Tristan da Cunha, Güney Atlantik Okyanusu’nda yer alan, dünyanın en izole yerleşim yerlerinden biri. Bu volkanik ada grubu, Güney Afrika’nın 2 bin 800 kilometre açıklarında konumlanıyor. Ortalama 12 kilometre çapında ve 98 kilometrekare alana sahip olan ana ada, dairesel bir şekle sahip.Ana adanın yanı sıra Gough, Erişilemez, Nightingale, Alex ve Stoltenhoff adaları da bu takımadayı oluşturuyor. Dağlık bir yapıya sahip olan ana adanın en yüksek noktası, 2 bin 82 metre yüksekliğiyle Kraliçe Mary Tepesi olarak biliniyor. Diğer adalar ise genelde ıssız ve yalnızca Gough Adası’nda bir hava istasyonu bulunuyor.1506 YILINDA PORTEKİZLİ KÂŞİF ADAYI KEŞFETTİ1506 yılında Portekizli kâşif Tristao Da Cunha tarafından keşfedilen adanın adı, keşif sonrası ona atıfta bulunarak verildi. 140 yıl sonra, Heemstede mürettebatı ilk kayıtlı karaya çıkışı gerçekleştirdi. Tristan da Cunha’ya kalıcı olarak ilk yerleşen, Jonathan Lambert Bey, burayı kendi mülkü ilan etti. Ancak, iki yıl sonra bir tekne kazasında hayatını kaybetti.Bugün, nüfusu yaklaşık 236 olan Tristan da Cunha, dünyanın en uzak nüfuslu yerleşim yerlerinden biri. Toplum, aile odaklı bir yapıya sahip ve adadaki tüm topraklar ortak mülkiyet. Geçim kaynakları arasında tarım, ticari balıkçılık ve turizm yer alıyor. Adalılar hem çiftçilik yaparak hem de balıkçılıkla uğraşarak geçimlerini sağlıyor.34 yaşındaki Kelly Green de yakın zamanda Tristan da Cunha’ya taşınanlardan biri… Babası diplomat olduğu için çocukluğunda birçok farklı ülkede yaşayan Green, Tristan da Cunha’da kurduğu hayatın her şeyin ötesinde bir deneyim haline geldiğini söylüyor. İşte Kelly Green’in Business İnsider’da Tristan da Cunha’daki hayatla ilgili kaleme aldığı yazı…ADAYA ULAŞIM YILDA YAKLAŞIK 10 SEFER DÜZENLEYEN ÜÇ FARKLI GEMİ İLE SAĞLANIYORBabam bir diplomattı ve çocukluğum boyunca ailem sürekli taşındı. Antigua, Bangladeş, Mozambik ve Kenya gibi çeşitli ülkelerde büyüdüm. Bu farklı kültürler ve yaşam tarzları, beni her zaman etkilemişti. 2010 yılında, 20 yaşındayken İngiltere'de bir havayolu şirketinde uçuş görevlisi olarak çalışmaya başladım. O yıl babam, Yedi Denizlerin Edinburgh’una yeni bir görev aldı.Başlangıçta babamın İskoçya'ya taşındığını düşündüm ama daha sonra öğrendim ki ‘Yedi Denizlerin Edinburgh'u’, dünyanın en izole yerleşimlerinden biri olan ve sadece 236 nüfusa sahip Tristan Da Cunha idi. Bu adaya ulaşmak için önce Güney Afrika’nın Cape Town şehrine uçmak, ardından da 7 ila 10 gün boyunca Güney Atlantik Okyanusu’nda seyahat etmek gerekiyor. Adaya ulaşım, yılda yaklaşık 10 sefer düzenleyen üç farklı gemi ile sağlanıyor. Gemilerden ikisi 12 yolcu kapasitesine sahipken, bir tanesi 40 yolcu taşıyabiliyor.2012 yılında ailemi ziyaret etmek için altı haftalık bir tatile çıkmaya karar verdim. Adada ilk karşılaştığım kişi Shane adında biriydi; bagajıma yardım etti. Daha sonra, adanın tek pub’ında tekrar karşılaştık. Adadan ayrıldıktan sonra, Shane ile her gece telefonda konuşmaya devam ettik. İlişkimizin ikinci yılında, birlikte yaşamaya başlamamız gerektiğini hissettim.Tristan Da Cunha’da yaşama isteğim, hayatım boyunca sık sık taşınmamın getirdiği bir rahatlıkla birleşti. 2013'ün sonlarına doğru eşyalarımı toparlayıp adaya taşındım. Shane, dış tuvaleti olan iki yatak odalı bir ev inşa etti ve birlikte bir aile kurduk.ADADA SADECE HER ŞEYDEN BİR TANE BULUNUYOR; BİR OKUL, BİR HASTANE, BİR BANKA…Tristan Da Cunha’da sadece bir okul, bir postane, bir turizm merkezi, bir hastane, bir banka, bir kafe ve bir pub bulunuyor. Adalılar, kendi kendine yetebilen bir topluluk oluşturmuş durumda. Çiftçilik ve balıkçılık sayesinde geçimlerini sağlıyorlar; özellikle ıstakoz, adanın en büyük gelir kaynağını oluşturuyor. Adalılar aynı zamanda kendi ürünlerini yetiştiriyor ve inek, koyun, tavuk ve ördek besliyor.Burada sunulan özgürlük beni çok etkiliyor. Her öğleden sonra 3 ya da 4 kilometre yürümek için dışarı çıkıyorum ve kimseye çarpmıyorum. Bu, İngiltere’deki yaşamımdan çok daha huzurlu ve sakin. İngiltere’de gece ikide kalkarak Gatwick Havaalanı’na ulaşmak için bir saatten fazla yolculuk yapar, 16 saatlik vardiyalarda çalışırdım. Şimdi, adanın turizm şefiyim ve ofisime yürümek sadece iki dakikamı alıyor. Buraya çok fazla turist gelmese de kruvaziyer sezonunda nüfus dört katına çıkabiliyor; yıllık yaklaşık 900 turist adayı ziyaret ediyor. Şehir yaşamını geride bırakmak beni rahatsız etmiyor ama İngiltere’nin bazı yönlerini de özlüyorum. Orada, dükkâna gidip hazır bir yemek almak çok kolaydı; burada ise bunu yapamıyorsunuz. Bu tamamen farklı bir yaşam tarzı. İthal malların fiyatları da oldukça yüksek; Güney Afrika’dan gelen mallar yüzde 75, İngiltere’den gelenler ise yüzde 95 oranında zamlı. Normalde 650 dolara mal olan bir buzdolabını, nakliye ücretleri nedeniyle 1100 dolara sipariş etmek zorunda kaldım. ‘ÇOCUKLARIM ÇOK MUTLU’Yine de burada kendimi İngiltere'den daha çok evimde hissediyorum. Bunun nedeni, belki de dünyanın dört bir yanında büyümüş olmamdır. Şu an adada 10 yaşında bir kızım ve 3 yaşında bir oğlum var. Onları burada büyütmek konusunda kendimi güvende hissediyorum. İngiltere’de küçük bir çocuğun tek başına sokağa çıkmasına izin vermezdim; ama burada, her zaman onlara bakan biri var. Oğlum evdeyken bahçede oynayabiliyor.Gelecekte, çocuklarımın yurt dışında eğitim almasını ve diğer ülkelerde yaşamayı deneyimlemesini teşvik edeceğim. Tristan da Cunha’da yaşamaya karar vermem, onların burada sonsuza kadar kalacağı anlamına gelmiyor. Dışarıda keşfedilecek çok şey var ve benim yaşadığım deneyimleri onların da yaşamalarını istiyorum.
