Kitabın adı: "İstanbul"un En Güzel Alkolsüz Lokantaları." Kitabın yazarı; Zaman Gazetesi"nin cuma ekinin gurme yazarı Salih Zengin. Kitabı ve adını görünce önce nasıl bir tepki vereceğimi bilemedim. Çünkü dış sesim; "Ne var yani "En Güzel Alkollü Restoranlar" diye kitap yok mu" diyor ama iç sesim buna rağmen huzursuz bir şekilde uğulduyordu. Sanki ülke gibi ikiye bölünmüştüm. Bana ait olan iki ses, iki kimlik birbirinden öyle uzaktı ki. İç sesim neden rahatsız oluyordu sanki! Ne yani, insanların inandığı gibi yaşamalarından, yemek yemelerinden daha doğal ne olabilirdi? Ama sonra lisede okul müdürümüz de olan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenimizin (kendisi İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü de yaptı) anlattığı bir anısı geldi. Ateist biri ile "farklı yaşam biçimlerinin birlikte yaşayabilmesi" üzerine yaptıkları bir sohbetti bu. Adam şöyle demişti, öğretmenimize; "Bir gün seni bara götürmek isterim." Öğretmenimiz de ona; "Tabii ki gelirim, bir şartla, sen de benimle cumaya gelirsen..." İlk bakışta ne kadar eşitlikçi ve empati içeren bir yaklaşım değil mi? Biz de öyle sanmıştık, taa ki öğretmenimiz o ateist kişi karşısında zekası ile övünene kadar. Şöyle diyordu: "Ben onunla bara giderim ne var ki, çünkü ben bara gitsem de içmeyebilirim ama o benimle cumaya gelince namaz kılmak zorunda. Ne yani herkes secdeye varırken ayakta mı duracak!" Bu anımı hatırlayınca anladım, "İstanbul"un En Güzel Alkolsüz Loktantaları" kitabının adının neden iç sesimi allak bullak ettiğini. Çünkü söz konusu; "En güzel alkollü mekanlar" gibi insana seçme şansı sunan bir kitap ve bakış açısı değildi. Sanki Hayrettin Karaman"ın "gettolaşalım" önerisinin pratik önerisiydi. Zaten kitabın basın bülteni de bunu doğruluyor ve şöyle diyordu: "İstanbul’un En Güzel Alkolsüz Lokantaları özellikle muhafazakâr kesim tarafından oldukça talep göreceğe benziyor. Çünkü insanların helal et, temizlik ve alkolsüz mekân konusunda hassasiyetlerine yanıt veriyor." Ne yazık ki, bir umut diyerek okuduğum bu iki cümle iç sesimin endişesini gidermek yerine daha da haklı çıkardı. Çünkü hem "Bu kitap laik, modern kesime hitap etmez" diyerek Türkiye"yi, bizleri, lokantaları ve hatta kitapları ayrıştırıyor hem de "Bu kitapta adı olmayan lokantalardaki yemekler helal değildir" diyordu. Yani bunca zaman dışarıda yemek yerken ya da ailemi, arkadaşlarımı yemeğe götürürken aslında günaha girmiş dahası onları da günaha sokmuştum. Açıkçası çok da incindim, içim ezildi. Birlikte yaşamak, aynı masaya oturmak bu kadar mı imkansız? Oysa Türkiye"de yemek birleştiricidir. Bayram sofraları, kadınların günleri, pazar kahvaltıları, iftar yemekleri gibi. Sonra bizim sofralarımız görkemlidir, zengindir. Bunun nedeni sofralarımızı donatan, farklı coğrafyalarda, farklı iklimlerde yetişen sebze ve yiyeceklerin bir araya gelmesi ile oluşan o olağanüstü yemeklerimiz de değildir sadece. Tüm farklılıklarımıza rağmen, Halil İbrahim Sofrası, diyerek birlikte yediğimiz lokmalardır. Tıpkı farklı lezzetlerin bir araya gelmesi ile oluşan görkemli ve zengin yemek kültürümüz gibi... Bence bu tür ayrımlara gitmek yerine, tüm yemek kitaplarını raftan indirip bir felsefe kitabı okur gibi okumamız gerek; bir yemeğin nasıl piştiğini, nasıl rayihasını saldığını, lezzet aldığını, farklı tatların birbiri içinde dans eder gibi hemhal olduğunu... Kısaca; bir cacıktan öğrenecek çok şeyimiz var!Dünya mutfağı sevenlereBu tür değişmelere rağmen yemeğin birleştirici gücünün kolay yitirileceğini sanmam. Çünkü artık mönüler "kısıtlanmayı değil dünyaya yayılmayı sevenlere" göre yapılıyor. Meksika mutfağı ile Türk mutfağını aynı mönüde görmemiz de bundan. İsteyen Türk, isteyen İtalyan takılıyor. Kimi yemeğin yanında (unutmayalım, bu bir doktor tavsiyesi de olabilir) bir kadeh şarabını yudumlarken isteyen de "helalinden" bir limonata içebiliyor. Dahası bu kişiler en samimi iki arkadaş da olabiliyor. Ne güzel değil mi? İşte bu tür dostluklarınız varsa, kendinizi bir dünya insanı olarak görüyorsanız, Beyoğlu Sineması"nın da bulunduğu Halep Pasajı"ndaki Cafe Krepen"i tavsiye ederim... Söylemeliyim, fajitası harika!"Bir Çerkez kızının Kafkaslar"dan saraya uzanan hikayesi etrafında 19. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu"ndaki politik olayları ele alan Ahmet Özgüneş"in Sarı İldiz (Sarı Yıldız) kitabı tarihi roman sevenlere önerilir."
