Son yıllarda teknoloji, hayatımızın her alanını derinden etkileyerek yaşam biçimimizi köklü bir şekilde değiştirdi. Akıllı telefonlar, internet, yapay zeka gibi yenilikler, bize sonsuz bilgiye anında erişim, hızlı iletişim ve günlük işlerimizi kolayca halletme imkanı tanıdı.
Ancak tüm bu yenilikler, yalnızca pratiklik sunmakla kalmayıp, aynı zamanda yaşam tarzımızda bazı olumsuz etkiler de yarattı. Örneğin artan dijitalleşme, fiziksel aktivitemizi azalttı, gıda alışkanlıklarımızı dönüştürdü ve sosyal ilişkilerimizi yeniden şekillendirdi.
Bu dönüşümü daha yakından görmek için, geçmiş yıllarda insanların nasıl yaşadığını anlamak, bugünle kıyaslamak, günümüzün yaşam kalitesini sorgulamak oldukça önemli. Gazeteci ve yazar Miranda Levy ise bu soruları yanıtlamak amacıyla 1950’lerin yaşam tarzını deneyimlemeye karar verdi…
İşte Levy’nin The Telegraph’da kaleme aldığı yazı…
Eski Birleşik Krallık Başbakanı Harold MacMillan, 1957’de “Halkımızın çoğu hiç bu kadar iyi bir hayat yaşamadı” demişti, ancak o zamanlar yeni bir iPhone 16 Pro’yu hayal edemediği kesin. Aradan yetmiş yıl geçtikten sonra, akşam yemeğimi birkaç dokunuşla sipariş verebiliyorum üstelik kapıma kadar da geliyor.
Kitap okuyabiliyor, film izleyebiliyor, oyun oynayabiliyor ve bankacılık işlemlerimi telefonumdan halledebiliyorum. Bir zamanlar haritaya bakarak yol tarifleri alıyorken şimdi Google Maps sayesinde kaybolma derdim yok. Oğlum başka bir ülkede eğitim görürken, onun gelişimini bir akıllı telefon üzerinden takip edebiliyorum. Üstelik, bir zamanlar postayla beklediğimiz haberleşme yerine, tek bir tuşla iletişim kurabiliyoruz.
Günümüzde, teknoloji sayesinde yaşam standartlarımız 1950’lere göre çok daha iyi. Ancak bu teknolojilerin sunduğu kolaylıkları düşünürken, yaşam kalitemizin bazı alanlarda nasıl değiştiğine de göz atmak gerek.
Örneğin 1957’de İngiltere’deki erkekler ortalama 66,5 yıl, kadınlar ise 72,7 yıl yaşarken, 2020-2023 arasında yaşam süresi erkekler için 78,8, kadınlar içinse 82,8 yıl olarak tahmin ediliyor. Benzer durum pek çok ülkede de aynı. Uzmanlara göre bu artışın en temel nedeni antibiyotiklerin ve aşılama sisteminin gelişmesi.
1950’LERDE SAĞLIKLI BESLENME DAHA YAYGINDI
Bununla birlikte, 1950’lerin yaşam tarzının, günümüzden bazı açılardan daha sağlıklı olduğu da bir gerçek. O dönemdeki yaşam biçimi, günümüzdeki obezite oranlarıyla kıyaslandığında, pek çok yönden daha sağlıklıydı. 2004 tarihli bir çalışmaya göre, 1951’de ortalama bir kadının bel ölçüsü 69,85 cm iken, bu ölçü günümüzde 86,36 cm olmuş durumda. Hatta hükümetler, bu artışı durdurabilmek için kilo verme ilaçlarını gündeme getiriyor.
Ulusal Obezite Forumu’ndan Tam Fry, 1950’lerde daha fazla kalori tüketildiğini ancak bu kalorilerin daha aktif bir şekilde yakıldığını belirtiyor. Bugün ise daha az kalori alıyor, ama aynı oranda egzersiz yapmıyoruz. 1950’lerde sağlıklı beslenme daha yaygındı, ancak modern yaşamda fast food ve hazır yemekler öne çıkıyor. Ayrıca, o dönemde anneler evde yemek yaparken, günümüzde birçoğumuz genellikle dışarıdan yemek siparişi veriyoruz.
Gıda alışkanlıkları da o dönemde farklıydı. 1950’lerde, beslenme çoğunlukla et ve sebzelerden oluşuyor, sebze çeşitliliği de bugün olduğundan çok daha sınırlıydı. O yıllarda, işlemeye dayalı yiyecekler olsa da bu yiyecekler günümüzün aşırı işlenmiş gıdalarına kıyasla daha sağlıklıydı.
