Sivilceler, birçok insan için sadece fiziksel bir rahatsızlık değil, aynı zamanda psikolojik bir yük de olabiliyor. Özellikle ergenlik dönemindeki gençler, ciltlerinde oluşan sivilceler nedeniyle özgüven sorunları yaşayıp, sosyal ilişkilerde kendilerini çekingen hissediyorlar. Bu dönemde başlayan hormonal değişiklikler, stres veya bazı ilaç kullanımı, yağ bezlerinin aşırı çalışmasına neden oluyor. Bu aşırı yağ, gözeneklerin tıkanmasına yol açıyor ve bu da bakterilerin üremesi için uygun bir ortam oluşturuyor. Gözeneklerin tıkanması ve bakterilerin artışı, iltihaplı sivilcelerin ortaya çıkmasına neden olurken genetik yatkınlık, yanlış cilt bakım ürünleri kullanımı ve çevresel faktörler de sivilce oluşumunu etkiliyor.Ancak son bir haftadır gençler sosyal medyada sivilceleri için bakım kremleri sürmek veya ilaç almak gibi tipik akne ve leke karşıtı tedavileri uygulamak yerine, UV ışınlarının sivilcelerini ve kabarıklıklarını yakmasına izin veriyor. ‘GÜNEŞ YANIĞI SİVİLCELERİ GEÇİRİYOR’19 yaşındaki içerik üreticisi Haley Wenthold, 1,7 milyondan fazla TikTok görüntülemesi alan bir video paylaşarak, güneş yanığının sivilcelerini geçirdiğini iddia etti. Wenthold, Z kuşağının bu yöntemi uyguladığını söyleyerek, “İşe yarıyor. Güneşte kalmak sivilceleri geçiriyor” dedi.Güneş yanığı bazı sosyal medya kullanıcıları tarafından çılgınlık olarak nitelendirilse de tamamen saçma bir öneri de değil. Çoğu dermatoloji uzmanı, UV ışınlarının bağışıklık sistemini baskıladığı ve iltihap giderici etkiler yarattığını belirtiliyor.Dermatoloji Uzmanı Doç. Dr. Aslı Tatlıparmak da bu görüşü destekledi ancak çok önemli detaylara dikkat çekti.“Yapılan çalışmalar UV ışınlarının böyle bir etkisi olduğunu gösteriyor” diyen Doç. Dr. Tatlıparmak, “Yine de genel bir doğru olarak kabul edilmemekle birlikte iltihaplı sivilceye sahip bazı kişiler, güneşe maruz kaldıklarında cilt durumlarının iyileştiğini gözlemleyebiliyor. Ancak bu dönemsel trendlerin ötesinde unutulmamalıdır ki, güneşe aşırı maruz kalmak hem yüzeysel hem de hücresel düzeyde cilde büyük ölçüde zarar verir” dedi.GÜNEŞİN DAHA DİK AÇIYLA GELDİĞİ 10.00-16.00 SAATLERİ ARASINA DİKKAT!Peki, bu olumlu etkiler için güneş ışınlarına maruz kalma süresi ne kadar önemli?Bu soruma, “UV indeksinin yüksek olduğu zaman dilimlerini, güneş ışığına maruz kalmak için en tehlikeli zaman dilimleri olarak düşünmeliyiz” cevabını veren Doç. Dr. Aslı Tatlıparmak, şu bilgilerin altını çizdi:“Güneşe orta düzeyde maruz kalındığında ciltte iyileşmelerin olduğunu söyleyebilirim. Fakat bunun dışında tehlike artar. Örneğin güneşin daha dik açıyla geldiği 10.00-16.00 saatleri arasında güneşe çıkmamaya, doğrudan güneş ışığına maruz kalmamaya herkes özen göstermeli. Bu saat aralığında dışarıda olmanız gerekiyorsa güneşten korunmak son derece önemli. UV ışınlarından korunmak için ilk ve en önemli adım ise güneş kremi kullanımı. Güneş maruziyetinden 15 dakika önce muhakkak güneş koruma faktörü (SPF / Sun Protection Factor) en az 15 veya daha yüksek olan geniş spektrumlu bir güneş koruyucu kullanmak gerekiyor.”‘GÜNEŞE DOĞRUDAN MARUZ KALMAK CİLDİN KURUMASINA NEDEN OLUYOR’Doç. Dr. Aslı Tatlıparmak yine yapılan araştırmalara değinerek, güneş ışınlarına doğrudan maruz kalmanın cildin kurumasına neden olabileceğini vurguladı. “Cilt kuruluğu meydana geldiğinde yağ bezleri (cildin ihtiyaç duyduğu yağları veren sebumu üreten) aşırı çalışmaya başlar ve sebore olarak bilinen bu aşırı sebum üretimi gerçekleşir” diyen Doç. Dr. Tatlıparmak, “Bu durum ciltte meydana gelen lekelerin oluşmasındaki temel aşamalardan biri. Yani sivilcelerden kurtulma amacıyla yapılan bu uygulama cilde geri dönüşü çok daha zor hasarlar bırakabilir” dedi.DİKKAT! DNA HASARINA NEDEN OLABİLİRUltraviyole ışınlarının cilt lekelerine ve hassas ciltlerde reaksiyonlara neden olabileceğinin de altını çizen Doç. Dr. Tatlıparmak, “Güneşe maruz kalmak, serbest radikal üretimini artırarak kolajen ve elastin liflerinin parçalanmasına ve DNA hasarına neden olur” dedi ve ekledi:“Yine yapılan çalışmaları ışığında söylemeliyim ki deri yaşlanmasının yaklaşık yüzde 80-90’ı UV kaynaklı. Burada değinmemiz gereken en önemli nokta güneş koruyucu kullanılmayan cilt, UV ışınlarından yalnızca 15 dakika gibi kısa bir sürede zarar görebiliyor. En önemli nokta ise yapılan araştırmalar güneşe maruz kalmanın, cilt kanseri gelişimi için önemli bir risk faktörü olduğunu da belirtiyor.” GÜNEŞ KREMİ SİVİLCELERİ OLUŞUMUNU ENGELLİYOR MU?Güneş kremlerinin sivilcelere veya lekelere iyi geldiğine dair de sosyal medyada sıklıkla paylaşımlar yapılıyor. Bu doğru mu yoksa abartılıyor mu? “En iyi Anti-aging güneş kremidir” diyen Doç. Dr. Aslı Tatlıparmak, şu bilgileri paylaştı:-- Burada bilinmesi gereken temel nokta şu ki; SPF 30 korumaya sahip bir güneş kremi , UVB ışınlarının yaklaşık yüze 3’ünün cilde ulaşmasına izin verirken, SPF 50 korumaya sahip bir güneş kremi ise yaklaşık yüzde 2'sinin ulaşmasına izin verir. -- Özetle yeterli korumaya sahip bir güneş kremi kullanmak, ciltte güneşe bağlı elastozis, kırışıklıklar ve pigmentasyon değişikliklerini (ciltte meydana gelen renk farklılıklarını) önlemede büyük rol oynar. Yani ideal bir cilt bakımının en temel noktası mevsim fark etmeksizin güneş kremi kullanmayı ihmal etmemek.