Popüler kültür keyiflidir. Hem de çok. Romanları, müziği, filmleri, giyim tarzı hatta yemekleri bile... Ama hayatta öyle meseleler vardır ki, popüler kültür ve onun araçları bunları anlamanıza ve anlatmanıza yetmez. Aklınızdan geçeni ifade ettiğiniz an, söylediğinize de içinizdekine de yabancılaşırsınız. Çünkü hissettiğiniz o değildir. Sözcükleri kısıtlı, melodileri tekrar, roman konuları birbirine benzer, şiirleri slogan gibi, şarkıları tekdüzedir. Çünkü insanı huzursuz kılan o sıkıntılı sulara dalışlar yapmaz. Orada kaybolma tehlikesini yaşamaz ve tam da bu yüzden yenilikler keşfedemez. Her şey birbirini tekrar eder... Ve bu yüzden sürekli “Ben bunu daha önce...” der durursunuz ve bu dejavu değildir. Ama gerçek sanat (buradaki gerçek lafı da popüler kültürün tamlamasıdır, elbette farkındayım!) her dejavu’nun bir diğerinden kopuş olduğunu bilir ve bunu öyle kılar ya da kılma kaygısı güder. Buna orijinallik denir. Böylece benzer bir konuyu ele almış birçok film ya da roman içinden kendine özel bir yer edinir. Diğerleri ile aynı yolu yürümüş ama size farklı bir harita sunmayı başarmıştır. Orhan Pamuk’un “Benim Adım Kırmızı” romanını hatırlayalım. Oradaki minyatür sanatı tartışmasını... Minyatür sanatında Batı resmindeki gibi perspektif yoktur çünkü bu durumda dünya olduğu gibi tuval üzerine aktarılacaktır ki, yaratmak ancak Allah’a mahsustur. Sonra imza da yoktur, çünkü buradaki nakkaş sadece aktarıcıdır, yaratıcı değildir çünkü yaratmak yine Allah’a mahsustur. Ayrıca minyatürde hangi hikayelerin işleneceği bile bellidir, dahası bu hikayelerin nasıl anlatılacağı da... Padişah en büyük resmedilir, vezir ondan biraz daha küçük... Ya da bulutların kıvrımı, Hüsrev’in Şirin’i gördüğü an... Her şey bellidir. Sanatçı için ne zor bir durum değil mi? Ne imza var, ne üslup, ne kendisine özgü bir hikaye anlatma olanağı... Ama işte buna rağmen Behzat’ın ya da Osman’ın minyatürünü gören biri “İşte bu Behzat’ın, bu da Osman’ın” der. İşte yaratıcılık, özgünlük böyle bir şeydir. Eserin her parçası sanatçının parmak izini taşır, taşımalıdır, aksi taktirde anonimleşir. Gerisi zaten teferruattır. Bir Ses Böler Geceyi sinemaya uyarlanıyorSon aylarda Ahmet Ümit’le ne zaman konuşsak “Komiser Nevzat’ın dizisi ne zaman başlıyor” diye soruyorum. Çünkü bana söz verdi, senaryoya benim için bir gazeteci rolü ekleyecek. Ve bilin bakalım kim oynayacak? Ben! Bu yüzden ne zaman arasa, yüreğim ağzıma geliyor. Bir anda figüranlar kahvesinde rol bekleyen Yeşilçam emektarları gibi heyecanlanıyorum. Hayır, amacım oyuncu falan olmak değil, sadece böyle bir deneyim yaşamak istiyorum, o kadar. İşte bu yüzden Ahmet aradığında adeta telefonun üstüne uçtum... Ama ne yazık ki, başka bir haber veriyordu. “Ne yazık ki” dememin nedeni bana rol olmadığı için, yoksa haber çok güzel. Ahmet Ümit’in “Bir Ses Böler Gece’yi” isimli (ki bu kitabın adının şiirselliği beni çok etkiler) sinemaya uyarlanıyormuş. Ersan Arsever’in senaryosunu yazıp yönetmenliğini yaptığı filmin başrollerinde de Cem Davran, Merve Dizdar, Gün Koper oynayacakmış. Sevindim sevinmesine ama bana rol olmadığı için yine de üzgünüm. Neyse, önümüzdeki hafta film setine gitmeyi, bir gayret eklenmeyi, eklenemezsem eğer size haber geçmeyi planlıyorum.Sevgili Ahmet Tulgar’ın edebiyat twit’leri o kadar görkemli ki, birkaçını dayanamayıp çaldım: “1980 sonrası Türkçe edebiyatın ana tavrı muhaliflik ile konformizmi bağdaştırma çabasıdır. Dışa yönelik teşhirci bir muhalefet, içten ise bir konformizm hesabı./ Trendstalker bir öykünmeciliğin ticari başarısı ya da lümpen öfkesinin kolaycı popülaritesi./ Popüler romanlar derinlik gerektiren insani ve toplumsal meseleleri, kitle kültürüne eklemliyor.”
