Tiyatronun geleceğine dair bir kehanet vardır. Derler ki, “İlerleyen teknoloji ve sinema endüstrisi karşısında tiyatronun hiç şansı yok. Seyirci hikaye ya da oyunculuk muhteşem olsa da tiyatronun durağanlığını istemiyor.”Ama şimdi size küçük bir sır: Sahnelendiği ülkelerde tam not alan, Türkiye’de İKSV ve Vodofone Red işbirliği ile sahnelenen, Sam Mendes’in yönettiği, başrolünü Kevin Spacey’nin canlandırdığı “III. Richard” bu kehaneti yerle bir ediyor. Nasıl mı? 12 yıl önce “Amerikan Güzeli” ile 5 dalda Oscar kazanan Mendes-Spacey ikilisi tüm dünyaya 21. yüzyılda da bir Shakespeare oyunu ile kitlelere seslenilebileceğini gösterdi. Hem de metni kısaltmadan, kesip doğramadan... Üstelik bunu yaparken son derece yalın bir yaklaşım benimseyerek... Sahne neredeyse boştu. Bazen bir koltuk, bazen bir sandalye, bazen de bir sedye ya da masa vardı. O kadar. Ancak ışık oyunlarıyla adeta sihir yaratılmıştı. Öyle ki, birkaç saniye içinde, hem de gözünüzün önünde sahne bir anda bambaşka bir ortama bürünüveriyordu. Mesela az önceki masa birden atlı araba oluyordu. Kambur, topal ve çolak olan III. Richard’ı canlandıran Kevin Spacey’e gelince... Film başına aldığı ücretlere rağmen son yıllarda tiyatroya ağırlık veren Spacey, III. Richard’la adeta tüm oyunculuk maharetini ortaya koyuyordu. Bir bacağı ve kolu sarılı halde 3 saat 15 dakika boyunca performans sergilerken sadece yeteneğini değil kan dolaşımı gibi biyolojik sınırlarını da zorluyordu. Şöyle diyeyim; çok az kişi kolu ve bacağı o şekilde sarılı olarak bir saatten fazla durabilir. Ama o sadece durmuyor, koşuyor, zıplıyor ve mimikleri ile hafızamıza kazınıyordu. Hele final sahnesinde baş aşağı olarak ayaklarından bir buçuk dakika asılı kalmasının, oyunu izleyenlerin aklından kolay kolay çıkmayacağına eminim. Unutmadan söyleyeyim Spacey 52 yaşında.Shakespeare’in; kardeşlerini, yakınlarını öldürerek tahta çıkan entrikacı, hırslı, çirkin kral III. Richard’ın hikayesini anlattığı bu oyunun alt metnine gelince... Bir başkaldırı da burada saklı. Mendes ve Spacey ikilisi, Shakespeare’in oyununu 20. yüzyıla uyarlamış ve karşımıza mağdurlarının bile her cinayetine tanık ve ortak olduğu bir II. Dünya Savaşı ve faşizm eleştirisi koymuştu. Zira oyunun soluk kesen final sahnesi, sevgili Ali Poyrazoğlu’nun kulağıma fısıldadığı gibi aslında Mussolini’nin sonundan başkası değildi.
Belki keman, belki viyolonsel, belki de zil çaldığınızı. Her gün o müzik aleti ile arasındaki sınırları azaltmak için idman yaptığınızı... Konservatuarda okuyabilmek için zor ikna ettiğiniz ailenizin veya çevrenizin "keşke geleceği olan bir meslek seçseydin" sözlerine aldırmamaya çalışarak herkese ve her şeye rağmen müziğinizin peşinden gittiğinizi... Tabii bu arada orkestraların askeriye kadar ağır disiplinine hem de toplumun arabesk ve pop müzik sevdasına rağmen de dayandığınızı da unutmayalım.Söylemek isterim ki size ve tutkunuza hayranım... İşte geçen pazar, dünya klasik müziğinin mabedi Viyana"da, onun en güzel tarihi salonlarından biri olan Wiener Konzerthaus’da tutkuyla yanan 95 genç vardı. Konser bittiğinde salondaki izleyiciyi büyüleyen 95 genç... Onları özel kılan sadece zorlu bir repertavuarı başarıyla icra etmeleri de değildi. (H.Berlioz’un Roma Karnavalı Uvertürü, J. Sibelius’un Karelia Süiti, A. Dvorak’ın 9. Senfoni "Yeni Dünyadan" eseri, Türk besteci Ferit Tüzün’ün Türk Kapriçyosu ve B. Bartok’un Transilvanya Dansları)Bizi, salondaki dinleyicileri asıl şaşırtan ise onların bu konserden sadece ve sadece 3 hafta önce bir araya gelmiş olmalarıydı. Yani onlar uzun yıllar birlikte çalan, bu bir aradalıkla birbirinin hatalarını bile örtmeyi öğrenmiş dahası yılların müzisyenleri değildi. 