Yaşlanma sürecini yavaşlatmak ve genç kalmak isteyen bireyler, eklem sağlıklarını iyileştirmek amacıyla kök hücre tedavisine yöneliyor. Kök hücre tedavisi, özellikle diz ve eklem sorunlarına çözüm arayanların ilgisini çekiyor. Ancak bu tedavi yöntemi, yüksek maliyetleri ve ABD Gıda ve İlaç İdaresi (FDA) onayının olmaması nedeniyle birçok soru işareti taşıyor. Tedavi arayışında olanlar, dünya genelindeki özel kliniklere başvurmak üzere uzun ve maliyetli yolculuklara çıkıyor.HER BİR ENJEKSİYONUN MALİYETİ İSE 16 BİN 500 DOLARÖzellikle iş dünyasında başarılı olan isimler ve sporcular, gençlik ve sağlığı koruma hedefiyle bu tedaviye yatırım yapıyor. Uzun ömür ve yaşlanma karşıtı sağlık teknolojilerine olan ilgisiyle tanınan Amerikalı girişimci ve yatırımcı Bryan Johnson, kök hücre tedavisinin popüler bir örneği olarak öne çıkıyor. Johnson en son diz, kalça ve omuzlarına mezenkimal kök hücreler (MSC'ler) enjekte ettirmek için Bahamalar'daki Physical Longevity kliniğine gitti. Her bir enjeksiyonun maliyeti ise 16 bin 500 dolar olarak belirlenmiş durumda.Johnson’ın kök hücre tedavisini sağlayan biyoteknoloji şirketi Cellcolabs’ın CEO'su Matthias Bernow, Business Insider'a yaptığı açıklamada, gelecekte yıllık sağlık kontrolleri sırasında ve grip aşısı gibi rutin uygulamalarda, kök hücre desteğinin mevcut rahatsızlıkları tedavi etme veya bunların başlangıcını geciktirme potansiyeline sahip olduğunu belirtti. Bernow, bu tür bir destek ile vücudumuzu genetik faktörlerden bağımsız olarak en iyi şekilde tedavi etmenin mümkün olabileceğini ifade etti.KÖK HÜCRE TEDAVİSİNİN HENÜZ KLİNİK DENEY AŞAMASINDAKök hücre tedavisinin, lösemi ve diyabet gibi ciddi sağlık sorunlarının tedavisinde kullanıldığı biliniyor. Ancak, başka bir kişinin kök hücrelerinin eklem sağlığını iyileştirmek amacıyla kullanılması henüz nispeten yeni bir uygulama ve bu alandaki araştırmalar devam ediyor. Ancak, kök hücre tedavisi şu anda oldukça pahalı ve eklem rejenerasyonu gibi yeni alanlarda daha fazla araştırmaya ihtiyaç duyuluyor.Johnson'ın doktoru Steven Sampson, kök hücre tedavisinin henüz klinik deney aşamasında olduğunu ve sonuçların alınmasının zaman alacağını ifade ediyor. Sampson, bu tedavinin sihirli bir çözüm olmadığını ve hastaların beklentilerini gerçekçi tutmaları gerektiğini vurguluyor. Tedavi süreci devam ederken, sağlık uzmanları ve hastalar, kök hücre tedavisinin potansiyel yararlarını ve sınırlamalarını dikkatle değerlendiriyor.
İki ana tür akciğer kanseri bulunuyor; küçük hücreli akciğer kanseri (SCLC) ve küçük hücreli olmayan akciğer kanseri (NSCLC). Küçük hücreli olmayan akciğer kanseri, akciğer kanserlerinin en yaygın türü ve yılda yaklaşık 230 bin yeni vaka ile teşhis ediliyor. Bu tür, tüm akciğer kanseri vakalarının da yüzde 85’ini oluşturuyor.ABD'nin ve dünyanın önde gelen sağlık kuruluşlarından biri olan Cleveland Clinic’e göre küçük hücreli olmayan akciğer kanseri, akciğerlerdeki büyük hücrelerin kontrolsüz şekilde büyümesiyle ortaya çıkıyor. Genellikle küçük hücreli akciğer kanserine kıyasla daha yavaş bir şekilde ilerliyor.Teknoloji dünyasının en önde gelen kadınlarından biri olan Susan Wojcicki de geçtiğimiz günlerde küçük hücreli olmayan akciğer kanseri nedeniyle hayatını kaybetti. Dokuz yıl boyunca YouTube CEO’su olarak görev yapan Susan Wojcicki’nin ölümünü eşi Dennis Troper, sosyal medya platformu Facebook üzerinden yaptığı bir paylaşımla duyurdu. Troper eşinin küçük hücreli akciğer kanseri ile savaştığını belirtip “Kalbimiz kırık ama onunla geçirdiğimiz zaman için minnettarız” notunu düştü.NEDEN GEÇ TEŞHİS EDİLİYOR?Hastalığın en ilginç özelliği ise yaygın olmasına rağmen genellikle geç teşhis ediliyor olması… Peki bunun nedenleri nelerdir?Bu soruyu Göğüs Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Pelin Uysal’a sorduğumda “Küçük hücreli akciğer kanseri, teşhis konulduğunda genellikle çok hızlı bir şekilde çoğalma eğiliminde oluyor” dedi ve ekledi:“Tümör hücrelerinin ikiye bölünme süresi ortalama 40 gündür, yani bu süre zarfında hücre sayısı iki katına çıkabilir. Bu nedenle, bu kanser türü hızla yayılır ve lenf düğümleri ile diğer organlara hızla sıçrayabilir. Öte yandan, küçük hücreli olmayan akciğer kanseri, daha yavaş büyüyen bir türdür ve hücrelerin ikiye bölünme süresi bazı tiplerde 800 güne kadar uzayabilir. Bu nedenle, belirtilerin ortaya çıkması daha uzun sürebilir.”ÜLKEMİZDE NE SIKLIKLA GÖRÜLÜYOR?