Bu yazıdan ötürü bazı arkadaşlarımla arama bir mesafe gireceğini biliyorum, asla adlandırılıp dillendirilmeyecek. Bu nedenle bu yazıyı yazmadan önce çok düşündüm. Ama şimdi buradayım ve yazının girişini çoktan yaptım. Beni bu denli ürküten şey; Elif Şafak tartışması... Bu tartışmalar karşısında kendimi bir taraf olmak zorunda hissetmem. Olup biteni sakin kafayla analiz edemeyişim... Bir romanı sakin sakin okuyup bir değerlendirme yazısı yazamamam. Karşıma sürekli eşiyle, evliliğiyle, İngiltere’deki hayatıyla, romanın kapağıyla, satışlarıyla ilgili yorumların çıkması...Ve tüm bunların ortasında, bir ip üzerindeki cambaz gibi eğilip bükülmem. Ama şu kadarını söyleyeyim bu tartışmalardan artık çok sıkıldım, çünkü bana hiçbir şey katmıyor, kazandırmıyor. Edebiyat ortamına ve okurlara da kattığını sanmıyorum. Bu yüzden; 1) Bu tür tartışmalar, hangi üslubu içerirse içersin magazindir. Hem de Türkiye’ye özgü olan en ucuz magazin... Bu yüzden bu tartışmalara katılan kimse kendini entelektüel yorum yapıyor sanmasın. 2) Hele hele “popüler kültür” eleştirisi yapıyorum ayağına girenler asla... Zira popüleri eleştirirken popüler olma gayretleri o kadar ortada ki! Bu durum bana, 1990’ların sonu, 2000’lerin başındaki bazı kadın köşe yazarlarının popüler kültür eleştirisi yaptığını iddia ederek, sürekli Hülya Avşar’ı eleştirmesini hatırlatıyor. 3) Romanın kapak tartışmasına gelince... Tartışmaların bazıları gerçekten çok ilginç, merakla izliyorum. Kreatif açıdan zihnimde yeni pencereler açıyor. Ama “Kapak tamamen satış amaçlı yapılmış” yorumuna ise sadece “Hadi ya!” demek istiyorum; “Başka ne amaçlı olacaktı!” 4) Ama kapağı ben de beğenmedim, Elif Şafak’ın kendisine de söyledim. Bir kere sıcak yaz mevsiminde, kapakta kırçıllı ceket giymiş birini görmek bana itici geldi. Ayrıca bir kadının erkek kılığına girmesini de sığ bir anlatım olarak görüyorum. Ama kapak tasarımlarında yeniliklere açık biriyim. Bu nedenle bu kapağı “Başarılı olmayan bir yenilik” olarak tarif etmek isterim. Bu kadar hakarete hiç gerek yok! 5) Bir de Elif Şafak’ın cümlelerine takılıp kalma durumu var. Birkaç cümle alınıp “Bilmem ne tarihinde köylü bir kadın böyle konuşur mu?” deniyor. Ne yani, Osmanlı’da geçen romanlarda kahramanlar Osmanlı Türkçesi ile mi konuşuyor? O zaman neden Orhan Pamuk’a da aynı eleştiriyi getirmiyorsunuz? 6) İşte asıl canımı sıkan durum bu: Elif Şafak’ı özensizlikle eleştirirken çok daha özensiz olunması. Ne yazık ki, burada hiçbir samimiyet yok. Hesaplar başka yönde akıyor...7) Elif Şafak’ın romanlarını İngilizce yazıyor oluşu... Bunu ben de anlayamıyorum. Zira kendisi üslubu ile öne çıkmış bir yazardı. Hatta onun için“Modern Şehrazat” denirdi. Türkçe’yi, eski sözcükleri keşfetmeyi bu kadar seven birinin bunu terk edip başka bir dilde yazması... Bunu anlayamıyorum. Bu yüzden Elif Şafak’ın romanlarının İngilizce yayınlanmasını kolaylaştırmak için bu yönteme başvurduğu iddiası bana da uzak gelmiyor. 