Alain de Botton için “Felsefeyi popüleşleştiren adam” diyorlar. Nitekim aşk, iş, seyahat üzerine yazdığı kitaplar çok satıyor. Tabii Türkiye satışlarını dünya ile kıyaslamayacağız, moralimiz bozulmasın diye! Buna rağmen kendisinin Türkiye’de hatırı sayılır bir hayranı olduğu da kesin. Nitekim salı günü İKSV’de verdiği “Aşk, İş, Felsefe, Seyahat” isimli seminer tıklım tıklımdı. Biletler günler öncesinden bitmiş, yazarı ayakta dinlemek için bile 80 TL ödenmişti. Biz basın mensupları da kendisi ile dün, yayıncısının (Sel Yayınları) düzenlediği kahvaltıda bol bol sohbet etme fırsatı bulduk. Elbette sizler için birkaç özel soru sormayı da ihmal etmeden... Botton’un okurları bilir, kendisi modern hayatı sevdiği kadar eleştirir. Mesela “Statü Endişesi” kitabında başarısızlık korkumuzu anlatır. Haklıdır da... Bunun için iş hayatının ve ona bağlı olarak sosyal hayatın her geçen gün sertleşen koşullarını hatırlamamız yeter de artar. En yakın arkadaşların bile her an birbirinin çıkarına dokunabildiği ilişkileri. İşte Botton, böylesi bir dünyada laik dünyanın, dini dünyadan öğrenebilecek çok şeyi olduğuna inanıyor. Ekim ayında tüm dünyadan önce Türkiye’de yayımlanacak olan “Ateistler İçin Din” kitabını ona yazdıran da bu olmuş. Ancak hemen belirtelim, kitapta İslamiyet yok! Hıristiyanlık var, Yahudilik var, Budizm var ama İslam yok! Tabii, masanın etrafını kaplayan, laik-din tartışmasını yoğun yaşayan, yüzde 99’u Müslüman kabul edilen bir ülkenin gazetecileri olarak hep bir ağızdan “WHY?” diye atıldık. Botton, “Ama sadece İslamiyet değil pek çok din yok. 21 dinin sadece 3’ü var bu kitapta.” Botton böyle dedi, demesine ama “özel sorular” bölümünde bu soruyu bir kez daha sormadan duramadım ve işte orada ağzından “bu çok ateşli bir konu” sözünü çekebildim. Hemen her konuda; aşk, iş, seyahat üzerine hiç çekinmeden yazan (kız arkadaşının hayat hikayesi gibi) Botton’un kahvaltı boyunca Türkiye’deki tartışmalara (karikatür meselesi gibi) hep mesafeli durduğunu da eklemeliyim. Tartışma hararetlendiğinde de “I don’t know” demeyi tercih ettiğini... Ama şimdi özel sorular bölümündeyiz. Kaçış yok, Mr. Botton! Bir kez daha soracağım! Ama bu sefer doğrudan değil de, dolaştırarak! Sizin dinle aranız nasıl? İnançlı biri misiniz? Dine inanmıyorum. Ama dinler topluluğundan öğrenmemiz gereken şeyler olduğuna inanıyorum. Mesela?Eğitime göz atalım. Laik dünyada eğitimin çok önemli olduğuna inanıyoruz. Kesinlikle! Eğitim şart!Ama bunu nasıl algılarız? 3-4 yıl üniversiteye gidersin sonra eğitim biter. Din de eğitime inanır ama her şeyi unuttuğumuzu ve hep hatırlatılması gerektiğine de. Bence de unuttuğumuz şeylerin hatırlatılmasına ihtiyacımız var. Ben dinin içeriğiyle değil bir şeyleri hatırlamamız gerektiği ile ilgileniyorum. İyi de sanat bunu yapamaz mı?Yapabilirdi ama laik sanat ahlaki sanattan korkar. Bunu propaganda gibi algılar. Bence, bu kadar korkmamıza gerek yok. Dinsel sanata dönmek gibi niyetim yok ama ahlaki sanattan öğreneceklerimiz var. Ama ahlak öyle bir alan ki, özgürlükle çatışabiliyor... Fikirsel özgürlük her zaman iyidir ama bazı konularda sınırlama getirmek iyi olabilir.Mesela?Örneğin çocuk sahibi olmakta özgürsünüzdür. Çocuk eğitimi konusunda pek çok din, çocukların kısıtlamalara ihtiyaç duyduğunu düşünür. Bunun bütünüyle saçmalık olduğunu düşünmüyorum. Peki bu ahlakın sınırı var mı? Mesela muhafazakar ahlaka sahip bir Türk profesörü (Orhan Çeker) tecavüz ile ilgili “Dekolte giyersen bu tür çirkinliklerle karşılaşman sürpriz olmaz” dedi.Bu bana çok delice geldi gerçekten. Bu kısıtlamalara iyi bir örnek tabii ama tekrar söylüyorum ben dinsel kısıtlamaların içeriğiyle değil biçimiyle ilgileniyorum. Pardon biçimden kastınız nedir?Dinin özgürlüğü kısıtlayarak öğretmeye çalıştığı çoğu şeye katılmıyorum. Bunlar yanlış! Ama bazı şeyler konusunda da kısıtlamaya ihtiyaç var. Örneğin, insanlar birbirine çok kolay zarar veriyor. Çok zalim olabiliyor. Bir sese ihtiyaç var: “Kibar ol, ahlaklı ol, iyi ol” diyen. Laik dünyada bu tür sesleri çok duyamadık. Bizi merhamete, empatiye, kibarlığa götürecek bir ses hep eksik kaldı! ***Botton: Orhan Pamuk nereyi yazsın?Alain de Botton “Havaalanında Bir Hafta” kitabını bir havaalanda yaşarak yazmıştı. Bu deneyiminden hareketle bir de proje geliştirmiş. “Ünlü yazarlar nereyi yazarsa ilginç olur?” sorusu üzerine kurulu. Bize de bu amaçla sordu: Orhan Pamuk nereye gidip nereyi yazsın? Herkes tarihi bir mekan söyledi. Benim yanıtım ise bir tekstil atölyesi ya da Tuzla tershanesi oldu! Sizce?