“Türkiye Kanser İstatistikleri Raporu'na göre, Türkiye’de erkeklerde en sık görülen kanser türü akciğer kanseri iken kadınlarda akciğer kanseri beşinci sırada yer alıyor” diyen Doç. Dr. Pelin Uysal, şu önemli bilgilerin altını çizdi:“Hastalık 40 yaş üstü bireylerde daha sık görülüyor ve genellikle ileri evrelerde teşhis ediliyor. Ülkemizde vakaların yüzde 19,4’ü lokalize evrede saptanmışken yüzde 27,9’unun bölgesel, yüzde 52,7’sinin ise uzak yayılım grubunda olduğu tespit edildi. Türkiye’nin Akciğer Kanseri Haritası Projesi’nden alınan verilere göre akciğer kanseri erkelerde 100 binde 75, kadınlarda 100 binde 10 olup, yıllık beklenen yeni hasta sayısı yaklaşık 30 bin.”HASTALIĞIN BELİRTİLERİ NELER?“Yoğun öksürük bile belirti olabilir” diyen Doç. Dr. Pelin Uysal, “Öksürüğü sık olanların göğüs hastalıkları hekimine başvurması son derece önemli. Hastalar bu semptomu hafife alıp doktor başvurusunu geciktirirse kanser yavaş ve sinsi de ilerlediğinden maalesef geç tanı konulabiliyor” dedi.Hastalığın diğer belirtilerine de değinen Doç. Dr. Uysal, “Yorgunluk, göğüs ağrısı, istemsiz ve açıklanamayan kilo kaybı, solunum sorunları, eklem veya kemik ağrıları, zayıflık, öksürükte kan varlığı da belirtilerden bazıları...” ifadelerini kullandı.‘SİGARA İÇMEK VE BAZI KİMYASALLARA MARUZ KALMAK HASTALIĞI TETİKLİYOR’Hastalığın risk faktörlerine de değinen Doç. Dr. Pelin Uysal, “Akciğer kanseri riskini artıran birçok faktör var. En önemli risk faktörü sigara içmek veya sigara dumanına maruz kalmak. Ayrıca, asbest ve bazı kimyasallara, özellikle boya maddelerine maruz kalmak da riski yükseltiyor. Hava kirliliği, ailede veya kişisel geçmişte akciğer kanseri bulunması ve geçmişte radyasyon tedavisi görmüş olmak da bu hastalığın gelişme olasılığını artıran diğer etmenler arasında yer alıyor” dedi.HASTALIĞIN TEDAVİSİNDE NASIL BİR YÖNTEM UYGULANIYOR?“Küçük hücreli olmayan akciğer kanserinin tedavisi hastalığın evresine, kişinin sağlık durumuna ve diğer faktörlere bağlı değişkenlik gösterebilir” diyen Doç. Dr. Pelin Uysal, şu önemli bilgileri paylaştı: -- Erken evrede küçük hücreli olmayan akciğer kanseri cerrahi müdahale ile tedavi edilebiliyor. Bu durumda, akciğerlerin bir lobu ya da daha fazlası, hatta bazı durumlarda tamamının çıkarılması gerekebilir.-- Kemoterapi, kanser hücrelerini yok etmek için kullanılan ilaç tedavisi. Bu ilaçlar ağız yoluyla alınabilir ya da damar yoluyla vücuda verilebilir. Böylece, ilaçlar kan dolaşımına girerek vücutta yayılmış olan kanser hücrelerini hedef alıyor.-- Radyoterapi ise kanser hücrelerini öldürmek ve ağrı gibi belirtileri hafifletmek için yüksek enerjili ışınların kullanıldığı bir tedavi yöntemi… Bu yöntem de oldukça önemli...-- Hedefe yönelik tedavi ise tümörün büyümesini sağlayan damarlar veya büyüme faktörleri gibi spesifik özellikleri hedef alan ilaçlarla yapılıyor. Bu tedavi genellikle ileri evre kanserlerde tercih ediliyor ve her hasta için uygun olmayabilir.
Otobüs kazalarının oluş şekillerine bakıldığında en fazla kaza türü yoldan çıkma olarak görülüyor. Diğer yaygın kaza türleri ise sırasıyla; yandan vurma, devrilme, savrulma, takla atma, karşılıklı çarpışma ve seyir halindeyken alev alma şeklinde yaşanıyor. Ağustos ayı başından beri de kazalara her gün bir yenisi ekleniyor.İLK 7 AYDA 180 KAZA YAŞANDIJandarma Genel Komutanlığı verilerinden elde edilen bilgilere göre yıllar içinde ölümlü ve yaralanmalı şehirlerarası otobüs kazaları sayısı da belli oldu.Buna göre, 2020’de 218, 2021’de 252, 2022’de 333, 2023’te 364 ve 2024 yılının Ocak-Temmuz döneminde 180 ölümlü ve yaralanmalı otobüs kazası gerçekleşti. Bu tür kazaların artışını önlemek amacıyla Emniyet Genel Müdürlüğü, son üç gündür karayollarında otobüsleri sıkı bir şekilde denetlemeye başladı.‘PROBLEMİN KAYNAĞI HIZ SINIRLAYICILARININ İPTAL EDİLİYOR OLMASI’Artan bu kazaların nedeni Trafik Kazalarını Önleme Derneği Başkan Yardımcısı, trafik güvenliği uzmanı, makine yüksek mühendisi Alpay Lök’e danıştığımda “En büyük problemimiz otobüslerde yer alan hız sınırlayıcıların iptal ediliyor olması. Problemin kaynağı tam olarak bu” dedi ve şu önemli bilgilerin altını çizdi:-- Fabrika çıkışı otobüs ve kamyonlarda hız sınırlayıcı bulunuyor. Bu sınır kamyonlarda 90 otobüslerde ise 100 km/h olacak şekilde ayarlanıyor. Bu durum Avrupa Birliği ve Gümrük Birliği üyesi ülkelerdeki mevzuatta da belirtiliyor. Ancak bu sınırlayıcılar bizdeki firmaların filolarına girdiklerinde ya iptal ediliyor ya da ayarı değiştiriliyor. -- Böylece otobüslerin hızları 150-170 km/h çıkabilir duruma getiriliyor. Böylece şoförler mesai süreleri içinde daha fazla sayıda sefer yapabilsin isteniyor. Buna ağır cezalar getirilmeli, böyle bir şeyi Avrupa’nın hiçbir ülkesinde göremezsiniz. Bu noktada da hemen şoförlere de yüklenmemek gerekiyor çünkü bu araçlar şirket sorumluluğunda… Kaza olunca da genelde sürücüler yargılanıyor ama bu halkanın başında şirketlerin olduğunu unutmamak gerekiyor.