Romanımda İstanbul’u katledenleri öldürdüm

4 Haziran 2010

On yıl önceydi... Ahmet Ümit’le bir İstanbul turuna katılmıştık... Eski Amerikan arabaları ya da bir zamanların Taksim-Kadıköy seferlerini gerçekleştiren dolmuşlarla... Antonina Turizm İstanbul’un simgesi olan bu dolmuşları almış, gıcır gıcır yapmış, İstanbul kültür turlarında kullanıyordu. İşte Ahmet’le birlikte “Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul”u dinleyerek gezmiştik bu güzel şehri...Sarayburnu’ndan yola çıkmış, Samatya’ya uğramış, Sultanahmet, Zeyrek, Balat, Eminönü derken tarihi yarımadanın tarihi kapılarından geçip şehrin en güzel sokaklarını gezmiştik... Sanırım Ahmet’in kafasında o zaman şekillenmişti “İstanbul Hatırası” romanı. İşte bu yüzden ona bir sürpriz yapıp röportaja o gün İstanbul’u gezdiğimiz Nebahat Abla isimli dolmuşla gittim. (Antonina’ya teşekkürler!) Görünce çok sevindi... Böylece İstanbul’un artık sadece turistik simgesi olan bu nostaljik arabalardan “en güzeli” ile şehri bir kez daha gezdik ve yeni romanını konuştuk. “İstanbul Hatırası” yedi ayrı mekanda işlenen yedi cinayet üzerinde yükseliyor. Çemberlitaş, Ayasofya, Topkapı Sarayı gibi tarihi eserlerin yer aldığı. Okur böylece cinayeti çözmeye çalışırken, bu eserlerin hikayelerini de öğreniyor. Ve İstanbul tüm kahramanların, cinayetlerin arasından sıyrılıp tüm görkemiyle büyük bir kahraman olarak karşımıza dikiliyor. * Romanın adı “İstanbul Hatırası.” İstanbul’un başlı başına bir roman kahramanı olarak yükseldiği bir roman yazmanın nedeni nedir?İki nedeni var. İlki İstanbul hem kültürel, hem de doğa olarak yeryüzünün en güzel şehri. Yeryüzünde hiçbir şehir yoktur ki, iki büyük imparatorluğa, Roma ve Osmanlı’ya, başkentlik yapmış olsun. Tarih boyu yapılan tüm o yağmaya, talana rağmen güzelliklerini korusun... İkinci nedene gelince... Ben burada yaşıyorum, 18 yaşından beri... İstanbul’da aşık oldum, İstanbul’da evlendim, İstanbul’da baba oldum, İstanbul’da dede oldum, senin gibi pek çok dostum burada yaşıyor, ilk öykümü, romanımı burada yazdım. Ben de bana bu kadar çok şey veren İstanbul’a karşı vefa borcumu ödemek istedim. Amacım bu şehre karşı bir duyarlılık yaratmaktı. Bugün pek çok insan bu şehrin yok edilişine tepki duysa da hiçbir şey yapılmıyor. Gözümüzün önünde hırpalanıp duruyor; devletler, hükümetler, mafya, belediyeler ve acımasız insanlar tarafından. Ancak bu öyle bir kent ki, bir şekilde direniyor. Sanki bir ekmek parçası gibi İstanbul, sürekli yeniyor ama bitmiyor. Bu romanla belkİ İstanbullu kİmlİĞİne sahİp çIkIlIR* Bu şehirde kimse İstanbullu değil. Bunda göçlerin etkisi var deniyor ama New York da göç üzerine yükselen bir şehir ve orada New Yorkluluk var.New York farklı ülke ve kültürden gelen insanları kendi içine alabilecek, bir çatı altında toplayabilecek, planlayabilecek bir yerleşik güce, kültüre sahip. İstanbul’da ise olmayan bu... Mesela sık sık söylenen “Doğulular geldi İstanbul bozuldu” sözü bu yüzden yanlış. Çünkü burada eksik olan plansızlık yüzünden İstanbul’a dışarıdan gelenlerin kültürü buradaki başat kültürü değiştirebiliyor. Bunun değişmesi için de bir kent bilincinin yaratılması gerek. İstanbullu olmanın öneminin fark edilmesi, insanların nasıl bir şehirde yaşadıklarının bilinmesini sağlamak gerek... * Sence İstanbul Kültür Başkenti projesi ve etkinlikleri bu bilincin yaratılmasında önemli bir rol oynar mı? Hayır, katkıda bulunsaydı İstanbul Kültür Başkenti büyük bir fiyasko olarak tanımlanmazdı. Çünkü bu süre içinde ne yapıldı? İlanlar, reklamlar, birkaç konser o kadar. Ama kitabı yazarken bile Fatih Camii kapalıydı. Süleymaniye Camii, Yavuz Selim Camiileri de... Çünkü restorasyon bitmemişti. Böyle bir şey olabilir mi! Ama en önemlisi buna kimse itiraz etmiyor, hiç kimsenin gündeminde değil. İşte bu romanla belki İstanbullu kimliğine sahip çıkılmasını düşündürtebilirim dedim. Bu Şehİr 200 odalI bİr kale vermİŞ, bİzSE tek odasInI İSTİYORUZ* Sence İstanbullu olmak bir ayrıcalık mıdır?Kesinlikle. Bunu diğer şehirleri, diğer şehirlerin insanlarını küçümsemek için dediğim sanılmasın. Ben