400 gencin arasından sınavla seçilen, yaşları 16-22 arasında değişen gençlerdi. Cem Mansur"un yönetiminde Sabancı Vakfı"nın desteği ile Sabancı Üniversitesi"nde bir araya gelmiş ve gece gündüz süren bir tempo ile çalışmış ve şimdi Viyana"da yani Mozart"ın, Beethoven"in diyarında sahneye çıkmışlardı. Ve konser bittiğinde her bir müzik aletinden çıkan ses bir türlü durmak istemiyor, yollarına çıkan nesnelere çarpıp geri dönerek, aralarından geçerek çınlıyor, salonda yankılanıyordu. Söylememe gerek yok sanırım, konser bittiğinde Cem Mansur yönetimindeki Türkiye Gençlik Filarmoni Orkestrası dinleyicilerden güçlü bir alkış aldı. Ve bizlere Türkiye"de, klasik müzik yapılabileceğini, dahası dünya liginde sahne alınabileceğini, bunun için bu topraklarda gerekli tutkunun olduğunu bir kez daha gösterdiler.Beş yıldız değil, beyaz yıldız!Beş-altı yıl önce bir uygulama başlamıştı. Bazı restoran ve lokantaların kapısına "Beyaz Zambak" asılıyordu. Sahillerdeki "Mavi Bayrak" uygulaması gibiydi. O restoran veya lokantanın hijyen denetiminden geçtiğini gösteriyordu. Hal böyle olunca da bu mekanlar tercih nedenimiz olmuştu. Dahası mekan seçiminde o mekanın mönüsü, konumu, sosyal ortamı kadar hijyeninin de önemli olduğunu hatırlatmıştı. Diversey"nin desteklediği bir projeydi bu. 175 ülkede satış yapan profesyonel temizlik ve hijyen markası Diversey"in yeni projesi ise "Beyaz Yıldız" adını taşıyor. TÜROFED (Türkiye Otelciler Federasyonu) tarafından hazırlanan ve Diversey’in desteği ile hayata geçen "Beyaz Yıldız"ın hedefi turistik işletmeler. Buralarda kullanılan suyun, elektriğin-enerjinin, kimyasalın ve katı atıkların zararının azaltılması... Konfordan vazgeçmeden tasarrufun mümkün olduğunun gösterilmesi... Restoran seçiminde kendi sağlığımızı ilgilendirdiği için "Beyaz Zambak" uygulaması başarılı olmuştu.Umarım aynı duyarlılığı çevre için de gösterir ve bundan sonra otel seçiminde "Beyaz Yıldız" sertifikasına sahip oteller bir tercih nedenimiz olur.
VatanKitap, 8. yılını görkemli bir kadroyla kutladı. Demirören Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Erdoğan Demirören’in de katıldığı kahvaltıda yayın dünyasının önemli isimleri buluştu.VatanKitap 8 yıl önce yayın hayatına başladığında, ortam bugünkünden çok farklıydı. Belki iki gazetenin kitap eki vardı. Vatan gibi tirajı yüksek, ulusal gazeteler ise kitap fuarı zamanında, o da “ilan amaçlı ” kitap eki çıkarırdı o kadar... Çünkü Türkiye’de kitap okunmazdı, Türkler “belgesel seyrediyorum” deyip aslıda magazin programlarınına takılırdı. Ama rakamlar, yayın piyasasının trendleri, bize farklı bir şey söylemeye çalışıyor gibiydi. Dahası Türkiye, en önemlisi gençlik, artık dünya ile ilişki halindeydi. Biz de bunun üzerine “Biz bu işi yaparız!” diyerek, VatanKitap’ı çıkarmıştık. Hatırlıyorum da hemen hiç kimse şans vermemişti VatanKitap’a; “Bir süre sonra kapanır gider...” denmişti. Ama öyle olmadı, aksine bizi gören diğer gazeteler peş peşe kitap eki çıkarmaya başladı. Evet, bugün hemen tüm gzetelerin bir kitap eki var ise bu değişimi VatanKitap başlatmıştır. Bu başarının arkasında ise yayın ve yazın dünyası ile kurduğumuz sıkı ilişkiler de etkili oldu. VatanKitap kahvaltıları gibi... Yazarların, yayıncıların, şairlerin, çevirmenlerin bir araya geldiği bu kahvaltılarla bir amacımız da yayın dünyasında bir sinerji yaratabilmek ve bu sinerjiye ev sahipliği yapabilmekti. Yazın dünyasının değerli kalemleri kahvaltıdaydı Geçen pazar ise bu geleneksel