Dijital çağda, internetin sunduğu bilgiye ulaşmanın kolaylığı, birçok kullanıcı için cazip bir seçenek. Ancak, bu kolaylık beraberinde pek çok riski de getiriyor. Özellikle arama motorları üzerinden yapılan sorgular, kullanıcıları istenmeyen tehditlerle karşı karşıya bırakabiliyor. Son dönemde yaşanan olaylar, internet kullanıcılarının dikkatli olmaları gerektiğini bir kez daha gözler önüne serdi. Örneğin geçtiğimiz hafta, siber suçluların ‘kedi severlerin’ bilgisayarlarına virüs bulaştırmak amacıyla ‘Bengal kedileri Avustralya’da yasal mı?’ sorusu için arama sonuçlarını ele geçirdiği ortaya çıktı.Avustralya'da yaşamayan ve egzotik kedilere ilgi duymayan kişilerin bu tehditten etkilenme olasılığının düşük olduğu belirtilse de SOPHOS, bu aramayı yapan herkesin hedef alındığını ve kedi tutkunlarının kötü amaçlı yazılımlarla dolu bağlantılara yönlendirilebileceğini vurguladı.‘SEO ZEHİRLENMESİ’ OLARAK ADLANDIRILIYORSuçlular genelde ‘SEO zehirlenmesi’ olarak adlandırılan bu teknikle arama sonuçlarını manipüle ederek, şüphelenmeyen kurbanları kontrol ettikleri kötü niyetli web sitelerine yönlendiriyor.ESET'in küresel siber güvenlik danışmanı Jake Moore, Daily Mail’e yaptığı açıklamada, “SEO zehirlenmesi, siber suçluların arama motoru sonuçlarını manipüle etmek için kullandıkları bir teknik. Bu yöntem, kötü niyetli web sitelerinin, popüler veya ilgi çekici anahtar kelimelerle arama sonuçlarında üst sıralarda yer almasını sağlamak amacıyla kullanılıyor. Kullanıcılar bu bağlantılara tıkladıklarında, bilgisayarlarını ya da telefonlarını tehlikeye atıyorlar” ifadesini kullandı.Uzmanlar ise Google başta olmak üzere diğer ara motorları üzerinde asla aranmaması gereken diğer yaygın kelime ve yönlendirmelere dikkat çekti. Biz de bu uyarıları Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Görsel İletişim Tasarımı Anabilim Dalı Başkanı ve Bilişim Teknolojileri Uzmanı Prof. Dr. Ali Murat Kırık ile mercek altına aldık.1- MÜŞTERİ HİZMETLERİ NUMARALARI‘Dolandırıcılar hem kişisel bilgilerinizi çalabiliyor hem de sizden para talep edebiliyor’Siber güvenlik firması TorGuard’a göre dolandırıcılar, kötü amaçlı sitelerinin arama sonuçlarının en üstünde görünmesi için sıkça reklam satın alıyor. İnternet kullanıcılarının çoğu, en üstteki sonuçların meşru olduğunu varsaydığından, bu bağlantıları gerekli incelemeyi yapmadan takip ediyor. Burada dikkat çekilen ise bu reklamlardaki numaranın arandığında problemin başlıyor olması…Prof. Dr. Ali Murat Kırık, “Reklamdaki numarayı aradığınızda, genellikle size sahte bir destek sunuluyor ya da bilgisayarınıza uzaktan erişim sağlamak için yazılım yüklemeniz isteniyor. Bu süreçte dolandırıcılar hem kişisel bilgilerinizi çalabiliyor hem de sizden para talep edebiliyor” dedi. Kırık, şu bilgilerin altını çizdi:“Reklamlarla yayılan bu tür dolandırıcılıklar son derece ikna edici ve profesyonel görünüyor. İnsanlar, karşılarındaki kişilerin müşteri hizmetleri temsilcisi olduğunu düşünerek bilgisayarlarına erişim izni veriyor veya kredi kartı bilgilerini paylaşıyor. Oysaki bu tür reklam numaralarını aramak, bilgisayarınızın ve verilerinizin tamamen ele geçirilmesine yol açabilir. Bu nedenle, arama sonuçlarında gördüğünüz reklamlara güvenmeden önce dikkatli inceleme yapmalı ve mümkünse doğrudan şirketin resmi web sitesi üzerinden iletişim kurmalısınız.”2- KOLAY KREDİLER‘‘Hızlı onay’, ‘düşük faiz’ ve ‘herkese kredi’ gibi ifadelere dikkat’Bir diğer dikkat çekilen konu ise kolay krediler. Peki burada izlenen yol ve insanların düştüğü tuzak nedir?Kolay kredi dolandırıcılıklarının finansal sıkışıklık yaşayan insanların zaaflarını hedef alan oldukça yaygın bir yöntem olduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Ali Murat Kırık, “Bu tür dolandırıcılıklarda, internet aramalarında ya da sosyal medya platformlarında ‘hızlı onay’, ‘düşük faiz’ veya ‘herkese kredi’ gibi cazip ifadelerle reklamlar yayımlanır. Kullanıcılar, bu tekliflerin cazibesine kapılarak reklamda verilen bağlantıya tıklar ve genellikle sahte bir finans kuruluşunun web sitesine yönlendirilir. Burada, kredi başvurusu için kişisel bilgiler, banka hesap detayları ve hatta kimlik bilgileri talep edilir. Dolandırıcılar, bu bilgileri kullanarak kimlik hırsızlığı yapabilir ya da hesaplardaki parayı ele geçirebilir” dedi.Bir diğer yaygın senaryonun da ‘ön ödeme’ adı altında para talep edilmesi olduğunu söyleyen Kırık, “Dolandırıcılar, kredinin hızlıca onaylanacağı vaadiyle kullanıcıları ikna eder ve kredi işlemini başlatmak için küçük bir ücret ödemelerini ister. Ancak bu ücreti aldıktan sonra ortadan kaybolurlar ve ne kredi verilir ne de iletişim kurulabilir. İnsanlar hem dolandırıldıklarını geç fark eder hem de bu süreçte maddi ve manevi zarara uğrar. Bu tür tekliflere karşı her zaman şüpheyle yaklaşmalı, finansal işlemler için yalnızca tanınmış ve güvenilir kuruluşlarla iletişim kurulmalıdır” şeklinde konuştu.3- GOOGLE KİMLİK DOĞRULAYICI‘İki faktörlü kimlik doğrulama gibi kritik güvenlik adımlarını hedef alıyorlar’Dikkat çekilen verilerden en şaşırtıcı olanı ise kullanıcıların Google Authenticator uygulamasını ararken hedef alınması… Buradaki tehlike nedir?