İtalyan Aşkı / Zeynep Braggiotti-Binnur Akhan Önen/ İnkılap KitabeviYemek hiçbir zaman sadece ve sadece beslenme ile sınırlı kalmamıştır. Büyük bir kültür ve tarih yaratmıştır. İşte tam da bu yüzden bir kitaba dönüşmeyi çok hak eder yemek kültürü. Ne yazık ki, bu tür kitaplara Türkiye’de -son birkaç yıl hariç- tek tük rastlardık. Yemek kitabı dendi mi de, margarini bir tavada eritin diye başlayan tarif kitaplarını algılardık... Ne mutlu ki, yayın dünyasındaki olumlu pek çok değişiklik gibi bu alanda da peş peşe kitaplar çıkmaya başladı. “İtalyan Aşkı: İtalyan Mutfağına Dair Bir Seranat“ işte bu güzel, iştah açan ve doyuran kitaplardan...“İtalyan Aşkı” bir ailenin, dahası bir şehrin tarihini yemekler üzerinden anlatan özel bir hikaye... 1800’lü yıllarda İzmir’e yerleşen Braggiottiler’in yani bir Levanten ailenin hikayesi... Üstelik bu hikaye aileye giren (1993) ilk Türk gelinin Zeynep Braggiotti tarafından kaleme alınan bir kitap. Çok sevdiği kayınvalidesinin zamansız ölümüyle, İtalyan geleneklerini ve İvana’nın mutfağını belgelemek için yola çıkan Türk gelinin daha sonra yolunun “Taze Ekmekler Sıcak Öyküler” kitabının yazarı Binnur Akhan Önen ile kesişmesi ile tamamlanan...Üç yılı aşkın bir sürede yazılan kitap hem; Braggiotti ailesinin bu topraklara gelişini, burada kendi gelenek ve göreneklerini nasıl yaşattıklarını hem de İtalya’yı oluşturan 20 bölgenin karbonhidrat merkezli yemeklerini ve sırlarını anlatıyor. Evrim Atlası / Douglas Palmer/ İş Bankası Kültür Yayınları Yaşamın dört milyar yıllık öyküsünü anlatan sıra dışı bir kitap “Evrim Atlası.” Kitabın temelini bir araya getirildiğinde toplam uzunluğu yaklaşık 50 metreyi bulan ve hayranlık uyandıran bir resim dizisi oluşturuyor. Denizlerde ortaya çıkan ilk mikroorganizmalardan günümüzün akıl almaz çeşitliliğindeki canlılara, bir zamanlar gezegene hükmetmiş korku verici dinozorlardan, insanın ilk atalarına kadar yaşamın evrimi ayrıntılı resimler ve fosil kanıtlar eşliğinde sunan kitap yediden yetmişe tüm okurlar için eşsiz bir referans... Işığın Kaynağına Yolculuk / Thrinh Xuan Thuan/ Yapı Kredi YayınlarıIşık, tarih boyu filozofları, din adamlarını, sanatçıları, bilim adamlarını hep büyülemiştir. Büyülemeye de devam ediyor. Işık nereden gelir? Nasıl ve hangi hızda yayılır? Ona nasıl hâkim olunur? Onun doğasına ait bu sorular XVII. yüzyılda, modern fiziğin temel iki kuramıyla, Einstein’ın göreliliği ve kuantum mekaniğiyle sonuçlanacak tutkulu bir tartışmaya yol açmıştır. Astronomlar evrenin ışık kaynaklarını gözlemleyerek zamanda geriye giderken evrenin tarihini yazabiliyor. Astrofizikçi Trinh Xuan Thuan da bu nefes kesici kitabıyla bizleri yaşamın kaynağı olan güneşi ve bir teknik keşif olan yapay ışığı inceleyerek, okurları parlak bir yolculuğa çıkarıyor. İmza günü gazileri! PS: TÜYAP Kitap Fuarı nihayet bitti! Nihayet diyorum çünkü bu yıl rekor üstüne rekor kırılırken bizler de perişan olduk. 410 binin üzerinde ziyaretçinin katıldığı fuarda, yıldız yazarların aynı anda imzaya çıkması nefes kesiciydi. Rakamların “yüzler” yerine “binlerle” ifade edildiği imza günlerinden sonra yazarlar ise sanki arenadan çıkmış gladyatörler gibiydi. Mesela Ahmet Ümit’in ağrıyan bileği için eczaneye gitmek zorunda kaldı, iki gün boyunca bileğine buz koydu ve düzenli olarak belli hareketler yaptı. Yine de sağ işaret parmağını bir süre daha kullanamayacak...
