Kahvenin hatırına...

21 Nisan 2011

Aslında ben “çaycı”yım. Kahve mi- çay mı kutuplaşmasında “çay” diyenlerden... Sevdiklerimin ya da sohbeti güzel bir falın hatrına kahve içerim. Malum Türkiye’de her konuda olduğu gibi bunda da bir kutuplaşma var. Kimi tutkulu bir çaycıdır, kimi kahveci... (Benimki sadece damak tadı!) Garip ama bu ayrışma da tıpkı diğerleri gibi, imparatorluktan cumhuriyete geçişle başlar. Şaka değil gerçek! Zira Osmanlı’da çay çok az içilirken günlük içecek kahvedir. Bildiğiniz Türk kahvesi. Şekerli, şekersiz, orta diye tarif edilen, ağır ateşte pişirilen... Hatta dünyanın ilk kahve satan kafesi bile Osmanlı’da açılmıştır. Kahvenin yerini çayın alması ise cumhuriyet dönemine rastlar. Ancak, bu sözlerimden Cumhuriyet ideolojisi ile içecek alanında da bir toplum mühendisliği yapıldığı sonucu çıkmasın. Bu değişimin ardında da pek çok konuda olduğu gibi basit ekonomik nedenler var. Cumhuriyet döneminde Doğu Karadeniz’deki çay tarımı başarılı olunca çay fiyatlarının düşmesi ve o zamana dek “elit bir içecek” olan çayın halka inmesi gibi. Ya da II. Dünya Savaşı’nda kahve ithalatının azalması... Veya 1979-80’daki döviz krizi sonrasında Türk kahvesinin yoluna ancak “elit bir içecek” olarak devam etmek zorunda kalması... Tabii zaman içinde piyasaya pişirilmesi hızlı ve kolay olan hazır kahvelerin girmesi de cabası! Tüm bu giriş “Sarayda Bir Fincan Kahve” sergisi için... Beşiktaş’taki Milli Saraylar’a bağlı olan Sergi Salonu’ndaki sergiyi gezerken kulak misafiri olduğum yorumlar üzerine... Osmanlı güzellemesi ile başlayan yorumlar ne yazık ki, hep bir Cumhuriyet taşlamasıyla son buluyordu. Neyse, dikkatli gözler Türk kahvesi içen Atatürk fotoğraflarını hatırlayacaktır! Gelelim sergiye... Sergi Osmanlı Sarayı’ndaki kahve kültürü üzerine kurulmuştu. Güzel, şık, butik bir sergi. Kahvenin Osmanlı Sarayı’ndaki önemini hissettiren... Ama o kadar. Çünkü sergideki eser sayısı; fincan zarfları, sitil puşideleri (servis tepsisinin önüne serilen, değerli işlemeleri olan kumaşlar) ve kahve yapımında kullanılan bir-iki obje ile sınırlı kalmış. Oysa gerek Osmanlı sarayında, gerekse halkın günlük yaşamında kahve kültürü bunların çok daha ötesine geçer. Bir kere kahve denince akla ilk gelen faldır ve bunun da saray hayatına yansımaları vardır. Ama binanın etkileyici yapısı ve atmosferi, Kurukahveci Mehmet Efendi sponsorluğunda ziyaretçilere kahve sunumunda bulunulması sayesinde sergiyi gezenler, kahvenin sadece bir içecek olmadığını hissedebiliyor. Ama sadece hissediyor. Öğrenmiyor, keşfetmiyor. Belki de bu yüzden önyargıyla geziyorlar. Bence bir sergi, içerdiği konunun toplum üzerinde bir imgesi varsa onun doğru algılanmasını da hedeflemeli. Sergide, II. Abdülhamit’in kahveyi nasıl içtiği ya da sarayda kahveci başlarının bulunduğu gibi küçük bilgiler verilmesi ise ne yazık ki yeterli değil. Hele hele söz konusu ardında yüzlerce yıllık bir kültür taşıyan ve kız isteme törenlerinin bile açılışını yapan bir içecekken... Ama yine de bir fincan kahvenin kırk yıllık hatrına uzatmayıp susalım... Çığlık4’te çığlık çığlığa güldük!Festival kapsamında 24.00 seansında izledim Çığlık 4’ü. Bol yıldızlı oyuncu kadrosu ve serinin önceki filmleriyle dalga geçmesi sayesinde de bütün salon olarak korkmaktan çok güldük, eğlendik. Korku filmlerindeki klişelerin altını çizmesi, bu tür filmlerin ABD toplumu üzerindeki etkileri üzerine yaptığı yorumlarla seyirciyi mest eden filmde, beni en eğlendiren kısım ise, Bruce Wills espirisiydi. Korku ya da gerilim filmlerinde oyuncu Bruce Wills değilse o polisin muhakkak öldürüleceği espirisi... Ve bunu öğrenen polisin ölürken son sözlerinin “B. Wills’i edeyim” demesi! Kıssadan hisse; korkmayın gidin!

Devamını Oku

Hepimiz röntgenciyiz!