“Google Authenticator gibi güvenlik uygulamalarını ararken hedef alınmak gerçekten endişe verici” diyen Prof. Dr. Ali Murat Kırık, “Bu tür durumlarda dolandırıcılar, sahte web siteleri veya uygulamalar oluşturarak, bunları arama sonuçlarında en üstte gösteriyor. Kullanıcılar, orijinal sandıkları bu sahte sitelerden ya da bağlantılardan uygulamayı indirdiğinde, aslında kötü amaçlı yazılımları cihazlarına yüklemiş oluyorlar. Özellikle iki faktörlü kimlik doğrulama gibi kritik güvenlik adımlarını hedef almaları, kişisel ve finansal güvenliği tamamen tehdit ediyor. Bu yüzden uygulama indirmelerinde yalnızca resmi mağazalar ve güvenilir kaynaklar tercih edilmeli” uyarısında bulundu.4- BELİRLİ GRUPLARIN HEDEF ALINDIĞI SALDIRILAR‘‘Başarı Testi’ ya da ‘İdeal Meslek Seçimi Anketi’ gibi başlıklarla yayımlanan bağlantılara dikkat’Belirli grupları hedef alan siber saldırıların da tehlikeli olduğunu söyleyen Prof. Dr. Ali Murat Kırık, “Örneğin, üniversite sınavına hazırlanan öğrenciler veya iş başvurusu yapan kişiler gibi belirli bir kitleyi hedef alan sahte anketler veya testler oluşturulabilir. ‘Başarı Testi’ ya da ‘İdeal Meslek Seçimi Anketi’ gibi başlıklarla yayımlanan sahte bağlantılar, özellikle gençlerin ilgisini çekebilir. Bu tür bağlantılara tıklayan kullanıcılar, genellikle kişisel bilgilerini paylaşmaya yönlendirilir ya da kötü amaçlı yazılımlar cihazlarına yüklenir” dedi.“Bu bilgiler daha sonra kimlik hırsızlığı için kullanılabilirken, kötü amaçlı yazılımlar da cihazın kontrolünü ele geçirip kullanıcıyı daha büyük risklerle karşı karşıya bırakabilir” diyen Kırık, şu bilgileri paylaştı:“Bu tür tuzaklara düşmemek için özellikle hassas grupların daha bilinçli olması gerekiyor. İnternette gördüğümüz her bağlantıya güvenmemeli, özellikle anket veya test sunan platformların doğruluğunu kontrol etmeliyiz. Güvenilir olmayan kaynaklardan gelen linkleri tıklamak yerine, doğrudan bilinen resmi sitelerden bilgi edinmek önem taşıyor. Aksi takdirde, hem kişisel verilerimiz risk altına girer hem de maddi kayıplar yaşanabilir. Unutulmamalıdır ki, her cazip görünen bağlantı bir fırsat değil, bir tuzak olabilir.”5- İNTERNET ÜZERİNDEN İLAÇ ARAMAK‘Bu durum genel ilaçlar için de tehlike oluşturuyor’İnternet üzerinden ilaç aramalarının da siber dolandırıcılar için büyük bir fırsat haline geldiğinin altını çizen Prof. Dr. Ali Murat Kırık, “Özellikle ‘hızlı teslimat’, ‘indirimli fiyat’ veya ‘reçetesiz satış’ gibi vaatlerle kullanıcıların dikkatini çeken sahte siteler, genel ilaçlar için de tehlike oluşturuyor” dedi ve şöyle devam etti:-- Örneğin, ağrı kesici, vitamin ya da takviye gıdalar gibi popüler ürünleri arayan kişiler, bu tür sahte sitelere yönlendirilerek ya sahte ürünler satın alıyor ya da kişisel ve finansal bilgilerini dolandırıcılara kaptırıyor. Ayrıca, bu sitelerden indirilen dosyalar ya da yapılan işlemler sırasında cihazlara kötü amaçlı yazılım yüklenmesi riski de bulunuyor. -- Bu tür dolandırıcılıklara karşı önlem almanın en etkili yolu, yalnızca güvenilir ve bilinen eczane sitelerinden ya da resmi kaynaklardan alışveriş yapmak. Ayrıca, aşırı cazip fiyatlarla ya da hemen tükeneceği söylenen ürünlerle karşılaşıldığında temkinli davranmak önemli. Bilinçsiz bir şekilde yapılan ilaç alımları, yalnızca maddi zararlarla değil, aynı zamanda sağlık açısından ciddi sonuçlarla da karşı karşıya bırakabilir. ‘DOĞAL AFETLER SONRASINDA YARDIM KAMPANYALARI ADI ALTINDA SAHTE BAĞIŞ SİTELERİ OLUŞTURULABİLİYOR’“Tüm bu senaryoların dışında siber dolandırıcılar, gündemi ve insanların ilgi alanlarını kullanarak yeni yöntemler de geliştirebiliyor” diyen Kırık, “Örneğin, doğal afetler sonrasında yardım kampanyaları adı altında sahte bağış siteleri oluşturulabiliyor. İnsanlar acil yardım etme isteğiyle bu sitelere yönelerek hem dolandırılabiliyor hem de kişisel bilgilerini riske atabiliyor” dedi.SOSYAL MEDYA ÜZERİNDEN YAYILAN ÇEKİLİŞLERE DİKKATBir başka dikkat edilmesi gereken alanın ise sosyal medya üzerinden yayılan sahte çekilişler ya da fırsatlar olduğunu da söyleyen Prof. Dr. Ali Murat Kırık, “Özellikle büyük markalar ya da popüler etkinlikler adına düzenlenmiş gibi görünen bu çekilişler, kullanıcıları kimlik ve iletişim bilgilerini paylaşmaya teşvik ediyor. Bu bilgiler daha sonra dolandırıcılık faaliyetlerinde kullanılabiliyor ya da kara borsada satılabiliyor. Dolayısıyla, dijital ortamda sunulan her teklifin ya da fırsatın gerçekliğini sorgulamak ve yalnızca doğruluğundan emin olunan platformları kullanmak, en etkili korunma yöntemlerinden biri” ifadelerini kullandı.
Karadeniz Bölgesi, göz alıcı manzaraları ve zengin kültürel dokusuyla adeta bir cennet. Bolu’dan Artvin’e kadar uzanan bu bölge; yemyeşil vadiler, yüksek dağlar ve göz alıcı maviliklerle dolu. Özellikle yerel halkın sıcak misafirperverliği, ziyaretçileri hemen kendine çekiyor. Her köy ise kendi hikâyesiyle dolu. Dar sokaklarda yürüyüş yaparken, sizi geçmişin izleriyle karşılayan tarihî taş evler oldukça büyüleyici…Karadeniz’in iklimi de doğal güzellikleriyle uyum içinde. Ilıman ve nemli hava, bölgenin bereketli topraklarında çayın nefis yapraklarını yetiştiriyor. Yoğun ormanlar arasında kaybolmuş göletler ve çiğ damlalarıyla kaplı çiçekler, doğa severler için bir keşif alanı sunuyor. Burada, temiz dağ havasını soluyarak yürüyüş yapmak, adeta insanın ruhunu dinlendiriyor.Karadeniz sadece doğasının güzellikleriyle de sınırlı değil; rafting gibi adrenalin dolu aktivitelerden, geleneksel demirci pazarlarına kadar her adımda yeni bir keşif sunuyor. Özetle Karadeniz, alışılmışın dışında bir yolculuğa çıkmak isteyenler için eşsiz bir deneyim… CNN Travel editörleri de bu etkileyici bölgeyi keşfetmek için güzel bir yazı kaleme aldılar. Feride Yalav-Heckeroth, Woojin Lee ve Nick Migwi imzalı haberde Karabük (Safranbolu), Bartın (Amasra), Trabzon (Sümela, Uzungöl) ve Rize’yi öne çıkaran bir rota oluşturuldu ve her birinin güzelliklerine değinildi. İşte tam da şu sıralar yola çıkılması gereken bu rotaya dair detaylar… OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN İNCİSİ: SAFRANBOLU / KARABÜK Karadeniz’in önemli turistik şehirlerinden biri olan Safranbolu, 17. yüzyılda zirveye ulaşan ve Osmanlı mimarisinin en güzel örneklerini sergileyen bir kasaba. UNESCO Dünya Mirası Listesi'nde yer alan Safranbolu; Arnavut kaldırımlı sokakları, restore