Her aşk bir hikaye arar kendine... Tesadüfler de bu arayış için bire birdir. Onlar peş peşe gelip anlamlı bir bütün oluşturursa o zaman size şunu demiş olur: “O senin kaderin, korkma, bu mutlu son ve bu işin sonu olmayacak!” O yüzden her yeni âşık, uzun uzun sohbet eder... Daha önce neler yapmış, nerelere takılmış, neler okumuşlar... Herkesin gittiği bir kafeye ikisi de tesadüfen uğramışsa artık bunda bir destana malzeme olacak kadar gizemin saklı olduğuna inanırlar. İnanırız da! O yüzden aşk tesüdüfleri sever, kendisinin bir tesadüf olarak kalmaması için...Ömer Sorak’ın Sevgililer Günü’nün hemen öncesinde gösterime giren filmi “Aşk Tesadüfleri Sever” işte bu mantık üzerine kurulu. Herkes gibi tesadüfen tanışan (ama elbette her aşkta olduğu gibi bu tanışmanın sanki bir rastlantı değil de evrenin gizli bir planı gibi algılandığı) iki gencin aslında birbirinin çocukluk aşkı olması üzerine... Hayat boyu hiç farkında olmasalar, hatta başkalarına “seni seviyorum” deseler de birbirlerini aramaları... En kalabalık ortamlarda, en güzel kahkalaları atarken bile birden içlerine bir yalnızlık bir yoksunluk düşmesi ve bunun adını koyamamaları üzerine...Sonsuzlukta buluşacağı varsayılan paralel doğrular vardır. Paralel iki doğru olduğu için asla ve asla birbirlerini kesemezler, tabiatları, varoluşları buna engeldir. Ama bazen öyle durumlar olur ki, bu tür iki doğrunun sonsuzlukta buluşacağı varsayılır. Ve bence aşk diye bir şey varsa işte bu istisnai durumlar, istisnai çakışmalardır. Çünkü artık o zamana dek sürüp giden teğet geçmeler bitmiş, sonsuzlukta (artık gökten üç elmanın düşmesi bile muhtemeldir) kavuşulmuştur. Burada ihanet yoktur, yalan yoktur, beş sene sonra “bir şeyler eksik bu ilişkide” diyecek bir iç ses de... Onca zaman birbirini takip edip duran tesadüfler de bunun delilidir. Film, bu aşk tarifini tutarlı bir kurgu ile anlatıyor. Hatta fazlasıyla! Ağlayanı bol, seyredeni çok olacak, burası kesin... Ancak bence senarist asıl konuyu kuyruğundan yakalasa da nedense tutmamış, tuttuysa da bırakmış. Belki gişe melodram sevdiği içindir, bilemem! Çünkü filmde tüm bu tesadüfler bir insanın hayatı üzerinde düğümleniyor. Birinin varlığının diğeri için olduğu. Birinin yaşamasının diğerinin ölümüne bağlı olduğu. Bir sevgilinin kalbinin organ nakli ile diğer sevgiliye hayat vermesi üzerine... Pek çok kişi bunu da romantik bulabilir. Hatta yapış yapış bir melodram olarak bulanlar da çıkacaktır. Ama işte herkes kendi filmini izler. Organ nakilli biri olarak benim ekranda gördüğümse şu soru oldu: İyi de bu çocuk sevgilisinin kalbiyle nasıl yaşayacak? Söyler misiniz, ölen sevgilinizin ya da eşinizin kalbiyle yaşayabilir misiniz? Yaşarsanız bu nasıl bir hayat olur? Hem de evrenin, sizin için tesadüfleri peş peşe sıralayarak yıllar boyu ilmik ilmik dokuduğuna inandığınız o biricik aşkınızın kalbiyle? O yüzden diyorum ki, keşke film sondan başlasaymış! ***Yarın 14.15’te ekran başına!Ne mutlu ki, Türkiye’nin ilk ve tek canlı kitap programı başlıyor. Benim ve roman yazarı Neslihan Acu’nun hazırlayıp sunacağı “Kitap Kulübü” yarın, 14.15’te TV8’de. İlk konuk; Behzat Ç. ile gönüllere taht kuran Emrah Serbes. Konumuz ise Türkiye’de polisiye! Program canlı yayınlanacak yani internet üzerinden siz de programa katılabilirsiniz. Sorularınızı bekliyoruz!