14 Nisan 2011

Bir kamera şakasının kurbanı gibi hissediyorum kendimi. Oysa sadece Ali Poyrazoğlu’nun yazıp yönettiği “Az Sonra” oyununu yazmak istiyordum. O kadar! Her zaman yaptığım gibi yazıma, bilgilerimi teyid ederek başlamıştım. Zira ara sıra da olsa zihnim bana muzip oyunlar oynayabiliyor. Bu yüzden “Ali Poyrazoğlu ve Az Sonra”yı google’ladım! Ama o da ne? Ancak sayfa sayfa dolaştıktan sonra oyunun kadrosu gibi bilgilere ulaşabildim. Öncelik hep oyuncu kadrosunda yer alan Deniz Akkaya’ya verilmişti. Bazılarınızın bu satırları okurken, “Ehh ne var bunda, çok doğal” dediğini duyar gibiyim. Ama demeyin! Çünkü değil. Neden mi? Azzzz sonra! Zira Ali Poyrazoğlu, bu oyunu tam da bu tür tepkilere karşı kurgulamış... Yani her gece koşa koşa gittiğimiz evimizde televizyonu açıp “ıssız bir ada”ya düşen yarışmacıları gözetleme takıntımız üzerine... Ya da yan dairede oturan o güzel kadının topuk seslerini duyar duymaz kapı deliğine koşma zavallılığımız... Veya ocaktaki tencereyi unutma pahasına pencereden ayrılmayan Rukiye teyzenin mahallenin “big sister”ı ünvanını kimseye kaptırmama telaşı...Ali Poyrazoğlu, bize, herkesi ve her şeyi gözetlemeyi hak gören “Big Brother” devlet anlaşını yerden yere vurmamıza rağmen bizim de içimizde bir röntgenci barındırdığımızı anlatmış. Ve bunu yaparken de usta oyuncu Bülent Kayabaş’ın, Özdemir Çiftçioğlu’nun yanına Deniz Akkaya’yı koyarak bize muhteşem bir oyun oynamış. Daha doğrusu, zehir gibi zekasını anlamayanları oyunun bir figürü kılarken, bu zekanın keyfini sürenleri de izleyici koltuğunda altın bir tahta oturtmuş. Nasıl mı? Azzzz sonra!Çünkü Poyrazoğlu, Deniz Akkaya’ya tam da kendisini daha doğrusu “imajını” oynatmış. Her yeri estetikli, zekasından ziyade “bedeni” ile çalışan genç, hoş ve boş bir kadını... Patronla olan ilişkisi sayesinde televizyon kariyerini asansörle çıkan... Tabii burada Deniz Akkaya’yı da tebrik etmek gerek. Zira kaç kişi, herkesin önünde kendisiyle dalga geçebilir! Kendi estetik ameliyatlarından gocunmadan “paramı estetiğe yatırarak iyi bir iş yaptığımı, bir gün karşılığını alacağımı biliyordum” diyebilir! Bence çok az. Ama o diyor, hem de gayet başarılı bir oyuncuklukla! Sanırım Ali Poyrazoğlu da bu yüzden onu ikinci kez sahneyle buluşturmuş. Not: Oyun öncesinde kuliste Sayım Çınar ve Ali Poyrazoğlu ile sohbet halindeyiz. Söz, tiyatronun duvarlarını süsleyen Afrika, Uzak Doğu masklarına geliyor. Çünkü ben de Poyrazoğlu gibi maske koleksiyonu yapanlardanım. Hal böyle olunca ortak derdimize kilitleniyoruz: “Bu maskları ne yapacağız? Keşke bazılarını hediye edebileceğimiz bir müze, kültür merkezi olsa” diyoruz, olmadığını bile bile! Çınar Ağacı’nın kutsal ailesi!Vizyonda da gösterilen Handan İpekçi’nin “Çınar Ağacı” filmini festival kapsamında seyrettim. Açıkçası İpekçi, bu filmi ile beni hem şaşırttı ve hem de biraz rahatsız etti. “Büyük Adam Küçük Aşk” filmi ile anadil meselesini sinemaya aktaran İpekçi, bu kez Atatürk fotoğrafı ve gramafonu ile dolaşan dört çocuk sahibi, eşini kaybetmiş Adviye Hanım’ın hikayesini anlatmış. Eleştirim ya da şaşkınlığım, pek çok kişinin aksine, Adviye Hanım’ın Atatürk fotoğrafına bakıp “Eee, Paşam bugünleri de görecekmişiz” dertleşmeleri ya da çizdiği Cumhuriyet kadını imajı değil. Malum, kimileri bu tür kadınları “başöğretmen” (despotun, Cumhuriyet eleştirisi barındıranı!) tavırlı diyerek eleştirir. Bana göre ise hiçbir kişilik yargılanmamalı, hele sanat eserinde! Çünkü edebiyat veya sinema bize kişilerin hikayesini sunar, yargılarımızı değil! Beni rahatsız edene gelince... Nurgül Yeşilçay’ın, Nejat İşler’in, Ragıp Savaş’ın, Jülide Kural’ın, Hüseyin Avni Danyal’ın rol oynadığı bu bol şöhretli filmin, tezi beni ürküttü. Yani her şeye rağmen “aile”nin bir arada tutulması gerektiği... Mesela kadınlar aldatılmış ya da şiddet görmüş olsa da! Bu fikir bana çok uzak... Hem de ailenin her haftasonu, her şeye rağmen, ulu bir çınar ağacının gölgesinde yaptığı ve insana çocukluğunun o büyülü günlerini hatırlatan pikniklere rağmen... (Özel istek: Filmdeki o çınar ağacı nerededir, bilen varsa bir mail atsın!)