kahvaltılarımıza çok özel bir tanesini daha ekledik. VatanKitap’ın 8. yılını kutlamak için Kemer Ormanevi’nde her zamankinden daha geniş ve zengin bir kadroyla sofraya oturduk. Demirören Şirketler Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Erdoğan Demirören’in de katılımıyla gerçekleşen bu keyifli ve görkemli kahvaltıda, yayın ve yazın dünyasının değerli kalemleri, tarihçiler, gazeteciler ve yayıncılar vardı. “Mahalle baskısı” kavramı ile Türkiye’nin gündemini değiştiren Prof. Dr. Şerif Mardin’in, ünlü tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın, sanat tarihçisi Prof. Dr. Gül İrepoğlu’nun, ünlü mimar Sinan Genim’in, Ayşe Kulin’in, Pınar Kür’ün, Hıfzı Topuz’un, VatanKitap yazarları ve Vatan Gazetesi yönetiminin de katıldığı kahvaltıda elbette bol bol edebiyat ve kitaplar üzerine konuşuldu. İşte kahvaltımızdan kareler:İşte kahvaltımıza katılanlarDemirören Şirketler Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Erdoğan Demirören, Demirören Şirketler Grubu CEO’su Yağmur Şatana, Murat Bayburtluoğlu, Vatan Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İsmail Yuvacan, Ekonomi Müdürü Ercan İnan, Prof.Dr.Şerif Mardin, Prof. Dr. İlber Ortaylı, Prof. Dr. Gül İrepoğlu, Sinan Genim, Altan Öymen, Ayşe Kulin, Emine Uşaklıgil, Pınar Kür, Sevil Atasoy, Hıfzı Topuz, Mehmet Güleryüz, Leyla Umar, Mario Levi, Radi Dikici, Alper Canıgüz, Ömer Özgüner, Hamdi Koç, Ahmet Tulgar, Nasuh Mahruki, Nihat Tuna, Fügan Ünal Şen, Canan Hatiboğlu, Vatan Gazetesi Reklam Grubu; Ayrıntı Yayınları, Doğan Kitap, Alfa Yayın Grubu, Altın Kitaplar, Sel Yayıncılık, Martı Yayınları, April Yayıncılık, Domingo Yayınları, İletişim Yayınları, Remzi Kitabevi ve Kalem Ajans’tan dostlarımız...
Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes Büyük Jüri Özel Ödülü’nü alan “Bir Zamanlar Anadolu’da” filminin galası 18’incisi Adana Altın Koza Film Festivali’nde gerçekleşti. Nuri Bilge Ceylan, en sevdiğim yerli yönetmenlerden. Ancak ona olan sevgim pek çok kişinin aksine bir slogana dönüşen “Güzel ve yalnız ülkeme”sözlerinden kaynaklanmıyor.Aksine keşke onun hiçbir cümlesi böylesine popülerleşmeseydi. Keşke bu sayede pek çok beyin tembeli, onun başarıları karşısındaki kayıtsızlıklarını bu cümle ile savuşturamasalardı. Keşke, Nuri Bilge’nin göz ardı edilemez başarıları üzerine, bu tür popüler bir cümleye sığınamayıp mecburen filmlerini anlamak zorunda kalsalardı. Neyse...Benim Nuri Bilge Ceylan’a olan sevgim ise tamamen sineması ile ilgili. Her şeyin müthiş bir hızla hareket ettiği ve bu yüzden detayların küçümsendiği bir gerçeklikte onun yavaşlığın dilini seçmesinde. Çünkü onun bu ritminde bir şiirsellik var, kolay kolay akıldan çıkmayan... Bu öyle bir dil ki Türkiye’nin yerel meselelerine tamamen yabancı birine bile derdini anlatmayı başarbiliyor. Tıpkı “BirZamanlar Anadolu’da” filmi gibi..Kırıkale’nin bir ilçesinde geçen bir hikaye bu. Üç araba görüyoruz beyaz perdede. Birinde komiser var, sonra zanlı ve doktor... Arabayı Arap Ali sürüyor. Arka arabada Savcı Bey, katibi Abdi, onun arkasında da jandarma jipi... Yani Türkiye Cumhuriyeti’ni ya da devleti bir kasabada simgeleyebilecek hemen herkes o yolda gidiyor. Hepsi erkek. Kimi tahsilli, kimi değil. Kendi sınırlarını aşamamış erkekler bunlar ama devletin, düzeninin de oradaki otoriteleri. Bir olay mahali arıyorlar. Belli ki bir cinayet işlenmiş. Ama ne hikmetse olay mahali bir türlü bulunamıyor. Aranan, bir çeşme, top şeklinde bir ağaç, sürülü bir tarla. Birbirine benzer dört yere bakılıyor, hiçbiri değil. Komiserin (Yılmaz Erdoğan) sinirleri git gide geriliyor. Savcıyı