‘AVRUPA’YA GÖNDERDİĞİMİZ ARAÇLAR KURALLARA UYGUN OLUYOR AMA BİZDE AYARLAR BOZULUYOR’“Türkiye Avrupa’nın birinci otobüs üretim merkezi. Avrupa’nın otobüs ihtiyacının çoğunu bizim üreticilerimiz karşılıyor. Bu bizi gururlandırıyor. Bu otobüsleri uluslararası mevzuatlara uygunşekilde mühendisler tasarlıyor, geliştiriyor ve üretiyor” diyen Alpay Lök, “Bu otobüsler üretim bandından hız sınırlayıcıları 100 km/h hıza ayarlı olarak çıkıyor ve ihraç ediliyor. Ülkemizde ise bu hız sınırlayıcıların ayarı hemen bozuluyor ve kimse bunu önleyemiyor. Bu üzücü kazalar bu sektörün yurtiçi ve yurtdışındaki güvenirliğine çok zarar veriyor” şeklinde konuştu.‘ARAÇ MUAYENESİNDE GÖRÜLÜYOR VE ‘HAFİF KUSUR’ SAYILIYOR’Otobüslerin fabrika çıkışı esnasında 100 km/h sınırına göre ayarlanmasının, bu araçların bu hızın üstünde gidemez, uygun değil anlamına geldiğini de söyleyen Lök, “Aracı üreten firma bu sınırı koyarak aslında net bir mesaj veriyor. Eğer bu araç 100 km/h geçerse ne lastiklerinin ne de freninin yeterli olmayacağını belirtiyor. İşin en acı tarafı da bu durum araç muayenesinde görülüyor ve ‘hafif kusur’ sayılıyor. Oysa ‘ağır kusur’ sayılmalı” ifadelerini kullandı.‘HIZ AŞIMI KİNETİK ENERJİYE NEDEN OLUYOR, BU DA BİR YERİNE İKİ ARAÇ ÇARPMIŞ HASARI VERİYOR’Hız aşımının neden önemli olduğuna da değinen Alpay Lök, “2 dingilli ve 18 tonluk bir şehirlerarası otobüs 140 km/h ile giderse kinetik enerjisi, 100km/h ile giden iki otobüsün enerjisine eş oluyor. Yani bir yerine iki otobüs çarpmış gibi hasar veriyor. İki dingilli bir otobüs 100km/h yerine 130vkm/h ile giderse de anlık yakıt tüketimi yüzde 95 artıyor” dedi ve ekledi: “Bu tabloyu gördükten sonra akıllara şu iki soru geliyor; birincisi bu sistem bu aşırı yakıt tüketimiyle nasıl para kazandırır? İkincisi fazla yakıt maliyetini ve kaza riskini kim üstlenir? Çok yazık gerçekten. Ayrıca şehirler arası bir otobüsün lastik ve fren dahil hiçbir yürür aksamı 100km/h üzeri hıza uygun değil. Bu biliniyor ama adeta kelle koltukta çalışılıyor.” ‘ALMANYA’DA OTOBÜSLER SÖKME/TAKMALI OLACAK ŞEKİLDE KONTROLDEN GEÇİYOR, BİZ DE İSE BİR KEZ BASİT BİR MUAYENE OLUYOR’Otobüslerin yeterince denetlenmediğine de dikkat çeken Alpay Lök, “Filoların başında teknik anlamda bir filo mühendisi bulunmalı ve her şeyi takip etmeli. Örneğin, otobüsün üzerine takılan parçaların doğru olup olmadığı kontrol edilmeli ve incelenmeli. Ayrıca, aracın aldığı yakıtın doğru yerden temin edilip edilmediği ve fren bakımının doğru yerden yapılıp yapılmadığı gibi unsurlar da değerlendirilmeli” dedi. İngiltere’de bu uygulama oldukça yaygın olduğunu söyleyen Lök, “Almanya’da ise daha iyi bir uygulama söz konusu; şehirlerarası otobüsler yılda 4 kez, 3’ü sökme/takmalı ek muayene (SP) olmak üzere muayeneden geçiyor. Bizde ise yalnızca bir kez muayene yapılıyor ve bu muayenenin kapsamı da tartışmalı” ifadelerini kullandı.‘SÜRÜCÜLERİN OTOBÜS İÇİNDE KABİNDE UYUMASI DEĞİŞMEDİKÇE KAZA RİSKİ GİDEREK ARTACAK’Sürücülerin dinlenemediğini de söyleyen Alpay Lök, “Şoförler günde dokuz saat çalışıyor. Üstelik dokuz saat arka arkaya tam altı gün boyunca çalışıyorlar. Arada iki gün 10 saate çıkma hakkı var. Buna da zorlandıkları oluyor. En önemli nokta ise sürücüler otobüsün içinde yatıyor. Bir kere otobüs içinde yani kabinde uyuma durumunun süratle değişmesi gerekiyor. Çünkü bu gerçek uyumaya denk değil. Uzun yol yapıyorsunuz ve uykunuzu çok iyi almanız lazım. Bu durum devam ettiği sürece kaza riski hep olacak” ifadelerini kullandı.Bu konuyla ilgili Almanya’dan örnek veren Lök, “Yapılan bir araştırmaya göre, günde sekiz saat çalışan bir kişi dinlendiğinde performansı başlangıç seviyesine geri dönmüyor. Ancak hafta sonu dinlendikten sonra yeniden eski performansına dönebiliyor. Bizde ise sürücülerin bazen çalışma süreleri 10 saati geçiyor. Haftada sadece bir gün izin veriliyor, bazen o bile iptal ediliyor. Bu durumda, kişinin gerçekten yeterince dinlenip dinlenmediği tartışmalı” dedi.‘YOLCULAR EMNİYET KEMERİ TAKMALI’Lök, olası kazaların önüne geçmek için yolcuların emniyet kemerlerini kullanmalarının önemine de dikkat çekti:“Yolcuların emniyet kemeri takmaları sağlanmalı. 9 kişinin hayatını kaybettiği kazada kaç yolcu kemer takıyordu? Maalesef, hem binek araçlarda hem de şehirlerarası otobüs yolculuklarında emniyet kemerini takmıyoruz. Halkımıza kemerin önemini daha güçlü şekilde anlatmamız gerekiyor.”