Devamını Oku

Evita'nın ruhu yoktu

13 Nisan 2011

Evita müzikalinde sesler, müzik, her şey iyi çalışılmıştı.. Ama yine de bir şey eksikti.. O da Evita’nın ışığıydı.. Ya da ruhu..Eva Peron, sadece Arjantin tarihinin değil dünya tarihinin de en ünlü first lady’lerinden biriydi ve hala da öyle. Üstelik sadece 33 yıl yaşadı. Beş çocuklu, fakir bir ailenin en küçüğüydü. Radyoda şov programları yaparak, tiyatro oyunlarında küçük roller oynayarak hayata atılmış, bildiğimiz hikayelerden birine sahipti. Ama 26 yaşında Arjantin halkının “Evita”sı olmuştu. Yani “Küçük Eva”sı. Onu bir ülke halkının sevgilisi yapan hikaye ise genç bir subay olan Domingo Peron ile tanışmasıyla başlamıştı. Çalışma bakanı olan Peron halkın “emekçi babası”ydı. Hal böyle olunca 1944’teki darbede tutuklandı. Ama Eva ve işçi arkadaşları buna razı olmayıp grevlere başlayınca önce özgürlüğüne ardından da başbakan koltuğuna kavuştu! Sonra da Arjantin, bir külkedisi masalını izlemeye başladı. Çünkü first lady koltuğunda artık alt gelir grubundan bir kadın vardı. Ve bu kadın, burjuvazinin istediği gibi yaşayan biri değildi. Sendikaların örgütlenmesinde rol üstlenen, kadınların oy verme hakkı elde etmesini sağlayan, fakir halka yiyecek ve ilaç yardımında bulunan biriydi. Sahneye tek sözüm yok...Yani 26 Temmuz 1952’de 33 yaşında kanserden öldüğünde bir müzikale konu olacak kadar dolu bir hayat bırakmıştı geride. Nitekim Lloyd Webber imzalı müziklerle adına sahnelenen “Evita” müzikali dünyanın her yerinde defalarca sahnelendi. Yıllar önce Türkiye’de de yerli bir prodüksiyonla sahnelenen bu müzikal, dün gece dünyayı gezen iddialı kadrosuyla İstanbul Kongre Merkezi’ndeydi. Eva Peron rolünde Abigail Jaye, Che rolünde Mark Powell’ın, Peron rolünde Earl Carpenter’ın yer aldığı gösteri için salon tamamen dolmuştu. Bize hikayeyi her zamanki gibi bir devrimci anlatıyordu. Eva’yı biraz küçümseyen, biraz da saygıyla anan... Ona göre bu, fakir bir kızın sınıf atlama mücadelesiydi. Kimi zaman erkekleri, kimi zaman da işçileri kullanan... İşte önceki gece bu hikaye matematiği son derece iyi hesaplanmış bir gösteri ile aktarılmıştı... Hiçbir sahne diğerinden ne uzundu, ne kısa. Kadro belli ki disiplinle ve aşkla çalışmıştı... Sahne tasarımı, kostümlere ise söylenecek tek söz olamaz. Zaten müzikalin unutulmaz balkon sahnesinin de aralarında bulunduğu dekorları için 6 TIR dolusu prodüksiyon malzemesi kullanılmıştı. Oyuncuların disiplini, uyumu, dansları da göz dolduruyordu. Orkestra ve müzikler ise harikaydı. Öyle ki, zaman zaman kendimi sahneyi değil de orkestrayı izlerken buldum! Nurseli İdiz’in sözleri...Ama neden bilmiyorum tam olarak giremedim oyunun içine. Bir şey beni hep kapıda tuttu. İçeri girmek için bazen bir çığlık bekledim, bazen bir hıçkırık. Ama gelmedi. Ve sonra neyin eksik olduğunu, ara verildiğinde, daha önce Evita’yı canlandıran Nurseli İdiz’in arkadaşlarına yaptığı şu yoruma kulak misafiri olunca anladım: “Her şey güzel. Sesler iyi, müzikler iyi, çalışılmış... Ama Evita’nın ışığı yok.” Evet, benim de aradığım yanıt buydu: Işık yoktu. Ya da ruh. Çünkü söz konusu, öyle da ya böyle Latin Amerikalı bir kadının tarihiydi. Oyunculukta da, seslerde de tutkunun, duyguların daha öne çıkması gerekmez mi? Sözlerimden gösteriyi beğenmediğim sanılmasın. Benim ki biraz müşkülpesentlik. Sonuçta, ben de eserin en önemli parçası olan “Don’t Cry for me Argentina!”‘yı herkesle birlikte mırıldandım. İSTANBUL’DA 16 GÖSTERİ20 ’nin üzerinde ödüle layık görülen dünyaca ünlü Evıta Müzikali, Avrupa turnesi kapsamında bir gala ile İstanbullu sanat severlerle buluştu. Avea’nın ana sponsorluğu ve BKM organizasyonu ile İstanbul Kongre Merkezi’nde gösterime giren ödül rekortmeni Evita, en iyi müzikal, en iyi kadın oyuncu, en iyi müzik, en iyi yönetmen, en iyi erkek oyuncu, en iyi ışık, en iyi söz, en iyi tiyatro kareografisi başta olmak üzere 20’nin üzerinde ödüle layık görüldü.‘Eva Peron’ rolünde Abigail Jaye, ‘Che’ rolünde ise Mark Powell’ın yer aldığı Evita müzikali, İstanbul’da 16 kez sahnelenecek.