oraya kendisinin getirdiğini, işi hızla çözemezlerse onun kabahati olacağını düşünüyor. Perdenin karşısındaki biz seyirciler ise, darbelerin işkenceyi meşrulaştırdığı bir ülkenin vatandaşı ve sinema izleyicisi olarak ister istemez geriliyoruz; “Eyvah” diyoruz, “Şimdi adama bir şey yapacaklar.” Ama öyle olmuyor. Nuri Bilge bize onların hikayelerini anlatmayı sürdürüyor. Sonra... Sonra komiser, zanlının (Fırat Tanış) yalan söylediğini fark ediyor. Ve dayak faslı. Savcı (Taner Birsel) araya giriyor; “Naci ne yapıyorsun? Böyle mi gireceğiz AB’ye” falan diyor. Mola verdikleri muhtarın köyünde ise öyle bir an yaşanıyor ki, zanlı az sonra yiyeceği dayaktan ziyade gördüğü güzelliğin etkisiyle çözülüyor. Az sonra ceset bulunacaktır. Buradan sonra bir cinayeti aydınlatmak ve kayıtlara düşmek için görevli olan tüm devlet personelini (otopsiye kadar) tek tek görev başında görüyoruz. Ve onların görevlerini gerçekleştirirken de devletin halini, bu halin insan faktörüne bağlı sebeplerini. Çırpınışımızı. Ambulans bozuk olduğu için bagaja katlanarak konan ceset, ceset torbasını unutan personel, tarlanın ortasında laptop’la tutanak tutan katip... Fakirlik, acizlik ve komiklik. Sadece maddi değil her açıdan yani bilgi, vizyon özellikle de duygusal fakirliğimiz yansıyor perdeye. “Bir Zamanlar Anadolu’da” için çok yorum yapılacak. Benim yorumum ise özetle şu: Uzundur Türkiye’nin halini, neden böyle olduğumuzu (acımasızlığımız dahil) farklı bir bakış açısıyla anlatan bu kadar iyi bir film izlememiştim. Hele hele bunu “kadınsız” bir toplumun çocuk kalmış erkekleri üzerinden anlattığı için filmi ayrıca önemsiyorum. Mesela resmi tarihin, dilindeki katılığın altındaki çaresizliği öyle iyi anlatmış ki. Gelelim popüler sorulara... Yılmaz Erdoğan nasıl? Başarılı. Hem de çok. Şöyle diyeyim; seyrettiğim adam kesinlikle Mükremin Çıtır değildi ya da diğer muzip Yılmaz Erdoğan karakterleri. Savcıyı canlandıran Taner Birsel ile Arap Ali ise harikalar yaratmış. Doktor’u canlandıran Muhammet Uzuner’i izlemek keyifti. Ama zanlı Kenan’ı canlandıran Fırat Tanış’ı alkışlamayı bir görev bilirim. Onun “Allı Turnam” türküsünü dinlerkenki yüzü, yani Naci’nin tabiriyle “gururuyla adamı ezen” hali unutulacak gibi değildi. Gelelim ısrarla sorulacak ve tartışılacak soruya “Film uzun mu?” Bazıları için “Evet” ama düşünüyorum da, “hangi kareler çıkarılabilirdi?” Yanıtım “Hiçbiri.”
Mini etek 1960"ların ürünüdür. Çoğunluk bunda 68 özgürlük hareketinin etkili olduğunu söyler. Haklıdırlar da. Ancak asıl sebep hiç de böylesine romantik değil. Külot ve çorabı birleştiren bu sayede jartiyer ve korse ihtiyacını ortadan kaldıran, dahası geliştirilen dairesel örme tekniği ile işçilik ücretini düşüren böylece çorap fiyatlarını aşağı çekerek her kesimden kadına seslenen külotlu çoraptır mini etek devrimini başlatan. Yani 60"lı yılların o büyülü özgürlük ortamına külotlu çorabın, katkısı çok ama çok büyüktür. Kıssadan hisse; büyük sosyal değişimlerin temelinde ekonomik-politik nedenler yatar. Yani parayı, üretim ilişkilerini takip etmek gerekir. Bu girişi neden yaptım?Dünyanın en büyük Ulusalararası Elektronik Fuarı IFA için gittiğim Berlin"de tanışma fırsatı bulduğum BSH Marka Pazarlama Direktörü Hakan Turalı ile yapmış olduğum bir sohbeti aktarmak için... Bugün herkes teknolojinin bizi esir aldığını söylüyor. Ama tüm bu değerlendirmenin özellikle kadınlara kazandırdıklarını atladığı kanaatindeyim. Çünkü Hakan Bey"in de sohbetimizde dönüp dolaşıp vurguladığı gibi, beyaz eşyaların öncelikli amacı hep vakitten tasarruf olmuştur. Mesela küçük bir