edilmiş tarihî evleri, camileri, hanları, hamamları ve çeşmeleriyle adeta bir açık hava müzesi gibi. Cinci Hamamı, Köprülü Mehmet Paşa ve İzzet Mehmet Paşa Camileri, İncekaya Su Kemeri, Eski Belediye Binası ve Saat Kulesi şehrin en önemli turistik mekânları arasında yer alıyor.Tarihi Demirciler Çarşısı ise en dikkat çeken adresi… Burada sadece birkaç usta zanaatkar, şehrin hemen her evinde bulunan ince işçilikli kilitleri ve kapı tokmaklarını yaparak geleneklerini sürdürüyor. Osmanlı Padişahı III. Selim’in sadrazamı İzzet Mehmet Paşa tarafından 1796 yılında yaptırılan çarşıda bir zamanlar 100'den fazla atölye bulunuyordu. Bugün ise sadece 4-5 atölye geleneği sürdürüyor. Karmaşık desenlere ve süslemelere sahip güzel el yapımı çaydanlıklar, sürahiler, tepsiler, kilitler ve kapı tokmakları hâlâ dükkanların vitrininde asılı duruyor ve gururla sergileniyor. Pazarın genç demircilerinden olan Cihan Ünal, bu gelenekleri yaşatmak için tek başına bir görev üstlenmiş durumda… CNN'e verdiği demeçte, “Bu işi gerçekten sürdürmek istiyorum. Genç nesil bunu kirli, tozlu, dumanlı ve sıcak olduğu için öğrenmiyor. Ama ben seviyorum. Bunu kendim yapmak ve diğer nesillere aktarmak istiyorum” ifadelerini kullandı. Safranbolu ayrıca geleneksel olarak yapılan lokumlar, Hindistan cevizi, fındık ve fıstık gibi yerel lezzetlerle de ünlü. Aynı zamanda yerel safranın yetiştirildiği ve ticaretinin yapıldığı bir merkez. Bu değerli baharat, hem mutfak kültüründe hem de sağlık alanında önemli bir yere sahip. En güzeli de ziyaretçiler, Safranbolu’nun eşsiz tatlarını keşfederken, bu lezzetlerin ardındaki gelenekleri de öğrenme fırsatı buluyor.TARİHİN DERİNLİKLERİNE YOLCULUK: AMASRA / BARTINAmasra, hem tarihî hem de doğal güzellikleriyle dikkat çeken bir başka Karadeniz rotası. İki doğal limanın etrafına dizilmiş büyüleyici evleriyle dikkat çeken Amasra, kumlu plajları ve küçük balık lokantalarıyla popüler olan bir adres.Antik Yunan’ın ünlü ‘İlyada’ eserinde de adı geçen bu şirin kasaba, tarihî yapıları ve eşsiz manzaralarıyla tıpkı Safranbolu gibi bir açık hava müzesi… Özellikle Amasra Kalesi, Roma dönemine ait kalıntıları ve Bizans etkilerini barındırarak, tarih meraklıları için eşsiz bir keşif noktası. Kale, denizle iç içe konumlanmış olup, ziyaretçilerine muhteşem bir panoramik manzara sunuyor.Amasra, aynı zamanda yaz aylarında yerli turistler arasında popüler bir tatil beldesi. Göz alıcı plajları, sakin koyları ve taze deniz ürünleri sunan restoranlarıyla tatilciler için huzurlu bir kaçış noktası oluşturuyor. Ancak sonbaharda ise bambaşka bir çehreye bürünüyor. Güz mevsiminin ortaya çıkardığı renkler, Amasra’yı fotoğraf tutkunları için vazgeçilmez bir rota yapıyor. Bölgenin kendisine has lezzetleri ise çok seviliyor. Örneğin geleneksel mezeleri, misafirlerine unutulmaz bir gastronomik deneyim sunuyor. Özellikle de Amasra salatası, bölgenin en popüler lezzeti. Altı yıl önce Amasra’ya taşınan arkeolog Fatma Bağdatlı’ya göre Amasranın güzelliği hem antik harikalarında hem de dinginliğinde yatıyor. Bağdatlı, CNN’e yaptığı açıklamada, “Amasra halkı tarihlerini uzun zamandır koruyor. Buraya geldiğinizde doğayı, sessizliği, gülümseyen insanları hissediyorsunuz ve çok huzurlu bir yer. Zaten genel olarak Karadeniz’de gezmek adeta destansı bir yolculuk” ifadelerini kullandı.DOĞANIN KUCAĞINDA BİR CENNET: SÜMELA MANASTIRI VE UZUNGÖL / TRABZONOsmanlı döneminde önemli bir liman kenti olan Trabzon, İpek Yolu’nun vazgeçilmez duraklarından biriydi. Günümüzde, modern yapılarla Osmanlı ve Bizans dönemine ait izlerin harmanlandığı bu şehir, geçmişin izlerini ziyaretçilerine sunuyor. Örneğin Trabzon’daki Ayasofya Camii, 13. yüzyıldan kalma ihtişamıyla dikkat çekiyor ve içindeki freskler, tarihî ve sanatsal değerleriyle büyük ilgi topluyor. Trabzon’un popüler adreslerinden biri de Sümela Manastırı… 1600 yıllık tarihiyle ve sarp dağların eteklerine inşa edilmesiyle büyüleyici bir durak olan bu manastır, görüntüsüyle oldukça büyüleyici… Manastıra ulaşmak için tırmanılan 100’den fazla basamak, zorlu bir yolculuk gibi görünse de, varış noktasındaki etkileyici atmosfer ve muhteşem panoramik manzara, tüm çabayı fazlasıyla değerli kılıyor.Şehrin Uzungöl bölgesi ise yemyeşil vadiler ve yüksek dağlarla çevrili, huzur dolu bir dağ köyü. Göl kenarındaki yürüyüş parkurları, yerel restoranlar ve muhteşem dağ manzaraları, son yıllarda bu bölgeye olan ilgiyi daha da artırdı. Burada, yürüyüş yaparken ya da göl kenarında dinlenirken, doğanın sunduğu huzuru içinizde hissedebiliyorsunuz.MACERA DOLU BİR DOĞA / RİZE Rize, zengin çay üretimiyle tanınan bir şehir. 1912 yılından bu yana çay tarımına ev sahipliği yapan Rize, düzenli yağışları sayesinde mükemmel bir çay yetiştirme ortamı sunuyor. Günümüzde, yemyeşil çay tarlaları ve çay yapraklarını elle toplayan kadınlar, bu bölgenin simgesi haline gelmiş durumda…Macera arayanlar için Rize’nin Fırtına Vadisi ve Fırtına Deresi, heyecan verici rafting turlarıyla öne çıkıyor. Güçlü akıntılar ve zorlu parkurlar, profesyonel rehberler eşliğinde adrenalin dolu bir deneyim sunuyor. Ziyaretçiler, bu sırada muhteşem doğanın tadını çıkararak unutulmaz anılar biriktirirler. Rize, hem çayı hem de doğal güzellikleriyle sonbaharda keşfedilmeyi bekleyen bir cennet…
