullanmamasının, sağlığını korumasına büyük katkı sağladığını belirtiyor. Bu alışkanlıklar, Whitehead’ın uzun yaşamasında önemli bir rol oynamış gibi görünüyor.İNANÇLI OLMAKWhitehead'in uzun yaşamının bir diğer sırrı ise dini inançlarında yatıyor. Birçok süper yaşlı insan gibi, Whitehead de hayatında dini inancın önemli bir yer tuttuğunu belirtiyor. Araştırmalar, dini inancın uzun ömürle bağlantılı olabileceğini öne sürüyor. Düzenli dini ritüellere katılmak, bir topluluk duygusu yaratmanın yanı sıra, insanların daha fazla iyimserlik ve anlam duygusu geliştirmesine yardımcı olabilir.2016 yılında yapılan bir araştırma, haftada birden fazla dini törene katılan kadınların, hiç katılmayanlara göre yüzde 33 daha az erken ölüm riski taşıdığını ortaya koymuştu. Harvard TH Chan Halk Sağlığı Okulu’nda yapılan başka bir çalışma, dini toplulukların sağladığı sosyal destek ve psikolojik iyimserliğin, insanların daha uzun yaşamalarına katkı sağladığını gösteriyor.
Hastalıklar, bireylerin günlük yaşamlarını ve genel sağlık durumlarını derinden etkileyebiliyor. Bu etkiler, sadece fiziksel rahatsızlıklarla sınırlı da kalmıyor; aynı zamanda psikolojik ve sosyal boyutları da içeriyor. Amerika Birleşik Devletleri’nin güneydoğusunda yaşayan Kayley’in hikâyesi, bu zorluğun somut bir örneğini sunuyor. Tennessee’de üniversite okuyan 20 yaşındaki Kayley, nadir görülen Loeys-Dietz sendromu (LDS) ile yaşamını sürdürüyor. Bu genetik rahatsızlık, Kayley’in vücudunu o kadar zayıf hale getiriyor ki, kendisini adeta eriyormuş gibi hissediyor. 20 yıl önce, Kayley’in doğumu sırasında keşfedilen bu durum, şu anda dünya genelinde tahminen 4 bin kişiyi etkiliyor. Ancak kesin vaka sayısı hâlâ belirsizliğini koruyor.Bu genetik bozukluk, vücudun kemik, kas ve organlarını destekleyen bağ dokusunu zayıflatıyor. Sonuç olarak; ağrılı eklem hiperfleksiyonu, osteoartrit, skolyoz, ağızda malformasyonlar ve kalpte yırtılmalara yol açabiliyor.Kayley, durumunu yönetebilmek adına daha önce pek çok tıbbi prosedür de geçirdi. Bunlar arasında doğumdan hemen sonra bacaklarının pozisyonunu düzeltmeye yönelik bir işlem de bulunuyor.‘20 YAŞINDAYIM AMA 75 YAŞINDA BİRİNİN VÜCUDUNA SAHİP OLDUĞUMU HİSSEDİYORUM’Dokuz yaşına geldiğinde ise kalbini çevreleyen bağ dokusunun anormal büyümesine bağlı olarak kalp yetmezliği durumu gelişti. Bu durum, kalbin daha fazla zorlanmasına ve zamanla zayıflamasına neden oldu. Şu an Kayley’in vücudunda altı adet anevrizma bulunuyor ve bunların her an patlama riski taşıdığı kaydediliyor.Kayley, durumu hakkında Daily Mail’e yaptığı açıklamada, “Temel olarak vücudumdaki her şey etkileniyor. 