soru. Hayatımızdan sadece iki makineyi; çamaşır ve bulaşık makinesini çıkarsak ne olur? Yanıtı basit: Kadının ekonomik özgürlüğü, akabinde oy hakkı, seçme hakkı, seçilme hakkı çok ama çok sınırlı olurdu. Yani teklonoliji ile sosyal yaşam arasında hep karşılıklı bir ilişki var. İşte bu yüzden, 23 yıldır sektörün her kademesinde bulunmuş biri olduğu için Hakan Bey"i kelimenin tam anlamıyla soru bombardımanına tutuyorum. Mesela "Şu anda beyaz eşya ya da küçük ev aletleri pazarına baktığınızda sosyal yaşamda ne tür değişimler yarattığını görüyorsunuz. Mesela hangi kavramları hayatımıza sokup, hangilerini çıkarıyor?" diyorum. O da, sanki hep bu soruyu beklermiş gibi başlıyor anlatmaya: "Farkındaysanız enerji kelimesi hep gündemimizde. Tasarruf, çevreye duyarlılık da... Bunlar o yüzden önümüzdeki yıllarda çok daha belirleyici kavramlar olacak. Ayrıca sağlıklı yaşam da. Mesela besinlerimizi saklamak için 24 saat onları soğutucu da muhafaza ediyoruz. Bu da 24 saatlik bir enerji tüketimi demek. Bu yükü azaltmak için de enerji tasarrufu gerekli. Bu zinciri korumazsak ise besinlerimiz bozulur. Oysa bugün diğer tüm disiplinlerin de ilerlemesiyle bir bebek mamasının belli derecelerde soğutulması gerektiğini aksi halde hangi organlara zarar verebileceğini bile biliyoruz. Bu da bizi uzman tüketici kılıyor."Gerçekten de öyle değil mi? Şöyle gözünüzün önüne bir market getirin, rafların önünde ürünlerin içeriklerini okuyan insanlar, bir ürün alırken detaylı bilgiler soranlar... Kullanma klavuzları... Neredeyse entelektüel bir faaliyet haline geldi alışveriş ve tüketim. Dayanamayıp soruyorum; "Önümüzdeki yıllarda yaşam biçimimizi, alışkanlıklarımızı derinden etkileyecek önemli bir gelişme var mı?" diye. "Var" diyor; "Toplu konutlar. Düne kadar "ben burada oturmam" denilen 1 artı 1 konutlar şu an pazarın yüzde 30"unu oluşturuyor. Bu da daha küçük alanlarda yaşayacağımız anlamına geliyor ki, bu yüzden biz de 45 cm"lik çamaşır ve bulaşık makinesi üretmeye başladık." "Tabii bunu şöyle de düşünebilir miyiz" diye bir ekleme yapmadan duramıyorum; "Bir artı birlerin artması aynı zamanda bekar yaşayanların sayısının da artacağını göstermez mi" Yanıtı net; "Kesinlikle!" Peki diyorum, "Meslek hayatınız boyunca herhangi bir ürünün yarattığı etki sizi şaşırttı mı?" İşte bu sorum üzerine şahane bir hikaye anlatıyor: "Bir zamanlar kurutmalı çamaşır makineleri vardı. (Merdaneli olmayanlar.) Onları bir Karadenizli ayran yapımında kullanmıştı. Ciddiyim. Öğrenince şaşırıp kalmıştım ama sonra düşündüm ki çok mantıklı. Biz de bunun üzerine ayran makinesi üretmiştik!"
Her sanat eseri büyü gibidir. Birbirinden farklı, ilgisiz, sıradan malzemeler, kelimeler sanatçı adı verilen o büyücünün elinde uykularımızı kaçıracak kadar etkili bir "şeye" dönüşür. Bu büyüler içinde en etkili olanı ise hiç şüphesiz ki, şiirdir. Okuduğunuz an sizi kıskıvrak yakalayabileceği gibi, yıllar sonra yolda yürürken anlamı zihninizde belirip sizi "rutin işlerinize" giden yoldan bir anda saptırıverir. Elbette her büyü gibi onun da güçlüleri, güçsüzleri vardır, olacaktır. Ama şiir her şeye rağmen ve her zaman sanat eserlerinin en güçlü büyüsüdür. Şairler de sanatçı adı verilen o büyük büyücü toplumunun Merlin"leri... Tarifleri yazılı olmayan gizli bir kitapta yer alır, ancak onların görebildiği ve okuyabildiği. Böyle diyorum çünkü şiirin gücünü, sanattan en uzak, kaba insanlarda bile yarattığı etkiyi başka türlü yorumlayamıyorum. Hele şairlik... Evet herkes şiir yazabilir ama şairlik de tıpkı ancak onların görebildiği, okuyabildiği ve elbette yazabildiği kitaptaki