Konstantin’in, Fatih’in ama en önemlisi Mimar Sinan’ın şehrinde yaşıyorum ve bununla gurur duymak istiyorum. Bu insanların yarattığı 2700 yıllık bir şehir bu. Dünyanın en görkemli mabedinin, kubbesi yüzlerce yıl sonra St. Pietro Katedrali ile aşılabilen Ayasofya’nın olduğu şehirde... Ve bunun farkına varmamızı istiyorum. Sonra şehrin doğası da çok güzel; Boğaz, Adalar, Haliç... Çok da kozmopolit bir şehir İstanbul. Tarih boyu birçok kültür iç içe yaşamış ve yaşıyor. Bu yüzden şu bilincin oluşmasını isterim: Bu şehir tarihi ile var ve bu tarihe saygı göstermezsen kendine de göstermezsin. * Ancak bu bilincin oluşması zor olmalı ki, romanda İstanbul’un tarihine ve kültürüne cinayetler işleterek dikkat çekiyorsun. Sahiden şehrin tarihi mekanlarında cinayetler işlenmezse bu tarihe ilgi uyanmaz mı? Bu kadar mı ilgisiziz? Maalesef... İnsanların bu şehre ilgisini çekebilmek için maalesef bu tür olaylar gerekli. Bundan kastım illa cinayet değil tabii. Ben polisiye roman yazarı olduğum için romanımda bu yolu izledim. Ama günümüz popüler kültürünün merak dinamikleri dışında hiçbir şeye ilgi duyulmuyor. Mesela Çemberlitaş Sütunu. Bu Konstantin sütunudur. 11 Mayıs 330 yılında dikilmiştir. Burayı başkent yaptığı için... Hem de Doğu Roma’nın bile değil, Roma İmparatorluğu’nun başkenti yapıldığı için... Peki bunu kim bilir? Kimse... Çemberlitaş Lisesi’ne söyleşiye gitmiştim, “Çocuklar bu taşın hikayesini biliyor musunuz” diye sordum, ne yazık ki kimse bilmiyordu. Ama o çocuklar suçlu değil. Ona öğretmeyenler suçlu. Çünkü bu ülkede ne yazık ki, tarih denince sadece Türk ve Müslüman tarihi anlaşılıyor. Bundan daha akıl dışı bir şey olabilir mi? Oysa Bizans’tan önce bile burada bir yaşam var, 200 bin yılık tarihi olan bir şehir bu... Bu şehir bize 200 odalı bir kale vermiş ama siz illa ki tek odasında oturacağız diyorsunuz. Sence de bu akıl dışı değil mi? Cinayetlerin işlendiği mekanların sırrı şehrin kuruluşunda saklı * Romanda yedi ayrı cinayet yedi ayrı mekanda işleniyor. Neden yedi ve öldürülen kişileri neye göre seçtin? Roman yedi günde geçiyor. Yedi bir çevrim sayısıdır, yeniden doğuş. Bir şeyin başlaması ve kapanmasıdır. Bizans döneminde de hipodromdaki (Bugünkü Sultanahmet Meydanı) yarışlarda arabalar yedi kere dönerdi. Ayrıca İstanbul yedi tepe üzerine kuruludur. Öldürülenlere gelince... Bunlar yedi değil yedi yüz kişide olabilirdi. Bu şehre zarar veren o kadar çok ki. Kimdir bunlar? Tarihi dokuya zarar verenler. Belediye başkan ve başkan yardımcıları, turizmciler, burada çalışanlar, mimarlar, onlara yardımcı olan sanat tarihçileri, bilirkişiler, gazeteciler... * Ya olay mahalleri, yani mekanları...Her biri bu şehrin tarihinde, kuruluşunda son derece önemli roller oynamış yerler. Mesela bu şehrin ilk adı Byzantium’dur ve Megara’dan gelen göçmenler kurmuştur. Sarayburnu sahiline de Poseiodon adına bir tapınak yapmışlardır. Bu yüzden ilk mekan orasıydı. İkinci mekan Çemberlitaş Sütunu’nu seçtim çünkü Konstantin bu sütunu İstanbul’u Roma İmparatorluğu’nun başkenti yapmasının şerefine 330 yılında yaptırmıştır. Üçüncü mekan Yedikule Zindanları’nın oradaki Altın Kapı’ya gelince... Burası da II. Teodosius tarafından yapılmıştır. Dördüncü mekan olarak Ayasofya’yı seçtim. Bu da Jüstinyen dönemini simgeliyordu. Fatih dönemini simgelemek içinse Fatih Camii’ni ve Topkapı Sarayı’nı seçerken Kanuni dönemi için bir Sinan eseri olan Süleymaniye’yi seçmem çok doğaldı. Yedinci mekanla ise hem cumhuriyeti hem de döngüyü tamamlayan bir yer seçmek istedim ama bunun adını vermeyeyim...Romanda önünden geçip gittiğimiz binaların hikayeleri de var* Fatih dönemi için neden iki mekan seçtin?Roma ve Osmanlı’da şehir kurulurken iki önemli mekan yapılırdı: saray ve ibadethane. Bizans büyük sarayı bugünkü Sultanahmet’in hemen altındaydı. Fatih bu yüzden akropolün oraya kendi sarayını kurdurdu. Ayasofya’yı cami yaptı ama adını değiştirmedi. Bu yüzden şehrin Osmanlılaştırılması için bir ibadethaneye daha ihtiyacı vardı ve Fatih Camii’ni yaptırdı. Bir de burada çarpıcı bir hikaye vardır, onu da anlatmak istedim. Atik Sinan