Devamını Oku

Bir lanetin bozumu

7 Nisan 2011

Bazı sözcükler lanetlidir. Ağızdan çıkması bile istenmez. Söylenirse gerçek olacağı sanılır, öyle belletirilir. Oysa kadim hikayeler tam tersini söyler. Sessizliğin o laneti korumak için uydurulduğunu... Ama o laneti deşifre etmek zordur. Çünkü gerçeği görmek istemeyen zavallı gözler, bu lanetten nemalanan akbabalar, düzeninin bozulmasını istemeyen kemirgenler onun gönüllü gardiyanlarıdır. Ama hiçbir lanet sonsuza dek sürmez. Bir gün, biri çıkar ve bu sözcüğü avazı çıkana kadar haykırır! Bu kelimelerden biri de ensesttir. Tabudur. Üzerine konuşulamayandır. Lanettir. Zaman zaman Türkiye’de de çok yaygın olduğu söylenmiştir. Ama o kadar. Buna ne karşı çıkan olmuştur, ne savunan... Ağızdan çıkar çıkmaz ölü kelimeler mezarlığına yollanmıştır. Bu konuda bir şeyler yapmak isteyen masum ve saf yüreklerin ise eli kolu bağlı kalmıştır. Çünkü ellerinde bu lanetin varlığını ispatlayabilecek hiçbir istatistik yoktur. Öyle ya, ensest kurbanları bir istatistik veri bile olamazlar. O kadar yokturlar. Melten Arıkan’ın “Yeter Tenimi Acıtmayın” kitabını hatırlayalım... Kendi içine doğru kanayan bu yarayı konu aldığı için yasaklanmıştı. (Elbette gerekçe bu değildi. Aksine toplumun korunması için yapılmıştı.) Ama dişli kadındır Meltem, zıpkın gibi durmuş ve verdiği mücadele ile kitabını beraat ettirmişti. Şimdi bu lanet ikinci kez bozuluyor. “Başka Dilde Aşk” filminin yönetmeni İlksen Başarır “Atlı Karınca” ile ensesti sinemaya taşıdı. Öncelikle binlerce teşekkür kendisine... Ve tabii bu konuda onunla birlikte yürüyen ve sapık bir babayı oynama cesaretini gösteren Mert Fırat’a da. Susup kalan, ağlayamayan, suçu kendinde arayan tüm ensest kurbaları adına... Yaptığınızın hakkı ödenmez!Bu yüzden de filmi sevdim, herkes gitsin izlesin. Ailesinde bu tür bir durumun varlığından şüphelenenler muhakkak gitsin. Hatta potansiyel kurbanı da yanlarına alsınlar... Belki film çıkışı bir lanet bozulur. Gelelim filme...Konuya çok geç gelinmişti; ikinci yarıda. Tamam, verilmek istenen mesaj çok net: Mutlu bir aile, her şey yolunda gidiyor görünüyor. Üstelik eğitimli bir aile. Yani bu hastalığın cehalet ya da fakirlikle bir ilgisinin olmadığının altı çizilmiş. Ama hep tarif edilemeyen bir gerilim söz konusu.. İşte eleştirim burada; bunun kaynağına dair tek ipucu yoktu. (Mesela baba ve oğul arasındaki gerilimin nedenini filmin sonunda bile anlamayadım.) Bir de bu tür tabu yıkan ilk filmlerde gerilim yaratmak için polisiye bir kurguya yaslanmak gerekli midir? Neyse... Böylesi bir film için bunları çok da sorgulamaya gerek yok. Çünkü konu o kadar can yakıcı ki, film iyiymiş kötüymüş hiç fark etmiyor, sessiz sessiz ağlıyorsunuz!***Etkilendiğim sahneler- Sevginin kendisini, büyükannesine okuduğu kitapla ifade etmeye çalışması!- Edip’in (Baba) daktilosuna olan sapıkça düşkünlüğü ve taşınırken oğlunun oyuncağının dışarıda kalması pahasına özenle onu arabaya yerleştirişi. Bir erkeğin ne kadar bencil ve iğrenç olabileceğini bir çırpıda anlatıyordu.***KEYİF AJANDASIPera’da iki yeni sergiBazı yetenekler neon ışıkları ile aydınlanmamış olabilir. İşte 1930’lardan 1970’lere dek uzanan resim serüveninde, bağımsız, renkçi ve yenilikçi yaklaşımıyla özgün bir resim dili oluşturan İhsan Cemal Karaburçak da bu sanatçılardan. Ressamın 81 eserden oluşan retrospektif sergisisi 3 Temmuz’a dek görülebilir. Pera Müzesi’ndeki ikinci sergi ise çok ilginç. “Temelde İnsan: Çağdaş Sanat ve Nörobilim” adını taşıyor. Bilimle sanatın buluştuğu ve insan bseynini ele alan sergide farklı disiplinlerden 7 yenilikçi sanatçının eserleri yer alıyor: Andrew Carnie (Birleşik Krallık), Rona Pondick (ABD), Michael Joaquin Grey (ABD), Michael Rees (ABD), Frank Gillette (ABD), Leonal Moura (Portekiz), Suzanne Anker (ABD).Şık bir tanık!Ahmet Şık’ı artık herkes tanıyor. Ben kendisini gazeteci Metin Göktepe öldürüldükten sonra İstanbul Üniversitesi’nde verdiği bir söyleşide tanımıştım. Ahmet, Metin’in cinayetinin aydınlatılması için büyük mücadele verenlerdendi. Şimdi Ergenekon kapsamında gözaltında. “İmamın Ordusu” ise yayınlamadan toplatıldı. Ama Ahmet bu, asla boş durmaz! Her daim çalışır. Çalışkan, üretken gazetecidir. Şimdi de bir sergi açıyor. “Ben Tanığım” isimli sergi 12 Nisan’da Karşı Sanat’ta (Gazeteci Erol Dernek Sokak No:11 Beyoğlu) açılacak.

Devamını Oku

Kaybeden erkeği maço mudur?