Söz konusu bir Coen Kardeşler filmiyse elbette gözümüz yollara düşer. “Barton Fink” ile sinema tutkunlarının kalbini on ikiden vuran biraderler, o gün bugündür, dikkatimizi çekmeyi hep başardı. Her defasında aynı etkiyi bırakamasalar da... Nitekim “Zoraki Kral”dan sonra yılın en çok Oscar’a aday filmi “İz Peşinde” (True Grit) de bu nedenle sinema severler tarafından merakla bekleniyor. Tabii bunda filmin, 1969’da John Wayne’e Oscar kazandıran “İz Peşinde”nin yeni versiyonu olmasının etkisi de büyük... Ancak babası öldürülen 14 yaşındaki bir kızın (Mattie), babasının katilini bulmak için bir iz sürücü olan Rooster Cogburn’ü tutmasını ve onunla birlikte yollara düşmesini konu alan film bana daha çok Luc Besson’un gönül sarayımıza taht kurmuş olan “Leon” filmini anımsattı. Elbetteki Amerikan versiyonunu... Ama bu sözlerimden iki filmin kıyaslanabilir olduğu sanılmasın... Sadece “İz Sürücü”nün de tıpkı “Leon”daki gibi babasını kaybeden, hayat karşısında sert bir karakter geliştirmiş olan küçük bir kız ile yaşamak için insan öldüren yaşlı bir erkek arasında kurulan dostluk ve tuhaf bir sevgi ilişkisi üzerine kurulduğunu söylemek istedim. Yoksa bu sevginin belli ölçüde bir aşk içerdiğini, aşkın da kendini farklı hallerde gösterebileceği gibi derin yorumlar barındırdığını değil. Baba katilini ararken aslında yeni bir baba bulma çabası içinde olduğunu. Klasik westernlerin aksine yoğun diyaloglar içeren (Ne de olsa bu bir Coen Biraderler filmi) “İz Sürücü”nün en dikkate değer yanı ise şüphesiz ki Mattie’yi canlandıran Hailey Steinfeld’in taktir edilesi oyunu... Kovboyların her türlü hijyenden uzak,iki yüzlü ve kurnaz sert dünyasına azim ve cesaretle uyum sağlayan akıllı, gözü pek Mattie’yi izlemek gerçekten keyifli. Özellikle de filmin başındaki pazarlık sahnesi izleyenleri bol bol gülümsetiyor. Filmin bir diğer akılda kalıcı yanı ise “Nerdesin Be Birader?”de George Clooney’e bıyık bıraktıran Coen Kardeşler’in bu kez de Matt Damon’a (Teksaslı polis La Boeuf) bıyık bıraktırmış olması...Başka? Bu kadar!***Armağan Çağlayan tiyatro sahnesinde!Büyük İkramiye” bu sezonun yeni oyunlarından... Oyuncuları Celal Kadri Kınoğlu, Suzan Aksoy, Pelin Ermiş, Yılmaz Sütçü ve Armağan Çağlayan... Oyun, bir işçi ailesine büyük ikramiyenin çıkmasıyla birlikte değişen hayatlarını, sınıf atlama çabalarını konu alıyor. Büyük ikramiyeyi kazanan aile, önce hayatlarını değiştirmiyor. Aynı evde, aynı kanepede, aynı halı üzerinde hayatlarını sürdürmeyi tercih ediyorlar. Taa ki, evin kızı bir “ikoncan” olmak isteyene kadar... İşte bunun üzerine evin babası da biricik kızının bu dileğini yerine getirmek için, bu konuda verdiği derslerle ünlü olan Armağan Çağlayan’ı kaçırıyor... Böylece bizler de ailenin sınıf atlama çabasını ve atlarken yitirdiği değerleri izlemeye başlıyoruz. Şayet Armağan Çağlayan’ın sivri dilli espirilerini seviyorsanız, “Büyük İkramiye” size en azından bir amorti vaad ediyor. ***Jazz geceleri!Jazz seviyorsanız, Elite World İstanbul Hotel bünyesindeki Jazz Company size keyifli bir gece yaşatalibir. Her cuma ve cumartesi gecesi 22:00-01:00 saatleri arasında canlı müzik dinletileri, dinleyenleri Jazzın sürprizli ve buğulu dünyasında keyifli bir yolculuğa çıkarıyor. Ben Frank Sinatra gecesine katıldım ve büyük keyif aldım... İlhami Gencer sevenler ise bu akşamki programı kaçırmasın, yarın gece ise Funda Sezer’le Latin Jazz Trio var... İlhami Gencer’in 14 Şubat gecesi için hazırladığı “Sevgililer Günü Özel” programı içinse şimdiden yerinizi ayırtmanızı tavsiye ederim. ***Büyük şef Cem Yılmaz tekrar sahnede!Geçen yıl Cem Yılmaz ’ın yönetiminde özel bir konser veren Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası’nin biletleri 10 Şubat’ta satışa çıkıyor. Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da konserden elde edilecek gelirle, genç yeteneklerin klasik müzik alanında yurtdışında eğitim görmelerine katkı sağlanacak. 10 Mart akşamı gerçekleşecek olan konseri 65 yaş üstü, öğretim görevlisi ve öğrenciler yüzde 10 indirimli izleyebilecekler. (Bilet fiyatları: 50- 500 TL. arasında.)
