Temel bir gün şifre çözücü olmuş...

15 Aralık 2011

Bir filmin esas oğlanı Temel olursa elbette o filmin tüm oyuncularının hatta yönetmeninin bile Karadenizli olması gerekir. Sakın “Zor” demeyin, gayet mümkün. Zaten Karadeniz mantığında “olmaz” diye bir şey yoktur malumunuz, sadece “nasıl oldurulur” vardır. medya dünyasından tanıdığımız Adem Kılıç, bunu başardı ve “Sümela’nın Şifresi” filminde sadece Karadeniz’in değil Türkiye’nin de en ünlü hayal kahramanlarından birini ete kemiğe bürüdü. Zaman zaman salaklığa varan saflığı, çalışkanlığı ama en önemlisi en simetrik düşünceyi bile asimetrik hale getiren mantığı ile Temel’i ete-kemiğe bürüdü. Hem de tüm oyuncularının Karadenizli olduğu bir projeyle. Böylece taklit edile edile orijinalliğini yitiren Karadeniz aksanına saygı duruşunda bulunan, görkemli bir oyuncu kadrosunun ve kahkahanın eksik olmadığı bir film çıkarmış karşımıza. Filmine ve içeriğine uygun olarak galasını da Trabzon’da yapan Kılıç ile Karadeniz’in temposuna uygun hızlı bir röportaj yaptık. Bu arada hatırlatmak isterim kendisi de Trabzonlu. Katkım olur mu bilmiyorum bilemem, ben de Karadenizli’yim ama batısından...* Neden Temel filmi?30-35 yıllık bir medya maceram var. Ve meslek hayatım boyunca hep Karadenizlilik üzerine bir film yapmak istemiştim. Filmin konusu, içeriği ise, 2008’de bir tesadüf sonucu ortaya çıktı. * O tesadüf neydi?Bir Karadeniz ziyaretimde, asansörden iki heykel görmem. Baktım, baktım bir türlü çıkaramadım heykelleri. Sordum; bu iki heykel kimin? Bana “Nasıl tanımazsın onları, Fadime’yle Temel” dediler. Bu çok hoşuma gitti ve o zaman Temel ile ilgili bir film yapmak istediğimi anladım. Sonra başladım düşünmeye “Bunu en iyi kim yazar?” diye düşünmeye başladım. Yılmaz Okumuş’u çok severim, aklıma o geldi. konuştuk ve yarım saat içinde hemen anlaştık. * Filmdeki herkes Karadenizli? Neden?Bölgecilik yapmak gibi bir amacım yoktu. Oyuncu seçimi sırasında mecburen bölge insanlarına yöneldik. Çünkü her şeyde önce tipler bunu gerektiriyor. Ama imam karakteri için daha başından Salih Kalyon demiştim. Kafamdaki kişilik oydu. Ama Temel seçimi çok zor oldu. Çünkü herkesin bir Temel’i var. Türkiye nüfusu neyse, bu ülkedeki Temel imgesi de o kadardı. O bizim en tanınmış hayali kahramanımız ve onu ete-kemiğe bürümek bu yüzden çok zor ve riskliydi. Yanlış bir seçim pek çok kişinin kafasındaki Temel’le uyuşmayabilirdi. Alper’i (Kul) tanıyordum. Özellikle onun “Mağara Adamı”ndaki performansını çok beğenmiştim. Ayrıca Alper profilden Temel’e de benzer. Bunun üzerine ona teklif ettim.* Filmde Karadeniz şivesinin de önemli bir rolü var. Dil bu filmde neredeyse başlı başına bir karakter. Oyuncularınız Karadenizli ama yine de özel bir çalışma yapma ihtiyacı duydunuz mu? Elbette. Çünkü, mesela Alper Trabzonlu ama İstanbul’da büyümüş, ABD’de okumuştu. Bu yüzden uzun süre okuma çalışmaları yaptık ki, burada da bize Salih Kalyon çok yardımcı oldu. Zira Salih Kalyon Karadeniz şivesini çok iyi bilir ve harika konuşur. Bizi gülmekten kırıp geçirir. Bize o çok yardımcı oldu. * Senaryonun yazımı, filmin çekimleri sırasında çok güldünüz mü?Güldük, gülmez miyiz. Uçakta gelirken de güldük. Salih Kalyon kırıp geçirdi hepimizi. Çünkü çok orijinal bir film oldu. Siz yolda giderken mesaj çeken, bu yüzden de elektrik direğine çarpan bir adama gülmüz misiniz? Gülersiniz çünkü Temellik yapmıştır. Ya da “Kirpiler nasıl öpüşüyor babacığım” diye soran Fadime’ye “gayet dikkatli” diyen Temel’e... Ben gülerim. * Peki bu nasıl bir düşünce sistemidir Adem Bey? Çünkü Karadeniz insanı bunları fıkra olsun diye söylemiyor, sonra fıkralaşıyor... Hızlı düşünen ve çözüme odaklanan bir düşünce sistemi bu. Ama bahsettiğim çözüme yönelik düşünceyi yine bir örnekle anlatayım: Dikkat bu bir fıkra değildir, gerçektir. Davut’un oğlu olmuş adını Oğuz koymuş. Sormuşlar “Niye Oğuz” diye; “Buralarda hiç Oğuz ismi yok.” O da “var” demiş, “Eeee hani” demişler, düşünmüş, düşünmüş. Çözümsüz kalmak istemiyor ya; “Var Kuran’da” demiş. “Neresinde” diye sormuşlar; o da başlamış “Oğuz’u billahimi şeytaniraccim...”