Kış mevsiminin gelmesiyle birlikte, hava sıcaklıklarının düşmesi ve kapalı alanlarda geçirilen zamanın artması, çeşitli virüslerin yayılma riskini de beraberinde getiriyor. Özellikle norovirüs gibi bulaşıcı hastalıklar, soğuk havalarla birlikte daha sık görülmeye başlıyor. Her yıl tahmini 3,7 milyon kişi norovirüse yakalanırken, dünya genelinde bu virüs nedeniyle 200 bine yakın ölüm gerçekleşiyor. Son günlerde yayımlanan yeni veriler ise İngiltere başta olmak üzere Avrupa’nın genelinde vaka sayılarının iki haftada neredeyse beşte bir oranında arttığını gösteriyor. Bu durum, İngiltere ve Galler'deki Covid öncesi seviyelerin iki katından fazla bir artışı işaret ediyor. ‘ÜLKEMİZDE KIŞ AYLARI YAKLAŞIRKEN NOROVİRÜS VAKALARININ ARTTIĞINI GÖZLEMLİYORUZ’Benzer bir durum ülkemizde de yaşanıyor. Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanı Doç. Dr. Hüsrev Diktaş, “Ülkemizde kış ayları yaklaşırken norovirüs vakalarının arttığını gözlemliyoruz. Norovirüs bulaşıcılığı yüksek olduğu için vaka sayılarında artış eğilimi görülüyor. Aralık-Şubat ayları arasında özellikle kapalı alanlarda virüsün daha çok yayılması bekliyoruz dolayısıyla hijyen önlemleri almak büyük önem taşıyor” ifadelerini kullandı. ‘OLDUKÇA BULAŞICI VE MİDE-BAĞIRSAK SİSTEMİNİ ETKİLİYOR’ Norovirüsün kış döneminde sıklıkla görülen grip veya soğuk algınlığı virüslerinden çok farklı olduğunu söyleyen Doç. Dr. Hüsrev Diktaş, “Norovirüs güçlü bir virüs olarak kabul edilir çünkü oldukça bulaşıcı ve mide-bağırsak sistemini etkiler. İnsanların birbirleriyle temas etmesi, enfekte yüzeylere dokunulması veya virüs bulaşmış yiyecek ve içeceklerin tüketilmesiyle kolayca yayılır. Virüs, vücut dışında yüzeylerde günlerce canlı kalabildiği için de hızla yayılabiliyor” dedi. BU BELİRTİLERE DİKKAT! Hastalığın belirtileriyle ilgili de konuşan Doç. Dr. Diktaş, “Grip gibi üst solunum yolu semptomlarından en ayırt edici belirtileri; ani başlayan şiddetli mide bulantısı, kusma ve ishaldir. Karın ağrısı, halsizlik ve bazen hafif ateş de eşlik edebilir” ifadelerini kullandı. ‘ÇOCUKLAR, YAŞLILAR VE BAĞIŞIKLIK SİSTEMİ ZAYIF OLAN KİŞİLERDE HASTALIK AĞIR SEYREDİYOR’ Virüsün en çok hangi yaş grubunu etkilediğine de değinen Doç. Dr. Diktaş, “Her yaş grubunu etkileyebilse de özellikle çocuklar, yaşlılar ve bağışıklık sistemi zayıf olan kişilerde hastalık daha ağır seyrediyor. Örneğin yaşlı bireylerde dehidrasyon riski daha yüksek. Bu nedenle daha dikkatli olunmalı” şeklinde konuştu. NOROVİRÜS GEÇİRENLERİN KAÇINMASI GEREKEN YİYECEKLER NELER?“Norovirüs sırasında yağlı, ağır yiyeceklerden ve süt ürünlerinden kaçınılması önerilir” diyen Doç. Dr. Hüsrev Diktaş, “Sindirimi kolay olan çorbalar, haşlanmış patates gibi yiyecekler daha iyi tolere edilecektir. Ayrıca, su ve elektrolit dengesini korumak için sıvı alımı da artırılmalı” dedi. NOROVİRÜS NASIL TEDAVİ EDİLİYOR? Norovirüsün spesifik bir tedavisi olmadığının da altını çizen Doç. Dr. Diktaş, “Ancak belirtiler yönetilerek hastanın rahatlaması sağlanır. Genellikle 1-3 gün içinde semptomlar azalarak kaybolur, ancak bu süreçte bol sıvı tüketimi ve istirahat önemlidir. Çoğu insan kendiliğinden iyileşir, ancak özellikle çocuklar ve yaşlılarda dikkatli olunmalıdır” uyarısında bulundu.
Geçtiğimiz haftalarda, Danimarka'daki Aarhus Üniversitesi'nden bilim insanları, ‘LaKe’ adlı bir ilacın, vücudu aç karnına 10 kilometre koşmaya denk bir metabolik duruma soktuğunu duyurdu. Peki, bir hap egzersizin yararlarını ne kadar taklit edebilir ve bu gerçekten ne kadar etkili olabilir?Bu tür ilaçlara ‘mimetik’ adı veriliyor, çünkü egzersiz yapmadan vücudun egzersize benzer biyolojik etkilerini yaratıyorlar. Bu fikir aslında yeni değil: 2008'de, San Diego'daki Salk Enstitüsü, kemirgenlerde şeker yerine yağ yakmalarını sağlayarak dayanıklılıklarını artıran bir ilaç geliştirmişti. ‘GW501516’ olarak bilinen bu ilaç, yasaklı bir doping maddesi haline gelmiş, ancak bunun gibi ilaçların geliştirilmesi devam etmişti.Bir başka örnek, 2015’te duyurulan ‘Bileşik 14’ oldu. Bu ilaç, farelerde açlık kan şekeri seviyelerini düşürüp, glikoz toleransını artırarak kilo kaybına yardımcı oldu. Bunun dışında, metabolizmayı ve dayanıklılığı artıran yeni moleküller üzerinde de çalışmalar sürüyor. Örneğin, SLU-PP-332 adı verilen bir molekül, kemirgenlerin egzersiz yapmadan yüzde 50 daha fazla koşmalarını sağladı.VÜCUTTA HIZLI BİR LAKTAT ARTIŞI OLUŞTURUYORLaKe henüz sıçanlar üzerinde test ediliyor, ancak etkileri dikkat çekici. İlk olarak, vücutta hızlı bir laktat artışı oluşturuyor, bu da yüksek yoğunluklu bir egzersiz sonrası yaşanan etkiye benziyor. Ardından, vücutta enerji sağlayan ketonlardan biri olan beta-hidroksibutirat (BHB) seviyesini artırıyor. Bu süreç, aç karnına egzersiz yapmanın yarattığı metabolik değişikliklere benzer etkiler gösteriyor ve kalp hastalıkları, felç ve diyabet gibi hastalıkların risklerini azaltmaya yardımcı olabilir. Ayrıca LaKe testlerde herhangi bir toksisite belirtisi göstermiyor.LAKE İLE EGZERSİZİN TÜM FAYDALARINI SAĞLAMAK MÜMKÜN MÜ?Pek çok uzmana göre ilaçla egzersizin tüm faydalarını sağlamak pek de kolay değil. Çünkü egzersiz, vücudun tüm sistemlerini etkileyen karmaşık bir süreç. Çoğu uzmana göre birçok ilaç bu etkilerin sadece bir kısmını taklit edebilir. Egzersizin psikolojik faydaları, stresin azalması, ruh halinin iyileşmesi gibi faktörler ise haplarla kolayca elde edilemez. Ayrıca, egzersiz kemik yoğunluğundan uyku kalitesine kadar birçok farklı fayda sağlıyor ve bunlar, biyolojik etkileşimlerin karmaşık bir sonucu.Son araştırma sonra bilim insanları bu tür ilaçların insanlara faydalı olabilmesi için daha çok teste ve araştırmaya ihtiyaç olduğunu vurguladılar. Ancak, özellikle yaşlılar, hastalar ve egzersiz yapamayanlar için bu ilaçlar önemli bir çözüm olabilir. Örneğin, ameliyat sonrası iyileşen kişiler veya uzayda mikro yerçekiminde kas ve kemik kaybı yaşayan astronotlar için büyük fayda sağlayabilir. Fakat egzersizin bireysel olarak sağladığı fiziksel ve psikolojik yararları taklit etmek zor olacaktır. Şu anda, hafif bir yürüyüş ya da birkaç squat gibi basit egzersizleri haplarla taklit etmek pek mümkün gözükmüyor. Sonuçta, egzersizin fiziksel ve psikolojik faydalarını elde etmek hâlâ en iyi yol.