Elizabeth Gilbert’in romanından sinemaya uyarlanan “Ye, Dua Et ve Sev”i kendime göre uyarladım... İşte benim üç kitaplık “hayatı kutsama” listem! Susamlı Halkanın TılsımıArtun Ünsal / YKYÇıtır çıtır bir simit... Biraz peynir, tercihen eski kaşar ve tavşan kanı bir çay... Kim bu şölene “hayır” diyebilir? Hele Özdemir Asaf’ın dediği gibi günün en güzel saatleriyse ve mönüye birkaç tane de zeytin eklenmişse... İşte o zaman gün batımlarında içime çöken hüzün kaybolup gider. Ne akşam yemeği için yapılan hazırlıkların, ne de buluşma telaşlarının dışında kalmış olmak beni hüzünlendir- mez. İçimi kaplayan boşluk yitip gider. Çünkü simidin nar gibi kızarmış gevrek halinde bir tılsım vardır büyüleyen... Beni bayram çocuğu gibi neşelendiren. Bu yüzden Artun Ünsal’ın memleketimizin en güzel yiyeceklerinden simit kitabının adı çoook lezzetli olmuş. Öyle ya, yağsız, içsiz (ne peynir ne kıyma!) sadece üstüne susam serpilmiş bir hamurun milyonlarca insanı buluşturması başka nasıl adlandırılır? Afiyetle okuyun!Lükse Övgü / Thierry Paquot/ Can YayınlarıYaz tatilimi güzelleyen “Bir Sanattır Öğle Uykusu” kitabının yazarı Thierry Paquot’tan bir başka kitap. Alın, okuyun, emin olun algınız değiştirecek. Çünkü size kilit sorular soracak. Mesela lüks dendiğinde neden aklımıza pahalı “şey”lerin geldiği gibi. Ya da sahip olamadıklarımızın; Armani bir ayakkabının (tercihen gece mavisi olsun lütfen), elmaslarla süslü bir kolyenin (Iyyy!) veya portakallı ördeğin (bir Yeşilçam klişesi olsun istedim!)... Halbuki, lüks denen şey, inceliklerle dolu bir yaşam biçimi olamaz mı? Nerede olursanız olun, her öğlenden sonra yarım saat kestirebilmek lüks değilse nedir? Yahut ne yenirse yensin (SİMİT!) özenli ve incelikli bir sofrada yenmesi gibi? Peki o zaman, bu kelime bize neden illa ve illa tüketimi çağrıştırır? Neden bu kelimeyi yaratıcılığın, estetik değerlerin bir ölçütü gibi görmek ve soframızdaki ekmek gibi ona şükretmek yerine onu bir zümreye mal ederiz. Thierry Paquot’unun kitabı ile bu sorulara yanıt bulabilir hatta ve hatta kendinize yeni lüksler yaratabilirsiniz...Sev! Bu bölüm için elbette bir aşk romanı önerebilirdim. Ama sevmek çok daha geniş bir kavram. Bahçedeki palmiyeyi sevmek, bir ayçiçeği gibi başını güneşe çevirmek, anne göğsüne başını yaslamak, sevgilinin saçlarını okşamak, okuduğun kitabı başucuna koymak, fırından yeni çıkmış ekmeğin kenarından koparmak, su üstüne çıkmış haşmetli bir balinanın kuyruk hareketine kilitlenip kalmak, seni heyecanlandıran bir şeyle karşılaştığında ellerini çırpmak.... Bence sevmek; hayatla ilgilidir ve bizzat hayatı sevmektir! Breton’un kitabını öneriyorum çünkü bu güzel kitap, insanın hayatla kucaklaştığı en güzel eylemlerden olan yürümeyi anlatıyor ve sevdiriyor. Doğayla, rüzgarla bütünleşip zamanı unutarak bizi rahatsız eden düşüncelerden uzaklaşmamızı... İnsanın ilerlerken hiçbir araç (bisiklet, otomobil vs) kullanmamasını. Sadeleşmesini... Ancak ilerleyen teknoloji nedeniyle ayak ve bacaklarını işlevsizleştiren (asansörler, yürüyen merdivenler vs) bir hayata yönelmesini de... Hani neredeyse “bacaksız” kalma çabamızı!