Devamını Oku

Van"a giden yol

1 Aralık 2011

Emine haftada bir evimi, güzel yuvamı temizliyor. Siliyor, süpürüyor, ovuyor, dağınıklığını topluyor... Bir çocukla ilgilenir, onu yetiştirir gibi ilgileniyor evimle... Bunu öyle güzel yapıyor ki, onun geldiği gün evim yani içinde yaşadığım dünyam tıpkı onun güleryüzü gibi ışıldıyor.Bu yüzden Emine sadece arkadaşım değil bana ilham veren biri... Kızını yetiştirme biçimi, ona kitaplar götürmesi hatta benimle çalışmak isteme nedeni beni hem şaşırtır hem de kendisine hayran bırakır. Çünkü şöyle demişti ilk geldiğinde; "Benim bir kızım var, eviniz kitap dolu, eminim sizden onun için çok şey öğreneceğim." Bu sözleri karşısında kalakalmıştım. Sonra bir gün kütüphanelere, cezaevlerine göndermek için ayırdığım kitaplardan kendisine kitap ayırırken anlatmaya başladı. "Okumayı çok istedim ama imkanlar elvermediği için okuyamadım. Köyde Kuran kursu vardı, ona yazıldım, birinci olunca imam bana bir kitap hediye etti. İşte o kitabı defalarca okudum. Annem dağa koyunları gütmem için gönderdiğinde ben kitap okurdum. Aslında eve giren tüm gazeteleri bile satır satır okurdum. Ne yazık ki doğru dürüst kitap göremeden büyüdüm." Size küçük bir soru; medeniyet nedir? İnsan nedir? İnsanın ihtiyaçları nedir? Bu sorular bana hep II. Dünya Savaşı sırasında Hitler tarafından bombalanan Holland House Kütüphanesi"ni hatırlatır. Yanmış, yıkılmış kütüphanede, o enkazın içinde raflarda sağlam kalmış kitapları okuyan adamların görüntüsünü. Onların o enkaz içinde kitaplarda bir "çare", umut arayan görüntüleri şu sorularıma yanıt vermiştir: Açlık sadece gıdaya mıdır? İnsan sadece soğuktan mı üşür? Emine"nin hikayesi, günlerdir aklımdan çıkmayan Holland House Kütüphanesi"nin yanmış, yıkılmış fotoğraf karesi ile birleşince bir fikrimi yüksek sesle söyleyebilme cesareti verdi bana: "Van için, üşüyen şehrimizin çocukları için kitap lazım değil mi?" Hele bundan iki yıl önce Van"a bir kitap etkinliği için gittiğimi hatırladıkça bu soruyu daha yüksek sesle söyleyebiliyorum. "Okuyan Gevaş"tı etkinliğin adı. Gevaş kaymakamı, "kitap pasaportları" icat etmişti. Kadınlara yönelik etkinlikte okunan sayfa sayısına göre kadınlara pasaport veriliyordu. Bu pasaportların anlamı da çamaşır makinesi ya da toplu taşıma araçlarınin ücretsiz kullanımıydı. Döndüğümde yazdığım habere şu başlığı atmıştım: "Bu köyde (Yuva Köyü) Raskolnikov, Tarkan"dan daha ünlü." Bu yüzden pazartesi günü bir VatanKitap kahvaltısı daha düzenledik. Ama bu kez sadece çocuk yayıncıları ve Vatan Gazetesi yöneticileri ile... Toplantıdan umutla çıktım. Harika bir sinerji yakalamıştık çünkü. Zira çocuk kitabı yayıncıları çocuklarla (hem de Türkiye"nin dört bir yanındaki çocuklarla) bire bir çalıştıkları için onların ihtiyaçlarını, davranış biçimlerini çok iyi biliyorlardı. Onların sözleri, deneyimleri de gösteriyordu ki doğru yoldayız. Konuştuk, konuştuk... Şimdi yol haritamızı çiziyoruz. Umarım Van"a kitaplarla döşeli bir yoldan gideceğiz. Hatta bu fikrimi açtığım Emine"nin söylediği gibi, kim bilir belki bir on yıl sonra bir iş adamı, yazar, esnaf ya da hemşire "Hayatını değiştirenin bir kitap olduğunu ve o kitabın deprem sonrasında bölgeye gelen kitaplardan olduğunu söyler." Kim bilir! Ahmet Ümit"ten maceralı bir imza günü!Ahmet Ümit’in öykülerinden oluşan "Başkomiser Nevzat"ın çizgi roman serisinin üçüncü kitabı "Davulcu Davut’u Kim Öldürdü?" çıktı. İstanbul’un en eski semtlerinden biri olan Kuzguncuk’ta geçen hikayede kilisenin önünde öldürülen Davulcu Davut’un katili aranıyor. İşte 11 Aralık günü saat 16.00"da Ahmet Ümit ve kitabın çizeri Aptülika, hikayenin geçtiği sahafta bir imza düzenleyecek. Dahası o gün Kuzguncuk sokaklarında kitabın kahramanları ile de karşılaşacaksınız. Adres: İcadiye Caddesi İnci Çayırlı Sokak 8 /A Kuzguncuk Üsküdar