hikayesini... Fatih Camii’ni yapan mimardır. Fatih Sultan, cami Ayasofya kadar büyük olmayınca onu idam ettirip ellerini kestirmiş... Diğer rivayete göre ise mimarın eli uzun olduğu için ellerini kestirmiş sonra idam ettirmiş... Artık İstanbul’u büyük bir şehir kılan adamlara sahip çıkmalıyız* Romanın sürprizlerinden biri de üzerinde ay yıldız olan Bzantion parası... Buradan üç büyük medeniyet, milyonlarca insan geçmiş ama şehir hâlâ yerinde duruyor. Ay yıldız mesela. Biz sanıyoruz ki bu sadece Osmanlı ve Türkiye’ye ait bir simge. Oysa ilk kez Sümerlerde kullanılmıştır. Sonra bunu Megaralı göçmenler de kullanmıştır çünkü onların tanrıçası Hakate bir ay tanrıçasıydı. Bizde ise başka bir anlamda kullanılmıştır. Cumhuriyet döneminde bir kuruşlar üzerinde kullandık. Ne güzel değil mi? İşte İstanbul’un çok kültürlülük üzerine anlattığı bir hikaye daha. Burada şunu da hatırlatmak isterim. Bu o kadar özel bir şehir ki, hep bir koruyucusu olmuş. Bizantion’da Hakete, Roma’da ise Tilke, Bizans’ta Meryem, Osmanlı’da Hz. Eyüp Sultan. Bu şehrin hep aziz ve azizeleri de olmuş. Demek istediğim şu: Bu roman 10 yıllık bir çalışmanın ürünü. Tüm okuduklarımdan sonra vicdanen şunu önerme ihtiyacını duyuyorum: Bu şehirde neden bir Konstantin’in, Byzas’ın Jüstinyen’in, Kanuni’nin, Yavuz’un heykelleri yok. Fatih’in de olsun ama onların niye yok! Bu şehri büyük bir şehir kılan adamlar bunlar, neden onlara sahip çıkmıyoruz. Bence artık bu kompleksten kurtulma zamanımız geldi.* Peki bu çok kültürlülükte sence hangisi baskın... Yani İstanbul’a baktığında en çok hangi medeniyetin izlerini görüyorsun?Osmanlı’yı... Çünkü Roma ve Bizans eserlerinin çoğu yok oldu. Ama bunun en büyük nedeni Osmanlı değildir. Aksine Osmanlı şehre sahip çıkmıştır. Kiliseleri camiye çevirmiştir ama korumuştur. Şehirdeki asıl yıkım ise Latin istilası (Haçlı Savaşı) döneminde olmuştur. Onun İstanbul’a verdiği zararın sınırı yok. Mesela Sultanahmet’teki örme sütunun üzerindeki levhalar o zaman sökülmüştür. Ayasofya’nın kubbesindeki madenler bile talan etmiştir. Herkes gibi benim de kafam karışık! * Romanda İstanbul’un sadece tarihi açıdan değil inançlar açısından da çok kültürlü yapısı anlatılıyor. Ancak kahramanlarımız Fatih Çarşamba’ya gidince yazar Ahmet Ümit kahramanı Ali üzerinden sorular soruyor, belli ki sizin de kafanız karışık...Herkes gibi... Doğal değil mi? Çünkü radikal din, fanatizm (burada kastım sadece İslam değil) asla karşısındakine yaşama hakkı tanımaz. Hıristiyanlık, Budizm, Müslümanlık... Hangi din olursa olsun, eğer bir din fanatikleşirse sonuçları korkunç olur... Tarih bunun yıkımları ile dolu. Dinin hoşgörülü, sevgi dolu olması önemli. İşte herkes gibi benim de kafam burada karışıyor. Romanda bu nedenle özlemlerimi dile getirdim ve bunun yanıtını bize yine İstanbul söyleyeceğini fark ettim. Fatih ne yapmış? Burada kilise, orada cami, ileride havra, onun yanında da dergah var, demiş. Kimse kimseye karışmayacak! Bunun için fetva bile çıkarmış. Kadınlar kadar erkekler de çelişkili varlıklardır * Bu romanda Komiser Nevzat ve arkadaşları geri döndü. Tabii Nevzat’ın sevgilisi Evgenia da. Aralarındaki ilişki hep temkin üzerine kurulu. Evgenia Nevzat’ın ölen karısı ve çocuğunun hayaletini rahatsız etmeme gayreti içinde, bir erkek böyle mi sevilmeli? Erkekler böyle bir kadın ister. Hem dişi, hem şefkatli, hem sadık ama aynı zamanda işveli ve ihanet edebilecek potansiyeli taşıyan, cepte olmayan kadın... Hani denir ya, “Kadınlar çelişkili varlıklardır” diye, aslında erkekler de bir o kadar çelişkilidir. Bir kadın erkeğin kafasını doldurursa, meşgul ederse onu kendine bağlar, Evgenia gibi. O muhteşem bir kadın. Bir kere Nevzat’la canı istediği için birlikte. Hiçbir bağımlılığı yok. Kendine ait bir işi, hayatı var. Kontrol onda. Aslında bu hep böyledir. Bir de ne gerek var bunlara, niye ben uğraşayım. Kadınlar uğraşsın. * Hah! Asıl mesele bu değil mi? Erkekler bir ilişki için uğramaya üşeniyor değil mi? Kabul bu da var! Çünkü kadın ayrıntıcı, her şeye dikkat ediyor. Erkekse ormana bakıyor, orman güzel mi, güzel! O zaman oh ne âlâ!