Bak Mutfakta Kim Var! kitabıyla ağzımızı tatlandıran Aynur Tartan, mutfağa başka bir açıdan bakıyor. "Bana sevdiğin bir yemeğin tarifini ver, sana kim olduğunu söyleyeyim" diyen Tartan, dostlarından aldığı yemek tariflerini ve hikayelerini kitabında ölümsüzleştirdi. Tartan’ın hazırladığı “Bak Mutfakta Kim Var” kitabında ise Ali Sabancı’dan Ahmet Nazif Zorlu’ya, Ertuğrul Özkök’ten Beyaz’a kadar birçok ünlünün yemek tarifleri de yer alıyor. Eğlenceli bir uslupla kaleme alınan kitabın dikkat çeken bir yönü de ocak başındaki ünlülerin karikatürlerine yer verimesi. * Bak Mutfakta Kim Var” kitabını yazmak nereden aklınıza geldi?20 yıldır evimin aşçısıyım. Evleninceye kadar hiç mutfağa girmemiştim. Evlilik beni de, bütün kadınlar gibi mutfak şefi sınıfına soktu. Derken, 20 yılda biriktirdiğim dostlarım, arkadaşlarım, sevdiklerim ve tanımak istediğim yeni insanlar da bana katılınca; böyle güzel bir kitap doğdu. Evimde dostlarımı, sevdiklerimi ağırlamayı severim. Yine böyle bir akşam masadaki tüm yemeklerim çok beğenilerek yenmişti. O akşam konuğum olan, çok sevdiğim ve değer verdiğim bir büyüğüm; “Sen bu kadar güzel yemek yapıyorsun da, neden bunları bir kitapta toplamıyorsun?” diye sordu. Ben de “Olabilir, hem ben de bütün arkadaşlarımın ve dostlarımın da tariflerinin olduğu ayrı bir mutfak defteri var. Kendi yaptıkları mı da eklerim. Olur biter... Böylece ben de her tattırdığım yemekten sonra tarif vermekten kurtulurum” diye yanıt verdim, gülüştük. Kısa bir süre sonra da iş ciddiye bindi. Bir açıdan bu iyi oldu. Çünkü, masada yemek yerken; tarif vermekten sohbet edemez olmuştum... Biraz abarttım galiba... Sırası gelmişken; benden tarif isteyenlere buradan bir mesaj vereyim; benden artık tarif istemeyin, kitabımı alın lütfen...* Kitapta birbirinden harika tarifler yer alıyor? Bu tariflerin her birini yaptınız ve tattınız mı?Kendime ait tariflerimin hepsi yıllar içinde ve bizim mutfağımızda pişen kendi yemeklerimden oluştu. Dostlardan gelen tariflerin birçoğunu da denedim. Ancak, kitabın son hazırlık aşamasında gelenleri deneme şansım olmadı. Onları o kişilerin elinden yemek daha keyifli olur. Hatta ne yapalım, biliyor musunuz Buket Hanım? Birlikte kitaptan bir yemek seçelim ve tarifin sahibine “Bu akşam bir maniniz yoksa, yemeğe geliyoruz” diyelim... * Olur hem de çok güzel olur... Ama kimi seçmeli? Çünkü kitapta Ali Sabancı"dan Beyazıt Öztürk"e kadar pek çok kişinin yemek tarifi var. Onlar bu kitaba nasıl girdi?Kitapta benim tariflerim dışındakileri ben belirlemedim. Onlar belirledi, daha doğrusu onların mutfak kültürleri, yemek alışkanlıkları... Sırası gelmişken belirteyim; yemek yapmanın ve yemenin ünlü ya da ünsüzü olmuyor. Kadın ya da erkek olmakla da ilgisi yok. Yemeyi de, yapmayı da çok seven ve keyifle yaşayan insanlardı. Bu kitaptaki kişilerin hemen hepsiyle bir şekilde dostluğum var ve mutlaka bir sofrada bir şeyler de paylaştım. Bir de kitabın içinde konuklarım diyeceğim; yemek alışkanlıklarıyla, mutfak kültürleriyle tanımak istediğim kişiler var. Çünkü insanın en doğal olduğu yer, mutfak. Burada sınırlar, statüler, sosyal konumlar yok. Herkes eşit... Kitabımdaki en iyi aşçılar Sezen Aksu ve Ali Sabancı* Sizce kitabınızdaki isimlerin arasından en iyiaşçı kim?Burada en iyi aşçıyı açıklayarak kendime bir rakip çıkarmak istemiyorum. Tabii ki en iyi aşçı benim... Bence yemeyi, yaşamak için değil de keyif için yiyen herkes iyi aşçı... * O zaman şöyle soralım, “Bak Mutfakta Kim Var?”