Son yıllarda teknoloji, hayatımızın her alanını derinden etkileyerek yaşam biçimimizi köklü bir şekilde değiştirdi. Akıllı telefonlar, internet, yapay zeka gibi yenilikler, bize sonsuz bilgiye anında erişim, hızlı iletişim ve günlük işlerimizi kolayca halletme imkanı tanıdı. Ancak tüm bu yenilikler, yalnızca pratiklik sunmakla kalmayıp, aynı zamanda yaşam tarzımızda bazı olumsuz etkiler de yarattı. Örneğin artan dijitalleşme, fiziksel aktivitemizi azalttı, gıda alışkanlıklarımızı dönüştürdü ve sosyal ilişkilerimizi yeniden şekillendirdi. Bu dönüşümü daha yakından görmek için, geçmiş yıllarda insanların nasıl yaşadığını anlamak, bugünle kıyaslamak, günümüzün yaşam kalitesini sorgulamak oldukça önemli. Gazeteci ve yazar Miranda Levy ise bu soruları yanıtlamak amacıyla 1950’lerin yaşam tarzını deneyimlemeye karar verdi… İşte Levy’nin The Telegraph’da kaleme aldığı yazı…Eski Birleşik Krallık Başbakanı Harold MacMillan, 1957’de “Halkımızın çoğu hiç bu kadar iyi bir hayat yaşamadı” demişti, ancak o zamanlar yeni bir iPhone 16 Pro’yu hayal edemediği kesin. Aradan yetmiş yıl geçtikten sonra, akşam yemeğimi birkaç dokunuşla sipariş verebiliyorum üstelik kapıma kadar da geliyor. Kitap okuyabiliyor, film izleyebiliyor, oyun oynayabiliyor ve bankacılık işlemlerimi telefonumdan halledebiliyorum. Bir zamanlar haritaya bakarak yol tarifleri alıyorken şimdi Google Maps sayesinde kaybolma derdim yok. Oğlum başka bir ülkede eğitim görürken, onun gelişimini bir akıllı telefon üzerinden takip edebiliyorum. Üstelik, bir zamanlar postayla beklediğimiz haberleşme yerine, tek bir tuşla iletişim kurabiliyoruz.Günümüzde, teknoloji sayesinde yaşam standartlarımız 1950’lere göre çok daha iyi. Ancak bu teknolojilerin sunduğu kolaylıkları düşünürken, yaşam kalitemizin bazı alanlarda nasıl değiştiğine de göz atmak gerek.Örneğin 1957’de İngiltere’deki erkekler ortalama 66,5 yıl, kadınlar ise 72,7 yıl yaşarken, 2020-2023 arasında yaşam süresi erkekler için 78,8, kadınlar içinse 82,8 yıl olarak tahmin ediliyor. Benzer durum pek çok ülkede de aynı. Uzmanlara göre bu artışın en temel nedeni antibiyotiklerin ve aşılama sisteminin gelişmesi.1950’LERDE SAĞLIKLI BESLENME DAHA YAYGINDIBununla birlikte, 1950’lerin yaşam tarzının, günümüzden bazı açılardan daha sağlıklı olduğu da bir gerçek. O dönemdeki yaşam biçimi, günümüzdeki obezite oranlarıyla kıyaslandığında, pek çok yönden daha sağlıklıydı. 2004 tarihli bir çalışmaya göre, 1951’de ortalama bir kadının bel ölçüsü 69,85 cm iken, bu ölçü günümüzde 86,36 cm olmuş durumda. Hatta hükümetler, bu artışı durdurabilmek için kilo verme ilaçlarını gündeme getiriyor.Ulusal Obezite Forumu’ndan Tam Fry, 1950’lerde daha fazla kalori tüketildiğini ancak bu kalorilerin daha aktif bir şekilde yakıldığını belirtiyor. Bugün ise daha az kalori alıyor, ama aynı oranda egzersiz yapmıyoruz. 1950’lerde sağlıklı beslenme daha yaygındı, ancak modern yaşamda fast food ve hazır yemekler öne çıkıyor. Ayrıca, o dönemde anneler evde yemek yaparken, günümüzde birçoğumuz genellikle dışarıdan yemek siparişi veriyoruz.Gıda alışkanlıkları da o dönemde farklıydı. 1950’lerde, beslenme çoğunlukla et ve sebzelerden oluşuyor, sebze çeşitliliği de bugün olduğundan çok daha sınırlıydı. O yıllarda, işlemeye dayalı yiyecekler olsa da bu yiyecekler günümüzün aşırı işlenmiş gıdalarına kıyasla daha sağlıklıydı. ‘İKİ HAFTA BOYUNCA 1950’LERİN YAŞAM TARZINI DENEYİMLEMEYE KARAR VERDİM’Bir süredir modern hayatta, teknoloji ve konforun sunduğu kolaylıklar arasında kaybolduğumuzu düşünüyordum. Bu nedenle, The Telegraph’tan gelen daveti kabul ederek, iki hafta boyunca 1950’lerin yaşam tarzını deneyimlemeye karar verdim. Hedefim, eski bir yaşam tarzının zorluklarını ve bu zorlukların nasıl farklı bir yaşam tarzı yaratabileceğini görmekti. İşte yaşadıklarım…‘HER GÜN ADIM SAYIM YÜZDE 50 ARTTI’Günlük aktiviteler, bazen spor salonu seanslarından daha fazla fayda sağlayabiliyor. Özellikle alışveriş, bir nevi egzersiz gibi oluyor. Kalabalık bir caddede yaşamam nedeniyle, arabamı otoparka koyup, süpermarkete gitmek yerine, birkaç ağır alışveriş torbasıyla her mağazayı ayrı ayrı ziyaret etmeyi tercih ediyorum. Bu, hem fiziksel olarak zorlayıcı hem de verimli bir egzersiz sağlıyor.Adım sayımı takip etmeye karar verdikten sonra, normalde günde 4-5 bin adım atarken, egzersiz ve yürüyüşlerle bu sayıyı 9.000’in üzerine çıkarabiliyorum. Ancak bu süreçte 1950’lerin ürünlerinin ne kadar ağır olduğunu fark ettim; örneğin, bir torba patates, karnabaharlar ve konserve etler, modern gıdalara kıyasla oldukça hantal. Bu eski tip İngiliz ürünlerini, daireme taşırken kaslarımın ne kadar çalıştığını hissettim.Her gün adım sayımı yüzde 50 artırdım, normal bir günde 7 bin 500 adımı geçiyorum. Bu deneyim, 1950’lerde kadınların günümüzdeki kadınlara kıyasla üç kat daha fazla kalori yaktığını belirten eski bir araştırmayı hatırlatıyor. Araştırmaya göre, geleneksel ev işlerinden (çamaşır yıkama, ütüleme, alışveriş yapma gibi) dolayı, 1952’de ortalama bir kadın günde 1.818 kalori tüketirken, 1.512 kalori yakıyordu. Oysa günümüzde kadınlar ortalama 2.178 kalori tüketiyor ve günlük aktivitelerinden sadece 556 kalori yakabiliyorlar.