Devamını Oku

Dersimiz; Dersim...

24 Kasım 2011

Açıkçası zor bir ders bu. Size geçer notu verecek olansa sadece bilginiz değil vicdanınız da. Ama bu öyle bir vicdan olabilir ki; bir yanını duyarken diğer yanına sağır kesilebilirsiniz. “Sophie’nin Seçimi” gibi korkunç bir noktaya bile varabilir. İşte böylesi zor bir ders Dersim. Bu nedenle bu konudaki yorumunuz büyük bir ahlâki ve akıl sınavı olacak. Ve ilk ders şu ana kadar öğrendiğiniz, duyduğunuz her şeyin bir spekülasyon olabileceği ön koşulunu kabul etmekle başlayacak. Bunu yapabilir misiniz? Oy verdiğiniz partinin söylediklerini ya da tavsiyeleri ile size rol modeliniz olmuş en sevdiğiniz öğretmeninizi sorgulayabilecek misiniz? Dahası yıllardır bükemediğiniz eli öpmüş olmanın çaresizliği ile yüzleşebilecek misiniz? Dahası bu çaresizliği itirafınızın başka bir bileğe güç katacağı gerçeği ile de... Zor bir ders Dersim. Herkesin ve her şeyin hatta kişinin kendi iç sesinin bile kutuplaştığı bir coğrafyada tarihin en çirkin olaylarından biriyle yüzleşirken; “Herkes biraz susun, önce ödevime çalışmak istiyorum” diyebilecek misiniz? Bu cesarete ama en önemlisi bu vicdan özgürlüğüne sahip misiniz? Değilseniz, günlük siyasi tartışmalar içinde siz kararınızı çoktan vermişsiniz demektir ki, kendinizi yorup bu ve benzeri yazıları okumanıza da gerek yok. Ama biliyorum... Bazılarının içi rahat değil. Onlar öğrenmek istiyor. Çünkü biliyorlar ki, tarihteki büyük olaylar, katliamlar birer travmadır ve bilinçaltına itildikçe daha da derinleşir. Bir süre sonra sadece mağdurunu değil tanığını da ele geçirmeye başlar. Elbette itiraf kolay değil. Tarih büyük bir kurgudur ve herkes kendi hikâyesi üst kurgu olsun ister. Ve bu hikâye sanıldığı gibi yaşanan değil, anlatılmak istenendir. Biraz gerçek, biraz da (en masum tanımıyla) abartıdır. Ya da bir kısmı nedense hiç anlatılmaz, unutuluverir. Bu yüzden gerçeği görmek için hikâyelerin toplamına bakmak gerekir. Onların genel hatları bize ne olduğunu söyleyecek, satır aralarına sıkışmış ayrıntılar da vicdanlarımıza seslenecektir. Yoksa ortaya çıkacak olan bu kez de sırlarla dolu kutuplaşmış iki tuhaf tarih olacaktır...Dersim kitapları * Dersim Harekatı ve Cumhuriyet Bürokrasisi 1936-1950/Derleyen: Tuba Akekmekçi, Muazzez Pervan/Tarih Vakfı Tunceli milletvekili Necmeddin Sahir Sılan’ın talebi üzerine çoğu, yerel yöneticiler tarafından kaleme alınan raporlardan oluşan kitapta Dersim/Tunceli sorunu da var. Birincil kaynak özelliği taşıyan bu raporlar, Dersim “harekâtı” öncesi ve sonrasında yaşananların boyutlarını gösteriyor.* Dersim Kürt Tedibi 1937-1938/Yazar Mahmut Akyürekli/KitapYayınevi Kitap raporlardan, arşiv çalışmalarından, döneme dair Meclis tutanakları ve olayları yaşayanların sözlü tanıklıklarını içeriyor. * Dağların Kayıp Anahtarı: Dersim 1938 Anlatıları/Cemal Taş/İletişim Yayınları “Sözlü tarih çalışması” niteliği taşıyan “Dağların Kayıp Anahtarı” insan öykülerinden ve dramlarından oluşuyor. * Ma Sekerdo Kardaş - N’etmişiz Kardaş: Dersim 38 Tanıklıkları/İlhami Algör/Doğan Kitap “Ma Sekerdo Kardaş?” Surbahan’dan sürülen birkaç ailenin hafızasından hareketle 1938-48 aralığına bakıyor. “Dersim’de 1938’de ne oldu, neden oldu, nasıl oldu?” sorularına değil, “Sonra ne oldu?” sorusuna cevap arıyor. * Herkesin Bildiği Sır: Dersim/ Der: Şükrü Aslan/İletişim Yayınları Kitap Tunceli’de büyüyenlerin hikayelerinden oluşuyor. Bir gay niye erkek sevgiliden gocunsun?Aşağıdaki alıntı Ayşe Kulin’in son kitabı “Gizli Anlar Yolcusu“ndan. Kitapta benzer çok cümle var. Gay aşkı konu alan bir romanın kahramanı niye gaylikten gocunur? Bu bakış açısını bir türlü çözemedim, belki siz yardım edersiniz: “Mutlaka, buluşabileceğimiz bir evimiz olmalıydı. Oysa evli erkeklerin bir garsoniyer tutmaları hayat boyu ne kadar da itici gelmişti bana. Ne küçük düşürücü, ne utanç vericiydi. Oysa şimdi tam da bunu yapmak üzereydim. Acınacak haldeydim, ikiyüzlülük ancak bu kadar olabilirdi. Sevgilim vardı, üstelik erkekti ama ben bundan gocunmazken, garsoniyer tutmaya utanıyordum!”