ın en iyi aşçısı kim? Bence kadınlardan Sezen Aksu ve Nihat Yıldırım’ın anneleri Şehriban Yıldırım. Çünkü, o kadar büyük bir keyif, heyecan ve titizlikle anlattılar ki tariflerini... Onun mutfağı tam bir anne ve Akdeniz mutfağı... Erkeklerde ise iki Adanalı isim var; Ali Sabancı, Nebil Özgentürk ve Mustafa Denizli’yi unutmamak lazım. * Sizce Ali Sabancı nasıl bir aşçı? İş adamı kişiliği ile aşçı kişiliğini nasıl bağdaştırıyorsunuz? Bence, insan mutfakta nasılsa, hayatta da öyle olur. Ali Sabancı da öyle; yeniliklere açık, ama geleneklerinden de vazgeçmiyor. Aldığı uçağa annesinin adını veriyor... Hem Tayland mutfağını, hem de irmik helvasını seviyor....Ajda Pekkan"ın titizliğini yumurta tarifinden anlıyorsunuz* Kitapta Ali Sabancı"dan geceyarısı tatlısı, Ahmet Nazif Zorlu"dan yoğurtlu patlıcan gömme, Beyazıt Öztürk"ten süzme kuzu kol tandırı, Ertuğrul Özkök"ten tek kişilik Hakuma Matata salatası, Kadir İnanır"dan hamsi kuşları, Kemal Kılıçdaroğlu"ndan şekerli yoğurt, Yılmaz Erdoğan"dan patlıcan patates, Ajda Pekkan"dan yumurta tarifi var... Sizce bu seçimlerin onların kişiliği ya da meslekleri ile bir ilgisi var mı? Var derseniz, her birini birkaç cümle ile açıklar mısınız?Ben bu seçimlerin onların mesleklerinden ziyade kişilikleri ve doğup büyüdükleri yöreleri, kültürleriyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Nihayetinde, hepimizin sevdiği yemekler, sevdiği tatlar var. Beslenme alışkanlıklarımız, kimliğimize dair de ipuçları verir. Sosyal yönümüz güçlü mü, muhafazakar mıyız, alışkanlıklarımızı değiştirmek istiyor muyuz ya da yeniliklere açık mıyız? Örneğin Ajda Pekkan için yalnızca yemek yemek değil, sofranın örtüsü de önemli... Yumurta pişirmek zordur. Bence bu onun titizliğinin de göstergesi... Ertuğrul Özkök, verdiği tarifte eğlenceli kimliğini gözler önüne seriyor; eğlenmek, espri yeteneğine sahip olmak zekanın da göstergesi değil mi? İşte bu nedenle Hakuka Matata diyor. Ya da Kadir İnanır’ı Karadenizli kimliği olmadan düşünmek mümkün mü? Kemal Kılıçdaroğlu, mütevazı kişiliğini tarifinde de sergiliyor. Ahmet Nazif Zorlu kendi yöresel yemeğini tarif ediyor. Beyazıt Öztürk, annelerimizin mutfağından bir yemek, kuzu kol diyor... Yılmaz Erdoğan’ın tarifi ise Neşeli Hayat filminin setinde çıkmış bir meslek yemeği. Bu patlıcan biraz “artiz,” eh ne de olsa bir filmde oynamış... Buket Hanım, bu lezzetli söyleşinin sonunda bir şeyi itiraf etmeliyim; soyadı aşçı olan birine vereceğim her yanıt dikkat gerektirir diye düşünmüştüm. Mutfaktaki sırlarımı vermemeliyim, üstelik hem yemek yapmayı, hem de yemeyi seviyormuşsunuz, her an her şey olabilir.
Jiyan... Diyarbakır’a gittiğimde öğrenmiştim bu kelimeyi. Acı ve kadın kelimelerinden oluşan bir kelimeydi, anlamı ise yaşam, hayattı... Ve tam da bu yüzden, ikinci bir isim olarak kendime bu ismi seçmiştim...Malum, bazı kültürlerde (Türk boyları da dahil) kişiye ismi doğar doğmaz verilmez... Kişi, ismi bir olay, zafer ya da dram sonunda kendisi yazar. Yani ismini hikâyesi belirler... Benimki de o hesap! Jiyan! Ama bence bu kelimenin en güzel yanı bize “hayat”ın düşsel bir gerçek, bir mucize olduğunu anlatması... Hem de her gün sıradanlaştırmamıza, ölümsüzmüş gibi yaşamamıza rağmen.Sınırsız sanırız hayatı. Ertesi gün uyanacak olmamızdan eminizdir. Ama içten içe hep bir ses vardır; gerçeği sessizce fısıldar. Ve biz bu gerçekle konuşmak yerine ondan kaçarız. Büyük binalar diker, stres yüklü iş hayatına sığınırız. Ama tam da bu yüzden aslında hayatı kaçırıyor olmayalım! Kulaklarımızın klakson seslerine gömüldüğü, hayallerin ötelenip unutulduğu, her türlü statü ve alışkanlıklara teslim olunan bir hayata, sırf bu gerçek karşısında bizi uyuşturduğu için katlanmak... Oysa, bu “acı gerçek”tir ve bir gün hepimizin kapısını çalar. Kimi bir doğum gününde anlar, kimi bir yakının ölümüyle, kimi de hastalıkla... En zoru ve kalıcısı sonuncudur. Ölüm meleği nazik değildir. Fiziksel olarak da ruhen de canınızı yakmaktan çekinmez. O zamana dek tatmadığınız bir yalnızlıkla