Bu soruların yanıtlarını bulmak amacıyla Fox News Digital, geçtiğimiz günlerde iki uzmana danıştı. Kentucky merkezli Fortune Recommends Health’te fitness ve beslenme danışmanı olan Dr. Chris Mohr, dondurmanın kesinlikle sağlıklı bir diyetin parçası olabileceğini belirtti. Dr. Mohr, dondurmanın uygun porsiyonlarda ve dengeli bir diyetin parçası olarak tüketildiğinde, tatmin edici ve besleyici olabileceğini vurguladı.Yiyeceklerin kalori, şeker ve yağdan çok daha fazlasını ifade ettiğini belirten Dr. Chris Mohr, anahtarın ölçülülük ve denge olduğunun altını çizerek, “Ara sıra bir kepçe dondurmanın tadını çıkarmak, tatlı isteklerini yönetmeye yardımcı olabilir. En önemlisi de sağlıklı beslenme hedeflerine bağlı kalmayı kolaylaştırabilir” dedi.New York merkezli beslenme uzmanı ve Nutritious Life platformunun kurucusu Keri Glassman ise dondurmanın “bilinçli bir şımartma” olması gerektiğini belirtti. Glassman, “Dondurma, yağ içeriği nedeniyle oldukça doyurucu bir yiyecektir. Bu nedenle bir külah yeterli olmalı. Sadece dikkatli olun ve bir kaşıkla büyük bir porsiyon almaktan kaçının” uyarısında bulundu. Keri Glassman, şöyle devam etti:“Dondurma C15:0 adı verilen temel bir yağ asidi içeriyor. C15:0, pentadecanoic asit olarak da bilinen, 15 karbon atomundan oluşan bir doymuş yağ asidi. Kimyasal formülü ‘C15H30O2’ olan bu asidin, bazı sağlık yararları olduğu düşünülüyor. Örneğin bu yağ asidi, hücresel düzeyde biyolojik yaşlanmayı yavaşlatmanın dışında uzun vadeli kalp, metabolizma ve karaciğer sağlığını destekliyor.”PEKİ, DONDURMANIN AROMASI SAĞLIK AÇISINDAN NE KADAR ÖNEMLİ?Uzmanlar bu konuda benzer görüşler paylaşıyor. Dr. Chris Mohr ve Keri Glassman, dondurmanın lezzetinin beslenme değerinden daha az önemli olduğunu belirtti.Mohr, “Beslenme açısından çikolatalı ve vanilyalı dondurmalar nispeten benzerdir. Önemli olan, kullanılan malzemelerin kalitesi ve içindeki şeker ve karamel gibi katkı maddeleridir. Bu tür maddeler genellikle daha fazla kalori, ilave şeker ve doymuş yağ ekler” dedi.Glassman da benzer şekilde, “Çikolata mı, vanilya mı?” sorusunun değil, dondurmanın türü ve kalitesinin önem taşıdığını vurguladı. Glassman, “İçerik etiketlerini dikkatlice kontrol etmek gerekir. Krema, süt, kakao ve vanilya çekirdekleri gibi gerçek içeriklerden yapılmış ürünleri tercih edin. Birçok dondurma ürününde sağlıksız boya ve sakız gibi ek maddeler bulunabiliyor” ifadelerini kullandı.Son olarak, kişisel tercihleri üzerine yapılan anketlerde, vanilyanın daha popüler olduğunu belirten Dr. Mohr, kendisinin de vanilya dondurmasını tercih ettiğini ancak son zamanlarda çikolatalı çeşitlere de ilgi duyduğunu ifade etti. Glassman ise “Genel olarak çikolata insanıyım, ancak dondurma söz konusu olduğunda gerçek kalite vaniyadır” dedi.
Alzheimer hastalığı ve bunama, dünya genelinde yaşlanan nüfusun etkisiyle giderek artış gösteren sağlık sorunları arasında yer alıyor. Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezleri (CDC) verilerine göre, şu anda ABD’de yaklaşık 5,8 milyon kişi Alzheimer hastalığı ve benzeri bunama türleriyle mücadele ediyor. Bu rakamın 2060 yılına kadar 14 milyona ulaşacağı tahmin ediliyor, bu da yaşlı nüfusun artışı ve hastalığın geniş kitlelere yayılması riskini gözler önüne seriyor. Türkiye'de de benzer bir trend gözlemleniyor. Türkiye Alzheimer Derneği’nin verilerine göre, ülkemizde şu an yaklaşık 600 bin kişi Alzheimer hastalığından etkileniyor. Yaşlı nüfusun artması ve yaşam süresinin uzamasıyla birlikte, bu sayının gelecekte önemli ölçüde artacağı öngörülüyor. Vaka sayıları arttıkça da Alzheimer ve bunama ile mücadele, sağlık sistemleri ve sosyal politikalar açısından öncelik taşıyor. Özellikle erken tanı ve tedavi yöntemlerinin geliştirilmesi çok önemli… Geçtiğimiz günlerde ise ABD’li beyin cerrahı Betsy Grunch, demans riskini azaltmak için 10 tavsiyesini paylaştı.1- DÜZENLİ EGZERSİZDüzenli egzersiz, genel sağlık ve refah için kritik öneme sahip. Yetişkinlerin, haftada en az 150 dakika orta yoğunlukta fiziksel aktivite yapmaları ve bu aktivitenin yanı sıra haftada iki gün kas güçlendirme egzersizleri gerçekleştirmeleri öneriliyor. Harvard Üniversitesi’nin 2022 yılında yaptığı bir araştırmaya göre, günde yaklaşık 9 bin 800 adım (yaklaşık sekiz kilometre) yürüyen kişilerin, sık yürümeyenlere kıyasla bunama geliştirme olasılığı yüzde 51 daha az olduğu açıklandı. Betsy Grunch, 555 bin görüntülenme alan bir TikTok paylaşımında, “Fiziksel aktivite beyne kan akışını artırır, yeni beyin hücresinin büyümesini ve bilişsel işlevi destekler” açıklamasını yaptı.2- UYKUYA ÖNCELİK VERİNUyku, genel sağlık ve beyin fonksiyonları için büyük önem taşır. Grunch, “Günde yedi ila dokuz saat uyumak hafızayı güçlendirebilir, bilgi işlemeyi artırabilir ve beyindeki toksinlerin atılımını destekleyebilir” ifadelerini kullandı. Çoğu uzmana göre yeterli uyku, beyin sağlığını korumak ve bilişsel fonksiyonları iyileştirmek için de kritik bir faktör. Yetersiz uyku ise, uzun vadede ciddi sağlık sorunlarına yol açabilir. 