8) Bu tartışmalar içinde en sıkıcı olansa hiç şüphesiz roman hakkında yorum yapamamak. Çünkü romanın kendisine gelene kadar önce bunların yorumlanması gerekiyor. Ama bunda yazarların da payı var, hem de çok. Nitekim bunu kendisiyle yaptığım röportajda, Elif Şafak’a da söyledim. Yazarların öne çıkıp romanları arka plana düştükçe bu tür yorumlar çok daha fazla pirim yapacak ve ne yazık ki okur susmak zorunda kalacaktır. Gerçekçi olalım, kimse romanı okumuş, etkilenmiş birini dinlemek istemiyor. 9) Benim “İskender” hakkındaki yorumuma gelince... Bu kadar kuru gürültüden o kadar sıkıldım ki tamamen gündem dışı olan bir kitaba Hafız-ı Şirazi’nin “Hafız Divanı”na yönelmeyi tercih ediyorum.
Bazı bedenlere ruhları dar gelir... Taşıyamaz, yığılıp kalırlar... Baştan aşağı tutkudur onlar. Yalanları yoktur, hesapları, iki yüzlülükleri... Yaşam karşısındaki tek silahları ise yetenekleridir. Öyle büyüktür ki yetenekleri, en sığ ruhları bile titretirler. En zalimlerin içinde bir vicdan yeşerir. Öyle büyük bir yetenektir ki onlarınki, sahibine zarar verir. Büyük yetenekler bir lütuf olduğu kadar, başa beladır. Kuyumcu terazisi kadar duyarlı kılar insanları. Kulakları, gözleri, tenleri... Tüm duyuları sonuna kadar açıktır. Bu yüzden aşkın yanındaki sadakatsizliği bir çırpıda görürler. “Sen olmazsan yaşayamam” diyen bir ruhun, “Bensiz nasıl da mutsuz olur” diyerek aldığı zevki bir bakışta okur, duyar, hisseder, dokunur ve ne yazık ki tadar! Tadar çünkü onların yetenekleri başlı başına bir başkaldırıdır. Neye mi? Elbette hayatın tüm dinamiğine... Önce doğup sonra ölüyor oluşumuza bile... Bu yüzden de hayata karşı yürürler. Yanılacaklarını, aldatılacaklarını, acı çekeceklerini bile bile yaşarlar ve yenilgiyi defalarca tadarlar! Ve elbette bir süre sonra ruhun yüklendiği bu büyük acıyı beden taşıyamaz olur. Hastalanır. Bakar, beden hastalanmıyor, bu kez de hastalanıp ölmek için yöntemler arar. Alkol ve uyuşturucu gibi... Arada iyileşmek de isterler. Başkaldırdığı hayatla barışmak... Rehabilite olmak yani! Bir süreliğine bir ateş kes imzalanır. Ama sonra, bir şey olur. Mesela bizim günlük hayatta “kıskançlık” deyip yanından geçtiğimiz o karmakarışık, ne Doğu ne de Batı felsefesindeki dair hiçbir mantık kuralına oturmayan, ama yüzyıllardır insan ilişkilerini belirleyen o duyguya kapılır. Bunu anlayamaz. Hazmedemez. Kıskançlığı da, kıskanmayı da, kendisini de. En çok da hayatı...Yaşamak bu büyük yetenekler için başlı başına bir mücadeledir. Her sabah uyanmak onlar için atlatması gereken bir 24 saatlik dilimlik engelli koşu gibidir. Bazı yetenekler gerçekten başa beladır. Büyüklükleri hassasiyetlerinden gelir ama tam da bu yüzden disipline olamazlar. Bir sporcu gibi düzenli çalışamazlar çünkü “ilham perileri” ile küser. Böylesi bir hayat da onlar için bitkisel hayattan farksızdır. Sınırda olan yetenekler ise tam da bu yüzden kendilerinden dört nala kaçarlar. Israrla üretmezler, yazar olmaktan, ressam olmaktan, müzisyen olmaktan ısrarla kaçarlar. Çünkü bilirler, bir kez yetenekleri ile anlaşma yaparlarsa, kaçışları yoktur. O yeteneğin kendisine vereceği haz kadar acıyı da kabulleneceklerdir ki, sanatsal haz en çok da acıdır! Diyorum ki, böylesi yetenekler için keşke başka bedenler tasarlansaymış. Mesela acıya daha dayanıklı, kanatları olan, çok daha hızlı koşabilen, yaraları bir çırpıda iyileşebilen bedenler... Yani ruhları gibi bedenleri de sıra dışı, insanüstü olabilseymiş... Belki o zaman tüm şarkıları ile bizleri alıp götüren Amy Winehouse aramızda olabilirdi... Tabii Kurt