Popüler kültür keyiflidir. Hem de çok. Romanları, müziği, filmleri, giyim tarzı hatta yemekleri bile...
Ama hayatta öyle meseleler vardır ki, popüler kültür ve onun araçları bunları anlamanıza ve anlatmanıza yetmez. Aklınızdan geçeni ifade ettiğiniz an, söylediğinize de içinizdekine de yabancılaşırsınız. Çünkü hissettiğiniz o değildir.
Sözcükleri kısıtlı, melodileri tekrar, roman konuları birbirine benzer, şiirleri slogan gibi, şarkıları tekdüzedir. Çünkü insanı huzursuz kılan o sıkıntılı sulara dalışlar yapmaz. Orada kaybolma tehlikesini yaşamaz ve tam da bu yüzden yenilikler keşfedemez. Her şey birbirini tekrar eder... Ve bu yüzden sürekli “Ben bunu daha önce...” der durursunuz ve bu dejavu değildir.
Ama gerçek sanat (buradaki gerçek lafı da popüler kültürün tamlamasıdır, elbette farkındayım!) her dejavu’nun bir diğerinden kopuş olduğunu bilir ve bunu öyle kılar ya da kılma kaygısı güder. Buna orijinallik denir. Böylece benzer bir konuyu ele almış birçok film ya da roman içinden kendine özel bir yer edinir. Diğerleri ile aynı yolu yürümüş ama size farklı bir harita sunmayı başarmıştır.
Orhan Pamuk’un “Benim Adım Kırmızı” romanını hatırlayalım. Oradaki minyatür sanatı tartışmasını... Minyatür sanatında Batı resmindeki gibi perspektif yoktur çünkü bu durumda dünya olduğu gibi tuval üzerine aktarılacaktır ki, yaratmak ancak Allah’a mahsustur. Sonra imza da yoktur, çünkü buradaki nakkaş sadece aktarıcıdır, yaratıcı değildir çünkü yaratmak yine Allah’a mahsustur. Ayrıca minyatürde hangi hikayelerin işleneceği bile bellidir, dahası bu hikayelerin nasıl anlatılacağı da... Padişah en büyük resmedilir, vezir ondan biraz daha küçük... Ya da bulutların kıvrımı, Hüsrev’in Şirin’i gördüğü an... Her şey bellidir. Sanatçı için ne zor bir durum değil mi? Ne imza var, ne üslup, ne kendisine özgü bir hikaye anlatma olanağı... Ama işte buna rağmen Behzat’ın ya da Osman’ın minyatürünü gören biri “İşte bu Behzat’ın, bu da Osman’ın” der.
İşte yaratıcılık, özgünlük böyle bir şeydir. Eserin her parçası sanatçının parmak izini taşır, taşımalıdır, aksi taktirde anonimleşir. Gerisi zaten teferruattır.
Bir Ses Böler Geceyi sinemaya uyarlanıyor
Son aylarda Ahmet Ümit’le ne zaman konuşsak “Komiser Nevzat’ın dizisi ne zaman başlıyor” diye soruyorum. Çünkü bana söz verdi, senaryoya benim için bir gazeteci rolü ekleyecek. Ve bilin bakalım kim oynayacak? Ben!
Bu yüzden ne zaman arasa, yüreğim ağzıma geliyor. Bir anda figüranlar kahvesinde rol bekleyen Yeşilçam emektarları gibi heyecanlanıyorum. Hayır, amacım oyuncu falan olmak değil, sadece böyle bir deneyim yaşamak istiyorum, o kadar.
İşte bu yüzden Ahmet aradığında adeta telefonun üstüne uçtum... Ama ne yazık ki, başka bir haber veriyordu. “Ne yazık ki” dememin nedeni bana rol olmadığı için, yoksa haber çok güzel. Ahmet Ümit’in “Bir Ses Böler Gece’yi” isimli (ki bu kitabın adının şiirselliği beni çok etkiler) sinemaya uyarlanıyormuş. Ersan Arsever’in senaryosunu yazıp yönetmenliğini yaptığı filmin başrollerinde de Cem Davran, Merve Dizdar, Gün Koper oynayacakmış.
Sevindim sevinmesine ama bana rol olmadığı için yine de üzgünüm. Neyse, önümüzdeki hafta film setine gitmeyi, bir gayret eklenmeyi, eklenemezsem eğer size haber geçmeyi planlıyorum.
Sevgili Ahmet Tulgar’ın edebiyat twit’leri o kadar görkemli ki, birkaçını dayanamayıp çaldım: “1980 sonrası Türkçe edebiyatın ana tavrı muhaliflik ile konformizmi bağdaştırma çabasıdır. Dışa yönelik teşhirci bir muhalefet, içten ise bir konformizm hesabı./ Trendstalker bir öykünmeciliğin ticari başarısı ya da lümpen öfkesinin kolaycı popülaritesi./ Popüler romanlar derinlik gerektiren insani ve toplumsal meseleleri, kitle kültürüne eklemliyor.”
Sanat eseri parmak izi gibidir
Haberin Devamı