2021 yılında Harvard Tıp Fakültesi tarafından yapılan bir araştırma, gecede beş saatten az uyuyan kişilerin, altı ila sekiz saat uyuyanlara kıyasla bunama geliştirme olasılığının iki kat daha yüksek olduğunu ortaya koydu. 3- SAĞLIKLI BİR DİYET UYGULAYINSağlıklı bir diyet de beyin sağlığını desteklemede önemli bir rol oynuyor. Grunch, bu konuyla ilgili yaptığı açıklamada, “Beyninizi sebzeler, meyveler, tam tahıllar, yağsız proteinler ve sağlıklı yağlarla beslemek, bilişsel işlevlerinizi optimize edebilir. Özellikle besleyici ve dengeli bir diyet, beyin fonksiyonlarını iyileştirebilir ve yaşla birlikte gelen bilişsel gerilemeyi yavaşlatabilir. Beyin sağlığını destekleyen diyetler arasında, Akdeniz diyeti ve yüksek tansiyonu düşürmeye yönelik DASH diyetinin bir kombinasyonu olan MIND diyeti bu konuda oldukça etkili” dedi. MIND (Mental Activity and Nutrition to Delay Dementia) diyeti, Alzheimer hastalığı ve diğer bunama türlerinin riskini azaltmak için geliştirilen bir beslenme planı. Bu diyet, özellikle beyin sağlığını destekleyen besinleri vurgular ve yaşlılıkta zihinsel gerilemeyi geciktirmeyi hedefler. MIND diyeti, Akdeniz diyeti ve DASH (Dietary Approaches to Stop Hypertension) diyetlerinin bir kombinasyonu olarak kabul edilir ve yeşil yapraklı sebzeler, berrak meyveler, tam tahıllar, yağsız etler ve fındık gibi beyin dostu gıdalara odaklanıyor.4- ZİHNİNİZİ ZORLAYINZihinsel aktivite ve beyin egzersizleri, beyin sağlığını korumak ve bilişsel yetenekleri keskin tutmak için kritik öneme sahip. Betsy Grunch, “Bulmacalar, zekâ oyunları ve yeni aktivitelerle beyninizi zorlamak, zihinsel keskinliği artırabilir ve bilişsel fonksiyonları destekleyebilir” şeklinde konuştu.5- STRES YÖNETİMİ ÇOK ÖNEMLİStres yönetimi de beyin sağlığını korumak için kritik bir unsur. “Meditasyon, derin nefes alma ve yoga gibi teknikler, beyin sağlığını olumsuz etkileyen stres seviyelerini azaltmaya yardımcı olabilir” diyen Grunch, “Bu teknikler, zihni sakinleştirir, gevşeme sağlar ve stresin olumsuz etkilerini hafifletebilir” ifadelerini kullandı. 6- DAHA ÇOK SOSYALLEŞİNSosyal bağlantılar, genel sağlık ve beyin sağlığı üzerinde önemli bir etkiye sahip. ABD’nin ünlü cerrahlarından olan Dr. Vivek Murthy, yalnızlık ve sosyal izolasyonun ülke çapında bir salgın haline geldiğini belirterek, sosyal bağlantı eksikliğinin erken ölüm riskini artırdığını vurguladı. Murthy, “Sosyal etkileşimlerin eksikliği, hem fiziksel hem de zihinsel sağlık sorunlarına yol açabilir, bu da yaşam kalitesini olumsuz yönde etkiler” dedi. Betsy Grunch de arkadaşlar ve aile ile güçlü bağlar kurmanın bilişsel işlevleri ve duygusal refahı artırabileceğini belirtti. Grunch, “Sosyal ilişkiler, zihinsel uyarılmayı artırır, duygusal destek sağlar ve stresle başa çıkma yeteneğini güçlendirir” ifadelerini kullandı.7- BAŞINIZI KORUYUNSpor yaparken ve bisiklet sürerken kask takmanın önemli olduğunun altını çizen Betsy Grunch, “Arabalarda emniyet kemeri kullanın ve beyninizi yaralanmalardan korumak için düşmeleri önlemeye çalışın” dedi.8- SİGARADAN UZAK DURUN VE ALKOL TÜKETİMİNİ AZALTINSigara ve alkolün beyin hücrelerine zarar verebileceği ve bilişsel gerilemeye yol açabileceği uyarısında bulunan Grunch, “Şunu unutmamak gerekiyor ki, tamamen güvenli bir içki içme seviyesi yoktur” dedi.9- SU TÜKETİMİ ÇOK ÖNEMLİYeterli sıvı tüketimi, beyin sağlığını korumak ve genel refahı desteklemek için oldukça önemli. Grunch, yeterli su içmenin beyninizin sağlıklı kalmasına yardımcı olacağını belirterek, “Su, beyin fonksiyonlarının düzgün çalışmasını sağlayarak bilişsel performansı artırır ve zihinsel yorgunluğu azaltabilir” ifadelerini kullandı.10- ZİHİNSEL SAĞLIĞA ODAKLANINBetsy Grunch, son olarak “1 numara olduğunuzu unutmayın. Sizi sağlıklı ve daha da önemlisi mutlu tutacak aktivitelere katılın” şeklinde konuştu.