31 Mart 2011

90’lı yıllar... Üniversitedeyiz. Okuyup yazan ya da okuyup yazmasa da hayatla meselesi olanların takıldığı ortak mekanlar vardı. Az konuşulur, az gülümsenir, sağlam kahkaha atılırdı. Bu tiplerin masalarından ender olarak sözcükler yükselirdi. Bunlardan ikisi; “tutunamamak ve kaybedenler”di. 80 sonrası kuşağın bir genci olarak bu iki kelime hep ilgimi çekti. “Tutunamayanlar” Oğuz Atay’ın ünlü romanının adıydı. Türkiye aydınını, aydın sorununu anlattığı bir romandı bu. Romanı yanlış okuyanlar tutunamama halini erdem sanırdı. Mesela bütün gün kantinde çene çalarlar ve şöyle derlerdi: “Bu ülkede kültür-sanat adına hiçbir aktivite yok, sinemalar sadece Amerikan filmleri gösteriyor. Oysa Avrupa ülkelerinde böyle mi!” Kaybedenler ise biraz daha farklıydı. Onlar “tutunamayanlar” gibi ezik takılmıyorlardı. İtiraf edeyim daha havalılardı. James Dean edaları vardı. Tavırlarında her şeyi boşlamış bir ifade olurdu. Mete Avunduk ve Kaan Çaydamlı’nın Kent FM’de yaptıkları “Kaybedenler Kulübü” isimli programla ise tarifleri yapılabilir olmuştu. Sanki bir millet gibiydiler ve bu program da onların varlıklarını tescillemişti.Çok geçmeden üniversite ortamlarında, gençlik mekanlarında kaybedenlerin karşısında tutunamayanlar geri plana düştü. Ne yalan söyleyeyim tutunamayanların edilgen imajı, kaybedenlerin umursamaz imajı karşısında pek alaturka kaçıyordu. (Bu arada iyi bir kaybeden Oğuz Atay’ı iyi bildiğini de iddia ederdi.) Şimdi bu kulüp ve kulüple birlikte ortaya çıkan ruh hali izlenesi bir filmle birlikte tekrar gündemde... Filmi seyredince fark ettim ki, o günlerden bize kalan en büyük miras onarılamaz kadın-erkek ilişkileri olmuş. Nitekim filmi seyreden pek çok kişinin aklında kalan en önemli bölüm bu. Hani, kadınların serseri oğlanları sevip daha sonra onları değiştirmeye, “düzeltmeye” çalışmalarına yönelmesi. Filmin altını kalın çizgilerle çizdiği bu eleştiri için büyük bir tespit diyemem. Malum aşkla ilgili her türlü metinde bu ve benzeri sözlere rastlanır. Beni burada ilgilendiren ise bunun bir dönem erkek tipinin isyanı olması ve sonraki kuşağı etkilemesi. Malum kadınların en büyük şikayetidir; “düzgün adam yok.” Şöyle bir soru sormak isterim “Kaybeden erkeği maço mudur?” Kesinlikle. Peki neden böyledir? Kaybedenlerin politik söylevleri yoktu. Onlar sistemle daha da basiti günlük rutin hayatla uyumsuzdu. Ama bence durumları, siyasi bir durumun sonucuydu. 90’lar, Güneydoğu’daki savaşın en şiddetli yaşandığı dönemdi. Hatırlıyorum da, askerlik gündeme geldiğinde yüzü asılmayan, eli titremeyen erkek arkadaşım yok gibiydi. Cesur olanlar vicdani ret üzerine bir-iki kelime ederdi ama üniversitenin ilk iki yılında. Son iki yıl konusu bile açılamazdı. Geleneksel Türk ailesi Türkiye’nin dışa açılmasıyla birlikte bize yetmez olmuştu. Aileden kopmak, özgürleşmek yanında buz gibi bir yalnızlık getirmişti. Artık anne ve babalarımızın ilişkileri bize model olamazdı. Kadınlar artık erkek kahvelerinde king oynuyordu.Okuldan mezun olmak ise büyük bir kabustu çünkü öğrenci kimliğini kaybetmek demek sadece otobüse indirimli binme hakkını kaybetmekle sınırlı değildi. Yerine ne konacağı karanlık ve sancılı bir süreçti. İşsiz geçen her gün “senden adam olmaz”a hızla yaklaşan, kayıp günlerdi. O yüzden en iyisi, ölümün olduğu yerde hiçbir şey ciddi olamaz diyerek, Schopenhauer’ı anarak Kaan Çaydamlı ve Mete Avunduk’u dinlemekti. Ne diyebilirim, iyi ki geçip gitmiş 90’lar. Çünkü o günlerden geriye kadın korkusunu “piçliğe yatarak” örtmeye çalışan ve basit terbiye kurallarını bile beceremeyen bir erkek türü kaldı. ***Keyif ajandası- Samba, bossa, rock ve cazı “Afro-Amerikan” ve “Arap” kültürünü müziğe taşıyan Brezilyalı ses sanatçısı Joao Bosco, bugün Cemal Reşit Rey’de- 13’üncüsü düzenlenen Devlet Tiyatroları-Sabancı Uluslararası Adana Tiyatro Festivali’nde harika oyunlar var. 28 Nisan’a dek sürecek olan festivali Adanalılar ve çevre illerin kaçırmamasını tavsiye ederim.