Saatin alarmı ya da yüze vuran tatlı bir ışık uyandırır bizi. Ardından giyinme telaşına kapılırız. İş toplantısı, sevgiliyle randevu, akşama gidilecek koktteyl... Ve biliriz ki, her giydiğimiz parça aslında birer silah, kalkandır. Şık ve kaliteli bir takımla sosyal çıtayı belirler, sayısız insanı bir çırpıda eleğin üstünde bırakırız. Kırmızı ayakkabılar rakiplerin hedefini şaşırtmak için birebirdir. Söyler misiniz, boyna takılan her an dağıldı dağılacak hissi uyandıran kolye ise sevgiliye gönderilen iç gıcıklayıcı bir mesajdan başka nedir? Yahut üstünüze takıp çıktığınız o yeşil parka bal gibi de soğuktan korunmak için değil kimliğinizi ifade etmek içindir. Kabul edelim, her sabah bilinçli veya bilinçsiz aslında bedenimizi değil “çıplak” halimizi örteriz. Oysa çıplaklık kimi zaman muazzam bir ifade biçimi, güçlü bir kimlik, etkili ve bir o kadar masum bir silah olabilir. Tıpkı Piramid Sanat’ta dün başlayan “Çıplak” sergisinde yer alan fotoğraflardaki gibi. Niko Guido’nun fotoğraflarından oluşan sergiyi gezerken (özgürlük ve protestonun örtünme üzerine yoğunlaştığı bir dönemde) insan bedeninin bizzat kendisinin ne denli güçlü bir ifadesinin olduğunu görmek bir kez daha büyüledi beni. Bir bedende hüznün ve umudun, kutsallığın ve ayıbın yansımasıydı bu. Bir kentin, koskoca bir kentin bir kadın bedeninde vücut bulup izleyiciye ulaşabilmesi... Ya da Venedik’in ölüm ve yaşam arasındaki gizemli yüzünün dillenmesi veya Tuz Gölü’nün sessiz bir çığlık olup bize ayna tutması... Ama en önemlisi ışıktı. Işığın gücü. İnsan bedenindeki kıvrımları (normal koşullarda kas deyip, yağ deyip, meme deyip geçeceğimiz) bir notaya dönüştürüp onlardan dinlenesi şarkılar yapmasıydı. Nitekim İstanbul doğumlu olan Guido için de önemli olan bu; “Işığın insan vücuduyla dansının muhteşem bir görüntü olduğu kanısındayım. Ben bu görüntüyü estetiğin doruğunda dondurup geleceğe hediye etmeye çalışıyorum.” (Sergiyi 26 Şubat’a kadar gezebilirsiniz. Piramid Sanat, Feridiye Cad. No: 23 - 25 Taksim )***Keyif ajandasıKaçıranlara Buika!Flamenko ile cazı buluşturan, flamenkoyu farklı boyutlara taşıyarak çağdaş dünya müziğine yepyeni bir tarz getiren, deniz aşırı, şefkatli ve tutkulu bir ses... En son Jaz Festivali’ne katılan İspanyol aşk şarkılarının tutkulu sesi Buika, tekrar Türkiye’de. Ünlü sanatçı kendisine Grammy Ödülü’nü kazandıran albümü “El Ultimo Trago”nun dünya turnesi kapsamında 4 Şubat’ta Cemal Reşit Rey’de. Ben gidiyorum, beklerim!Mario Levi ile Galata turuAvrupa ve ABD’de çok yaygın bir kültür turu; edebiyat turları... Üniversite yıllarından beri “Ah keşke bizde de bu tür turlar düzenlense, yazar önde ben arkada, bir romanın içinde dolaşsak” derdim. Sonunda bu hayalimi gerçekleştirmek nasip oldu. Antonina Turizm’in destek vermesiyle bir baktım turlara başlamışız bile. İlk Ahmet Ümit, ikinci olarak Selim İleri yapmıştı rehberliğimizi. Şimdi ise Mario Levi bayrağı eline aldı ve bizi romanlarında bir yolculuğa çıkarmaya hazırlanıyor. 6 Şubat günü, çay, simit ve kaşarla başlayan kahvaltı sonrasında Mario Levi, okurlarına Tünel ve Galata bölgesini gezdirecek. (Ayrıntılı Bilgi: 0212 292 28 74-75)Yasaklı filmler İstanbul’daÜlkesi İran’da 6 yıl hapis cezasına çarptırılan usta yönetmen Cafer Panahi’nin her biri ödüllü olan başyapıtları 3-10 Şubat tarihleri arasında İstanbul Modern’de gösterilecek. İran sinemasının öncülerinden kabul edilen ve 1995 yılında Cannes Film Festivali’nde Altın Kamera, 1998 yılında 17.Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale, 2000’de Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan ödüllerini kazanan Panahi’nin filmleri Berlin Film Festivali’nden önce İstanbul’da gösterime girecek.