Cobain, Jimi Hendrix, Jim Morrison, Nilgün Marmara, Mayakovski, Sylvia Plath gibi...Haftanın kitabıJoyce Maynard’ı, “Gönülçelen” ile gönüllerimize taht kuran J. D. Salinger’ın sevgilisi olarak biliyoruz. Salinger ile yaşadığı aşk ve mektuplaşmaları yıllar sonra ortaya çıkan ve böylece çok satan listelerinin değişmez ismi Joyce Maynard’ın “Çilek Kızlar” kesinlikle okumaya değer bir roman. Kitabınızı alın, gölge bir yere geçin ve başlayın okumaya. İnanın güzel bir yaz günü geçireceksiniz. Kitabın konusu ise aynı gün, aynı hastanede doğan iki kız çocuğunun birbirinden tamamen farklı iki komşu ailede yetişmesi üzerine... İlginç ve keyifli akan bir hikaye...Çilek Kızlar/ Joyce Maynard/ April Yayıncılık
Fatih Akın sinemasıyla Antalya Altın Portakal Film Festivali"nde tanışmıştım. Filmin adı gibiydi sineması; "Kısa ve Acısız." Bir hamlede kesiyordu. Neşter gibi. (Bu yüzden onun sineması ile Hakan Günday"ın edebiyatı arasında bir doku uyumu görürüm.) Yani ilk uzun filmiyle birlikte sadık bir izleyicisi olmuştum Fatih Akın"ın. Bu sadakatimden ötürü de kendimi hiç aldatılmış, kandırılmış hissetmedim. Teşekkürler! Bu yüzden kapağında "Soul Kitchen" yazan kitabı görür görmez, işi gücü bırakıp sayfalarında gezinmeye başladım ve hatta dayanamayıp yazacağım yazıyı değiştirdim. Şu an 20.15 servisi de gitti, biraz daha buradayım ama mutluyum :) Zaten okuma keyfi de budur. Neyse şu an, kitapla meşgulüm. Önce bunun bir senaryo kitabı olduğunu sandım. Sonra alt başlığı dikkatimi çekti: "Bir Fatih Akın Projesi" diyordu. Haydaaa! Ne demekti şimdi bu? Fatih Akın da mı, son yıllarda moda olan ve bir koyundan çift post çıkarmayı düstur edinen proje insanlarından olmuş, sadakatimi sınıyordu. İyi ki, arka kapak yazısı diye bir şey var, yoksa "Duvara Karşı"daki Sibel"in göbeğine piercing taktırdıktan sonraki o muhteşem dansına rağmen içime kurt düşecekti. Allah"tan elimde tuttuğum kitap filmin bir hediyelik eşyası, yan etkisi de çıkmadı. Ohh! Üstelik romanın ilginç de bir hikayesi varmış... Biliyorsunuz, filmde her şey Zinos"un içine sıkıntılar veren, gelecek göremediği lokantası Soul Kitchen"a yeni bir şef getirmesiyle başlıyordu. Fatih Akın Yunan asıllı Zinos"u yakın arkadaşı Alan Bousdoukos"dan, Soul Kitchen restoranını da onun tavernası Sotiris"den ilham alarak yaratmıştı. İşte hikaye bununla sınırlı değilmiş. Meğer Fatih Akın, yine yakın bir arkadaşı olan, Jasmin Ramadan"dan da, bu süre içinde, filmde anlatılanların öncesini anlatan bir roman yazmasını istemiş. Böylece annesi Alman, babası Mısırlı olan Yasmin de ilk romanını kaleme almış. Romanda Zinos başrolü tek başına esas kahraman. Kimseye rol çaldırmamış. Hikaye onun çocukluğundan başlayarak hayatla ilişkisi üzerine kurulu. Daha doğrusu "hayatla baş etme/edememe" meselesi üzerine... Yani kız arkadaşı Şangay"a kaçan, mutfağında kızartmalar yapılmasından sıkılmış, "Ben kimim" "Ne olacağım" veya 1980 sonrası kuşağın repliği ile "Neden ben, neden, neden?" diyen Zinos"un kim olduğu...Kitabın hikayesi Zinos’un gerçek hayatındanZinos abisi Illias"la iki zıt karakter. Abi rahatlıkla ilişki kurduğu kızlara işkence etmekten çekinmeyen biri. Zinos ise değil. Abi serseri, bizimki annesini mutfakta izlemekten keyif alan saf biri... Ama hayat onu birden tek başına bırakınca çalışmak zorunda kalır ve kendini bir restoranın kapısında bulur. Jasmin Ramadan, tüm bu hikayeyi yemek yapmanın, yemenin ruhuna uygun olarak tasarlamış. Mesela ilk bölümün adı: "Hayat İçin Gerekli Malzemeler." Ayrıca bölümlerin sonlarında Zinos"un annesinden tarifler görüyoruz. Özetle, afiyet olsun, yolda, uçakta okunmalı.