tarifler gibidir. Onları varolan, fani kelimelerimizle tanımlayamayız. Ama gördüğümüzde, seslerini duyduğumuzda, dizelerinden birini okuduğumuzda anlarız, ne güçlü bir sesle karşı karşıya olduğumuzu. Dediğim gibi herkes şiir yazar ama şairlik bir mertebedir. Ancak şiirin bu gücüne rağmen, (belki de tam da bu yüzden yani bu kadar güçlü olduğu ve biz faniler için aşırı doz olabileceğinden) şiir hayatımızın çok da içinde yer almaz. Ama asla da çıkmaz; unutulmaz dizelerimiz vardır, kimlik yerine gösterebileceğimiz kadar bizi anlatan... Ama biz, bu toprakların fanileri çok uzundur içimizdeki bu sesi fazlasıyla bastırdık. Çünkü onun kadar güçlü şeyler bir süredir hayatlarımızı yerle bir ediyor; zalimlik, savaş, şiddet, çıkar ilişkileri, güvensizlik... Ve tüm bunların etkisiyle vicdanlara sağır kesilen birer zombi gibi ortalıkta dolaşıp durur olduk. İçimizdeki o güçlü ses belki hiç susmadı ama, duyulmaması için her türlü parazitin sesi sonuna kadar açıldı. Genç şair bir arkadaşım var. Adı Fırat Demir. VatanKitap"ın da yazarı. Birkaç aydır bu parazitlerin arasından, o güçlü sesin duyulması için çaba harcıyor. Etkinliğin adı: “Değişim İçin Yüz Bin Şair." 24 Eylül günü 100"e yakın ülkede başlayacak olan bir festival bu. O gün, her ülkenin güçlü şairleri yani o büyük büyücüleri ortaya çıkacak ve ayrımcılık, nefret, geciken barış ve sansürün karşısına şiirleri ile dikilecek. İnanıyorum ki, onların sesleri tüm dünyaya, ihtiyacımız olan bir şifa duası gibi gelecek.Etkinliğin Türkiye ayağı İstanbul ve Mardin’de gerçekleşecekDeğişim İçin 100 bin Şair, etkinliğinin Türkiye ayağı iki şehirde gerçekleşecek: İstanbul ve Mardin. Etkinliğe katılan şairler arasında Murathan Mungan, Lale Müldür, Haydar Ergülen, Birhan Keskin, Kemal Varol gibi güçlü sesler var. Çok uzundur Türkiye"de bu kadar güçlü sesin bir araya gelmediğini hatırlatalım. Amerikalı şair ve editör Michael Rothenberg’in mimarı olduğu "Değişim İçin Yüz Bin Şair", Avrupa’dan Ortadoğu’ya pek çok ülkede, farklı şehirlerde düzenlenecek. Festivalin Türkiye ayağı genç şair Fırat Demir’in koordinatörlüğünde yapılacak. Karşıt söylemler, değişken gerçekler 12. İstanbul Bienali ile birlikte İstanbul"da bianele paralel programlar da yapıyacak. İşte bunlardan biri bu hafta açılan "Karşıt Söylemler, Değişken Gerçekler" isimli ilginç sergi. Kare Sanat Galerisi"nde yer alan ve küratörlüğünü Denizhan Özer"in yaptığı sergide günümüz gerçeklerine karşı söylem geliştiren 25 uluslararası sanatçının resim, heykel, video, enstalasyon ve fotoğrafları yer alıyor. Sanatçılar: Anna Jakupovitch, Arman Tadevosyan, Alina Gavrielatos, Babi Badalow, Bülent Demirağ, Christopher Thomas, Demet Taşpınar, Emin Çizenel, Gabriel Adams, Holger John, Iliko Zautashvili, Jacque Crenn, Joachim Seinfeld, Kamil Fırat, Lorraine Field, Mark Schovanek, Mehmet Ayanoğlu, Nur Ataibiş, Özcan Uskur, Paul Eachus, Pfelder, Sylvia Lüedtke, Tansel Türkdoğan, Victoria Range, Yeşim Şahin...Kısmet"in lezziz yemeğiO kadar Bodrum"a giderim, o kadar yemek yemeyi severim, iyi bir yemek uğruna kilometreler teperim ama ben bu Kısmet"i bilmezdim. Burası aslında bir esnaf lokantası. Benim içinse yemek yediğim en iyi esnaf lokantası. Tavuklu enginar güveci yedim ve şaşırıp kaldım. Muhteşem bir lezzetti. Bamyanın yanında ise uyuyabilirim. Ali Poyrazoğlu"nun zeytinyağlı tabağını da sanırım ben bitirdim. Yerim kısıtlı, hakkını vererek yazamayacağım endişesindeyim o yüzden kısaca şöyle diyeyim: "Yolu Bodrum"a düşenler, hatta düşmeyenler lütfen Kısmet"te gidin" yemek yiyin. Bu arada sadece 11.00-18.00 saatleri arasında açık. Yemekler o kadar lezzetli ki, çalışanlar kazandığı parayla bayramda Küba"ya gitti. Anlayın artık... (Bodrum Konacık yol üzerinde)