Devamını Oku

Diyarbakır’dan bir kitap fuarı geçti

29 Mayıs 2010

Sabah saat 06.30, Atatürk Havalimanı. Güvenlik sırasındayım. Bir an önce güvenliği geçip bir kafeye oturmak ve üzerinde seyahat günlüğüme not düşmek istiyorum. Ama ne mümkün... Ancak uçağa binerken hem de ayakta defterime küçük bir not düşebiliyorum: “Güneydoğu’da düzenlenen ilk kitap fuarı için Diyarbakır’a gidiyorum. Bir ilke tanıklık edeceğim.” Uçak elbette yazar ve yayıncılarla dolu... Hemen hepimizin aklında aynı sorular var: Fuar nasıl olacak? Diyarbakırlılar ilgi gösterecek mi? Bölgeye Türkçe edebiyatla gitmek mantıklı mı? İlk gün moraller yerlerde... Fuar alanı bomboş... Hem de Belediye Başkanı Osman Baydemir’in açılış konuşmasına, fuara verdiği desteğe rağmen. Ancak ertesi gün öğreniyoruz ki, finaller varmış, öğrenciler gelememiş. Birkaç gün sonra, fuarın şehirde iyice duyulmasıyla da katılımcı sayısı artmaya başlıyor. Ama kitap satışları yine de düşük. Çünkü halk fakir hem de çok! Mesela iştahla okuduğu bir kitabı, 5 TL gibi düşük bir rakama rağmen geri koymak zorunda kalan öyle çok kişi gördüm ki! Ama yine de Diyarbakırlılar kendi sorunlarını ele alan yazarlara ve kitaplara karşı ilgiliydi. (Bunun istisnasının liseli kızlar ve Dedikoducu Kız serisi olduğunu da söylemek isterim!) Mesela pek çok yazar imza gününde 5-6 kitap ancak imzalarken Ahmet Telli, Orhan Miroğlu büyük ilgi gördü. Aynı şey paneller için de geçerliydi... Kürt meselesini konu alan panellere katılım yoğun olduğu gibi katılımcı niteliği de yüksekti. Şöyle diyeyim; benzer bir profile İstanbul’da rastlar mıyız, çok emin değilim. Diyarbakır’ın kendine özgü bu yapısına rağmen hemen her Anadolu ilinde rastlanan “merkezin dışında kalma” yani “taşralılık” hali burada da vardı. İstanbul’dan birilerinin buraya gelmesini önemsiyorlardı. Bana gelince... Bu kadim kentten çok şey öğrendim. Hani, insan bir başkası olmadan kendini keşfedemez ya, işte aynı şey diller için de geçerliymiş. Diyarbakır’da kaldığım süre boyunca tüm kulaklarımı Kürtçeye açtım. Dinledim, kelimeler öğrendim ve anladım ki, aksanlarını ayıklayarak Türkçeyi cahilce ve acımasızca budanan ağaçlara çevirmişiz. Ve bir de bir kelimenin anlamını bazen bir başka dildeki söylenişiyle keşfettiğimizi de öğrendim... Tıpkı Jiyan gibi... Anlamı “Hayat, yaşam” demek desem, etkilenir misiniz! Ben çok etkilendim. Bu yüzden dönüş yolunda günlüğüme şu notu düştüm: “20 Mayıs 2010, kendime bir de Kürtçe; Jiyan!” Çocuk kitapları15 YAŞ VE ÜSTÜIskarta-Tek Parça Kal Neal Shusterman/ Tudem YayınlarıÇocukların organlarının başka donörlere nakledilerek ıskartaya çıkarıldığı bir dünya düşünün. Doktorlar ve tedavi yöntemleri yerine sadece cerrahlar ve protezlerin olduğu bir dünya! Connor, Risa ve Lev’in bedenleri parçalanacak ve ayak parmaklarından beyinlerine kadar tüm parçaları “kullanılacak.” Sadece birlikte kaçarlarsa hayatta kalabilecekler.Serüven PeşindeÇilek YayınlarıKahramanımız ufaklığın ve arkadaşlarının her bir macerada ayrı bir gizemin, olayın peşine düştüğü kitapları toplu olarak almaya ne dersiniz. Üstelik her bir macera birbirinden keyifli ve tehlikeli. Batık Kente Yolculuk, Ateş Kentten Kaçış, Bizans’ın Gizli Tarihi, Uzayın Tutsakları, Hayalet Gemi, Kızıl Ejder, Yedi Bela Çetesi ya da Piri Reis’in Hazineleri gibi...* Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir tek tek tüm stantları gezdi ve Doğan Kitap’tan Yılmaz Karakoyunlu’nun yeni kitabı “Serçe Kuşun Sonbaharı“nı, Hasan Cemal’in yeni kitabı ”Türkiye’nin Asker Sorunu“nu ve Altan Öymen’in ”Öfkeli Yıllar“ını aldı.

Devamını Oku

Hem küçüklere hem büyüklere...