20 yaşındayım ama 75 yaşında birinin vücuduna sahip olduğumu hissediyorum” dedi. ‘FİZİĞİMDE KORKUNÇ DEĞİŞİKLİKLER OLDU’Kendisinin ‘eriyen bozukluk’ adını verdiği hastalığı hakkında daha fazla bilgi veren Kayley, “Bağ dokularım aşırı zayıf ve bu nedenle beni ayakta tutmuyor ya da iskelet sistemimi desteklemiyor. Vücudumdaki hiçbir şey olması gerektiği gibi çalışmıyor. Bağ dokusu vücut için yapıştırıcı gibidir ama benimki çok zayıf olduğu için vücudumu sanki taşıyamıyor gibi oluyorum. En kötüsü de hastalığım fiziğimde korkunç değişikliklere neden oldu” ifadelerini kullandı.HASTALIK, ÇEKİK GÖZLERE, KIVRIK PARMAKLARA VE OMURGADA ŞİŞLİĞE NEDEN OLUYORLoeys-Dietz sendromu olan bireyler, belirgin fiziksel özellikler de geliştirebiliyor. Bu özellikler arasında geniş aralıklı ve çekik gözler, kıvrık parmaklar, omurgada şişlik ve yarı saydam cilt yer alıyor. Genetik bir hastalık olarak bilinen bu rahatsızlığın, ebeveynlerden çocuklara geçme olasılığı yaklaşık yüzde 50 olarak değerlendiriliyor.Kayley’in parmakları da hareket kabiliyetini azaltacak şekilde bükülmüş durumda. Doktorlar, bu durumu düzeltmenin mümkün olmadığını belirtiyor. Ancak Kayley, ellerindeki gücü artırmak için düzenli olarak küçük egzersizler yapmaya devam ediyor. Kayley, bu durum için, “Başka birçok sağlık sorunum oldu ve ellerimi tedavi ettirmeye hiç zamanım olmadı. Doktorlar, zaman kaybı nedeniyle artık hiçbir şey yapamayacaklarını söylediler” şeklinde konuştu.ORGAN YETMEZLİĞİ RİSKİYLE KARŞI KARŞIYAKayley’in durumu, vücudunda altı adet yarayla daha da karmaşık hale gelmiş durumda. Bu yaraların yırtılması, ölümcül iç kanamalara, şoka ve organ yetmezliğine yol açma riski taşıyor. Şimdiye kadar yaklaşık 20 omurga ameliyatı geçiren Kayley, şiddetli skolyozunu düzeltmek için sırtına yedi çubuk yerleştirildi.LOEYS-DİETZ SENDROMUNDA EN SIK ÖLÜM NEDENİ BEYİN KANAMALARILoeys-Dietz sendromunun yaşam beklentisi ise yalnızca 37 yıl olarak belirlenmiş. Bu hastalıktan muzdarip bireylerde en sık ölüm nedeni, aort diseksiyonu ve beyin kanamaları olarak öne çıkıyor. Ancak Kayley, bu durumun henüz yeterince tanınmadığını ve yaşam beklentisinin doğru bir tasvir olmadığını savunuyor.Son olarak, geçen yıl kendisinden sadece bir yaş büyük olan bir arkadaşını LDS yüzünden kaybettiğini belirten Kayley, bu durumun kendisini nasıl etkilediğini şu sözlerle dile getirdi:“Her ne olursa olsun bu hastalıkla yaşamaya çalışıyorum. En önemlisi de mutlu olmak için çabalıyorum. Ancak arkadaşımın ölüm beni çok sarstı. Kendime gelmem biraz zaman aldı. Ama pes etmeyeceğim. Hayata sıkıca tutunacağım. Yaşamak istediğim hayatı yaşamak için elimden gelen her şeyi yapacağım.”Daily Mail’in ‘My body is melting from the inside out due to rare condition and my organs could burst at any moment’ başlıklı haberinden derlenmiştir.
Deli bal, doğanın sunduğu en ilginç ve aynı zamanda en tehlikeli lezzetlerden biri. Doğu Karadeniz’de üretilen bu özel bal, arıların mor orman güllerinden topladığı nektarın bir sonucu... Ancak balın içindeki ‘grayanotoksin’, (Bazı bitkilerde bulunan ve arıların topladığı nektarda bulunan doğal bir toksin. İnsanlarda ve hayvanlarda çeşitli sağlık sorunlarına yol açabiliyor) onu hem cazip hem de riskli hale getiriyor. Yüzyıllardır sağlık ve şifa amacıyla tüketilse de yanlış miktarlarda kullanıldığında ciddi yan etkilere neden