‘İKİ HAFTA BOYUNCA 1950’LERİN YAŞAM TARZINI DENEYİMLEMEYE KARAR VERDİM’
Bir süredir modern hayatta, teknoloji ve konforun sunduğu kolaylıklar arasında kaybolduğumuzu düşünüyordum. Bu nedenle, The Telegraph’tan gelen daveti kabul ederek, iki hafta boyunca 1950’lerin yaşam tarzını deneyimlemeye karar verdim. Hedefim, eski bir yaşam tarzının zorluklarını ve bu zorlukların nasıl farklı bir yaşam tarzı yaratabileceğini görmekti. İşte yaşadıklarım…
‘HER GÜN ADIM SAYIM YÜZDE 50 ARTTI’
Günlük aktiviteler, bazen spor salonu seanslarından daha fazla fayda sağlayabiliyor. Özellikle alışveriş, bir nevi egzersiz gibi oluyor. Kalabalık bir caddede yaşamam nedeniyle, arabamı otoparka koyup, süpermarkete gitmek yerine, birkaç ağır alışveriş torbasıyla her mağazayı ayrı ayrı ziyaret etmeyi tercih ediyorum. Bu, hem fiziksel olarak zorlayıcı hem de verimli bir egzersiz sağlıyor.
Adım sayımı takip etmeye karar verdikten sonra, normalde günde 4-5 bin adım atarken, egzersiz ve yürüyüşlerle bu sayıyı 9.000’in üzerine çıkarabiliyorum. Ancak bu süreçte 1950’lerin ürünlerinin ne kadar ağır olduğunu fark ettim; örneğin, bir torba patates, karnabaharlar ve konserve etler, modern gıdalara kıyasla oldukça hantal. Bu eski tip İngiliz ürünlerini, daireme taşırken kaslarımın ne kadar çalıştığını hissettim.
Her gün adım sayımı yüzde 50 artırdım, normal bir günde 7 bin 500 adımı geçiyorum. Bu deneyim, 1950’lerde kadınların günümüzdeki kadınlara kıyasla üç kat daha fazla kalori yaktığını belirten eski bir araştırmayı hatırlatıyor. Araştırmaya göre, geleneksel ev işlerinden (çamaşır yıkama, ütüleme, alışveriş yapma gibi) dolayı, 1952’de ortalama bir kadın günde 1.818 kalori tüketirken, 1.512 kalori yakıyordu. Oysa günümüzde kadınlar ortalama 2.178 kalori tüketiyor ve günlük aktivitelerinden sadece 556 kalori yakabiliyorlar.
‘ÇAMAŞIR TAHTASI KULLANMAK DÜŞÜNDÜĞÜM KADAR KOLAY OLMADI’
Bu keşif, bana 1950’lerin ev hanımlarını da hatırlattı. O dönemde çamaşır makineleri henüz yaygın değildi; elle yıkama ve ütüleme gibi işler oldukça fazla fiziksel güç gerektiriyordu. Ben de bu iki hafta boyunca, eski alışkanlıkları taklit etmek amacıyla ‘yıkama günü’ uygulamaya başladım. Çamaşır makinelerinin 1947’de İngiltere’ye gelmiş olmasına rağmen, birçok evde 50’lerin sonuna kadar yoktu.
Çamaşır tahtası kullanmak ise düşündüğüm kadar kolay olmadı; ıslak çarşaf takımlarının ağırlığına karşı koymak, oldukça zorlayıcıydı. Ayrıca, yağmurlu havada her şeyin içeride kurutulması gerektiği için dairemin her köşesi kumaşlarla doldu. Bu süreç, insanların neden eskiden kıyafetlerini üç, hatta dört kez giyip sonra yıkadıklarını anlamama yardımcı oldu.
‘YEMEKLER BİRAZ ZORLADI’
1950’lerde yemek, günümüzün sunduğu kolaylıklardan oldukça uzaktı: hazır yemekler, fast food zincirleri, paket servis hizmetleri yoktu (bazen balık ve patates kızartması hariç). Baharatlar, egzotik meyveler veya süper gıda kavramları da yoktu. Mesela babam, “Hiçbir zaman restorana gitmedik” diyor. O dönemde bir yemek planı yapıp, pazartesiden cumartesiye kadar aynı yemekleri yerdiniz. Pazar günü ise klasik bir rosto hazırlanırdı. Peki, bu sıkıcı mıydı, yoksa aslında bir düzenin parçası mıydı?
Bu deneyim, özellikle mutfakta çok yetenekli olan ortağım Jeremy için oldukça heyecan verici bir meydan okuma oldu. Jeremy’nin Amerikalı olması, bir ek katman ekliyor; çünkü o, 1950'lerin Amerika’sının dev buzdolapları, büyük arabalar, banliyö evleri ve ilk fast foodlarıyla nasıl dönüştüğünü anlatırken büyük bir keyif alıyor. Oysa biz, hâlâ otobüslerle ve çeşitli yağlarla uğraşıyorduk (Jeremy’ye Amerikalıların bizden bile daha şişman olduğunu hatırlatarak bu başlangıç avantajının övünülecek bir şey olmadığını belirtiyorum).