Benim için bir şehri yaşanılır kılan o şehirde hiç sıkılmadan, tek başıma kaç gün geçireceğime bağlıdır. Ne yazık ki, Türkiye şehirleri buna pek uygun değildi. Çünkü sergilenen eserleri hiç değişmeyen devlet müzeleri, özel çabalarla ayakta duran galerileri ve birkaç bankanın sergi salonuyla sınırlıydı her şey... Ve buralardaki sergileri görmüşseniz tek başınıza yapacağınız şeyler ancak şunlar olabilirdi: Bir kafede oturup kitap okumak, bir kafede oturup gazete okumak, bir kafede oturup bir şeyler yiyip-içmek! Ve herhalükarda bir saatin sonunda da cep telefonuna sarılmak! Ne mutlu ki, özel müzelerin ve bankaların kültür-sanat merkezlerinin eli öpülesi, baş tacı yapılması gereken çalışmaları ile İstanbul, Avrupa şehirlerini aratmaz oldu. Artık bu şehirde “dışarı çıkmak” artık sadece “birileriyle buluşmak”la sınırlı değil. Hele şu sıralar... Çünkü şehrin her yeri sergi. İlki; Kibele Sanat Galerisi’ndeki “100 Koleksiyondan 100 Nuri İyem” sergisi. İş Bankası ve Nuri İyem’in ailesi tarafından uzun süren uğraşlar sonucunda seçilen ve yüzü aşkın koleksiyoner ile görüşülerek hazırlanan sergi 19 Şubat’a dek sürecek. 2 Mart’tan itibaren İzmir’e taşınacak olan sergide Nuri İyem’in Otoportre, Göç, Çığlık gibi bilinen eserlerinin yanı sıra nü’leri de yer alıyor. Şayet fırsat bulup Tepebaşı’ndaki Pera Müzesi’ne bir türlü gidemediyseniz ve son günlerin en çok konuşulan sergisi “Frida ve Diego”yu göremediyseniz, ne yapıp edip bu haftasonu bu sergiyi gezin... Hatta hazır, Türkiye’nin en güzel butik müzelerinden olan (bence Avrupa’nın da) Pera Müzesi’nin kapısından girmişken buradaki diğer sergiyi “Çarlık Rusya’sından Sahneler”i de gezin...Bunların yanı sıra; Modern Sanat’taki Kutluğ Ataman’ın “İçimdeki Düşman” sergisini, hala gitmemişler için “Body World”ü, Sabancı Müzesi’ndeki “Ağa Han Müzesi Hazineleri”ni, Sadberk Hanım Müzesi’nde yer alan ve Ömer Koç’un özel koleksiyonundan hazırlanan “Kamera ve Haneden” sergilerini bitmeden muhakkak görün... Bunlara ek olarak da çarşamba günü açılacak olan “Bir Usta Bir Dünya: Metin And” sergisini de şimdiden ajandanıza not edin! Orhan Pamuk’a hediye edilen kitap müzayededeİlgililere duyurulur, pazar günü “Büyük Pazar Mezatı” var. Gayrettepe Point Otel’de saat 14.30’da gerçekleşecek olan müzayedenin üç eseri oldukça ilginç. İlki; Melcet’üt Tabbâh. Yani “Aşçıların Sığınağı.” Osmanlı mutfağının basılı ilk yemek kitabı olan kitabın diğer özelliği de sadece yemek tarifleri vermeyip sağlıklı beslenmeden de bahsediyor olması. Müzayedenin diğer eseri; “Au Kurdistan”in ilk basımı. 1887 tarihli ve Fransız gizli servisi görevlisi olan, Kürt milliyetçiliği analizleri ile tanınan Henry Binder’in kitabı, (Sevr anlaşmasından çok önce) bölgenin etnik kimlik yapısını ele alıyor. Gelelim üçüncü kitaba... Orhan Pamuk’un eniştesi Şevket Rado tarafından Yapı Kredi Bankası’nın 25. yılı dolayısıyla 2500 adet basılan Melling’in “İstanbul” kitabı. Pamuk, çocukken kendisine hediye edilen bu kitaptan “İstanbul” kitabında uzun uzun bahseder.