olabiliyor.Bölgede arıcılıkla uğraşanlar, bu doğal hazineyi toplamak için büyük bir özen gösteriyor. Doğayla iç içe geçerek, binlerce yıllık geleneği yaşatırken, aynı zamanda modern bilimin getirdiği bilgileri de harmanlıyorlar. Deli bal, sadece bir gıda maddesi değil; aynı zamanda bir kültür, bir yaşam tarzı ve doğanın sunduğu mucizelerin bir yansıması. Geçtiğimiz günlerde CNN Travel editörü Maureen O’Hare, bölgede keşfe çıktı. Deli balın yapım aşamasına ve hikâyesine hayran kalan O’Hare, “Türkiye’nin ‘deli balı’ binlerce yıldır halk ilacı olarak kullanılıyor; ancak bunun bir tehlikesi var” başlıklı bir gezi yazısı kaleme aldı. İşte O’Hare’nin kaleminden bir-iki gün boyunca yaşadıkları ve deli bal hakkında ilgi çekici bilgiler…‘ARILAR ÖFKELİ DEĞİL, SADECE BALLARI ÖFKELİ’Metal kaplı kazıklar üzerine kurulmuş küçük ahşap kulübede, vızıltı sesi yüksek, gürültülü ve ısrarcıydı. Arıcılık kıyafeti giymiş, ancak elleri açıkta kalan Hasan Kutluata, çam dolu arı tütsüleme makinesinin körüğüne basıyordu. Soluk çelenkler, havada dönerek dışarıdaki yoğun ormanlık Kaçkar Dağları’nın yamaçlarına doğru sürüklenen sisi yansıtıyordu.Dumanın amacı, arıların tehlikeyi hissettiklerinde salgıladıkları ve diğer arıları saldırmaya teşvik eden feromonu maskelemek (Arıların tehlike anında salgıladığı kimyasal maddeler). Kutluata, yuvarlak ıhlamur kovanlarının kapağını kaldırdığında uğultu giderek artıyor; ama bu arılar öfkeli değil, sadece balları öfkeli.Türkiye’nin Karadeniz Bölgesi, dünyada bu balı üreten yalnızca iki yerden biri. Diğeri ise Nepal'in Hindukuş Himalaya sıradağları…‘BİR KAŞIK DOLUSU HAFİF BİR UYKU GETİRİRKEN, BİR KAVANOZ HASTANEYE GÖNDEREBİLİR’Hasan Kutluata ile balın etkilerine dair sohbet ettiğimizde, “El değmemiş ormanlarımızda, ilkbaharda mor orman gülleri çiçek açar. Arılar o çiçeklerden nektar toplar ve biz de çılgın balı böyle elde ederiz” dedi. Nektar, grayanotoksin adı verilen doğal olarak oluşan bir toksin içeriyor. Balın içine giren miktar, mevsime ve arıların ziyafet çektiği diğer çiçeklere göre değişiyor; bir kaşık dolusu hafif bir uyku getirirken, bir kavanoz hastaneye gönderebiliyor.Deli bal, yüzyıllardır halk ilacı olarak da kullanılıyor. Kutluata, “Çok fazla yememeliyiz. Daha fazla yersek, bizi etkileyebilir. Özellikle baş dönmesi, düşük tansiyon, hafif ateş, mide bulantısı ve yürüme zorluğuna neden olabiliyor” diyerek etkilerine değindi.ORDULARI DEVİREN YİYECEKBeni en çok etkileyen ise deli balın orduları deviren bir yiyecek olması... MÖ 4. yüzyılda Yunan askeri lideri Xenophon, bu tatlı yemeğe düşkün askerleri anlatırken, “Hiçbiri ayağa kalkamadı, az yiyenler ise aşırı sarhoş gibiydiler” demiş. Hasan Kutluata, bu tarihi hikâyeyi aktarırken gülümseyerek, “İşte bu yüzden dikkatli olmalıyız” diyor.Bu sohbetten sonra Kutluata, “Bugünlük bu kadar yeter, arılar saldırmaya başlıyor. Hadi artık yavaş yavaş aşağı inelim” diyor ve harika manzaralar eşliğinde yürüyoruz…Yavaşça zemine dönerken, düşmanın Yunan orduları