Devamını Oku

Türkan Saylan yapamadığı savunmasını yapıyor

10 Mart 2011

Ayşe Kulin, “Türkan” kitabıyla ilgili olarak yaptığımız röportajda Türkan Saylan için “Bizde azizelik mertebesi olsa, ona verilirdi” demişti. ÇYDD faaliyetleri hele hele cüzzamlı hastalar için vermiş olduğu mücadeleyi hatırlarsak Kulin’in bu sözünün hiçbir abartı içermediğini anlarız. Ama biz, başka bir ülkede yaşasaydı, Nobel Barış Ödülü alabilecek Türkan Saylan’a hiç vefakar davranmadık. Hele ömrünün son günlerinde... En çok üzüldüğüm ise, Türkan Saylan gibi hayatı boyunca hep kendi ayakları üstünde duran güçlü bir kadının sağlığından ötürü kendini arzu ettiği gibi savunamamasıydı. Düşünüyorum da, evi arandığında hasta olmasaydı nasıl bir mücadele verirdi? Eminim ki, pek çok kadına ve mağdura model olacak bir performans sergilerdi filmlere konu olacak türden... Ama Türkan Saylan bu, biz “Kendini savunamadan gitti” derken bile o bir yolunu bulmuş ve sözünü söylemiş. Meğer avukatı Hüseyin Karataş’la hakkında açılan davalara ve suçlamalara cevap niteliğinde bir kitap hazırlıyormuş o zor günlerinde. Ve şunu vasiyet ekmiş: “Ben dünyamı değiştiriyorum, öbür tarafa gidiyorum. Bu kitabı bir an önce yayıma hazırlayalım ve bu belge kitabımızı bir an önce basalım. Tarihe bir not olarak kalsın. Mutlaka basılmalı.” Ancak bu kitaba Ergenekon baskını sırasında el konulmuş. Neyse ki, kitap bir hafta sonra geri alınabilmiş. İşte bu kitap şimdi Siyah Beyaz Yayınları’ndan çıktı. Kitabın sayfalarını çevirirken fark ediyorum ki, ne çok suçlamaya, hakarete maruz kalmış Türkan Saylan. Kimi çamur at izi kalsın türünden, kimi de “bunun ardından acaba ne gelecek” türünden... Hani neredeyse Ergenekon suçlaması önemsiz kalacak! Aynı anda PKK’lı da iddia edilmiş, misyoner de. Şaka gibi değil mi? Bazı liberallerin onu “Kürt kızlarını asimile ettiği” gerekçesiyle eleştirdiğini de hatırlayınca iyice allak bullak oluyorum. Bir insan nasıl olur da taban tabana zıt üç suçu aynı anda, aynı yöntemle nasıl işler? (Bu arada misyonerlik suç mu?) İşte tam da bu yüzden şöyle diyor Saylan kitapta: “Son yıllarda bütün bu yaşananların gerçek yüzünü açıklayan bir kitapçık hazırlayıp bu yalan ve iftiralardan beslenenleri utandırmayı düşledim hep; ancak hiç fırsat bulamadım diğer çalışmalardan. Yine de o yalanları, iftiraları okuyup kafası karışanlara biraz olsun borçlu hissettim kendimi. Bir de geleceğe tanıklık etmelerini istedim elimdeki onlarca belgenin. Kim bilir bu ülkede daha kaç kişi, aydın böyle güdülenmiş komplolara kurban edildi. Suçsuzken suçlandı. Bunların yanında ben kimim ki?”Ama söz konusu Türkan Saylan. Yani asla sadece sorunlardan bahseden biri değildi. Hep umuttan bahsetti. Bu yüzden sözlerine şöyle devam etmiş: “Yine de eminim bunları okudukça, bu kardeşinizin dayanma ve direnme gücünü, negatif enerjiye nasıl duyarsız kalabildiğini fark edeceksiniz. Belki de pek çok yurttaşımız, yaşadığı benzer olumsuzluklar karşısında bu direnişten kendisi için ipuçları bulabilir. İşte o zaman yaşadıklarımın bir olumlu sonucu ortaya çıkar. Çağdaşlaşma yolunda, namuslu yürüyüşümüz sürecektir. İftiracılar, komplocular ekmek paralarını bu meslekleriyle kazandıkları ve her şeyi mubah görenleri maşa olarak kullandıkları sürece, önlerine çıkan engellere karşı çirkin, ahlaksız ve kirli oyunları sürdüreceklerdir. Hepimiz güçlü, sabırlı ve kararlı olmalı, bu oyunları bozabilmeliyiz.”Belki de yaşadığı acıları unutmak içindir, bilemem ama Türkiye balık hafızalı bir toplum. İnsanları çok rahat vatan haini ilan ettiği gibi vatan kahramanı da yapabiliyor. Geçmiş bir kuyuya atılmış, vahşice öldürülmüş bir ceset sanki. Kimse kuyunun kapağını açmaya, içeriye bakmaya, hele hele aşağıya inip cesedi çıkarmaya cesaret edemiyor. Neyse ki, Türkan Saylan bizi böylesi bir sert yüzleşmeden kurtarmış ve yaşadıklarını “Son Nefeste Son Savunma” kitabında toplamış. Savunmasını kayıt düşmek için! ***Don’t Leave Me This Way!Bir yıl önceki Londra gezimi “Don’t Leave Me This Way” diye bağırarak geçirmiştim. Her an kendinden geçmeye hazır bir ses, “Ben bu şekilde bırakma” derken ben de sokakları geziyor, kitapçıları, mağazaları arşınlıyordum. Tatlı tatlı çiselen yağmurla kendi içime doğru yürüdüğüm o güzel ânıma da bu şarkı eşlik etmişti. Bu yüzden bu şarkıyla ünlenen The Communards’un şarkıcısı Sarah Jane Morris’in yarın ve sonraki gece İKSV Salon’da sahne alacağını çok heyecanlandım. Neden mi? Çünkü 1980’lerin ünlü gruplarındandır The Communards. Şarkıcaları Sarah Jane Morris, ise dört oktavlık sesi, rock, blues, caz ve soul türlerini harmanlayan albümleri dinleyenini mest eden sıkı bir müzik insanıdır. Fazla söze gerek yok; 22.30’da sahne alıyor. (11 ve 12 Mart Cumartesi, saat 22.30)***İstanbul Film Festivali 30 yaşında! İstanbul’u kültür kenti yapan etkinliklerden biri de, şüphesiz ki İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın düzenlediği İstanbul Film Festivali’dir. Dile kolay tam 30 yıldır bu kenti sinema ile buluşturan bir festival bu. Geçen yıl 150 bin kişiyi sinemayla buluşturan festival bu yıl 2-17 Nisan tarihleri arasında yapılacak. 21 ayrı bölümde toplam 230 film gösterilecek. Festivalin 30’uncu yılı olduğu için özel bir retrospektif bölümün yanı sıra Sundance ve Berlin Film Festivalleri’nde dünya prömiyerlerini yapan yeni filmler de izleyici ile buluşacak. Festivalin Sinema Onur Ödülleri ise bu yıl dört isme veriliyor: Yönetmen Yusuf Kurçenli, görüntü yönetmeni Ertunç Şenkay ve Metin Akpınar ile Zeki Alasya’ya. (Biletlerin 19 Mart Cumartesi günü satışa çıkıyor.) ***Mart’ta Bursa’da kitap fuarı olur mu?Hep diyoruz; “Bursa Kitap Fuarı, nisan ayında, İzmir mart ayında yapılmalı” diye... Nitekim Türkiye’nin en büyük üçüncü fuarı olan Bursa kitap fuarı, beklendiği üzere kara teslim oldu. Okulların tatil olması, fuar alanının şehir dışında yer alması katılımı çok düşürdü.