Lise yıllarıydı Nâzım Hikmet’le tanıştığımda. Bir arkadaşımın evinde bulmuş ve okumak için almıştım “Şeyh Bedrettin Destanı”nı. Ve hep yaptığım üzere onu da okul çantamın içine koymuş, ders aralarında okumaya başlamıştım. Daha önce benzerini okumadığım bir şiirdi bu. Gerçi o yaşta, hem dünya hem de Türk edebiyatının özünü hiçbir şekilde anlamamış, edebiyat müfredatı altında ezilen bir öğrenci olarak şiir üzerine bir birikimimin olduğunu söylemem elbette mümkün değil. Ama bir gün edebiyat öğretmenimin beni Nâzım Hikmet’in şiirlerini okurken bulması ile okuduğum şairin başka bir yönüyle daha tanıştım. Öğretmenim sessizce “Bu kitabı burada okuma” demişti. Çünkü yasakmış, adam uzun yıllar hapis yatmış, devlet onu çok tehlikeli bulmuş çünkü şiir yazıyormuş...İşte o zaman anladım ki, şiir basit bir şey değil. Şairler hele hiç! Bir devleti, bir sistemi titretebilirler. Yani Nâzım’ı ciddiyetle, ders çalışır gibi okumak gerekir. Ben de öyle yaptım, herkese tavsiye ederim. Çünkü çok şey öğrendim. Mesela onun da her gerçek kahraman gibi yasaklandıkça büyüdüdüğünü. Ya da yasakların onun büyüklüğünü örtemeye yetmediğini... Nitekim yıllar sonra bile onun sadece Türk şiirindeki değil dünya şiirindeki değeri, dünya demokrasi tarihine katkısı insanlığı etkilemeye devam ediyor. Tıpkı Türkiye’nin birbirinin rakibi, iki büyük banka yayınevinin onun için bir araya gelmesi gibi. İş Bankası Kültür Yayınları ve Yapı Kredi Kültür Yayınları Nâzım Hikmet’in kendi şiirlerini seslendirdiği “Büyük İnsanlık-Kendi Sesinden Şiirler” isimli CD ve kitabını yayımlamak için bir araya geldi. Çünkü bu CD 50 yıldır Bedri Rahmi Eyyüboğlu’nun eşi tarafından özenle saklanıyordu. Ancak bilindiği gibi Bedri Rahmi’nin yayın hakları İş Bankası Kültür Yayınları’nda, Nâzım Hikmet’inki ise Yapı Kredi’deydi. Yani bunları kim yayınlayacaktı? Normal koşullarda iki yayınevinin kıyasıya rekabetine sebep olacak bu durum tam aksi bir sonuca neden oldu. İki büyük yayınevi söz konusu Nâzım Hikmet olduğu için istisnai bir karar alarak bu kitap ve CD’yi birlikte yayımlama kararı aldı. Ve bu güzel buluşmayı da bugün yani Nâzım Hikmet’in gerçek doğum günü olan 17 Ocak’ta (kitapla birlikte bu bilgi de gün ışığına çıkıyor) duyuruldu. “Büyük İnsanlık Tarihi-Kendi Sesinden Şiirler”de Nazım Hikmet’in hiç yayımlanmamış iki şiiri de yer alıyor. Bedri Rahmi ve Nazım’ın dönemin baskısına karşı iki arkadaş olarak nasıl dayanıştığı da... Bu yüzden “Büyük İnsanlık Tarihi” sadece bu özelliği ile bile bize insanlık dersi verecek! ***Türkiye’nin ilk çocuk kitap eki VATANKİTAP çocukYarın Vatan’ın yanında küçük bir sürpizle karşılaşacaksınız. İsmi küçük, etkisi büyük bir sürpriz bu. VatanKitap’a okur yetiştirsin diye Türkiye’nin ilk çocuk kitap ekini yani VatanKitap Çocuk’u yarattık. Çok mutluyuz! İstedik ki, sadece anneler, babalar, abi-ablalar değil çocukların da takip edebileceği, aidiyet kuracağı bir kitap eki yapalım. İstedik ki, okur yetiştirilmesine bir de bu şekilde katkıda bulunalım. Bunun için de çocuk kitap ekimizin sayfalarını çocuklara göre tasarladık. Onların sevdiği dili, renkleri kullandık. Resimleri onların boyayabileceği şekilde çizdirdik. Yetişkinler VatanKitap’ı okurken çocuklar da “Bu da benim ekim” diyerek VatanKitap Çocuk’u okusun, istedik. Elbette anne ve babaları da unutmadık. Malum her geçen gün daha da farklılaşan kitaplar karşısında onların kafası iyice karışıyor. Hangi kitap okutulmalı, hangisi okutulmamalı? Karar vermek öyle zor ki! İşte kapak konuları ve kitap tanıtımları ile bu sorulara uzmanlarla yanıt arayacağız. Kısaca; VatanKitap Çocuk’la, VatanKitap’a okur yetiştireceğiz. Bu yüzden de ilk sayıda “Okur olacak çocuk bebeklikten belli olur” diyerek 0-3 Yaş Kitapları’nı konu aldık!