değil, bal delisi ayılar olduğunu hatırlatıyor. Direklerin etrafındaki metal, ayıların pençelerini batırmasını önlemek için yerden yaklaşık 3 metre yüksekliğinde. Hasan Kutluata, tehlikelerin farkında; elinde ve bacağında, kovanlarına saldıran bir ayıyla savaştığında aldığı yara izleri var. Hasan Kutluata'nın hikayesi, deli balın sadece bir lezzet değil, aynı zamanda bir tehlike barındırdığını gözler önüne seriyor. Onun arılarla olan bağı, doğayla iç içe geçmiş bir yaşamın ve bu yaşamın getirdiği zorlukların simgesi. Bu nedenle, deli bal sadece bir tat değil, aynı zamanda geçmişin derinliklerinden gelen bir gelenek ve kültür mirasıdır.BAL KOVANDA NE KADAR UZUN SÜRE KALIRSA, KALİTESİ O KADAR YÜKSEK OLUYORKamyonete atlayıp Kutluata’nın evine doğru yola çıkıyoruz. Eşi ve oğlu öğle yemeğine katılıyor; bu, üç kuşaktan oluşan bir arıcılık ailesi. Deli bal, ailenin ürettiği ballardan sadece biri. Kutluata’nın arıları, yaz aylarında hava yağışlı olmazsa bir kovanı yaklaşık 20 günde doldurabiliyor. Tam da bu noktada Kutluata önemli bir bilgi paylaşıyor; “Bal kovanda ne kadar uzun süre kalırsa, kalitesi o kadar yüksek olur. Kalite ise promille (Balın içindeki belirli bileşenlerin, özellikle de grayanotoksin gibi toksinlerin konsantrasyonunu ifade etmek için kullanılıyor) değeri tarafından belirlenir.”Emine ise Hasan’ın eşi… O daha çok kestane balını seviyor. “Kestane balı her yerde bulunabilir, ancak gerçekten fark yaratır. Promille değeri 600, 700, 800 olabilir, ancak başka yerlerde kalite açısından 500 olabilir” diyor. Bu bilgi ailenin bal üretiminde ne kadar titiz ve dikkatli olduklarını gösteriyor. Türk evlerinde kahvaltının vazgeçilmezinin bal olduğunu öğrenince de çok şaşırdım. Balı, Kutluatalar bize tereyağıyla karıştırıp ekmeğe sürerek ikram etti. Bu şekilde tüketilince güne zinde başlanıyormuş. Tadı gerçekten de harikaydı…ABD GIDA VE İLAÇ DAİRESİ DELİ BALIN TÜKETİLMESİNİ ÖNERMİYORDeli bal, Türkiye’de yasal olarak satılıyor; ancak ABD Gıda ve İlaç Dairesi (FDA), tüketilmesini önermiyor. FDA sözcüsü daha önce yaptığı açıklamada “Tüketiciler, balın ‘deli bal’ olarak etiketlenmediğinden emin olmalıdır. Toksinin yüksek miktarda bulunduğu balı yemek, mide bulantısı, kusma veya baş dönmesi gibi semptomlara yol açabilir” uyarısında bulundu.FDA sözcüsü bu konuda haklı olabilir ama deli balı ölçüsünde kullanmak da pek zararlı değil. Doğu Karadeniz’de geçirdiğim zaman boyunca Hasan Kutluata’nın hikâyesi, deli balın sadece bir lezzet olmadığını çok güzel bir şekil gösterdi. Onun arılarla olan bağı, doğayla iç içe geçmiş bir yaşamın ve bu yaşamın getirdiği zorlukların simgesi. Bu nedenle, deli bal sadece bir tat değil, aynı zamanda geçmişin derinliklerinden gelen bir gelenek…