14 Mayıs 2010

Büyükler, İpek Çalışlar’ın titiz çalışması sonucu ortaya çıkan Halide Edib romanını elinizden bırakamayacak... Minikler için ise birbirinden eğlenceli altı önerim var.Kabına ve kalıplara sığmayan bir kadın: Halide İpek Çalışlar’ın “Halide Edib, Biyografisine Sığmayan Kadın” kitabını günlerdir elimden düşüremiyorum... Ama söze herkes gibi, “Ben onu Sultanahmet Meydanı’ndaki konuşmasından tanırdım, yuvarlak küçük gözlükleriyle” diye başlamayacağım... Ve yine herkes gibi, “Kitabın her sayfasında okuduğum Halide Edib’in benim bildiğim Halide Edib’den çok farklı olduğunu görüp şaşırıp kaldım” da demeyeceğim.Çünkü onbaşı Halide olarak cepheye katıldığında bile tırnakları manikürlü olan bu kadın benim idolümdür. Ben feminizm kelimesinin ne olduğunu daha doğru dürüst öğrenmemiş bir ortaokul öğrencisiyken tanışmıştım onunla... Romanları başucumdaydı. “Handan” romanının kapağı, (inci bir kolyeyi boynuna götürüp bakan bir kadının arkadan görüntüsü vardı) ilk resmini kopyaladığım kitap kapağıydı. “Sinekli Bakkal” yıl sonu Türkçe ödevimdi... Romanı satır satır okumuş, altlarını çizmiş, özetini haftalık harçlığımla aldığım güzel bir dolmakalemle hatasız ve güzel bir el yazısıyla yazmış (bir daha o kadar güzel yazamadım) tartışma bölümünde de romanla ilgili yorumda bulunmuştum. Romanı o kadar sevmiş, yapmış olduğum çalışmayla o kadar övünüyordum ki, ödevi normal A4 kağıtlara yazmaya elim varamamıştı. Her şeyini bir kitap gibi tasarlamıştım... Ve elbette kapak resmi ve tasarımı da bana aitti. (Ama kapak resmi olarak ne yaptığımı yazmayacağım çünkü o kadar basit ve kötü bir resim yapmışım ki, utancımdan size anlatamam...) Bu yüzden günlerdir İpek Çalışlar’ın titiz bir çalışmanın ürünü olduğu her satırından belli olan kitabını elimden bırakamıyorum. Çünkü bu kitap, bana bir kez daha, bir rol modelin, küçük bir kızın hayatını nasıl bir anda değiştirebileceğini tekrar hatırlatıyor. Onun ev ve gündelik işlerle uğraşmayıp bu zamanı yazarak ve okuyarak değerlendirmek istemesi gibi... (Bunu küçük bir kızken de biliyordum, nereden öğrenmişsem.) İşte bunlar benim belki de “özgür kadın” amacımın ilk ipuçları olmuştu. Gerçi bu kadar sevdiğim kadın, tarih derslerinde küçümsenirdi. Çünkü o bir mandacıydı, tam bağımsızlığa inanmıyordu vs... Şimdi onun gerçekten mandacı olup olmadığı sorularına Çalışlar’ın kitabı ile yanıt bulacağız. Ama ne olur, bu özel kadının hayatını, duruşunu sadece bu tartışma ile sınırlı tutmayalım. Ya da Atatürk’e aşık mıydı, değil miydi gibi sorularla...Çünkü Halide Edib, Türkiye’deki kadınlara, özellikle feminizm kelimesini naftalinlemeden çeyiz sandıklarına kaldırdığımız bu günlerde çok şey anlatacak... Mesela 17 yaşındayken bir matematik dehası olan ilk kocasına aşık olup evlenmesi, ancak üzerine ikinci bir eşin geleceğini öğrenince bir çırpıda boşanması, ikinci eşi Adnan Adıvar’la babası Suriye’de olduğundan vekaletle evlenmesi ya da “Kadınlar dahil herkese eşit oy hakkı tanınmalı” demesi gibi... Bu nedenle İpek Çalışlar’a kabına ve kalıplara sığmayan bu özel kadının, son derece zorlu biyografisini titiz bir araştırmanın sonucunda ilmek ilmek dokuyarak yazdığı ve bize kazandırdığı için çok teşekkür ederim... Not: Halide Edip biyografisi ile ilgili olarak VatanKitap’ın 19 Mayıs sayısında da kapsamlı