Devamını Oku

Benim yorumum!

11 Kasım 2011

Uzun bir yol yürüdünüz, umutlandınız, coştunuz, hüzünlendiniz... Ve artık yolun sonu görünüyor. Bir zaman sonra her şey bitecek; ışıklar kararacak. Evet; yorumlarınızı alalım, "Hayatınıza dair neler söylemek istersiniz?" Önce kazançlarınızdan başlayalım, diyeceğim ama eminim önce pişmanlıklarınız gelecek aklınıza. Yazık! Keşke ardından koştuğunuz hayallerinizden bahsedebilseydiniz. Yolda görüp peşine düştüğünüz o güzel kadından ya da adamdan. Veya o çılgın gününüzden... Hani, iş yerinin en sıkıcı, herkesin gözünüze bir robot gibi göründüğü o andan... Çantanızı alıp gidişinizden... Ayakkabılarınız elinizde çimlere basa basa yürüdüğünüz o günden bahsedelim, ister misiniz? Ama siz bunları sadece hayal edebildiğinizden hatta bir süre sonra hayal etmeyi bile unuttuğunuzdan mı bahsedeceksiniz bana. Yapmayın, yazık etmeyin kendinize. Kesin artık hüzünlenmeyi, ışıklara küsmeyi. Hadi şimdi bir ustadan, bir bilenden tavsiye alalım. Bize güzel güzel anlatsın hayatın nasıl yaşanması ya da yaşanan bir hayatın nasıl yorumlanması gerektiğini. Elçimiz Frank Sinatra olsun; "My Way" desin bize. Kimseye hesap vermeden yaşadım ve her yaptığımın arkasındayım. Yaşadım ve şimdi yolun sonundayım ve hiç pişman değilim desin... Bize hayatın bir üslup, bir yorum olduğunu anlatsın. Ne kadar yaşadığımızın değil nasıl yaşadığımızın önemli olduğu... Hatta nasıl yaşadığımızın bile değil nasıl yorumladığımızın... "Benim üslubum, benim tarzım" desin veya "benim yorumum.” Hayat da tıpkı bir şarkı gibidir, herkesin yorumu farklıdır desin ve ben kendi yorumunun buldum!" Şöyle desin; "Hayatı dolu dolu yaşadım/ Her anayolu baştan sona dolaştım/ Ve dahası, çok daha fazlası/ Hepsini keyfimce yaptım!/ Pişmanlık mı? Var elbette biraz/ Ama sözü edilmeyecek kadar az!/ Hep yapmam gerekeni yaptım/ Ve hepsini istisnasız yaptım." Efsane şarkıyı aslında Paul Anka yazdıŞayet, günlük hayatın bireyi sıradanlaştıran ritmi içinde kendi sesinizi, yorumunuzu kaybettiyseniz veya unuttuysanız bu yüzden, müzik tarihinin bu görkemli şarkısını bizzat yaratıcısından Paul Anka"dan dinlemenizi öneririm. Zira Paul Anka Avrupa turnesi kapsamında pazartesi İstanbul"da. Not: Herkes bu şarkıyı, Frank Sinatra"nın sanır. Oysa Paul Anka"nındır. Ama karıştırılması da çok doğal. Çünkü Anka, bu şarkıyı "Ben Frank Sinatra olsam nasıl bir şarkı yazardım" diye yazar. Hikâye şudur: Florida, yıl 1969"dur. Frank Sinatra "Bu işten sıkıldım artık, gidiyorum" der. O gittikten sonra da Anka ilk cümleyi yazar; "Ve artık sonum çok yakın." Böylece 75 hafta boyunca ilk 40"dan aşağı inmeyen, İngiltere"de cenaze törenlerinde en çok çalınan, dahası müzik tarihinin gelmiş geçmiş en ünlü şarkılarından biri ortaya çıkar. İnsan hiçbir zaman ayrıntıların tadına varamaz"Birden, kırlarda bir yürüyüş, ömrü yaşayıp bitirmenin bir özeti gibi geldi ona. İnsan hiçbir zaman ayrıntıların tadına varamaz, her seferinde, başka bir gün derdi ama aslında her günün biricik olduğunu, son olduğunu, hiçbir zaman geriye dönüş olmadığını, bir başka sefer diye bir şey olmadığını gizlice bilirdi." (Esirgeyen Gökyüzü/ Paul Bowles. Bernardo Bertolucci tarafından "Çölde Çay" adıyla sinema uyarlandı.)