Birkaç ay öncesine kadar Selahattin Duman ile odalarımız aynı kattaydı... Gazete binasının diğer adrenalin yüklü katlarının aksine o kadar sessiz bir mekandı ki burası klavye sesleri yankı yapardı. Sonra içeri Selahattin Abi girer ve bir anda tatlı bir fırtına kopardı. Kitapların arasında kaybolmuş halime bakıp güler ve sabaha kadar okuduğu kitaplardan (tek kitap demediğime dikkat çekerim) bahsetmeye başlardık. Tabii bu sohbet sırasında gülmekten tek kelime edemediğimi söylememe gerek yok sanırım. Ve her kelimesini not etmek istediğimi de. Onun okumalarının en büyük özelliği farklı bakış açısıydı. Hani nasıl resmi tarih diye bir şey varsa, onunla sohbetlerimde anlardım ki, “resmi ya da yaygın okuma diye de bir şey var.” Ve Selahattin Duman’ın okumaları bunu ters-yüz eden türdendi. İşte bu tatlı, espirili ve zehir gibi zekaya sahip bu yazarın yazıları da bu yüzden okurlarında bağımlılık yaratır. Şimdi onun bu yazılarından bazıları bir araya geldi ve tek kişilik bir tiyatro oyunu oldu. “Dumanaltı Aşklar” adını taşıyan oyun üç kez evlenmeye niyet etmiş ama son anda direkten dönmüş (evlilik gol yemek gibi bir şey yani!) ama dördüncüye de niyetlenmekten kendini alamamış bir adamın, eski gelin adaylarını hatırlamasını konu alıyor... Kadın-erkek ilişkilerine farklı bir pencereden bakan bu oyunu aynı zamanda, bir erkeğin ama Selahattin Duman gibi espirili zekasıyla karşısına çıkanı “duman” eden bir erkeğin karşı cinse ilişkin bir yorumu olarak izleyebilirsiniz. (Gökhan Erarslan ve Ferhat Ergün tarafından oyunlaştırılan “Dumanaltı Aşklar”, Hüseyin Avni Danyal tarafından sahneleniyor. 18 Ocak, saat 20:00, Kenter Tiyatrosu) Prezervatif reklamı sanıldı, yayınevi çıktı!Birkaç haftadır metrolarda, gazetelerde, X harfinden oluşan bir reklam var! Faceebok’ta, twiter’da da sayfaları yer alıyor. Kimi bunu bir prezervatif reklamı sandı, kimi yeni bir eğlence kulübü, kimi de benim gibi yeni bir televizyon dizisi... Nihayet gerçek ortaya çıktı! Günlerdir hayal gücümüzü sınayan, türlü tahminler yaptıran şey meğer yeni bir yayınevinin reklamıymış: Dex! Doğan Kitap’ın bir alt yayınevi olarak yayın hayatına başlayan Dex, reklamları gibi çok iddialı ve sıra dışı! Çünkü 16-25 yaş gençlere seslenecek olan Dex’in çizgisi “7 Ölümcül Günah” üzerine kurulu. Yani; şehvet, kıskançlık, kibir, öfke, tembellik, oburluk ve hırs! Vampir serilerinden, okul dizilerine, aşk kitaplarından modern ilişkilere kadar gençliğin ilgisini çeken konuların yer alacağı Dex’le gençler birbirine şu soruyu soracak: “Senin günahın hangisi!”