bir yazı yer alacak...Sadece kızlar için...Kız Çocuklarına Resimli Öyküler/ Bilge Kültür SanatSadece kızlar için hazırlanan bir maceraya ne dersiniz? Mesela küçük deniz kızıyla okyanusun derinliklerine dalmaya var mısınız? Peki ya on iki dansçı prensesle sabahlara kadar dans etmeye? Perili kanyona gidip kaba sakalın hayaletiyle karşılaşmaya cesaretiniz var mı peki? Prenseslerden deniz kızlarına, kötü cadılardan sevimli bebeklere kadar birbirinden ilginç onlarca kahramanın eğlenceli öyküleriyle dolu bu kitapla maceradan maceraya koşmaya hazır olun!Bu kitap da erkeklere özelErkek Çocuklarına Resimli Öyküler/ Bilge Kültür SanatKızların macerası olur da erkeklerin olmaz mı? Onlar da uzak denizlere yelken açıyor. Veya korkunç devlerle savaşıp güzeller güzeli prensesi kurtarıyorlar. Hatta perili köşkte bir gece geçirip define adasındaki korsanlarla karşılaşıyorlar? Bu nedenle siz erkek okurlar, cesur şövalyelerden paslı robotlara; acemi hortlaklardan aç gözlü ejderhalara kadar birbirinden ilginç onlarca kahramanın eğlenceli öyküleriyle dolu bu kitapla maceradan maceraya koşmaya hazır olun!Kuyudaki eğlenceli serüven Yaramazlar Kuyusu/ Abbas Cılga/ Özyürek Yayınevi Noyan, okula yeni başlayan ama okuldan sıkılan, okumayı sevmeyen bir çocuk. Bu yüzden de “Yaramazlar Kuyusu”na düşüyor. Ama korkmayın çünkü onu orada binbir serüven bekliyor. Mesela bir Peri Abla geliyor ve onu tanınmış masal ve öykü kahramanlarının dünyasına götürüyor. Kimlere mi? Keloğlan, Nasrettin Hoca, Ali Baba ve Kırk Haramiler, Denizci Sinbad, Boğaç Han, Don Kişot, Pinokyo... Bu maceralar sırasında yaramaz fakat iyi kalpli bir çocuk olan Noyan, zorda kalanlara üzülürken iyi olanlarla da seviniyor.Macera tüm hızıyla devam ediyorNehirde Macera/ Enid Blyton/ Artemis YayınlarıEnid Blyton’un sevilen macera dizisi son sürat devam ediyor. Kahramanlarımız Philip, Dinah, Lucy-Ann ve Jack bu kez tarihi çöllere yapılacak bir tekne yolculuğuna çıkıyorlar. Tabii her yolculukları gibi bu da macera ve tehlikelerle dolu. Bill ortadan kayboluyor... Sonra kahramanlarımız ve papağan Kiki, 7 bin yıldır hiç kimsenin ayak basmadığı gizemli bir tapınakta sıkışıp kalıyor. Hem de Raya Uma denilen bin bir suratlı şeytan da peşlerindeyken... Bu öyküler yepyeniPıtırcık Bilinmeyen Öyküleri/ Goscinny/ Can ÇocukBu kitaptaki Pıtırcık öykülerini daha önce duymadınız. Mesela Gümüş’ün dolmakalemiyle maç yaptığını, evin bahçesinde korsancılık oynadığını, Bay Sivrikulak’ın artık bir yönetmen olduğunu, petank oyununun nasıl oynandığını ve Pıtırcık’ın anneannesine giden sürpriz konuğu... Elbette bu öyküleri bilmiyorsunuz çünkü ilk kez okuyacaksınız. 15 Pıtırcık öyküsünün olduğu bu kitap yeni olsa da bazı şeyler neyse ki hiç değişmiyor: Yaşasın Pıtırcık!Film tadında bir polisiye Şimugula/ Sevgi Saygı/ Günışığı Kitaplığıİlk çocuk kitabı “Babam Nereye Gitti?” çok sevilen Sevgi Saygı, kaleme aldığı ikinci çocuk romanında, okurlarını yine mizahla karışık bir maceraya sürüklüyor. Kitabın kahramanı Levent’in başına gelenler, duygu dünyası, ailesiyle yaşadığı iletişimsizlik ve arkadaşı İzi’yle paylaştıkları, her çocuğun yaşamından kesitler sunuyor. Saygı kitabında, okuru gülümseten diyalogları, polisiye tadında kurgusu ve dinmeyen temposuyla çocukları film tadında bir öyküyle buluşturuyor.