Devamını Oku

Ben bencilliğin bittiği noktayım

3 Kasım 2011

Siz hiç yaşamak istediğiniz için utandınız mı? Ben utandım. Çünkü ben de 60 bin kişi gibi organ bekliyordum. "Yaşamak istiyorum" diyemiyordum çünkü yaşamam bir başkasının ölüm haberi demekti. Bu yüzden diğer pek çok organ bekleyen gibi derin bir suskunluğa sığındım. Sessiz çığlıkların uğuldadığı bir dünyaydı burası. Uyandığımda ters çevrilmiş bir kum saati ile karşılaştığım... Yediklerim, içtiklerim hep sınırlıydı. Gün aşırı en fazla iki litre sıvı alabilirdim. Suyun adı artık su değildi, çorbanın, dondurmanın da... Biz onlara "sıvı" diyorduk. Portakal suyu bir hayal, kurufasulyeyi kaçırmak ciddi bir tehlikeydi. Aslına bakarsanız her yemek sanki bir intihar girişimiydi... Hep derim; "Sahra"dan daha büyük bir çöl biliyorum ve ben oradan geldim." Orada 60 bin arkadaşım var ve sayıları her geçen gün artıyor. Ben böbrek nakilliyim. İnsanlar hastalıklarını söylemez, utanır. Hastalıklar bir zayıflık, yara olarak görülür. Çünkü kapitalizm zayıflara yaşama şansı tanımayı pek sevmez; uğraşamaz, üşenir, daralır, bunalır, içine fenalık gelir... Her ne kadar iki yüzlü ahlak anlayışı ile aksini iddia etmeye çalışsa da öyledir, sakın ona inanmayın, umursamayın da... Ben umursamıyorum. Aksine böbrek nakilli, organ nakilli olduğum için gurur duyuyorum. Çünkü ben bir insanın en acılı anında, bir başkasının yaşamını düşünebilmesinin sonucuyum. Ben insanlığın, en güzel, en vefalı, en erdemli mucizelerindenim. Bir insan için en acı an, bir yakınını hele evladını kaybettiği andır. İşte organ bağışı, onun bu en acılı anında bir başkasının çocuğunu umursayabilmesidir. Şimdi bir dakika durun ve düşünün; siz bu kadar erdemli misiniz? Bana sakın organ mafyasından, şehir efsanelerinden bahsetmeyin. Türkiye"de organları çalınmış tek ceset yoktur. Ne emniyete yansımıştır böyle bir bilgi, ne de basına. Kaldı ki, bu işlem sıkı bir cerrahi bilgi gerektirir, buna sahip cerrahlar da Türkiye"nin yüz akıdır. Hayat zor, acımasız, adaletsiz... Dünyanın doğusu, yıllardır savaşıyor ve daha da savaşacak. Kan hiç durmuyor. İnsan hayatı birer istatistik rakama kadar inmiş. Adaletten bahsetmek saflık hatta salaklık olarak tanımlanıyor. Bazen umudumu yitirecek gibi oluyorum... Edebiyat, müzik... Sanatın her türü ağrılarımı dindiremez oluyor. Ama sonra aynaya bakıyorum ve gülümsüyorum. Umutlanıyorum çünkü ben organ nakilliyim. Bir başkasının en acılı anında bile başkasını düşünebilmesinin sonucuyum. Ben bencilliğin bittiği noktayım. Lütfen, organlarınızı bağışlayın. Emin olun, hastalanmış ahlak yapımızda büyük bir iyileşme olacak...(Yazıyı okuyanlardan küçük bir rica: Böbreği ile yaşadığım Aykut için dua eder ya da iyi dileklerde bulunursanız, beni çok mutlu edersiniz.) Destek verenlere teşekkürlerOrgan bağışı ve nakline verdiği destekten ötürü Sunay Akın"a binlerce teşekkür... Daha önce İzmir"de de organ bağışı için bir gösteri düzenleyen Sunay, bu kez bu görev için Medical Park Göztepe Hastanesi"nde sahne aldı. Sunay"ın izleyenleri uygarlık tarihinde bir yolculuğa çıkarttığı "Söz Gösterisi"nin düzenlenmesine destek veren Medical Park Göztepe Hastanesi Organ Nakli Merkezi Başkanı Doç. Dr. Serdar Kaçar"a, Prof. Dr. Alp Gürkan"a, Süleyman Tilif"e de çok teşekkürler ve selamlar...