sarıp sarmalar. Ama hastalığı atlatır ve iyi bir öğrenci olursanız sizi “yaşam” bekler...Tabii bu herkes için böyle olmayabilir. İşte Dr. Elisabeth Kübler-Ross’un “Ölüm ve Ölmek Üzeri”ne kitabı bu tür hikâyeler ve deneyimlerle dolu. Üstelik sadece hastaların değil, yakınlarının ve onlarla ilgilenen sağlık personelinin de... Bu da bence çok önemli. Çünkü bir hastalık sadece hastada değil, yakınlarında da travma etkisi yaratır. Kimi bunu aşar, kimi saplanıp kalır. Mesela bu kitapta görüyoruz ki, hemen hepsi suçluluk duygusuna kapılmış ve bunu aşamadığı için de asıl sorundan “hasta”dan uzaklaşmış. Sonrası da aşılamayacak derin bir uçurum olmuş. Bu yüzden Kübler-Ross’un kitabı neresinden bakarsanız bakın, hayata dair çok şey söyleyen, kendinizi keşfedeceğiniz ve dikkatli okuduğunuzda hayatın renklerini ve ışıklarını da keşfedeceğiniz özel bir kitap. Hayal kurmak... Hatırlamak istemediği kadar kötü geçmişi olan Güneş’in geçmişini unutma hikayesi... Beyninde tümör tespit edilen Güneş’in çok az ömrü kalmıştır. Eski eşi Berrak, ona yardım edebilmek için ilginç bir yöntem seçer: Hayal kurmasını sağlamak. Bunun için de ‘Dream Walker’ isimli yeni bulunmuş bir tedavi yöntemiyle, Güneş’in bilinç altına girer. Sürprizli bir kitap“Dönme Dolap” sürpriz bir kitap. Sürpriz çünkü hem sinema eleştirmeni kimliği ile tanınan Atilla Dorsay’ın şiirlerinden oluşuyor, hem de bu şiirlerlerden bazıları Türk Sineması’nın Sultanı Türkan Şoray’a yazılmış... Şiirlerini “mahcubiyetle, tevazuyla, hatta korkudan titreyerek” okur önüne çıkardığını söyleyen Türkan Şoray için yazdığı şiirlerden biri şu: SULTAN’IN GÖZLERİ Sultan’ın gözlerinde gemiler süzülüyor Dalgın bir ay duruyor laciverdin dibinde Aşkın binbir anlamını sanki ele veriyor Zaman artık orda mı, yoksa eğer nerede? (....)Selim İleri’den İstanbul’u Dinlemek...Ahmet Ümit’in “İstanbul Hatırası” ile başlayan edebiyat turlarının yeni durağı Selim İleri. Eserlerinde bireyin iç zenginliğini, yalnızlığı ve aşkı ele alan; “Yarın Yapayalnız”, “Gramafon Hâlâ Çalıyor”, “Pastırma Yazı”, “İstanbul Lale ile Sümbül” kitapları ile Türkiye okurunun kalbinde taht kurmuş olan Selim İleri ile Boğaziçi’nden başlayıp Beyoğlu’na uzanılacak... Antonina Turizm’in düzenlediği, benim danışmanlığımda, Everest Yayınları’nın destek verdiği turda, okurlar Selim İleri’nin romanlarındaki mekanları yakından tanıma fırsatı bulacak. Ve gün Selim İleri’nin en sevdiği mekanlardan Yakup Meyhanesi’nde sonlandırılacak. Selim İleri’nin bir kahramanı olmak ve birlikte romanlarında dolaşmak isterseniz, ajandanızda 3 Ekim Pazar gününe bir ayraç koyun...Tur programı: 14.00 Taksim AKM önü buluşma14.30 Yıldız Sarayı Tiyatrosu’nda buluşma15.45 Yıldız Sarayı’ndan hareket16.10 Kabataş’ta tekne ile buluşma ve Boğaz’da kısa bir gezinti17.30 Arnavutköy’de otobüslerle buluşma18.00 Beyoğlu buluşması ve anlatımı19.30 Arzu edenlerle Yakup’ta buluşma.Tel: (0212) 292 28 74
Mine Söğüt’ün hazırladığı “Darbeli Kalemler” üç askeri darbenin (27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül) ilk haftasında gazetelerde yayımlanan 125 köşe yazısından oluşuyor. Kitapta yazısı bulunan 65 köşe yazarının hepsi kendi dönemlerinin çok önemli isimleri. Aralarında kimler mi var? Uğur Mumcu, Çetin Altan, Bedii Faik, Talat Halman, Va Nu, Sadık Albayrak, Nezihe Araz, Nazlı Ilıcak, Aziz Nesin, Necati Zincirkıran, İlhan Selçuk, Çetin Emeç...Her biri darbe sonrasını duygularını kaleme almış.Kitap kelimenin tam anlamıyla; haylaz bir zekanın ürünü. Çok zekice... Uzun analizlere, yorumlara girmeden sadece darbe dönemlerinde “Kim ne yazmış” diye şöyle bir arşiv karıştıran ve bize aktaran hınzır bir kitap. “Hınzır” diyorum çünkü kitapta öyle yazarlardan öyle alıntılar var ki, okurken donup