‘ÇAMAŞIR TAHTASI KULLANMAK DÜŞÜNDÜĞÜM KADAR KOLAY OLMADI’Bu keşif, bana 1950’lerin ev hanımlarını da hatırlattı. O dönemde çamaşır makineleri henüz yaygın değildi; elle yıkama ve ütüleme gibi işler oldukça fazla fiziksel güç gerektiriyordu. Ben de bu iki hafta boyunca, eski alışkanlıkları taklit etmek amacıyla ‘yıkama günü’ uygulamaya başladım. Çamaşır makinelerinin 1947’de İngiltere’ye gelmiş olmasına rağmen, birçok evde 50’lerin sonuna kadar yoktu. Çamaşır tahtası kullanmak ise düşündüğüm kadar kolay olmadı; ıslak çarşaf takımlarının ağırlığına karşı koymak, oldukça zorlayıcıydı. Ayrıca, yağmurlu havada her şeyin içeride kurutulması gerektiği için dairemin her köşesi kumaşlarla doldu. Bu süreç, insanların neden eskiden kıyafetlerini üç, hatta dört kez giyip sonra yıkadıklarını anlamama yardımcı oldu.‘YEMEKLER BİRAZ ZORLADI’1950’lerde yemek, günümüzün sunduğu kolaylıklardan oldukça uzaktı: hazır yemekler, fast food zincirleri, paket servis hizmetleri yoktu (bazen balık ve patates kızartması hariç). Baharatlar, egzotik meyveler veya süper gıda kavramları da yoktu. Mesela babam, “Hiçbir zaman restorana gitmedik” diyor. O dönemde bir yemek planı yapıp, pazartesiden cumartesiye kadar aynı yemekleri yerdiniz. Pazar günü ise klasik bir rosto hazırlanırdı. Peki, bu sıkıcı mıydı, yoksa aslında bir düzenin parçası mıydı?Bu deneyim, özellikle mutfakta çok yetenekli olan ortağım Jeremy için oldukça heyecan verici bir meydan okuma oldu. Jeremy’nin Amerikalı olması, bir ek katman ekliyor; çünkü o, 1950'lerin Amerika’sının dev buzdolapları, büyük arabalar, banliyö evleri ve ilk fast foodlarıyla nasıl dönüştüğünü anlatırken büyük bir keyif alıyor. Oysa biz, hâlâ otobüslerle ve çeşitli yağlarla uğraşıyorduk (Jeremy’ye Amerikalıların bizden bile daha şişman olduğunu hatırlatarak bu başlangıç avantajının övünülecek bir şey olmadığını belirtiyorum).Tariflerimizi bulmak ise kolay olmadı: Konserve somon sandviçleri, buharlaştırılmış sütle yapılan konserve meyveler ve jambon salatası gibi klasik 1950’ler yemekleri araştırıyoruz. Jeremy bir kutu tütsülenmiş balık kızartıldığında ise adeta evden kaçtım. Ancak sonra, Jeremy, Büyükbaba Joe’nun Instagram hesabını keşfetti.Büyükbaba Joe, 91 yaşında ve eski bir askeri polis. 1950’lerin İngiliz yemeklerini, muhteşem Brummie aksanıyla, çoğu zaman kızı da yanındayken yorumluyor. Joe’nun en meşhur yemekleri arasında konserve dana eti haşlaması ve çeşitli yağlarla yapılan her türlü kızartma bulunuyor. Jeremy, ilk olarak Joe’nun tuzlanmış dana eti haşlamasını yapmaya karar veriyor. Bu tarif, patates ve soğanların bolca yağ ile başlatılması ve üzerine bolca karabiber eklenmesiyle hazırlanıyor. Başlangıçta burun kıvıran biri olarak, denemek istemiyorum ama sonunda bir çatal alıp tadıyorum ve oldukça lezzetli. Biraz tuzlu olsa da özellikle kahverengi sos ile harika bir tat alıyor. Bu haşlama birkaç gün boyunca yeterli oluyor.Diğer günlerde yemekler çok basit: Beyaz ekmek üzerinde peynirli sandviçler, salatalar ve pazar günleri yapılan klasik rosto dana eti. Patates ve lahana eşliğinde baharatlar olmadan yenen bu yemekler, herhangi bir süslemeye izin verilmeden hazırlanıyor. Cuma günleri ise, balık-patates kızartması, sanki Noel günüymüş gibi büyük bir keyifle tüketiliyor.GÜRÜLTÜLÜ VE AMANSIZ ÇEVRİMİÇİ DÜNYADAN UZAKLAŞMAK BANA BÜYÜK BİR ZEVK VERDİ’Boş zamanlarını 1950’lerde internetsiz geçiren babama, o dönemde neler yaptığını sorduğumda, “Evimizin bodrumunda, tahta levhalardan yapılmış bir masa tenisi masamız vardı. Çok güzel turnuvalar yapardık. Top genellikle de tuhaf yönlere uçardı” dedi. Bunun dışında, babamın ana eğlencesi radyoydu; “Odama çıkar, yatağa girer ve Journey Into Space ya da The Goons dinlerdim. Bir randevu gibiydi; hiçbir bölümünü kaçırmazdım” dedi.Birçok İngiliz ailesi gibi, babam ve büyükannem de televizyonlarını ancak Haziran 1953’teki taç giyme törenine yetiştirebildiler. Bugün televizyon izlemesem de yine de bir dizi izleyememek beni can sıkıcı bir şekilde rahatsız etti. Ancak e-postayı kullanmaya devam etme şartım vardı, çünkü yoksa işimi yapmam imkânsız olurdu. Bunun dışında, cep telefonumu, özellikle Google'ı, mümkün olduğunca sınırlı kullanmaya yemin ettim. Telefonumdan sıkça bir şeyler aradığımı, bu deneyim sırasında fark ettim. Hava ne kadar soğuk olacak? O dükkân saat kaçta açılıyor? O aktris daha önce nerelerdeydi? Gibi onlarca soru soruyormuşum…Bu süreçte büyük eğlencelerim olmadı. Genelde Jeremy ve ben mahallede, alacakaranlıkta yürüyüşler yaptık. Bu dönemde, metroda Londra’nın merkezine giderken yanımda götürdüğüm iki romanı bitirdim. En son ne zaman böyle bir şey yaptığımı hatırlamıyorum, ancak bu iki hafta, bana, gürültülü ve amansız çevrimiçi dünyadan uzaklaşarak büyük bir zevk verdi.15 GÜNÜN ARDINDAN…1950'ler tarzı bir yaşamaya devam etseydim, kilo verme eğilimimin daha da devam edeceğinden şüphem yok. Bacaklarım ve kollarım, tüm taşıma, yıkama ve sürükleme işlerinden sonra kesinlikle daha güçlü hissediyor.Ayrıca fark ettiğim bir başka şey de daha iyi uyuyor olmam: Gece boyunca en az bir kez uyanıyorum. Bu, yatmadan önce ekranlardan uzak kalmam ve iyi bir kitabın uyku verici etkisiyle ilgili olabilir. Belki de en güzel şey, çevremdeki insanlara daha fazla değer vermem; yerel esnaf, yanımdan geçerken gülümsediğim komşular, barda oturan yerliler.Meğer başlarımızı öne eğip sürekli telefonlarımıza gömülerek dolaşırken, ne kadar zaman ve hayat kaybetmişiz… Kabul ediyorum, hayat 1950’lerde daha zordu ama en azından ebeveynlerimiz yanımızdaydı ve tadını çıkaracak kadar yakındılar.