Devamını Oku

Orada kimse var mı?

27 Ekim 2011

Ahmet Telli"nin asla aklımdan çıkmayan bir dizesi vardır. Şöyle der şair; "Üşür ve yalnızlığına sığınır." Kağıt kesiği bir dizedir bu. Şairin görkemli, isyankar dizeleri arasında belki gölgede kalmıştır ama fark edenin içine işler, en derinlerde bir yere inmek ister gibi sızlar durur... Van depremi sonrasında tüm olup bitene bakarken işte bu dize geldi ve aklıma, vicdanıma oturdu. Çıkmıyor. Çıkartamıyorum da. Göçük altında kalan birinin kendi idrarını içmesi, bir annenin bebeğini tükürüğü ile beslemesi, küçücük bir bedenin kendine sarılıp ısınmaya çalışması... Tüm bu haberler, yaşananlar hepsi bu diziye çıkıyor; "Üşür ve yalnızlığına sığınır." Biliyorum ki, hayat tek başına yürünen bir yol. Ölüm karşısında hepimiz tekiz. Ama bu yolda güzel yoldaşlarımız olabilir, yalnızlığımızı bastırmak için söylediğimiz şarkılara eşlik eden... Yürüdüğümüz yolu güzel kokulu çiçekler kaplayabilir... Altında yürüdüğümüz gökyüzünde de türlü türlü kuşlar kanat çırpabilir, bize korkularımızı unutturmasa da tatlı bir tebessüm ettiren... İşte o zaman şairin dizesi ısınır ve bir teselli bulabiliriz. Ama yürüdüğümüz yol, bizim gibi toplumlarda ne yazık ki çoğunlukla çamurla kaplıdır... Dahası yürürken bizi karanlık gölgeler takip eder. Hiçbir kuruma, kişiye güvenemediğimiz bir yolculuktur. Çünkü güvendiklerimiz de en az bizim kadar aciz ve çaresizdir. O zaman üşürüz, hem de iliklerimize kadar ve sığınacak tek kucak yine kendimiz, kendi yalnızlığımız olur. Hastalıklar, afetlerde bu yalnızlık yüzümüze çarpan ayaz gibidir. İnsanı iliklerine kadar üşütür. Ve üşüten yüreklerin sağır kesilmesidir. Oysa bir tekses, sadece bir tek ses bu soğuk havayı bir anda ısıtır: "Orada kimse var mı?" Bu yüzden, Van depremi sonrasında "hayat devam ediyor" demek bal gibi de bir duyarsızlık. Evet, hayat hep devam eder. Zaten hayat denen şey tüm yaşananların toplamı daha doğrusu toplamından daha öte bir şey değil mi? Ama hiçbir felaket olmamış gibi davranmak... "Hayat devam ediyor" sözüne sığınmak... Bu nasıl bir körlük ya da gerçeklik hissinin yitirildiği bir deliliktir? Oysa acılarımıza gülümseyebilmek kadar yas tutabilmek de bir erdemdir ve her erdem gibi insanı güçlendirir. Acılar kişisel ve toplumsal tarihimizdir hem de asla unutulmaması gereken. Aksi halde, bir sonraki depremde de incecik ve bir türlü kurulamayan çadırlar, dağıtılamayan erzak, açlık, sefalet bekliyor olacak bizi... Ve çaresiz, yine şairin dizesine sığınacağız; "Üşür ve yalnızlığına sığınır."Can Dündar’dan yeni bir kitap....Can Dündar Türkiye"nin en ünlü baba-oğullarından, İsmet İnönü ve Erdal İnönü’nün mektuplaşmalarını "Canım Erdalım Sevgili Babacığım" adıyla kitaplaştırdı. 1947’de, Amerika’ya fizik okumaya giden Erdal İnönü’nün, babasına daha uçaktayken yazdığı mektupla başlayıp, 1952 tarihli dönüş yolunda yazdığı mektubuyla son bulan kitap, Türk siyasetine yön vermiş iki büyük ismin paylaşımlarını ortaya koyuyor. Bir Cumhurbaşkanı ile bilim adamı olmaya hazırlanan oğlunun dünyalarını anlatan mektuplar, aynı zamanda Türkiye tarihini değiştiren beş yıla da ışık tutuyor. Döneme ait belgeleri, gazeteleri, kartpostalları ve fotoğrafları da bir araya getiren Can Dündar, bu tarihi mektuplara, belgesellerinden alışkın olduğumuz o büyülü zenginliği katıyor.Canım Erdalım Sevgili Babacığım/ Can Dündar/ Can Yayınları