kalıyorsunuz. Mesela bugün 27 Mayıs’ı lanetleyenlerin “Varolsun Türk ordusu” sözleri gibi... Ya da idam cezasının lanetlendiği günümüzde 27 Mayıs idamlarının coşkuyla karşılanması... Ya da “Bizim için laiklik ekonomik özgürlüklerle eşdeğerdir” diyen bir yazarın bugün yazılarında buna hiç yer vermemesi gibi... Ne yalan söyleyeyim, 80 sonrası kuşağa mensup biri olarak tüm bunları okurken gözlerim fal taşı gibi açıldı, şaşırıp kaldım. Türkiye gerçekten hem büyük hem de tuhaf bir değişim geçirmiş ve anlaşılan o ki geçiriyor da. İşte bu kitap bunu çok güzel özetliyor...***Evrenin doğuşu, büyük patlama, kozmik arka plan ışıması, süpernovalar, kara delikler, kara cisimler, kırmızı devlerle beyaz cücelerin ölüm dansı, karanlık madde ve karanlık enerji, karşı-madde, atomaltı parçacıklar, uzay-zamandaki bükülmeler, genişleyen evrende madde ve hayatın muhtemel sonu... Bunlar Alfa ve Omega’da ele alınan konulardan yalnızca bazıları. Seife’nin yalın ve akıcı bir dille kaleme aldığı Alfa ve Omega, içinde yaşadığımız evreni tanımak, evrenbilimdeki heyecan verici keşifleri öğrenmek isteyen okurlar için ideal bir başucu kitabı.***İçimizden biri Refik; evliliği sona ermiş, iş hayatında ise bocalayıp duruyor. Başarısızlıklar var. Ve bir Erenköy’deki bir evin camında “satılık” ilanı görmesiyle de hayata yeniden başlamaya karar veriyor. Bu evde hem eski günlerine hem de eski aşkı Serap’a dönmenin yollarını arıyor. Yani bir nevi yeniden doğuş çabasına giriyor. Bu sürece komşusu Feray’ın da eklenmesi ile Refik farkında bile olmadan bambaşka bir yolculuğa çıkıyor...
Polisiye roman uzun süre edebiyatın üvey evladı muamelesi gördü... Hatta beslemesi, yanaşması. Bu yüzden Agatha Christie de yıllarca hak ettiği “saygın” yere bir türlü layık görülmedi. Mesela onlarca kitabına rağmen kadın yazarların isimleri anılırken hep unutuldu. Telifi ile geçinen ve bu sayede eşinden ayrılabilen bir kadın olmasına rağmen feminist bir rol model olarak da anılmadı. Çok sattı, kitaplarının hemen hepsi sinemaya uyarlandı, dizileri çekildi. Yarattığı dedektifler hep en ünlü dedektifler arasında yer aldı ama yine de Agatha Christie denince akla büyük harflerle yazılan bir YAZAR gelmedi... Yazık! Neyse ki, farklı türlere yer veren edebiyat anlayışının yükselmesiyle polisiye edebiyat da hak ettiği yeri aldı. Şimdi size güzel haber... Bildiğiniz üzere Pera Palas’ın açılışı nedeniyle Agatha Christie’nin torunu Mathew Prichard Türkiye’ye geliyor. En önemlisi, yazarın doğumunun 150’nci yılı nedeniyle şu ana kadar kimsenin görmediği, bilmediği defterler de yayınlanıyor. 2004 yılında Agatha’nın kızı Rosalind’in ölümünden sonra, aileye ait olan Greenway Konağı’nda bulunan ve yazarın el yazısı ile tutulan 73 defterden oluşan kitap için “büyük bir hazine” deniyor. Çünkü bu defterlerde yazarın en önemli romanları, oyunları ve öyküleri ile ilgili aldığı notlar hatta alternatif kurgular, kitap isimleri, karakterler, vazgeçilen sahneler, hatta yazmayı planladığı kitaplar ve şu ana kadar hiç yayınlanmamış iki Poirot öyküsü de yer alıyor. Kendisi de bir Agatha hayranı olan John Curran’ın yayına yazırladığı kitapla ilgili olarak Christie’nin torunu Mathew Prichard ise şöyle diyor: “Devon’daki Greenway Konağı’na John sık sık ziyarete gelirdi. Ziyaretçilerin çoğu bahçelere ve nehir kıyısındaki yürüyüş yollarına hayran kalırlarken John tüm zamanını Christie’nin arşivinin bulunduğu odada geçirirdi. Yemek yemesi için bile onu zorla kaldırırdık. Günde on iki saat çalıştığı olurdu. John’un Agatha Christie’nin defterlerine duyduğu aşk işte burada başladı. İşte bu kitap, Agatha’nın başyapıtlarını oluşturan hammaddelerin bile en küçük ayrıntısına değiniyor. Son derece öznel ve gerçekten edebiyat tarihinin bir parçası.”