Dang humması, daha çok Güneydoğu Asya’da yaygın görülen dang ateşinin (dengue fever) şiddetli bir formu olarak biliniyor. ‘Dengue virüsü’ tarafından tetiklenen bu hastalık, sivrisineklerin insanlara virüsü bulaştırması sonucu ortaya çıkıyor.Son yıllarda dang humması vakalarında belirgin bir artış gözlemleniyor. Özellikle iklim değişikliği, kentsel genişleme ve su birikintileri gibi çevresel faktörler, sivrisineklerin üremesi için uygun koşullar sağlıyor ve bu da hastalığın yayılmasına katkıda bulunuyor. Tıp ve sağlık bilimleri alanında dünyaca ünlü bir akademik dergi olan Lancet’te geçtiğimiz günlerde yayımlanan bir makalede, ‘2024 yılı dang humması açısından tarihinin en kötü yılı olarak kaydedildi’ denildi. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından açıklanan verilere göre, ocak ayının başından 22 Temmuz’a kadar olan dönemde 176 ülkeden yaklaşık 11 milyon şüpheli dang humması vakası bildirildi. Bu vakalarda toplam 6 bin 508 kişi hayatını kaybetti ve ağır vakaların sayısı 24 bini aştı. En fazla bildirimde bulunan ülkeler arasında Brezilya, Meksika, Honduras, Kolombiya, Guatemala ve Peru öne çıktı.KOMŞU İRAN’DA VAKA SAYISI ARTIYOR!Dang humması sadece Güney Amerika ile de sınırlı kalmadı. İran’da ilk önce 14 Haziran’da ‘yerel olarak’ (Bu terim hastalığın seyahatle taşınmadığını, direkt olarak sivrisinekler aracılığıyla yayıldığı anlamında kullanıyor) iki dang humması vakası bildirildi. Bu iki vakanın ardından bir ay içinde vaka sayısı 12’ye yükseldi. Komşuda sayının artması ülkemizde de korkuya neden oldu. ‘SON 20 YILDA ÜLKEMİZDE 25 YENİ SİVRİSİNEK TÜRÜ TESPİT EDİLDİ’Konuyla ilgili görüşlerine başvurduğum Akdeniz Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hüseyin Çetin, “Zaman zaman ülkemizin çevresinde görülen bölgesel salgınlar artık dünya çapında birçok bölgede görülüyor. Bunun en temel sebeplerinden bir tanesi iklim değişikliğiyle birlikte kuraklığın ve bazı bölgelerde tropikleşmenin artması… Örneğin son 20 yılda ülkemizde yaklaşık olarak 25 yeni sivrisinek türü tespit edildi” ifadelerini kullandı.‘AEDES TÜRÜ YAYILIMINI ARTIRIRSA BENZER DURUMLAR ORTAYA ÇIKABİLİR’Dünyada yaklaşık olarak 3 bin 500 sivrisinek türü olduğunu ülkemizde de 65 sivrisinek türünün yaşadığını söyleyen Prof. Dr. Çetin, “Bunların bir kısmının dünyada önemli hastalıklar olan sıtma, Batı Nil Ateşi, zika ve dank humması gibi hastalıkları taşıdığı biliniyor. Ülkemiz açısından henüz belirgin bir risk olmasa da özellikle Aedes türü bu hastalığı taşıyor. Ülkemizde de Aedes yayılımını artırırsa benzer durumların ortaya çıkma durumu olabilir” dedi.Bu istilacı sivrisinek türlerine karşı alınabilecek önlemlere de değinen Prof. Dr. Hüseyin Çetin, “Yaşam alanları veya konutların çevresinde su birikebilecek ortamlar oluşturmamak gerekiyor. Otomobil lastikleri, kovalar ve bidonlar gibi kapıların içerisinde su biriktirmemeye çok dikkat edilmeli. Sinekler eğer bölgemizde yerleşik popülasyonlar oluşturursa, bizim için sıkıntılı günler yaşanabilir. Son 65-70 yılın en sıcak kış dönemini geçirdik. Hatta temmuz ayında dünya sıcaklık rekorları kırıldı. Bu da sivrisinekler ve pek çok böcek türü için ideal koşulların ortaya çıkmasına neden oldu/oluyor” ifadelerini kullandı.DANG HUMMASI HANGİ SAĞLIK SORUNLARINA NEDEN OLABİLİR VE BELİRTİLERİ NELERDİR? Bu soruları da Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanı Dr. M. Servet Alan’a danıştım ve çok önemli bilgilerin altını çizdi.Öncelikle hastalığın belirtilerine değinen Dr. M. Servet Alan, “Klinik olarak hafif ateşten, kanda pıhtılaşmada rol alan trombositlerde azalma, akyuvarlarda azalma ve damar geçirgenliğinde artışla seyreden ciddi dang kanamalı ateşine kadar değişen tablolar görülebilir. İlk kez geçirildiğinde enfeksiyon geçirilen dang serotiplerine karşı bağışık yanıta neden olur. Daha sonra farklı bir serotiple enfeksiyon gelişirse daha önce bağışıklık sisteminin virüsü tanıması ve daha güçlü bir yanıt vermesine bağlı olarak hastalık daha ciddi seyreder” dedi.Tüm bunların dışında dang hummasının bazı kişilerde hiçbir belirti göstermediğini de söyleyen Dr. Alan, “Bazı kişilerde ise 2-7 gün arasında süren yüksek ateş, baş ağrısı, kas ve eklem ağrıları, bulantı, kusma ve ciltte küçük kırmızı veya kanayan lekeler görülebilmektedir. Dang humması, ağır seyreden bazı kişilerde virüsün neden olduğu enfeksiyon hemorajik ateşe yol açarak dolaşım sistemi yetmezliği, şok ve ölüm risklerine neden olabilmektedir” ifadelerini kullandı.BÖBREK VE KALP HASTALARI DİKKAT!“İleri yaş ve şeker hastalığı, kronik böbrek hastalıkları ve kalp hastalıkları gibi kronik hastalıkları olanlarda dang hastalığı daha ciddi seyredebilir” diyen Dr. M. Servet Alan, “Dang hastalığının virüse etkili spesifik bir tedavisi de bulunmuyor. Hastaların klinik durumuna göre ağrı kesici, ateş düşürücü ilaçlar, damar yoluyla verilen sıvılar gibi destekleyici tedaviler yapılıyor. Aspirin, antikoagülanlar (kan sulandırıcı) ve kanama eğilimini artırabilecek ağrı kesici, antienflamatuvar ilaçlar kanama olasılığını artıracağı için dang hastalarında asla kullanılmamalı” dedi.HASTALIĞIN AŞISI VAR MI?Dr. M. Servet Alan, bu soruma ise “Dang aşısı hastalığın sık ve sürekli olarak görüldüğü bölgelerde yaşayan, daha önce dang hastalığı geçirmiş olduğu laboratuvar olarak doğrulanmış 9-16 yaşındaki çocuklara uygulanmaktadır” cevabını verdi.