Ya da ‘bir fırsat bulup tekrar okusam’ dediğiniz...” Bu kadar basit! Yoksa “tatil kitabı” diye bir tür yoktur, olduğunu iddia edenler de saçmalamaktadır. Bana gelince... Birkaç günlük tatilime Margueritte Duras’nın “Sevgili”sini alıp gittim. Kaçıncı okuyuşum, artık bilmiyorum. Beş, altı... Sekiz de olabilir. Biliyorsunuz, sinemaya da uyarlanan bu olağanüstü roman sadece 98 sayfadır. İncecik. Ama her defasında o kadar çok durarak, gözlerimi sustururum ki, kitap uzun süre bitmez. Tıpkı bu okuyuşumdaki gibi, kitap beş gündür hâlâ yarısında. Beni saatler süren sessizliğe sürükleyen ise hep aynı soru: “Bu aşk için bir ihtimal daha yok mu?”Düşünüyorum da, galiba yok. Koşulları içinde olabilecek en güzeli yaşanmış. Biraz daha sürse belki kendine ihanet edecek. “Neydi hikâye” diye soranlar için, bir özet: 15 yaşındaki yoksul beyaz bir kadının kendinden iki kat yaşlı zengin bir Çinli’yle birlikte olması, kadının ailesinin bu ilişkiyi parasal yardımlardan ötürü kabullenmesi... Koşullar ne kadar çirkin. Hatta iğrenç değil mi? Ama işte aşk bir kopuş, sıçramadır. Tabii direnebildiği yere kadar. Ve ne yazık ki, bazı aşkların yazgısı başından bellidir: Miadı bellidir. Onlarınki gibi. İkisi de birbirini ilk fark ettikleri o nehir yolculuğunda bir gelecekleri olmadığını biliyordu. Ne adamın, ne de kadının ailesinin kabullenmeyeceği bir ilişki bu. Ancak arada para varsa göz yumulabilen... Alt okumalarında aile kurumuna, ırk ve sınıf farkına yönelik yıkıcı eleştiriler barındıran “Sevgili” bence gelmiş geçmiş en güzel aşk romanlarından. Tüm bu çirkinliklere rağmen dönüp bakıldığında “keşke yaşanmasaymış” denilen tek bir ânı olmayan...Bir doğa romanı"Karınca Tepesi", hayatını sevdiği doğa parçasını koruyup, kurtarmaya adayan bir gencin öyküsünü konu alıyor. Ve bunu yaparken de bizlere ABD’nin, güneyinin tarihini ve romana adını veren karıncaların ekolojik sistemlerini şaşırtıcı bilgilerle aktarıyor. Son derece ilginç bilgiler bunlar, okurken hem keşfediyor hem de bir izci gibi ormanın keyfini sürüyorsunuz.Karınca Tepesi/ Edward O. Wilson/ Çev: Ahmet Aybars Çağlayan/ Sayfa6 YayınlarıLatin Amerika edebiyatı sevenlereKolombiya’nın son yıllardaki en önemli genç yazarlarından kabul ediliyor J. G. Vasquez. “Gammazcılar” ise baba ve oğul ilişkisi üzerinden bin geçmişle hesaplaşma romanı. Gabriel’in, babasının karşı çıkmasına rağmen, aile dostları Sara Guterman’ın hikâyesi üzerinden II. Dünya Savaşı’nın Kolombiya’daki Almanların hayatı üzerindeki etkilerini anlatan bir kitap yazmak ister ancak bu hikâye bazı sırlar barındırmaktadır. Gammazcılar/ Juan Gabriel Vasquez/ Everest YayınlarıBodrum okumalarıNe güzel ki, artık sanata yatırım sadece bir amme hizmeti olarak görülmüyor. Mesela Çırağan, Pera Palas okumaları artık gelenekselleşti ve bu sadece edebiyata bir katkı olarak algılanmıyor. Çünkü bu şekilde bu kurumlar da kendini farklılaştırdı. Etkileri ne büyük ki, Gündoğan’da Olira Boutique Otel’in de eylül sonları için benzer bir proje tasarlandıklarını öğrendim. Amaç, yazar ve sanatçıların tercihi olan Bodrum’a yakışan bir okuma etkinliği gerçekleştirmek. Bence Cevat Şakir başta olmak üzere yazırlarla anılan Bodrum’a da bu yakışır.