Günümüzde estetik ve kişisel bakım, bireylerin kendilerini daha iyi hissetmeleri ve toplum içinde daha fazla özgüven kazanmaları açısından önemli bir rol oynuyor. Teknolojinin ilerlemesiyle birlikte, estetik prosedürler daha erişilebilir hale geldi ve çeşitli alternatifler sunmaya başladı. Yılın bu döneminde ise Amerika Birleşik Devletleri’nde tatil öncesi “yenilenme” arayışındaki erkekler ve kadınlar, plastik cerrah Jon Turk’ün Upper East Side ofisini ardı ardına arıyor. Ancak bu sefer, geleneksel ameliyat öncesi randevu almak yerine, Turk’ün yeni invaziv olmayan yüz germe prosedürü hakkında bilgi almak için iletişime geçiyorlar.Geleneksel yüz germe işlemlerinin yüksek maliyetlerine alternatif olarak, birçok kişi daha uygun fiyatlı ve kalıcı olmayan yöntemleri tercih ediyor. Örneğin, Karen Millen gibi isimlerin 50 bin dolara mal olan alt yüz germe veya bazı erkek ünlülerin 250 bin dolara kadar çıkan tam yüz germe işlemlerinin aksine, Turk’ün sunduğu yöntem hem maliyet açısından daha makul hem de daha az zaman alıcı.‘AMELİYAT OLMADAN GELENEKSEL YÜZ GERMEYİ TAKLİT EDEBİLİYORUZ’Turk, bu yöntemle “Artık ameliyat olmadan geleneksel yüz germeyi taklit edebiliyoruz” diyor. Prosedür, yüz kasları ve cildin manipülasyonu ile üst yüzün kaldırılmasını ve alt yüz ile boynun düzeltilmesini sağlıyor. Özellikle 30’lu ve 40’lı yaşların sonlarındaki bireyler için, bu yöntem yaşlanma belirtilerinin önlenmesine yardımcı oluyor. İşlem, botoks ile başlıyor; geleneksel uygulamalardan farklı olarak, kasları dondurmak yerine doğru yerleştirilen enjeksiyonlarla kasları kaldırıyor.Turk; ağız, çene hattı ve boyna odaklanarak, bu alanlara bir dizi botoks enjeksiyonu uyguluyor. Ardından, yanaklara ve çene hattına yerleştirilen cerrahi ipliklerle bir kaldırma efekti sağlanıyor. Bu iplikler, 6 ila 12 ay içinde eriyerek kolajen üretimini teşvik ediyor.İŞLEM SONRASI CİLT, GENÇ VE TAZE BİR GÖRÜNÜM KAZANIYORÜçüncü aşama ise Morpheus tedavisi ile gerçekleştiriliyor. Bu tedavi, radyofrekans enerjisi ile mikroiğneleme yöntemlerini birleştirerek cildin orta ve alt katmanlarındaki kolajen, elastin ve hyaluronik asidi uyarıyor. Böylece cilt, genç ve taze bir görünüm kazanıyor. Lidokain sayesinde ağrısız olan bu işlem, yaklaşık bir saat sürüyor.‘İŞLEMDEN BİR SAAT SONRA CİLDİM ADETA YENİLENDİ’Paula Froelich ise Jon Turk’e işlem yaptıranlardan biri… Froelich, New York Post’a yaptığı açıklamada, “Haziran ayında Turk ile gerçekleştirdiğim randevudan sonra sonuçlar anında belirdi. İşlemden bir saat sonra Instagram’da paylaşımlar yaparken, çevremdekilerin "Harika görünüyorsun!" gibi yorumlarıyla karşılaştım” ifadelerini kullandı.Jon Turk, bu prosedürün anestezi veya ameliyat istemeyenler için mükemmel bir alternatif olduğunu vurguluyor. Ameliyatlara devam etmesine rağmen, gelecekte bu tür cerrahi işlemlerin azalacağına inandığını söyleyen Turk, “Önümüzdeki 20 yıl içinde, yenilik ve yeni teknolojilerin etkisiyle daha az cerrahi prosedür göreceğimizi düşünüyorum” açıklamasında bulundu.