Size “dışarı çıkamazsın” diyen yoktur, üzerinize kapı kilitleyen de. Üstelik eşiniz de siz de eğitimli kişiler hatta ünlü sanatçılarsınızdır. Ama işte gün gelir ve kendinizi banyo aynasının önüne kişisel eşyanızı bile koyamadığınız bir evde buluverirsiniz. “Olmaz” demeyin çünkü hayat bazen insana tuhaf oyunlar oynar; sınırlarınızı sınamak ister gibi. Tıpkı Nazlı Eray’ın “Tozlu Altın Kafes”te anlattıkları gibi. “Tozlu Altın Kafes” Nazlı Eray’ın Yaşlı Ejder takma ismiyle bahsettiği ve altı yıl süren Metin And ile olan evliliğini de anlattığı ve bu hafta piyasaya çıkacak olan anı kitabı. İki yıl önce yitirdiğimiz Metin And, Türkiye tiyatrosunun en önemli isimlerindendi. Sanat tarihi alanındaki çalışmalarından, illüzyon sanatına olan katkısından, opera ve tiyatro eleştirilerinden ötürü kendisinden tek sıfatla bahsetmenin mümkün olmadığı kişilerdendi. Ancak onu bu kez, bir eş hem de sıra dışı bir eş olarak okuyacağız. İşte çok konuşulacak olan bu kitaptan birkaç bölüm: EVDE BULUNAN BÜYÜLERMarketten bir koku giderici almış, tuvaletin kubur kısmına takıyordum. Ufak delikten elime sürünerek jöle gibi bir şeyin kayıp geçtiğini hissettim. Kimin oraya attığını tahmin ettiğim bir büyüydü (domuz yağı topağı içinde bir sabun) bu. (Metin And’ın eski eşini veya kızını kastediyor.) Evin pek çok köşesinde tesadüfen bulduğum değişik büyüleri, muskaları, içine donmuş yağ doldurulmuş ceviz kabuklarını, heladaki yağlı sabunu hep hatırladım. Ne tuhaf şeylerdi. Ama beni tedirgin etmeyi başarmışlardı.Yeşil yapraklı çiçeğin dibine bir şişe suyu yavaş yavaş boşaltmıştım. Çiçek suyu emerken toprağın üstüne üç muska çıkmıştı. Besbelli birisi gömmüştü onları oraya. Ejder’e gösterdim. “Uğraşma böyle şeylerle” dedi. “Muska değil onlar. Gösterme bana” dedi. O zaman çok yalnız olduğumu anlamıştım. Şimdi düşünüyorum da, belki karısının huyunu biliyordu. Kızı eve girebildiği için koyuyordu o muskaları bir yerlere.EŞYALARA DOKUNAMAZDIM Yaşlı Ejder’i anımsarken, Protokol Yolu’ndaki o büyük evi hatırlamam çok doğal. Bütün odaları, her yanı kitap ve kasetlerle dolu, dev yeşil yapraklı bitkilerin bulunduğu o karmakarışık salonu, akmış, eskimiş tülleri, kenarları tırfillenmiş koyu renk tozlu kadife perdeleri, salonun bir bölümüne yerleştirilmiş çeşitli boy ekranları, sigara yanıklarıyla dolu her zaman oturduğu o büyük koltuğu unutmama imkân yok. Hiçbir tutsak hapsedildiği mekânı unutamaz ve oranın etkisinden kolay kolay kurtulamaz. Ne çok şey vardı bu hapishanenin içinde. Dünyanın en heyecan verici kitapları rafları dolduruyordu, bütün bir duvar eşsiz filmlerle doluydu. Hiçbirine dokunamazdım. Yaşlı Ejder hiçbir şeyini elletmiyordu. Oraya hiçbir zaman “evim” diyememiştim. Evim olmamıştı orası benim. Hiçbir şey bana ait değildi. PARA, PARA, PARAGazete parası, temizlikçi Sevim’in parası, yapılması gereken doğalgaz borularının parası, viski parası. Ejder hep para konuşuyor. Manidar konuşmalar. “Para ver, para ver” der gibi bir şey bu konuşmalar. Herkes beni saray gibi bir evde yaşıyor biliyor. Belki de Ejder’le parası için evlendiğimi zannedenler bile var. Oysa her şey çok değişik. Bu para için yapılmış bir evlilik ama bunu planlayan o...Kimseye anlatamıyorum. Gelinliğimi ve tüllü düğün şapkamı ben kendim aldım. Düğün yemeğinin parasını da bana verdirtmişti. Balayımızda da otelin parasını bir gün o, bir gün ben ödemiştim. EVLATLIKTAN REDDİYaşlı Ejder evliliğimizin ilk günü bana şöyle demişti: “Benimle ilgili bazı şeyler duyabilirsin. Onun için gerçekleri sana anlatacağım.1958 yılında Atatürk Bulvarı’nda, gece zamanı bir kaza oldu. Üç kişiydik. Annem (analığı) Sevda And (Tunalı Hilmi’nin kızı, Kavaklıdere şaraplarının kurucusu Cenap And’ın eşi) ve bir hanım arkadaşı (Vedide Baha Pars) ve ben. Ok gibi bir araba geldi. Ben kaçabildim. Fakat Sevda Hanım ve arkadaşı kaçamadı. Vedide Hanım ölmüştü. Sevda Hanım yaralıydı. Kucaklayıp hastaneye götürdüm onu. Hastanede öldü. Bütün mirası bana kalmıştı. Tabii dedikodular başladı. Benim onları arabanın altına ittiğim söylentileri aldı, yürüdü.Bu Cenap Bey için bulunmaz bir fırsattı. Beni evlatlıktan reddetti. Bütün hayatım mahkemelerde, davalarla geçti.”(Nazlı Eray’ın kitabı Doğan Kitap’tan bu hafta piyasa çıkacak.)Evin her yanı kitaplarla film kasetleriyle doluydu. Yeni eşya alamaz, olanlara da dokunamazdım.