Leyla Umar"ın Fidel Castro ile yapmış olduğu röportaj, dahası onunla yemek yapması bizim meslek için efsane niteliğinde bir hikâyedir. Küba Devrimi"ni gerçekleştirmiş, dahası o günden bu yana, ABD"nin hemen yanı başında olmasına, her türlü suikast girişimine rağmen ayakta kalmayı başarmış olan "comandante"yi mutfağa sokmak kolay olmasa gerek. Leyla Hanım"la birkaç yıldır dostuz. Onun hayat hikâyesini konu alan "nehir söyleşi" kitabı ile başladı ve derinleşti bu dostluk ve bu süre içinde ondan kaç hikâyeyi anlatmasını istediğim hatırlamıyorum ve kaç kez dinlediğimi... Ama her seferinde Fidel"in dibi tutmuş pilavı "Ben zaten böylesini severim" diyerek yemesini hep alkışladım. Koskoca comandante’nin kapris yapmak yerine, Leyla Hanım"ın üzüntüsünü görüp centilmenlik yapması... Ne büyük zarafet. İnsan boşuna Fidel olmuyor işte... Röportaj sonrasında Türkiye"ye dönen Leyla Hanım"ı taksi şoförlerinin bile heyecanla karşılaması ise hikâyenin en sevdiğim bir diğer kısmıdır. Leyla Hanım"ı sokakta gören taksi şoförlerinin pencerelerini açıp "Helal olsun Leyla ablaaa!" diye seslenmeleri... Sanırım bizim mesleğimizde bundan daha büyük bir takdir olamaz. Kitlelere ulaşmak, kitleleri etkilemek de böyle bir şey olsa gerek. Bu yüzden ne zaman Leyla Hanım"ı görenler sanki kapı komşusuymuş gibi ona "Fidel nasıl?", "Sağlığı yerinde mi?" diye sorar, "Bilmiyorum haberim yok" dediğinde de "Eee, hadi gidelim" diye devam ederler... Geçenlerde Ortaköy House Cafe"de pazar kahvaltısı yaparken eski Küba Konsolosu Gökhan Eşeli ve 20 senedir Latin Amerika"yla yakın temas halinde çalışan iş adamı Saffet Çalarkan"ın Leyla Hanım"ı ziyareti ile aynı sohbet bir kez daha yaşandı. Ancak bu kez sohbeti farklı kılan bir şey oldu. Leyla Hanım, nasıl oldu, bilemiyorum, birden garsonlardan bir zarf istedi ve Fidel"e mektup yazdı. Kısa ve öz bir mektuptu bu; görüşmek istediğini söylüyordu. Ve mektup postaya verilmek yerine Saffet Çalarkan"a emanet edildi, adrese en kısa ve en emniyetli şekilde ulaştırılmak üzere. Açıkçası Leyla Hanım"dan ziyade o gün o masada oturan biz diğer üç kişi çok daha fazla heyecanlandık. O günden beri sonuç ne olacak merakla bekliyorum. Kim bilir belki de çok yakında Küba"ya gideriz, neden olmasın?Orhan Pamuk’un yeni kitabıOrhan Pamuk romanlarını dört yılda bir yayımlar. Bu yüzden kendisinden henüz bir roman beklemiyorduk, beklemiyoruz da... Ama okurlar için bu uzun bir süre. Çünkü nasıl dostlar birbirini özlerse bence okurlar yazarlarını, yazarlar da okurlarını özler. Neyse ki, Orhan Pamuk bu dört yıllık ayrılıkları artık roman-dışı metinlerinin yer aldığı kitaplarla bozar oldu. Yeni kitabı "Saf ve Düşünceli Romancı" kitabını görür görmez kitabın bana gönderilmesini bile beklemeden, kitapçıya koşup aldım. Bu kitabında Pamuk, yazı yazmanın ve romancılığın otuz beş yıllık meslek sırlarını, Harvard Üniversitesi’nde verdiği Norton dersleri ile anlatıyor. Daha önce T. S. Eliot, Borges, Calvino ve Umberto Eco gibi yazarların da verdiği bu derslerde (Bu isimlerin yanına Türkiyeli bir yazarın adının eklenmesi ne güzel, insana ilham veriyor) Pamuk edebiyat ve sanat anlayışını sunuyor. Bir romanı okurken aklımızdan neler geçer, nasıl algılarız, hangi yollara sapar, hangi yollardan çıkarız? Ya da romancı romanın neresinde kendini belli eder, ya da neresinde kendini anlatır gibi yaparken aslında başkalarından bahseder? Neresinden bakarsanız büyüleyici ve insanın aklını gıdıklayan metinler...