Devamını Oku

Cumhuriyet’in kadın patronu sessizliğini bozdu

3 Mart 2011

Bizim meslek için 1991’de Cumhuriyet gazetesinde yaşananlar her açıdan bilinmesi gereken bir olaylar dizisidir. Kimileri bu süreçte yaşananları basit bir iktidar kavgasına benzetebilir. Ama bu, tıpkı bu cümleden de anlaşılacağı üzere çok “basit” olacaktır. Nitekim Hasan Cemal’in “Cumhuriyet’i Çok Sevmiştim” isimli kitabını şöyle bir karıştıranlar bile o dönem yaşananların aslında Türkiye’nin geçirdiği değişimin özeti olduğunu görür. Yani İlhan Selçuk ve ekibinin var olan yapıyı korumak istemelerine karşın, Hasan Cemal ve Okay Gönensin’in modern ve liberal bir gazete yapmak istediklerini ve iki farklı dünya görüşünün çatıştığını... Hasan Cemal ve Okay Gönensin’in istifası ile sonuçlanan bu tartışma sonunda, gazetenin Müessese Müdürü Emine Uşaklıgil de Cumhuriyet’le yollarını ayırmış, gazete yoluna İlhan Selçuk’la devam etmiş ve bu tartışmalardan ötürü büyük bir tiraj kaybetmişti. Cumhuriyet’in kurucusu Yunus Nadi ve Halid Ziya Uşaklıgil’in torunu olan Emine Uşaklıgil ise bu konuda hep sessiz kaldı. Şimdi bu sessizliğini 10 Mart’ta Everest Yayınları’ndan çıkacak olan “Benim Cumhuriyet’im” isimli kitabıyla bozuyor. Pek çok açıdan tartışmalar yaratacağını tahmin ettiğim kitap, sadece İlhan Selçuk’a değil Hasan Cemal’e de eleştiriler içeriyor. Üstelik bir tanesi, bugün bile mesleğimizin başına musallat olan kadın sorunu ile ilgili. Nitekim Uşaklıgil, bu soruna değindiği bölüme “Kadın mı? Neuzübillah!” adını koymuş. Ne mi diyor Uşaklıgil? Aynen aktarıyorum: “Cumhuriyet’i Çok Sevmiştim, kitabında Hasan Cemal’in anlattıkları dikkatli okunduğunda, asıl sorunun kadın patron fikri etrafında düğümlendiği anlaşılır. Kapalı kapılar ardındaki konuşmalar hep aynı tema üzerine odaklanırken, İlhan Selçuk’un sarf ettiği sözler aydınlatıcıdır: ‘Bak Hasan, eninde sonunda sosyalizm olacak. Bu ailelerin eline bırakmazlar her şeyi. Bir Suna Kıraç çıkacak, bir Emine Uşaklıgil çıkacak ve bütün aklı başında insanlar da bunların çevresinde kul köle olacak. Olmaz böyle şey’, ya da ‘Emine batıracak gazeteyi. Her birimin başında bir kadın oturuyor. Bütçenin, personelin, arşivin, Çağdaş’ın, ilanın başında hep kadınlar...’ Öte yandan, yazı işlerinde kadınlara sorumluluk vermemiş olan Hasan Cemal’in İhan Selçuk‘tan farklı düşündüğüne dair herhangi bir ipucu mevcut değil. Gençliğinden beri gözü genel yayın müdürü koltuğunda olan Hasan Cemal, İlhan Selçuk’a özenip Nadir Nadi sonrasında patronsuz bir gazete düşlemekteydi. Gazeteye patron olacak erkek kalmamış olması, en büyük dertti. Berin Nadi, Leyla Uşaklıgil, Emine Uşaklıgil, Lale Tokuş, Suzan Nadi, say say bitmez, hepsi kadın, ne olacak halimiz diye hayıflanıyorlardı.” Emine Uşaklıgil’in yanında yer aldığı, desteklediği Hasan Cemal’e karşı eleştirileri bununla sınırlı değil. Diyor ki; “Berin Nadi’nin, ‘Gazetenin Emine’nin elinde kalmasını engelleyeceğim’ sözlerine tepki göstermek, bana destek vermek, beni uyarmak şöyle dursun, kapalı kapılar ardında, ‘Emine’ye güvenmiyoruz,’ teranesini bıkmadan sürdürdüler. Hasan Cemal, beni zayıflattıkça aslında kendini güçsüzleştirdiğini bir türlü kavrayamadı. Açıkça ‘Geliyorum’ diyen krize karşı önlem almadı. Gazeteye ille de günlük yazı yazacağım diye boğuşacağına, kafasını günlük tutmaya takıp çevresinde olup bitenlere müdahale etmek yerine seyirci kalacağına ve enerjisini beni denetim altına almaya yarayacağını sandığı bitmez tükenmez ‘sohbetler’e harcayacağına, biraz olsun gazete yönetimine odaklansaydı, Cumhuriyet gazetesi için daha hayırlı olurdu.”***Keyif Ajandası- Tam beş sezondur salonu tıklım tıklım dolduruyor Bakırköy Belediye Tiyatrosu Orhan Kemal’in “Tersine Dünya” oyunu ile... Levent Tülek’in göz dolduran oyunu ve şu sıralar, kadınlara saldırmayı marifet sayan maço yazarlara inat olsun diye pazar günü bu oyunu izlemeye gidin derim.. Ve lütfen “Önce erkekler ve yemek mönüsü menemenle sınırlı olanlar” diye bağırın! - Mengü Ertel’in sekseninci doğum ve onuncu ölüm yıldönümü nedeniyle Yapı Kredi Kültür Sanat Merrkezi’nde bugün açılan “Bir Usta Bir Dünya: Mengü Ertel” sergisini 23 Nisan’a dek gezebilirsiniz. Mengü Ertel’in hazırladığı afişler, logolar, kitap ve dergi kapakları, illütrasyonlar, serbest grafik çalışmaları ve tiyatro dekorlarından oluşan serginin konsept ve tasarımı Sadık Karamustafa tarafından gerçekleştirdi.

