Acı bedenin sesidir

Haberin Devamı

Bazen bir türlü yataktan kalkamayız. Kalkmak istesek de beceremeyiz. Beden ağırdır, hem de çok. Sağ kolu sola atmak ne zordur, öyle günlerde. “Kolum ağırlaşmış” deriz, oysa kolumuz her zamanki ağırlığındadır, biz sadece kolumuzun bir ağırlığı olduğunu fark etmişizdir, o kadar.
Tartsak belki de beş kilo gelecek bir ağırlıktır bu. Ve o zaman kafamıza dank eder, omzumuzda bir beş kilo taşıdığımız... Diğer kolumuzun da bir ağırlığı olduğu... Elbette kafamızın, bacaklarımızın, böbreklerimizin, kalbimizin de... Hepsinin her şeyin bir ağırlığı olduğunu anlamışızdır. Aslında farkına vardığımız; bir bedene sahip olduğumuzdur.
Ne tuhaf ki, bizi biz yapan bu büyük kütleyi ses çıkarmadığı sürece hiç duymayız çünkü dinlemeyiz. Ama bazen ne kadar kulaklarımızı tıkarsak tıkayalım; bu kütlenin sesini dinlemek zorunda kalırız; çünkü bu sesin adı acıdır ya da ağrı ve emin olun size bir şey söylemeye çalışıyordur. Soru şu: Bu beden bize ait. Dahası beden yoksa biz de yokuz. Yani beden ve biz biriz. Peki o zaman bu kütlenin dilini neden dinlemez, dahası sesini yükselttiğinde bile anlamayız. Veya beden ve biz birsek, beden neden kendi sesini duymaz, anlamaz? Soru büyük, yanıt ise büyük muamma... Ama şurası kesin; acı ve ağrı bedenimizin iki büyük sesidir, dinlenmelidir.
Tüm bunları acı ve ağrı yelpazesi geniş biri olarak yazıyorum. Mesela batan ağrıları da bilirim, dans edeni de... Ya da bıçak gibi saplananı da, gerilla taktiği uygular gibi bir kendini gösterip pusuya yatanı da... Bazısı tahrik eder, bazısı panikletir. Ve emin olun bazısı çok romantik ve bazısı da çok gururludur.
Bu yazdıklarım size tuhaf gelmiş olabilir; ama inanın değil. Çünkü her acı ve ağrının bir kişiliği ve size anlattığı dahası anlatacağı bir hikayesi vardır ve bu bizzat sizin hikayenizdir. David Le Breton’un “Acının Antrolopolojisi” kitabını okuyun. Daha önce “Yürümeye Övgü” kitabı ile aklımızı başımızdan almış bir antropolog ve sosyolog Le Breton.
Zor bir konuyu ele almış. Öyle ki, kitabın her sayfasında dinler tarihinden felsefe, edebiyat tarihinden, kültürlerden damıtılmış yoğun bilgiler var. Bu yüzden bazı cümleleri dönüp dönüp okumanız gerekiyor. Ancak bu kadar zor bir konuyu her şeye rağmen anlaşılır ve kesintisiz bir dille anlatmayı başarmış. Çünkü Le Breton’un dili tıpkı önceki kitabı “Yürümeye Övgü”de olduğu gibi sadece akla, bilgiye ve deneyime değil duygulara da sesleniyor.
Bu nedenle de kitap bir elinizden düşmüyor. Ancak utanarak söylüyorum ki, “Acının Antropolojisi” benim için geç kalmış bir okuma. İkinci baskısı 2010 yılında yapılmış bir kitap bu. Ama söz konusu acı olunca zaman anlamını yitirir ya, bu kitap da öyle. Bizi hem bedensel hem de ruhsal acılarımızla tanıştırıyor. Ve emin olun tanıştığınız hem kendiniz hem de içinde yaşadığınız dünyadan başkası değil.

Akdenize açılan kapı: Porta

Porta Latince kapı demek. Benim içinse Bodrum’a gittiğimde muhakkak kapısını çalmam gereken bir lezzet dünyası. Jazz, funk, latin müzikleri dinleyip Akdeniz mutfağının lezzetlerinde soluklandığım bu dünyayı Ali Poyrazoğlu sayesinde keşfettim. Mekanı özel kılan ve entelektüellerin ilgisini çeken elbette sadece güzel yemekleri değil. Buraya her biri birer antika olan Milas kapılarından içeri giriyorsunuz, duvarlarda da yine o güzel Milas evlerinin tavan işlemelerinden örnekler var. Bu yüzden gündüzleri de gidip keyifle kitabınızı okuyabiliyorsunuz...
Eskiçeşme Mahallesi Cizdar Sok. No: 6 Bodrum/0252 3163421

NOT

Geçen haftaki “Yemek gettoları” yazım muhafazakar kesim tarafından eleştirildi. Sadece şunu demek istiyorum; “Yıllardır kitaplar, sergiler, filmler üzerine yazıyorum. Hiçbir yazım bu kesim tarafından okunup yorumlanmamıştı. Oysa ben ne Marquezler, Sait Faik’ler, Mevlana’lar, Gazali’ler yazmıştım. Ne yazık ki getto her yerde ve her alanda varmış. Üzüldüm hem de çok.”

DİĞER YENİ YAZILAR