Hedonik açlık, bireylerin sadece fiziksel açlıktan ziyade, tatmin edici ve zevkli bir deneyim arayışıyla besin tüketmeleri olarak tanımlanıyor. Bu tür açlık, genellikle yüksek kalorili ve tatlandırıcı gıdalara yönelik bir eğilimle kendini gösteriyor. Yapılan araştırmalar, hedonik açlığın giderek arttığını ve bunun, modern toplumda beslenme alışkanlıklarını ciddi şekilde etkilediğini ortaya koyuyor. Araştırmalar, hedonik açlığın artmasının sadece bireysel tercihlerle değil, aynı zamanda çevresel ve kültürel faktörlerle de ilişkili olduğunu gösteriyor. Özellikle sosyal medyanın lezzetli ve cazip görünen yiyecekleri teşvik edici etkisi, bu açlığın son yıllarda daha da büyümesine katkıda bulundu.Konuyu Diyetisyen Cansu Arslan’a danıştığımda “Vücudumuz acıkınca, lezzetli yiyecekler görünce beyinde ‘nükleus akümbenste’ (haz alma ve bağımlılık ile ilişkili beyin bölümü) bulunan dopamin salınımı uyarılır. Ve iştahımız açılır, yeme isteğimiz oluşur” dedi ve ekledi:“İki çeşit açlık kavramından bahsedebiliriz. Birincisi gün içinde enerji ihtiyacımızı karşılamak adına açlık hissetmemize neden homeostatik açlık. Bu hepimizin bildiği açlık hissidir. İkincisi de hedonik açlık. Bu açıkta enerji ihtiyacımız olmaksızın lezzetli bulduğumuz besinlerin tüketiminden sağlanan haz amacıyla hissettiğimiz açlıktır. Birinde metabolik bir enerji ihtiyacı söz konusuyken diğerinde duygusal bir yeme ön plandadır.”“TOKUM AMA YERİM” DİYENLERDENSENİZ DİKKAT!“Bu açlığı “Tokum ama yerim” cümlesiyle ifade etmek daha net anlaşılır olmasını sağlayacaktır” diyen Cansu Arslan, “Günümüzde sosyal medyada yemek tariflerinin, mekân önerilerinin artması, televizyondaki yemek programları, internetten hızla verilen siparişler hedonik açlığı tetikliyor” dedi. Arslan, şöyle devam etti:-- Çalışma hayatının yoğun temposunda ‘tencere yemeği’ kavramından ‘hızlı tüketim’ yemeklere geçişin arttığını, beslenmede içerikten önce kolay ulaşılabilir olmasının, anlık doyum sağlanmasının daha öncelikli olduğunu hepimiz ne yazık ki gözlemliyoruz. Yolda geçerken kokusu güzel bir börek, vitrindeki vişneli bir pasta duyularımızı kolayca etkileyebiliyor. -- Bir de stresli bir günse hedonik açlığımız daha da tetikleniyor ve kişi yerken mutlu olsa da yemek sonrası aslında toktum yemesem de olurdu diye pişman olabiliyor. Ve etkisi sadece pişmanlıkla kalmıyor hedonik açlık uzun vadede hipertansiyon ve diyabet gibi pek çok kronik hastalığı da beraberinde getirebiliyor. Bu da hedonik açlık kavramını bilmemizin önemini bir kez daha vurguluyor.‘OBEZ BİREYLERDE, OBEZ OLMAYANLARA GÖRE DAHA YÜKSEK HEDONİK AÇLIK GÖZLEMLENİYOR’Hedonik açlık ile obezite arasındaki ilişkiye de değinen Cansu Arslan, “Öncelikle şunu bilmek gerekir ki, obezite fazla kilolu olmak değil; yüksek yağ oranına sahip olmaktır. Bu çok karıştırılıyor. Yüksek kalorili ve lezzetli yiyeceklere kolay ulaşılabilirlik ve büyük porsiyonlar, obezojenik çevre dediğimiz yani obezite oluşma riski yüksek bir çevre oluşturuyor. Bu tarz besinlerin tüketimi ile yüksek oranda tuz, şeker ve yağ alımına bağlı olarak obezite ve obezitenin yol açtığı hastalıklarda artış görülebiliyor” dedi ve ekledi:“Ayrıca yapılan pek çok araştırmaya göre obez bireylerde, obez olmayanlara göre daha yüksek hedonik açlık gözlemlendiği de doğrulandı. Yani obez bireylerde hedonik açlık daha sık görülürken hedonik açlık yaşayan bireylerde de ihtiyaç fazlasını tükettiği için obezite riski artıyor. Bu iki yönlü durum obezite ile birlikte hedonik açlığın değerlendirilmesi gerektiğini bizlere gösteriyor.”HEDONİK AÇLIKTAN KURTULMAK İÇİN NELERE DİKKAT ETMEK GEREKİYOR?Bu soruma “Kişinin belirli yemek saatleri olmalı. Hoş gelen atıştırmalıklar evde veya iş yerinde kolay ulaşılabilir yerde olmamalı. En önemlisi de birey kendisine “Gerçekten aç mıyım?” sorusu mutlaka sormalı” cevabını veren Cansu Arslan, şu bilgilerin altını çizdi:-- Mutfağa sık uğranmamalı. AVM veya restoranların çok fazla olduğu mekânlarda gezinmek tok olsanız bile iştahınızı kabartarak bir şeyler yiyip içmemize neden olabilir. Bu alanlarda kısıtlı vakit geçirmek en doğrusu olacaktır. Vitamin-mineral eksiklikleri herhangi bir besine karşı fazla istek duyulmasına sebep olabilir. Özellikle çikolata, kırmızı et, peynir ve tatlı gibi keskin tatlara olan aşırı istek ve yönelim, genellikle altta yatan vitamin-mineral eksikliğiyle bağlantılıdır. -- Rutin kan sayınları ihmal edilmemeli. Sosyal medyada yemek hesaplarına belli bir saatten sonra bakılmalı. İyi bir uyku düzeni iştahı yönetmeyi kolaylaştırır bunu da uygulamak çok önemli… İhtiyaç olanın dışına çıkmadan, israf etmeden, sadece haz duygusunu yaşamak adına yememeye özen gösterilmeli.