Devamını Oku

Paulo Coelho, ihtiyaç duyduğu sevgiyi bir Türk’te buldu

24 Şubat 2011

“Simyacı” romanı yayımlandığı 1987 yılından beri uluslararası bir çok satar Paulo Coelho. Yazdığı 19 kitap 71 dile çevrildi, 160 ülkede yayımlandı ve toplam 115 milyon sattı. Hatta 2008 yılında Frankfurt Kitap Fuarı’nda, 100 milyonuncu kitap satışını bir partiyle kutladığı için, kendisinden sık sık “Tanrıdan sonra en çok satan adam” diye bahsedilmişti. Coelho’nun ülkesi Brezilya’dan sonra 15 Mart’ta Türkiye’de yayımlanacak olan kitabının ana kahramanı ise bir Türk kızı! İbranice, Aramice alfabelerinin ilk harfi olan “Alef”ten adını alan kitap bizde “Elif” adıyla yayımlanacak. Hemen belirtelim, romanın karamanı bir Türk ama roman Türkiye’de geçmiyor. Tahminlerin aksine bu İslam hakkında da bir roman değil. Malum, Coelho, önceki romanlarında İslam’dan, Mevlana’nın Mesnevi’den bol bol faydalanmıştı. Peki “Elif”in konusu ne? Aslında bu bir reenkarnasyon romanı. Her şey roman kahramanı yazarın (bu kişi bizzat Coelho’nun kendisi) kendini bir tıkanmışlık içinde bulmasıyla başlıyor. Bir medyum da ona “İhtiyaç duyduğun sevgiyi sana Türkiye’nin ruhu verecek” diyor. Diyor ama romandaki Coelho’nun bunu başta pek ciddiye aldığını söyleyemeyiz. Tıkanmışlığını çözmek için de en bilinen yönteme başvuruyor ve kendini yollara vuruyor. Ama Türkiye’ye değil. Bir davet üzerine Rusya’ya gidiyor ve onu davet edenlere de şart olarak da Sibirya’yı boydan boya geçen bir tren yolculuğuna çıkmak istediğini söylüyor. Ancak tam trene binecekken) bir kadının peşine takılmasıyla her şey birden değişiyor. Çünkü bu kadın Türkiye’den Rusya’ya gelmiş, buraya yerleşmiş bir kemancıdır. Daha sonra adının Elif olduğunu öğreneceğimiz kadın, hiç duraksamadan Coelho’ya “İhtiyacın olan şey bende” diyor. Dahası tüm yayıncıları, tur orgaizatörlerini sinir etme pahasına Coelho’nun peşine takılarak trene de biniyor. Tüm dünyada bestseller olmasına kesin gözüyle bakılan “Romanın adı neden Elif” derseniz. Onu bizzat yazarından okuyalım: “Elif her şeyin başladığı, zaman ve mekan kavramlarının olmadığı yerdir. Burada ne geçmiş vardır, ne gelecek, her şey şimdide birleşir.” ***Keyif Ajandası- Yapı Kredi Kültür Sanat’ın gelenekselleşen aylık etkinlikleri Müjdat Gezen ile devam ediyor. “Müjdat Gezen ile Tiyatro ve Sinema Üzerine” başlıklı etkinlik İstiklâl Caddesi’nde bulunan Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi’nde 2 Mart, saat 18.30’da yapılacak. - Oyuncu/ müzisyen Timuçin Esen, bu akşam albümü Mayhos’un tanıtım konseri için İKSV Salon’da... - Bob Marley’nin ölümüne dek eşlik ettiği The Wailers, 1- 2 Mart akşamı üst üste iki gece Babylon’da. - !F’de bu akşam 19.00’da “Kadınlar Kahramandır”, yarın 12.00’da “Dört Adam”, 14.30’da “Boyita’nın Son Yazı”, pazar günü ise 13.00’da “Kötülük Çiçekleri”, 15.30’da ise “Mars” filmleri gösteriliyor. ***Çağlayan’dan Üzgünüm LeylaDünyaca ünlü sanatçı ve moda tasarımcısı Hüseyin Çağlayan’ın ‘Yakınlık Sensörleri/ Proximity Sensors’ adını verdiği sergisi bugün Galerist’te açılıyor. 26 Mart’a dek gezilebilecek olan sergide Çağlayan’ın son dönemde ürettiği heykel, video ve ses enstalasyonları yer alıyor. Sanatçının ilk kez geçtiğimiz yıl Londra Lisson Gallery’de sergilenen ve kültürel form olarak müziği inceleyen ‘Üzgünüm Leyla/ I am Sad Leyla’ başlıklı işi de Türk izleyicisiyle ilk kez buluşacak. (Galerist, İstiklal Caddesi, Mısır Apt. 163/4, Beyoğlu)

Devamını Oku