Devamını Oku

Yeni okur kitlemin bitmek bilmez enerjisi

7 Mayıs 2010

İyi ki yetişkin okurlar, onlar kadar aktif değil... Yoksa halim perişandı. Neden mi? Geçen haftaki çocuk kitapları yazısından sonra yeni okur kitlemin soruları ile tanıştım. Mesela “Sevgili Buket abla, bir kitap varmış, içinde de çizdiği resimlerle arkadaşlarını korkutan bir çocuk... Adını biliyor musun?” Hayır, bilmiyordum ama öğrendim: “Korku Salanlar.” Ama diğer sorduklarınızı bulamadım, ama sizin için başka kitaplar önerebilirim. Şahmeran’dan geriye kalan yumurta: Yılankale/ Miyase SERBARUT/ Tudem Yayınları“Yılankale” Şahmeran, masalının devamı niteliğinde. Şahmeran’ın hikayesini bilirsiniz. Bir gün bir hata yaparak bir insana güvenen ve bu yüzden ölen yılanların kraliçesinin hikâyesini... Ölürken insanlara kızgın olan.. Ama bu kitapta görüyoruz ki, ondan geriye bir yumurta kalmış ve o yumurtadan da yeni bir kraliçe ve hikâye çıkacaktır. Oburcuk iş başında Selim İleri yeni yaşında!: Oburcuk Mutfakta/ Selim İleri/ Everest YayınlarıSelim İleri’yi romanları ve öyküleri ile tanırız, bir de İstanbul yazıları. Ama o tüm bunların yanı sıra bir de mutfak faresidir. Girdiği mutfaklarda, tattığı yemekleri, yemeğin kokusuna katılan sohbetleri kitaplara taşımıştır. Ama onun kitaplarında yemek hiçbir zaman “yenilen bir şey”le de sınırlı kalmamıştır. Bu yüzden “Evimizin Tek Istakozu”, “Oburcuğun Edebiyat Kitabı” ve “Rüyamdaki Sofralar” adını taşıyan üç kitabında kimi zaman İstanbul’un bir mahallesini, kimi zaman da azınlıklardan kalan tatları buluruz. İşte bu üç kitap şimdi bir arada “Oburcuk Mutfakta” adıyla yayımlandı. Not: Geçen hafta Selim İleri’nin doğum günüydü. Kutlamak isterim; “İyi ki doğdunuz, iyi ki varsınız. En güzel hediyeler sizin olsun!”Tarihi keyifle öğrenmek için: Anadolu’nun Eski Kahramanları/ Behzat Taş/ Büyülü FenerTarihi severek ve keyifli öğreten bir kitap bu... Kibele’den Homeros’a, Midas’tan Diyojen’e, Anadolu’da doğmuş ve insanlık tarihine yön vermiş 25 kahramanın öyküsünün anlatılıyor. Üstelik pek çok yetişkinin bile öğrenirken zorlandığı bilgiler tarihe en meraksız olanların bile iştahını kabartıyor. Pelin ve Arda’nın maceraları: Pelin ile Arda dizisi/ Marcel Marlier/ Bilge Kültür Pelin ile Arda’nın her bir kitapta yeni bir macera yaşadığı dizinin kitapları şöyle: “Pelin ile Arda Ormanda”, “Pelin ile Arda Dağda”, “Pelin ile Arda Denizi Keşfediyor.” Kitapların isimlerinden de anlayacağınız üzere her bir macerada çocuklar beceri ve yeteneklerini keşfederken keyifli maceralar da yaşayor. Mimar Sinan’ın gözüyle İstanbul: Mimar Sinan’ın İstanbul’u/ Haldun Hürel/ Büyülü Fener Dünyaca ünlü mimarımız, Mimar Sinan bize sadece camiler, çeşmeler, külliyeler, hanlar, hamamlar bırakmamıştır. O aslında bize güzeller güzeli bir kenti İstanbul’u hediye etmiştir. Çünkü bugün bu şehirde gördüğümüz büyük eserlerin çoğu ona aittir. İşte bu yüzden bu kitapta hem Mimar Sinan’ın hem de İstanbul’un hayatı var.Allah huzurumu bozmasın!“Türk Edebiyatının düşsel yazarı” denir, Nazlı Eray için. Çünkü kitapları düşlerle, düşsel hikâyelerle dolup taşar... Meğer kendisi de yazdıkları gibiymiş... İzmir Kitap Fuarı sırasında yakından tanıma fırsatı buldum onu. Yeni romanı “Marilyn-Venüs’ün Son Gecesi”ni imzalamak için gelmişti. İmza öncesi ve sonrasında yaptığımız sohbetlerde, öyle hikâyeler, olaylar anlattı ki, bir ara “Nazlı Hanım sizin hiç mi sıradan bir anınız yok” demeden edemedim. “Tesadüf” dedi demesine ama hiçbirimiz inanmadık. Nitekim biraz sonra, yedi yıl önce başına gelen bir olayı anlatmaya başlayınca göz göze geldik... İşte o zaman gülümsedi; “Tamam kabul ediyorum, bu da normal bir olay değil” der gibi... Ve öyle bir hikâye anlattı ki, dinlerken hem kahkaha atıp hem de şaşkınlıktan gözlerimi kocaman açmışım... O kadar güzel bir hikâye ki bu, günlerdir önüme gelene anlatıyorum, buradan sizinle de paylaşmak isterim... Her şey, Nazlı Hanım’ın, Bodrum’daki evine her zamankinden erken gitmesiyle başlıyor. Bahçe kapısını açar açmaz da şok geçiriyor. Önce başka bir eve geldim sanıyor, ama hayır kendi evinde... Yine de her şey o kadar farklı ki! İşte bunun üzerine “Tamam ben öldüm, ruhum da evimi ziyaret ediyor” diyor. Neden mi?Çünkü meyve ağaçları ile dolu bahçesinde her zamankinden farklı bir yaşam var. Evin kapısından bahçe kapısına kadar bir halı serili, musluğun hemen dibinde ise bir sabun... Bir kenarda piknik tüpü, üzerinde çaydanlık, usul usul demleniyor. Hurma ağacının altında koltuk... Bir ağaçtan nazarlık, bir diğerinden Monica Belluci’nin bir posteri sallanıyor, üzerinde de “Allah huzurumu bozmasın” yazan... Az ileride de bir kel adam! Doğal olarak Nazlı Hanım çığlığı basıyor. Adamsa gayet soğukkanlı... Hatta “Sakin olun hanımefendi, her zamankinden erken geldiniz, yol yorgunusunuzdur, size bir çay ikram edeyim!” diyor! Şaka gibi değil mi? Ama değil! Meğer bir evsizmiş... Eskiden de bankacı. Nazlı Hanım yokken bahçesinde yaşıyor, onun gelmesine yakın eşyalarını toplayıp gidiyormuş... Ama işte o sene Nazlı Hanım erken gelince her şey ortaya çıkmış... Nazlı Hanım “Adamdan tabii ki çok korkmuştum ama ondan bahçemi öğrendim” diye devam etmişti sohbete: “Çünkü o zamana kadar salyangoz gibi evin içinde yaşardım. Kilit üstüne kilit vurduğum kapımı kilitlerdim. O adamsa bana kapıların dışındaki hayatı gösterdi, geceleri yıldızları seyrederek uyunabileceğini... Ama en önemlisi kendi bahçemi çok daha farklı kullanabileceğimi... Ne tuhaf değil mi? Bazen, bize ait bir şeyin değerini bir başkasından öğreniriz... O zaman işte insan gerçekten soruyor; “Kim ev sahibi, kim misafir?”