Mutluluğa, bir şeyler kazanarak değil, bir şeylerden vazgeçmeyi öğrenerek varılacağını öğütler Doğu felsefesi öğretileri. Mesela Ferrari’yi satmak gibi... Biz de bu kültüre yakın duran bir toplum olduğumuz için, kitabın adı itici görünebilir. Ancak beni kitabın içeriğinden ziyade tam da ismi etkiledi. Çünkü bence mutluluk tam da budur: İnşa...Zira mutluluk hep yokluğu üzerinden tanımlanan bir kavram tıpkı platonik aşk gibi. Mesela kolay kolay “mutluyum” diyene rastlamayız; “ama mutsuzum” diyen çoktur. Ve onlara “Nasıl mutlu olursun, bunun için ne yapman gerekir” diye sorulsa bir türlü yanıt veremezler. Bir şeyler evelenir, gevelenir ama bir türlü somut bir yoruma varamaz bu. Sanki kayıp bile değil hiç olmamış ama hayal gücünün yarattığı bir cennetten bahseder gibidirler... Galiba hemen hepimiz “mutluluk” diye bir şeyin olmadığını düşünüyoruz. Ya da bunun asla gerçekleşemeyecek hayal olduğunu. Tam istihdam kavramı ya tüm insanların eşit yaşadığı bir toplum düzeni gibi... “Ama” diyorum “Bir kez olsun şu soruyu soramaz mıyız: Bir ihtimal daha var o da mutlu olmak mı dersin?” Atlattığım hastalıktan sonra ertelediğim, ötelediğim ne varsa önüme koymuştum. Yıllarca içimi kemirip... Kendimi tembel bir öğrenci gibi hissettiren... Hayatımı daha güzelleştirdiğine inandığım ancak tembellikten ya da depresif tutumumdan ötürü bir türlü gerçekleştirmediğim... İşte tek tek hepsinin peşine düştüm. Hatta bir ara geceleri yatmadan önce bir check-list kontrolü yapar gibi “Bunu yaptım, bunu yapmadım” diyerek kendimi kontrol ettim. Bir süre sonra geceleri yatarken tuhaf bir huzur hissetmeye başladım, ama bu yazarın “Bizi çalışmak kurtarır” demesi gibi değil de Orhan Veli’nin “İçinde bir iş görmenin saadeti” dizelerindeki gibiydi... Mesela artık daha az bunalımlıydım. “Sıkıntılarımı gülerek anlatıyor ve atlatıyordum. Şimdi “Mutlu muyum?”, ne dersem yalan olur. Ama “Bir ihtimalin daha olduğunu ve bunun da mutluluğa dair olabileceğini” artık biliyorum. Bu kitap, benim anlattığım gibi bir mutluluktan bahsetmiyor ya da tam anlamıyla. Ne de olsa bu bir best-seller ve fazla derinlik aramanın lüzumu yok! Ama mutluluk mücadelesi vermiş pek çok kişinin hikâyesi size ilham verebilir. Onların aştıkları sınırlar, elde ettikleri küçük sevinçler belki önünüzde küçük de olsa bir pencere açar...Yıllar önce bir tablo yapmıştım. Yazık ki sonra kayboldu ya da birilerince yok edildi, hiç önemli değil. Fırtınalı bir gökyüzünde asılı duran bir pencereyi anlatıyordu. Pencerenin içinde ılık bir bahar gününün gökyüzü vardı, bulutların arasından yüzünü gösteren bir güneşle... Ve ufuk çizgisinin orada kaybolmuş bir uçurtma... İşte o uçurtmanın kuyruğu pencerenin aralık duran camından fırtınalı gökyüzüne fırlamış, şimşekler çakan siyah bulutların üzerinde rengarenk salınıyordu... Bence bu kitaptaki hikâyeleri dikkatle okursanız size bu tür bir pencere açabilir...Mutluluk Projesi/ Gretchen Rubin/ April Yayıncılık
Geçen yıl, Van’a bağlı Gevaş ilçesi kaymakamı bir okuma kampanyası düzenlemiş, sonuçlarını görmek için beni ve Buket Uzuner’i davet etmişti. Uzuner’le önce (onur konuğuydu) Akdamar Adası’nda düzenlenen okumaya katılmış ardından da soluğu bu ilçenin şirin mi şirin köylerinden Yuva Köyü’nde almıştık. Ve görmüştük ki, “Bu köyde Raskolnikov Tarkan’dan çok daha ünlü!