Bazen bir türlü yataktan kalkamayız. Kalkmak istesek de beceremeyiz. Beden ağırdır, hem de çok. Sağ kolu sola atmak ne zordur, öyle günlerde. “Kolum ağırlaşmış” deriz, oysa kolumuz her zamanki ağırlığındadır, biz sadece kolumuzun bir ağırlığı olduğunu fark etmişizdir, o kadar. Tartsak belki de beş kilo gelecek bir ağırlıktır bu. Ve o zaman kafamıza dank eder, omzumuzda bir beş kilo taşıdığımız... Diğer kolumuzun da bir ağırlığı olduğu... Elbette kafamızın, bacaklarımızın, böbreklerimizin, kalbimizin de... Hepsinin her şeyin bir ağırlığı olduğunu anlamışızdır. Aslında farkına vardığımız; bir bedene sahip olduğumuzdur. Ne tuhaf ki, bizi biz yapan bu büyük kütleyi ses çıkarmadığı sürece hiç duymayız çünkü dinlemeyiz. Ama bazen ne kadar kulaklarımızı tıkarsak tıkayalım; bu kütlenin sesini dinlemek zorunda kalırız; çünkü bu sesin adı acıdır ya da ağrı ve emin olun size bir şey söylemeye çalışıyordur. Soru şu: Bu beden bize ait. Dahası beden yoksa biz de yokuz. Yani beden ve biz biriz. Peki o zaman bu kütlenin dilini neden dinlemez, dahası sesini yükselttiğinde bile anlamayız. Veya beden ve biz birsek, beden neden kendi sesini duymaz, anlamaz? Soru büyük, yanıt ise büyük muamma... Ama şurası kesin; acı ve ağrı bedenimizin iki büyük sesidir, dinlenmelidir. Tüm bunları acı ve ağrı yelpazesi geniş biri olarak yazıyorum. Mesela batan ağrıları da bilirim, dans edeni de... Ya da bıçak gibi saplananı da, gerilla taktiği uygular gibi bir kendini gösterip pusuya yatanı da... Bazısı tahrik eder, bazısı panikletir. Ve emin olun bazısı çok romantik ve bazısı da çok gururludur. Bu yazdıklarım size tuhaf gelmiş olabilir; ama inanın değil. Çünkü her acı ve ağrının bir kişiliği ve size anlattığı dahası anlatacağı bir hikayesi vardır ve bu bizzat sizin hikayenizdir. David Le Breton’un “Acının Antrolopolojisi” kitabını okuyun. Daha önce “Yürümeye Övgü” kitabı ile aklımızı başımızdan almış bir antropolog ve sosyolog Le Breton. Zor bir konuyu ele almış. Öyle ki, kitabın her sayfasında dinler tarihinden felsefe, edebiyat tarihinden, kültürlerden damıtılmış yoğun bilgiler var. Bu yüzden bazı cümleleri dönüp dönüp okumanız gerekiyor. Ancak bu kadar zor bir konuyu her şeye rağmen anlaşılır ve kesintisiz bir dille anlatmayı başarmış. Çünkü Le Breton’un dili tıpkı önceki kitabı “Yürümeye Övgü”de olduğu gibi sadece akla, bilgiye ve deneyime değil duygulara da sesleniyor. Bu nedenle de kitap bir elinizden düşmüyor. Ancak utanarak söylüyorum ki, “Acının Antropolojisi” benim için geç kalmış bir okuma. İkinci baskısı 2010 yılında yapılmış bir kitap bu. Ama söz konusu acı olunca zaman anlamını yitirir ya, bu kitap da öyle. Bizi hem bedensel hem de ruhsal acılarımızla tanıştırıyor. Ve emin olun tanıştığınız hem kendiniz hem de içinde yaşadığınız dünyadan başkası değil. Akdenize açılan kapı: Porta Porta Latince kapı demek. Benim içinse Bodrum’a gittiğimde muhakkak kapısını çalmam gereken bir lezzet dünyası. Jazz, funk, latin müzikleri dinleyip Akdeniz mutfağının lezzetlerinde soluklandığım bu dünyayı Ali Poyrazoğlu sayesinde keşfettim. Mekanı özel kılan ve entelektüellerin ilgisini çeken elbette sadece güzel yemekleri değil. Buraya her biri birer antika olan Milas kapılarından içeri giriyorsunuz, duvarlarda da yine o güzel Milas evlerinin tavan işlemelerinden örnekler var. Bu yüzden gündüzleri de gidip keyifle kitabınızı okuyabiliyorsunuz... Eskiçeşme Mahallesi Cizdar Sok. No: 6 Bodrum/0252 3163421NOTGeçen haftaki “Yemek gettoları” yazım muhafazakar kesim tarafından eleştirildi. Sadece şunu demek istiyorum; “Yıllardır kitaplar, sergiler, filmler üzerine yazıyorum. Hiçbir yazım bu kesim tarafından okunup yorumlanmamıştı. Oysa ben ne Marquezler, Sait Faik’ler, Mevlana’lar, Gazali’ler yazmıştım. Ne yazık ki getto her yerde ve her alanda varmış. Üzüldüm hem de çok.”