Sonbahar mevsimiyle birlikte, ABD'de çocuklar arasında yürüyen zatürre vakalarında kayda değer bir artış gözlemleniyor. Benzer durum ülkemizde de yaşanıyor.Uzmanlar, bu artışın ‘Mycoplasma pneumoniae’ (zatürrenin yaygın bir nedeni) adlı bakteriden kaynaklandığını ve özellikle uzun süren öksürük şikâyetleri olan çocukları etkilediğini vurguluyor.ABD’de Vanderbilt Üniversitesi Tıp Merkezi’nde çocuk enfeksiyon hastalıkları uzmanı olan Dr. Buddy Creech, CNN’e yaptığı açıklamada “Yaz başından beri, zatürre hastası çocuklarda bu özel zatürre türüne yakalanmış gibi görünenlerin sayısındaki dikkat çekici artışı gözlemliyoruz” dedi.Dr. Creech, ağustos ayında Nashville bölgesindeki dört çocuk doktorunun kendisine ulaşarak yaz aylarında neden bu kadar çok çocuğun öksürdüğünü sorduğunu belirtti. Bu doktorlar, zatürre için kullandıkları ‘amoksisilinin’ de (göğüs enfeksiyonları (zatürre dahil) ve diş apseleri gibi bakteriyel enfeksiyonları tedavi etmek için kullanılır) bu vakalarda işe yaramadığını düşünüyor.CDC UYARDI: OKUL ÖNCESİ ÇAĞINDAKİ ÇOCUKLARDA ARTIŞ GÖRÜLÜYORABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezleri (CDC) ise geçtiğimiz hafta ebeveynleri ve doktorları uyarmak amacıyla yayımladığı bültende, zatürre vakalarının bu yıl özellikle okul öncesi çağındaki çocuklarda artış gösterdiğini bildirdi.CDC’nin verilerine göre, acil serviste zatürre nedeniyle görülen ve Mycoplasma için pozitif çıkan 2 ila 4 yaş arası çocuk sayısı nisan ayında yüzde 1 iken, akim ayı başında yüzde 7,2’ye yükseldi. Daha büyük çocuklarda ise teşhis oranları aynı dönem içinde yüzde 3,6’dan yüzde 7,4’e çıktı.ÜLKEMİZDE DE ACİL SERVİSLERE BAŞVURULAR ARTIYORKonuyu Çocuk Göğüs Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Sedat Öktem’e danıştığımda vakaların ülkemizde de artış gösterdiğinin altını çizdi. Prof. Dr. Öktem, “Ülkemizde şu an için istatistiki bir veri olmamakla beraber benzer şekilde bu vakalarda artış olduğunu gözlemliyoruz. Yaz aylarında solunum enfeksiyonlarında belirgin azalmalar görürdük. Ancak bu yaz bu vakalar nedeniyle poliklinik ve acil servislere başvurular arttı. Ayrıca bu vakalar nedeniyle yaz aylarında bile hastane yatışlarının arttığını gözlemledik” ifadelerini kullandı.YÜRÜYEN ZATÜRRENİN FARKI NEDİR?Zatürreye sebep olan çok sayıda virüs ve bakteri olduğunu söyleyen Prof. Dr. Sedat Öktem, “Bazı bakteriler ile oluşan zatürrelerde çok yüksek ateş, hızlı nefes alma, solunum sıkıntısı, oksijen seviyesinde düşme, beslenememe, sıvı kaybı gibi bulgular olabiliyor ve evde ya da hastanede yatarak tedavi gerektirebiliyor” dedi.“Bazı virüs ve bakterilerin yaptığı zatürreler ise daha hafif seyrediyor ve ayakta bu hastalık atlatılıyor” diyen Prof. Dr. Öktem, “Mycoplasma Pnömoni’nin neden olduğu zatürrelerde çoğunlukla hafif seyrediyor. Bu nedenle bu mikrobun yaptığı zatürre çoğunlukla ayakta atlatıldığı için Amerika’da walking Pneumonia (yürüyen zatürre) tabiri kullanılıyor” ifadelerini kullandı.BU BELİRTİLERE DİKKAT!Hastalığın belirtilerine de değinen Prof. Dr. Sedat Öktem, “Çoğunlukla; öksürük, baş ağrısı, halsizlik, ateş gibi belirtiler gösteriyor. Küçük çocuklarda ayrıca ishal ve kusma da görülebilir. Ateş olmadan burun akıntısı, şiddeti giderek artan ve haftalarca süren öksürük, astım ataklarının ortaya çıkması ve hışıltının eşlik ettiği çocuklarda özellikle Mycoplasma pnömoninin neden olduğu yürüyen zatürre akla gelmelidir” şeklinde konuştu.YÜRÜYEN ZATÜRREDEN KORUNMAK İÇİN NELERE DİKKAT EDİLMELİ?Hastalıktan korunmak için dikkat edilecek hususlar konusunda da uyaran Prof. Dr. Öktem, “Öksürme ve hapşırmalar sırasında ağız ve burun kapatılması ve ellerin sık yıkanması ile hastalığın bulaşması azaltılabilir. Ayrıca sınıfların havalandırılması havada bulunan mikropların sayısının azaltılmasına ve mikrobun bulaşma olasılığının azalmasına yol açabilir. Bu nedenle soğuk havalarda bile çocukların tenefüse çıkması ve sınıfların havalandırılması çok önemli” dedi.NASIL BİR TEDAVİ YÖNTEMİ UYGULANIYOR?“Üst solunum yolu enfeksiyonu özel bir tedavi gerektirmeden iyileşebiliyor. Ancak zatürre gelişmesi durumunda mutlaka antibiyotik ile tedavi edilmeli” diyen Prof. Dr. Sedat Öktem, “Astım ataklarını tetiklemesi durumunda havayolundan buhar tedavileri gerekebilir. Hafif zatürre bulguları olanlarda ayaktan şurup ya da haplarla tedavi edilirken; oksijen değeri düşük olan, solunum sıkıntısı, hızlı nefes alma, beslenememe sorunları olan çocuklar hastaneye yatırılarak tedavi gerekiyor” ifadelerini kullandı.
Hafta sonundan itibaren yurdun büyük bir bölümünde yüksek basıncın etkisi hissediliyor. Uzmanlar, özellikle İstanbul dahil birçok şehrin yağışsız bir dönem geçireceğine işaret ediyor. Öte yandan, Rusya’dan gelen soğuk hava akımları da Türkiye’ye doğru ilerliyor. Bu durum soğuk severler için sevindirici bir gelişme olsa da bu hava değişimlerinin genel hava durumunu nasıl etkileyeceği de merak ediliyor. Konuyu İstanbul Aydın Üniversitesi Öğretim Üyesi Meteoroloji Mühendisi Dr. Güven Özdemir’e danıştığımda, son günlerde Polonya merkezli ‘Azor Yüksek Basıncı’nın, Avrupa’nın büyük bir kısmını etkilediğine dikkat çekti. ‘GECE İLE GÜNDÜZ ARASINDAKİ SICAKLIK FARKININ BELİRGİNLEŞMESİNE YOL AÇIYOR’Bu yüksek basınç sisteminin bir ucunun İskandinav ülkelerine, diğer ucunun ise ülkemize kadar uzandığını söyleyen Dr. Özdemir, şu bilgileri paylaştı:“Azor Yüksek Basıncı’nın, Belarus ve Ukrayna üzerinden taşıdığı soğuk ve kuru hava kütlesi, özellikle Yıldız ve Poyraz rüzgârlarıyla Avrupa’ya yayılmakta. Yüksek basınç alanlarında genellikle açık, bulutsuz ya da çok az bulutlu bir gökyüzü hakimdir. Gündüz, güneşin doğuşuyla birlikte kara yüzeyleri güneş radyasyonunu emer ve bu bölgelerde yere yakın hava sıcaklıkları artar. Güneş batarken, gökyüzü açık gecelerde kara yüzeyleri aldıkları radyasyonu hızla geri verir ve ısı kaybı yaşanır. Bu da gece ile gündüz arasındaki sıcaklık farkının belirginleşmesine yol açar.” BU HAFTA KARADENİZ’E KAR GELİYOR, KASIM ORTASINDAN SONRA DA YAĞIŞLARIN YURDUN GENELİNE YAYILMASI BEKLENİYORBu hafta sonuna kadar ise Karadeniz’in tamamında, özellikle Sinop, Kastamonu, Ordu, Giresun, Trabzon, Rize ve Artvin’in yüksek yayla kesimlerinde yoğun kar yağışı beklentisi olduğunun altını çizen Dr. Güven Özdemir, “Hava sıcaklıkları mevsim normallerinin altında seyrediyor. Yağışlı havalar ve kar yağışı da merakla bekleniyor. Ancak şu ana kadar yağışlı sistemler ülkemize uğramadı ya da sadece günübirlik etkili oldu. Bu da genellikle Karadeniz sahil bandında görüldü. Fakat Azor Yüksek Basıncı’nın etkisini kaybetmesi ve yerini yağışlı sistemlere bırakması, kasım ayının ikinci yarısında etkili olacak gibi görünüyor” ifadelerini kullandı.‘POLAR VORTEX OLARAK BİLİNEN SİSTEMİN ZAYIFLAMASI, KIŞIN SOĞUK VE KARLI GEÇMESİNE YOL AÇACAK’Kış mevsiminde nasıl bir hava beklendiğine de değinen Dr. Güven Özdemir, “Kutup girdabı (Polar vortex) olarak bilinen sistemin zayıflaması, kışın soğuk ve karlı geçmesine yol açacaktır. Kutupsal jet akımının hızının azalması, yani bu akımın bozulması, kutup bölgelerindeki soğuk havanın güneye, yani bölgemize inmesine neden olacak. Özetle bu yıl kış mevsiminin Doğu Avrupa ve ülkemizde, eski yıllardaki gibi olmasa da soğuk, yağışlı ve karlı geçme olasılığı yüksek görünüyor” dedi.