Tariflerimizi bulmak ise kolay olmadı: Konserve somon sandviçleri, buharlaştırılmış sütle yapılan konserve meyveler ve jambon salatası gibi klasik 1950’ler yemekleri araştırıyoruz. Jeremy bir kutu tütsülenmiş balık kızartıldığında ise adeta evden kaçtım. Ancak sonra, Jeremy, Büyükbaba Joe’nun Instagram hesabını keşfetti.
Büyükbaba Joe, 91 yaşında ve eski bir askeri polis. 1950’lerin İngiliz yemeklerini, muhteşem Brummie aksanıyla, çoğu zaman kızı da yanındayken yorumluyor. Joe’nun en meşhur yemekleri arasında konserve dana eti haşlaması ve çeşitli yağlarla yapılan her türlü kızartma bulunuyor. Jeremy, ilk olarak Joe’nun tuzlanmış dana eti haşlamasını yapmaya karar veriyor.
Bu tarif, patates ve soğanların bolca yağ ile başlatılması ve üzerine bolca karabiber eklenmesiyle hazırlanıyor. Başlangıçta burun kıvıran biri olarak, denemek istemiyorum ama sonunda bir çatal alıp tadıyorum ve oldukça lezzetli. Biraz tuzlu olsa da özellikle kahverengi sos ile harika bir tat alıyor. Bu haşlama birkaç gün boyunca yeterli oluyor.
Diğer günlerde yemekler çok basit: Beyaz ekmek üzerinde peynirli sandviçler, salatalar ve pazar günleri yapılan klasik rosto dana eti. Patates ve lahana eşliğinde baharatlar olmadan yenen bu yemekler, herhangi bir süslemeye izin verilmeden hazırlanıyor. Cuma günleri ise, balık-patates kızartması, sanki Noel günüymüş gibi büyük bir keyifle tüketiliyor.
GÜRÜLTÜLÜ VE AMANSIZ ÇEVRİMİÇİ DÜNYADAN UZAKLAŞMAK BANA BÜYÜK BİR ZEVK VERDİ’
Boş zamanlarını 1950’lerde internetsiz geçiren babama, o dönemde neler yaptığını sorduğumda, “Evimizin bodrumunda, tahta levhalardan yapılmış bir masa tenisi masamız vardı. Çok güzel turnuvalar yapardık. Top genellikle de tuhaf yönlere uçardı” dedi. Bunun dışında, babamın ana eğlencesi radyoydu; “Odama çıkar, yatağa girer ve Journey Into Space ya da The Goons dinlerdim. Bir randevu gibiydi; hiçbir bölümünü kaçırmazdım” dedi.
Birçok İngiliz ailesi gibi, babam ve büyükannem de televizyonlarını ancak Haziran 1953’teki taç giyme törenine yetiştirebildiler. Bugün televizyon izlemesem de yine de bir dizi izleyememek beni can sıkıcı bir şekilde rahatsız etti. Ancak e-postayı kullanmaya devam etme şartım vardı, çünkü yoksa işimi yapmam imkânsız olurdu.
Bunun dışında, cep telefonumu, özellikle Google'ı, mümkün olduğunca sınırlı kullanmaya yemin ettim. Telefonumdan sıkça bir şeyler aradığımı, bu deneyim sırasında fark ettim. Hava ne kadar soğuk olacak? O dükkân saat kaçta açılıyor? O aktris daha önce nerelerdeydi? Gibi onlarca soru soruyormuşum…
Bu süreçte büyük eğlencelerim olmadı. Genelde Jeremy ve ben mahallede, alacakaranlıkta yürüyüşler yaptık. Bu dönemde, metroda Londra’nın merkezine giderken yanımda götürdüğüm iki romanı bitirdim. En son ne zaman böyle bir şey yaptığımı hatırlamıyorum, ancak bu iki hafta, bana, gürültülü ve amansız çevrimiçi dünyadan uzaklaşarak büyük bir zevk verdi.
15 GÜNÜN ARDINDAN…
1950'ler tarzı bir yaşamaya devam etseydim, kilo verme eğilimimin daha da devam edeceğinden şüphem yok. Bacaklarım ve kollarım, tüm taşıma, yıkama ve sürükleme işlerinden sonra kesinlikle daha güçlü hissediyor.
Ayrıca fark ettiğim bir başka şey de daha iyi uyuyor olmam: Gece boyunca en az bir kez uyanıyorum. Bu, yatmadan önce ekranlardan uzak kalmam ve iyi bir kitabın uyku verici etkisiyle ilgili olabilir. Belki de en güzel şey, çevremdeki insanlara daha fazla değer vermem; yerel esnaf, yanımdan geçerken gülümsediğim komşular, barda oturan yerliler.
Meğer başlarımızı öne eğip sürekli telefonlarımıza gömülerek dolaşırken, ne kadar zaman ve hayat kaybetmişiz… Kabul ediyorum, hayat 1950’lerde daha zordu ama en azından ebeveynlerimiz yanımızdaydı ve tadını çıkaracak kadar yakındılar.