“Yazıyorum çünkü hâlâ yan yana gelmemiş kelimeler var.” Böyle demişti Hulki Aktunç. Ve daha yan yana gelecek sayısız kelimenin varlığına rağmen aramızdan ayrıldı. “Sönmemiş Dizeler”in şairiydi. “Istıraplar Ansiklopedisi”nin de... Yazardı. “Bir Çağ Yangını” eleştirmen Füsun Akatlı tarafından bir özgürlük manifestosu olarak karşılanmıştı. “Güz Her Şeyi” bilir dediği, iç monolog gibi akıp giden, giderken okuru peşinden sürükleyen, onun iç sesisine dönüşen, iç sesi oluveren öyküleriyle ise bir çırpıda alışılmış öykü yapısından kopuvermişti. Ve bu kopuşu bize yitip giden İstanbul’u yeniden bulma, ona kavuşma duygusu üzerinden yapmıştı. O yüzden adı anıldığında ne sadece şair denebildi, ne de yazar... Her ikisinde de büyük bir isimdi, çok kıymetli biriydi. Çünkü bu iki sıfatını da her daim “entelektüel” sıfatının altında buluşurdu. Şiiri de, öyküleri de güçlü bir bilgi birikiminin üzerinde yükselirdi. Üstelik bu bilgi yerel değildi. Dünyaya açık bir zihindi Hulki Aktunç’unki. Dünya edebiyatına, dünya literatürüne açık bir zihin...Dahası genel entelektüel imajının da dışına çıkardı. Oyuncuydu: Briç de severdi, satranç da. Belki de bu nedenle kolay kolay kimsenin altından kalkamayacağı büyük bir sözlük yazmayı başardı: “Büyük Argo Sözlüğü”nü. Yani kelimelerin birbiriyle oyun oynar gibi şifreler kurduğu ve bunlar üzerinden yeni bir dile vardığı o ele avuca sığmaz, her daim değişen argonun “dilini deşifre” edebilmişti. Tabii kolay değildi bu işi yapmak. “Yaklaşık 16 yılda yazdım” demişti bu kitabı. Ve bittiğinde “Alanında ilk ve tek ‘tanıklı ve etimolojik’ çalışma” olarak anılmıştı. Bu toprakların ruhsal, cinsel, toplumsal yapısının tarihini bambaşka bir pencereden ele alan bir kitaptı aslında bu. Dil içindeki dillerin ilişkilerini anlatan. Dilin, sözlüklerle olan bu tutkulu ilişkisini ise şöyle yorumlardı: “20 dilin konuşulduğu bir yerde (Kadıköy’de) büyüdüm ve dilin kendisi bana yazma isteği verdi. Ben edebiyatta kendi kalbimin argosunu ortaya koymak istedim. O yüzden de hikâye yazdım, şiir yazdım, roman yazdım, sözlük yazdım, denemeler yazdım. Benim gördüğüm budur, çünkü edebiyat aslında kendisine yönelik bir argo.”Böyle dedi, böyle yazdı ve böyle yaşadı! Ve bir de vasiyet bıraktı bizlere, sevenlerine “Kalem ve Toprak” isimli şiirinde. Şöyle dedi: “Bir kalem dikin toprağıma / İki ucu da açılmış sipsivri / Bir elime bir gece yapraklarına / Bir kalem dikin toprağıma / Tam da erken bahar vakti / Azar da kök salar belki / Elim gece yapraklarına / Bir kalem dikin mezarıma / Yan yana gelmemiş / Sözcükler var daha.”***keyif ajandası- İKSV’nin düzenlediği 18. İstanbul Caz Festivali’nde bu gece; Aya İrini’de 20.30‘da perküsyoncu Mısırlı Ahmet, tabla üstadı Zakir Hussain ve sitar virtüözü Niladri Kumar yer alıyor. - İstanbul Uluslararası Opera Festivali bugün başlıyor. Bu gece, Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu’nda Fatih Sultan Mehmet’in sahneleneceği festivalde 4 Temmuz gecesinde sahne alacak Tosca ise kesinlikle kaçmaz.