Amerikan Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezleri (CDC) tarafından hazırlanan meyve ve sebze sıralamasında, tere otu tam puan alarak 100 üzerinden en yüksek besin yoğunluğuna sahip sebze olarak öne çıkıyor.Bu sıralamada, Çin lahanası 91.99 puanla ikinci sırada yer alırken, pazı, pancar yaprakları ve ıspanak gibi diğer yapraklı yeşillikler de listeyi tamamlıyor. Toplamda 41 besin maddesi, potasyum, lif, protein, kalsiyum ve çeşitli vitaminleri içeriyor. Peki tereyi bu kadar özel yapan nedir?1- K, A, C VE B VİTAMİNLERİ İLE MAGNEZYUM AÇISINDAN ZENGİNBeslenme uzmanları, tere otunun sağlığa pek çok faydası olduğunu vurguluyor. Los Angeles'ta sertifikalı diyetisyen Serena Poon, tere otunun K, A, C ve B vitaminleri ile magnezyum, kalsiyum ve potasyum gibi besin maddeleri açısından zengin olduğunu belirtiyor. Bu besin maddeleri, kemik sağlığı, bağışıklık sistemi ve cilt sağlığı için son derece önemli. Poon, “Tere otu küçük görünse de, besin yoğunluğu açısından en zengin gıdalardan biri. Üstelik, düşük kalorisi sayesinde bu faydaları elde etmek için fazla kalori alımına da gerek yok” ifadelerini kullandı.2- KALP SAĞLIĞINA KATKITere otunun bir diğer önemli faydası, kalp sağlığını desteklemesi. Poon, bu sebzenin antioksidanlar açısından zengin olduğunu ve iltihap ile oksidatif stresi azaltarak kalp hastalığı riskini düşürebileceğini ifade ediyor. Tere otundaki nitratlar, kan basıncını düşürerek kardiyovasküler sağlığı korumaya yardımcı olabilir. Uzmanlar, tere otunu yemeklere eklemenin, kalp sağlığını desteklemenin basit ama etkili bir yolu olduğunu belirtiyor.3- KANSER RİSKİNİ AZALTABİLİRTere otunun kanser riskini azaltma potansiyeli de dikkat çekiyor. Poon, bu sebzenin glukozinolatlar içermesi sayesinde kanser hücrelerinin büyümesini engelleyebileceğini vurguluyor. Araştırmalar, tere otunun DNA hasarını önlemeye yardımcı olabileceğini ve özellikle akciğer ile sindirim sistemi kanserleri riskini azaltabileceğini gösteriyor.4- HORMON DENGESİNİ DESTEKLİYORTere otu, hormon dengesini korumada da faydalı olabilir. Yüksek B vitamini, kalsiyum ve magnezyum içeriği, stres tepkisi ve metabolik işlevlerde önemli bir rol oynuyor. Uzmanlar, bu besin maddelerinin hormonal dengeyi sağlamada kritik öneme sahip olduğunu belirtiyor.5- DETOKSİFİKASYON VE KARACİĞER SAĞLIĞITere otunun içeriğindeki doğal bileşikler, vücudun detoksifikasyon sürecini hızlandırarak karaciğer sağlığını destekleyebilir. Bu, karaciğerin toksinleri filtrelemesine ve atık ürünleri atmasına yardımcı olabilir, dolayısıyla detoks destekleyici diyetler için mükemmel bir katkı sunar.6- CİLT SAĞLIĞINA FAYDALARISon olarak, tere otu cilt sağlığını destekleyici özellikleriyle de dikkat çekiyor. C vitamini, beta-karoten ve lutein gibi antioksidanlar, cildin elastikiyetini ve parlaklığını artırabilir. Poon, özellikle C vitamininin kolajen üretimi için gerekli olduğunu ve cildin sıkılığını koruyarak ince çizgilerin görünümünü azaltabileceğini ifade ediyor.Özetle tere otu, sağlıklı beslenme alışkanlıklarına entegre edilebilecek, besin değeri yüksek bir sebze olarak öne çıkıyor. Uzmanların önerilerine göre, bu küçük yeşil yaprak, sağlığınızı desteklemenin en etkili yollarından biri olabilir.