“Çünkü Gevaş Kaymakamı Tahin Aksu, kitap okuyan kadınlara yönelik pozitif ayrımcı bir kampanya başlatmıştı. Buna göre kitap okuyanlara pasaport veriliyordu. Bu pasaportlarla kadınlar otobüslere ücretsiz bindiği gibi çamaşır makinesi gibi eşyalarla da ödüllendiriliyordu. Sonuç mu? Yuva Köyü’nde kaldığımız beş saat boyunca Buket Uzuner harika bir imza günü yapmış, okurları ile sohbet etmiş ve birbirinden ilginç sorulara yanıt vermişti. Asıl amaç okuma zevki kazandırmakŞimdi benzer bir kampanya İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş.’den geldi. Kültür A.Ş. kitap okuma alışkanlığını artırmak için bir promosyon kampanyası düzenliyor. Buna göre 11 Ağustos-15 Kasım tarihleri arasında Kültür A.Ş.’nin İstanbul kitapçılarından 20 TL’lik alışveriş yapan herkes, bir kişinin sıfır km otomobil kazanacağı bir kuraya katılmaya hak kazanacak. Ödüller elbete bununla sınırlı değil. Kura sonucunda diz üstü bilgisayardan motosiklete kadar toplam 3025 hediye dağıtılacak...Bu satırları okuyan pek çok kişi “İyi de neden böyle bir kampanya, okuma alışkanlığı ya da kitap satışları başka türlü artırılamaz mı” diye sorabilir... Ya da Kültür A.Ş. de Gevaş Kaymakamı gibi “Okumayı pozitif ayrımcılık kılan başka bir yöntem benimseyemez miydi?“ diye. Çünkü “Okuyan Gevaş“ kampanyası okuma üzerine kuruluydu ve “okur olmanın tatlı bir ayrıcalık“ olması üzerine... Kültür A.Ş.’ninki ise “kitap satışı” ve “kura“ üzerine (bir çeşit şans oyunu) kurulu... Kültür A.Ş. Genel Müdürü Nevzat Bayhan ise bu sorunun yanıtını şöyle vermiş kampanyanın tanıtımında: “Kampanyamızın asıl amacı, insanların okuma zevki kazanmasını sağlamak. Bunun için arklı kampanyalar yürütmüştük. Bu ise kitaba yönelik en büyük promosyon kampanyası. Kitapseverler böyle kampanyalar olmadan da kitap okumayı sürdürüyor elbette ama kampanya ile birkaç kişiye daha kitap sevgisi kazandırabilirsek çok mutlu olacağız.”Ne diyebilirim: Ben de!ÖKM kapatılmasınİnsanların hayatını değiştiren mekanlar vardır... Benimki üniversite yıllarıma ait bir mekan: İÜ Öğrenci Kültür Merkezi. Ya da kısaca; ÖKM... Benim yolum buraya bir arkadaşım sayesinde düşmüştü. “İki Süper Film Birden“, “Aşk Tutulması“ filmleri ile tanıdığınız yönetmen Murat Şeker (tabii o zaman yönetmen değildi) bir gün kolumdan tutmuş ve beni buraya getirmişti. “Eti sizin kemiği benim“ der gibi tanıştırmıştı sinema kulübündekilere beni... Burası hayatla derdi olan, üniversiteyi derslere girmekle sınırlı görmeyen, dünyayı tanımak isteyen, sanatçı ruhlu öğrencilerin ya da yazar Hermann Hesse’nin dediği gibi “İçinde dışarı çıkmak isteyen bir şeyler olan“ların mekanıydı. Sinema, edebiyat, resim, arkeoloji, fotoğraf, tiyatro kulüplerinde hararetli tartışmaların yaşandığı, sergilerin, festivallerin düzenlenip oyunların sahnelendiği...Düşünüyorum da kişisel tarihimde bir kırılma olduysa ve böylece “bugünkü ben“e ulaştıysam, bu kesinlikle ÖKM ile oldu. Çünkü dört yıllık üniversite hayatımın çoğunu buradaki kulüplerde (edebiyat, resim ve sinema) geçirdim. Bu yüzden, rahatlıkla, “Bugünkü bilgi birikimimde İstanbul İktisat Fakültesi’nin müfredatından çok buradaki zeki arkadaşlarımın ve üretimlerimizin payı vardır“ diyebilirim. Çünkü Kafka’yla, Boris Vian’la, Tarkovsky’le, Kurosawa’yla, Orhan Pamuk’la ve adını anamadığım yol göstericilerimin çoğu ile burada tanıştım.Ve şunu biliyorum ki, her kimin yolu buraya düştüyse muhakkak bir şeyler öğrenmiştir. Mesela oyuncu Hasibe Eren de ÖKM’lidir, ressam Hakan Şimşek de! İBB’nin Kültür A.Ş. bölümünde çalışan pek çok arkadaş da...Ama ne yazık ki geçen gün gelen bir mail ile bu değerli merkezin “Açık ve Uzaktan Eğitim Fakültesi“ne mekan olması için rektörlükçe kapatılacağını öğrendim. Sözlerimin bir anlamı, gücü var mı? Bilemem ama yine de söyleyeyim: “Ne olur kıymayın!”