ABD kitap piyasasının yüzde 20’sini artık e-book’lar oluşturuyor. Dünya Yayıncılar Birliği’nin tahminlerine göre 2018’de dijital kitap piyasası basılı kitap piyasasını geride bırakacak. Bizde ise e-book’lar piyasanın yüzde 1’i bile değil. Bunun pek çok nedeni var. Yayıncıların teknolojik alt yapısının hazır olmaması, e-book’ların varolan basılı kitap satışlarını düşüreceği korkusu, telif sözleşmelerinin yenilenmesinin gerekmesi gibi...Ama bunlar üreticiden kaynaklanan problemler. İşin bir de tüketici boyutu var. Pek çok kişi hala hangi cihazı alacağını bilmiyor. Ipad mi, kidle mı yoksa e-ink cihazlar mı? Bu konuda benim de kafam karışık. O yüzden işin erbabına, İdefix Direktörü Bora Ekmekçi’ye sordum. Ne almalı diye? Yorumu şu oldu: “Ipad’ler sadece kitap okumak için değil müzik dinlemek, fotoğraf yüklemek, oyun oynamak gibi Iphone’un sunduğu diğer tüm hizmetler için de kullanılıyor. Ama bu cihazların en büyük sorunu ekranlarının güneşte yansıma yapması. Bu da okuma zorluğu yaratıyor. Sadece e-book’lar için tasarlanan e-ink’lerin ekranları ise bu yansımayı engelliyor. Yani plajda da okuyabilirsiniz. Ama bunlar düz metinler içinuygun. İlgi alanınız resimli, grafik içeren kitaplarsa o zaman Ipad ve Iphone’u öneririm.” İşte bu cihazlardan birini seçtikten sonra e-kitaplarınızı satın alıp kütüphanenizi oluşturabilirsiniz. Bu kadar kolay! Ama yine de e-kitaba rağbet yok! Çünkü Türkiye’de teknoloji meraklıları ne yazık ki, okur değil. Dahası Türkiye’deki okurun içinde azımsanmayacak bir muhafazakar kesim var. Bundan kastım dini değil. Teknoloji sevmeyen bir kesim bu. Mesela Türkiye’de kitap okurunun önemli bir bölümünü, maaşlarını banka kartları ile çekmeyi zor kabullenen emekliler oluşturur. Ya da bilgisayarlarını birkaç işlev için kullanan kadınlar. İşte bana göre bu durum, Türkiye’de e-kitapla ilgili en önemli sorunlardan biri. Zaten Türkiye’de teknolojiye yönelik en büyük eleştiri de entelejansiyadan gelir. Ve bu matbaya geçişe kadar da uzanır. Pek çok kişinin sandığının aksine matbaya direnenler nakkaşlardır. İşlerini kaybetme korkusu yaşayan bu sanatçılar, basılı kitabı (matbû) el yazmaları karşısında beğenmezler. Çok da haksız değillerdir hani. Matbaa ile kitap nesne olarak sanat eseri olmaktan çıkmıştır çıkmasına ama bilgi demokratikleşmiştir. Bugün de pek çok kişi aynı düşünceyi savunuyor. E-kitap, kitap gibi kokmayacak diyorlar, kitabı göremeyeceğiz, dokunamayacağız... Doğru. Bu bir kayıp mıdır, elbette. Bilgi ile aramızdaki duyulardan ikisini (dokunma ve koklama) kaybedeceğiz ki bunun muhakkak sonuçları olacaktır. Ama bu sayede bilgi inanılmaz bir hızla yaygınlaşıp demokratikleşecek. Kitabın basımı, dağıtımı gibi süreçler aradan çıkarken kitap fiyatları çok düşecek. Mesela şu an Türkiye’de bir e-kitabın ortalama fiyatı; 6 TL. Bu öğrencisinden emeklisine kadar herkesin ödeyebileceği bir rakam. Ama işte... Bu avantajlara rağmen yüzde 1 diyoruz!