Devamını Oku

Orhan Pamuk’un temel içgüdüsü

20 Ekim 2011

İspanyol gazeteci Xavi Ayen hemen her kültür-sanat gazetecisinin hayalini gerçekleştirmiş ve 16 Nobelli yazarla yaptığı röportajlardan harika bir kitap yapmış: “Nobel’den de Öte.” Ayen’in arkadaşı Kim Mansrea‘nın fotoğrafladığı bu röportajlarda yazarların anlattıkları kadar hikayeleri de çok ilginç. Mesela gitmekte en zorlandıkları yer Nijerya olmuş. Nadine Gordimer’i görmek için yapılan bu yolculukta Ayen ve Gordimer, üç farklı gerilla grubunu geçerek ulaşmışlar yazara. Yani Batılılar’ın fidye için kaçırılmasının son derece doğal olduğu bir yolculuk sonrasında... Bu yüzden polis Nijerya’ya “edebi bir söyleşi” için gelen bu ikiliye inanmakta çok zorlanmış. Ama kitabın hazırlanma süreci elbetteki sadece zorluklarla sınırlı kalmamış. Hele bir Dario Fo ile Roma seyahati var ki, değmeyin keyiflerine... G. G. Marquez’in, Günter Grass’ın Imre Kertez’in, Jose Saramago’nun, Toni Morison’un röportajlarının yer aldığı kitapta Nobelli Türk yazar Orhan Pamuk da var. Nobel konuşmasını siyasetten uzak bir mecrada, yazı-yazarlık ve roman üzerine kuran Pamuk’la yapılan röportajın ana eksinini ise, onun “temel güdüsünün” aksine Türkiye ve Türkiye siyaseti oluşturmuş... Ayen’e AB ile Türkiye arasındaki davada bir silah gibi kullanıldığını söyleyen Pamuk’un röportajını okurken bu yüzden çok üzüldüm. Ve dedim ki, “Ne hazin ki, bir tek söz bir yazarın hem de Nobel ödülü alacak kadar güçlü bir yazarın edebiyatının önüne geçiyor.” Ne yazık ki, Orhan Pamuk’a, kitaptan alıntıladığım şu sözlerine rağmen, hep siyaset sorulacak: “Bazı yayın organları bu işe uygun entelektüel birinin varlığını arzuluyorlardı ama doğrusunu söylemek gerekirse o kişi ben değilim. Yalnız söylediğim hiçbir şeyden pişmanlık duymadığıma dikkatinizi çekerim. Polemikler neredeyse her zaman sizin gibi bir gazetecinin bana sorular sorması ve benim bu sorulara dürüst ve safça cevaplar vermeye çalışmamın sonucunda ortaya çıkıyor. Temel güdülerim siyasi değil edebi.”İlaçların patentine dikkat edin!Geçen hafta biyoteknoloji kullanılarak üretilen, taklidi mümkün olmayan ilaçlarla ilgili bilgilenmek için Basel’deydim. Biyobenzerlerinin üretildiği iddiasıyla taklitleri üretilen bu ilaçlara karşı Dünya Sağlık Örgütü alarm vermişti. Oradaydım çünkü bu ilaçlardan birini de, (böbrek reddine karşı) ben kullanıyorum. Dinledim, öğrendim, kısaca söylemek isterim: Kullandığınız ilacın patentine dikkat edin ve her kim bu kompleks, akıllı ilaçların aynısını ürettiğini iddia ederse de ona inanmayın.

Devamını Oku

Sizin de yazarların da 140 karakteri var

13 Ekim 2011

Twitter, demokratik bir platform. Çünkü burada herkes eşit... Şöyle ki, kendini ifade etmek için Kevin Spacey"nin de elinde 140 karakter var, sizin de... Ünlü birinin yazdığı tweet"e yanıt vermeniz, ona katılmanız hatta itiraz etmeniz içinse sadece bir fikrinizin olması yeterli. Çünkü burada "Sen de kimsin?" yok. Gerçek hayattaki sıfatlar, ilişkiler her ne kadar bu platformu etkilese hatta yönlendirse de, bir şekilde her söz bir fırsat eşitliğine sahip. Bu açıdan twitter"ı seviyorum. Ama twitter"ı en çok yazarları, şairleri, yazı adamlarını izlerken seviyorum. Çünkü onların tarzı bence twitter"ın ruhuna en uygun olanı. Mesela "tweet atmak" deyiminin en çok onların tweet’lerine yakıştığını düşünüyorum. Çünkü burada onlar adeta birer kovboya dönüşüyor. Ellerinde kısıtlı mermileri ile kasaba meydanına çıkan ustalara... Tek harfi bile ziyan etmeden hedefini on ikiden vuran sonra çekip giden kovboylara... Bu yüzden; onların uykularımızı kaçıracak kadar güçlü 140 karaktere sığan sözlerini okurken "İşte yazının, harflerin gücü bu!" diyebiliyorum. Mesela bana bu yazıyı yazdıran Mehmet Eroğlu"nun tweet"leri gibi... Her biri aforizma niteliğinde olan Eroğlu"nu takip etmek büyük bir zevk... Çünkü her tweet"i not alınması gereken türden... Kıssadan hisse: Twitter iyidir ama bu iyilik elbette kimi takip ettiğinize ve ne yazdığınıza göre değişir. (Bu arada beni Twitter’dan takip etmek isteyenler @buketasci kullanıcı adından bana ulaşabilirler.)İşte size twitter"daki bazı yazarlardan örneklerMehmet Eroğlu (@MehmetEroglu_) : Aşk ve cinsellik aynı yöne ilerler. İkisini ayrı görenlere hatırlatırım. İnsan yürüyüşü taklit etmek isteyince tekerleği icat etti.Elif Şafak (@Elif_Safak): Bu daimi yalnızlığı azaltır; bir başka alemin kapılarını aralar, mevcut dünyanın içinde saklı bir öte boyut. O yüzden, kelimeler büyülüdür. (Romanlarını önce İngilizce yazan sonrasında Türkçe’ye çevrilirken yardımcı olan Elif Şafak, tweet’lerini önce Türkçe, sonra İngilizce yazıyor.)Ahmet Tulgar(@ahmettulgarr) : Türkiye"den Türkçe’ye sığınmış biriyim ben. Burası iyi. (Twitter"ın en aktiflerinden biri... Edebiyat, siyaset ve gazetecilik konusunda zeki ve mizahi üslubuyla yazdığı tweet"leri zevkle takip ediliyor.) Buket Uzuner(@BuketUzuner): Çoğunluğun bomboş takıldığı 1 okyanusta BİZ azınlık olsak da GDO"lu gıda istemediğimizi tartışıyor olmamız bile BİR UMUT: BU ülke&dünyan için! (Twitter"da oldukça aktif olan Buket Uzuner, edebiyat ve gündeme dair tweet"leriyle dikkat çekiyor.)Ayfer Tunç(@parantezici): İnsanoğlunun insanlığı toptan imha etmeye muktedir bir varlık olduğunu hissetmek korkunç. Acaba gezegenini de toptan imhaya muktedir mi? Yekta Kopan(@yektakopan): Huzursuz ruh çalışmaya devam ediyor. Tuna Kiremitçi (@tunaloji): Meşhurları çekiştirmek, meşru müdafaadır. (Twitter"a farklı isimlerde birkaç kere giren Tuna Kiremitçi"nin takipçi sayısı oldukça fazla...)Alper Canıgüz (@alpercaniguz): Dindar politikacıların en büyük problemi şu galiba: Halk tarafından seçilince, aslında tanrı tarafından seçildikleri zannına kapılıyorlar. (Alper Canıgüz, kitaplarında olduğu gibi tweet"lerinde de mizah öğesini kullanıyor.)Murat Menteş (@mentesmurat): Kimileri için göz çıkarmak, göz göze gelmekten kolay. (Murat Menteş, kitaplarında kullandığı absürt tarzı tweet"lerinde de devam ettiriyor.)Birhan Keskin (@birhankeskin): Rahmetli anneannem "dünya iyilerin yüzüsuyu hürmetine dönüyor" derdi. Dünya daha dönecekse yine onların iyiliği ile dönecek. Hakan Bıçakçı(@HakanBicakci): "Love Mark"ım Karl Marks. Emrah Serbes (@EmrahSerbes): kifayetsiz muhteris yine iyi, kifayetli muhteristen tırsacaksın. (Behzat Ç."nin yazarı olan Emrah Serbes, aktif bir twitter kullanıcısı olmasa da bir sözü olduğunda söyleyeceğini söyleyip gidiyor.)Şebnem İşigüzel(@Sebnemisiguzel): Toplu mezarları olan bir ülkede insan hakları, mağdur ve kayıplar konusunda ciddi uğraş veren insanlar var. Onları tanımalı, bilmeliyiz. Hamdi Koç(@Pendennis): Bank Asya Ligi"ne inelim filan küçük artistlik. Çık de ki artık Milli Takım"a FB"li futbolcu yok. Nasılsa devlet erkanı eski fitbolcu dolu. Cem Mumcu(@cemmumcu): Eksiği olmayan tamamlanabilir mi?

Devamını Oku