Devamını Oku

Klasikten fantastik maceraya çocuk kitapları

1 Mayıs 2010

Çünkü “Neden çocuk kitapları yazmıyorsunuz?” diyenleri mutlu etmek için birbirinden renkli kitapları elime alıp eve kapandım... Kendime geldiğimde, güneş batmış, ay çıkmış, dolaptaki çikolatalı pasta bitmiş, bir kilo kadar da çilek yenmişti. Hani iyi kitap okurunu az da olsa değiştirirmiş ya, ben bu kitaplardan sonra oldukça değiştim. Mesela artık yatağımın kanatları olduğuna eminim. Yoksa her gece nasıl o kadar yer gezebilirim. Bu yüzden karar verdim; artık her hafta en az üç çocuk kitabı okuyup bu köşeden sizlerle onları paylaşacağım...Minik Sır / Kate Saunders İş Bankası Kültür YayınlarıBu kitabı sevmem için yazarı Kate Saunders’in Goethe’nin “Wilhelm Meister’s Apprenticeship”inden ilham almış olması bile yeterli. Ayrıca kahramanı Jane’in yalnızlığını ve bu sayede ortaya çıkan kaşif yönünü ve kalıplara göre insanları değerlendirmeyen kişiliği de. Okula yeni gelen tuhaf ve rüküş Staffa ile arkadaş olabilmesi gibi. Zaten maceramızı başlatan da bu. Çünkü Staffa’nın zorba annesi ve sakladığı bir de kutu var. Kutu da ne mi var? Okuyun! Ejder Kız Serisi Licia TroisiDoğan EgmontKahramanımızın adı; Sofia... O da tıpkı Harry Potter ailesini kaybetmiş bir çocuk. Bir yetimhanede kalıyor ve onun da tıpkı Harry gibi keşfedeceği bir hikayesi var ve bunun işareti de alnındaki bende gizli... Ancak o Harry’den farklı olarak büyücü değil, Ejder soyundan geliyor. Sofia’nın hayatı bir antropoloji profesörünün onu evlat edinmesiyle de bir anda değişiyor. Çünkü profesör onun hakkında pek çok şey biliyor... Serinin şu ana kadar “Thuban’ın Mirası” ve “İdhunn’un Ağacı” maceraları çıktı...Korkunç Gıcık III. Hıçkıdık Dizisi Cressida Cowell/ Günışığı Kitaplığı/ Hıçkıdık, Viking şefinin sıradan görünüşlü ama bir o kadar da akıllı oğlunun adı. Bu dizinin üç harika kitabı var, sırayla yazıyorum, karıştırmayın; Ejderhanı Nasıl Eğitirsin, Nasıl Korsan Olursun ve Ejderhaca Nasıl Konuşursun. Serinin ilk macerası “Ejderhanı Nasıl Eğitirsin” beyaz perdeye aktarıldı ve Türkiye’de de 23 Nisan’da gösterime girdi. Ben bu kitapları sevdim çünkü Hıçkıdık, tasma taşımayı kabul etmeyen dahası bir sürü yaramazlık yapıp kabilenin başına işler açan bir yaratıkla arkadaş oluyor ve onu sahipleniyor. Onu eğitmeye çabalıyor ve onun dilini öğreniyor. Günümüz siyasi hayatına empati eksikliğinin, ötekileştirmenin, korkunun ve dil tartışmalarının damga vurduğunu düşünürsek Hıçkıdık’ın bize anlatacak çok şeyi var. La Fontaine’den Masallar Desen Yayınları“Biz bu masalları biliyoruz” demeyin... Çünkü bu kadar güzel çizilmiş, renklendirilmiş olanları bilmiyorsunuz... Farklı çizerler tarafından resimlendirilmiş kitabı elime aldığımda inanın sayfaların içine girip orada yaşamak istedim...Genç Bond Dizisi - Gümüş Yüzgeç Charlie Higson/ Tudem Yayınları Gelmiş geçmiş en hoş, centilmen, yetenekli ajan 007, bir yetişkin olmadan önce nasıl biriydi? Neler yaşamıştı? İşte Genç Bond dizisi ile bu sorulara yanıt bulacaksınız. Dizinin ilk kitabının adı; “Gümüşyüzgeç.” Genç Bond’u uzak bir İskoç şatosundaki son derece tehlikeli bir sırrı aydınlatırken gördüğümüz bu kitap, ilk macera olduğu için kahramanımızın genç haliyle ilgili de bilgiler sunuyor. Aslan Tomson, Elli Kuruş ve Uyku Orhan Kemal/ Büyülü Fener YayınlarıKemallettin Tuğcu okuyarak büyüyenlerdenim, bu yüzden kararlarımda vicdanım, aklım kadar etkilidir. Bu duyguya Türk yazarların çocuklar için yazdıkları kitaplarda rastladım. Mesela Orhan Kemal’in çocuk kitaplarındaki gibi... Ama son yıllarda sosyal adalet, eşitlik gibi kavramlardan hızla uçaklaştık... Bu yüzden Orhan Kemal’in “Aslan Tomson”, “Uyku” ve “Elli Kuruş”unu herkes okumalı...Eğlenceli Zeka Soruları Ayşe Devrim Kuralay/ Çilek Kitaplarİşte çocukların zekasını, becerilerini sınayacağı bir kitap... Bu sayede çocuklar, potansiyellerinin sınırlarını keşfedip zor soruları bile keyifle yanıtlamayı öğrenebilir... Ama en önemlisi, sorunlarla değil çözümlerle ilgilenmenin önemini kavrayabilirler. Da Vinci’nin Maceraları Dizisi / Alfred Bekker, İlyada YayıncılıkPek çok kişi, Leonardo Da Vinci’yi Dan Brown’in romanı ile tanıdı ve sonra Rönesans’ın bu dahisi hakkında biraz daha bilgilenmek için tek satır bile okumadı. Bu yüzden tavsiyem bu kitapları önce siz, sonra çocuğunuz okusun. Dizinin şu ana kadar üç kitabı yayımlandı; Simyacının Sırrı, Medici Villasının Sırrı ve Floransalı Haydut. Her bir kitap Leonardo’nun yaşadığı dönemde ve yerlerde geçiyor. Elbette ki, olaylar gerçek değil... Ancak okuruna pek çok tarihi kişilik ve mekan ile ilgili bilgiler veriyor. Batı müziği Osmanlı askeri ile başladıOsmanlı müziği denince aklımıza Dede Efendi ve Hacı Arif Bey gelir... Ve yine sanırız ki, Batı müziği cumhuriyetle birlikte başlamıştır... Oysa pek çok Batılılaşma hareketi müzikteki arayışlar da Osmanlı döneminde başlamıştı. İşte Koç Üniversitesi öğretim üyelerinden Evren Kutlay Baydar’ın “Osmanlı’nın Avrupalı Müzisyenleri” kitabında bu sessiz kalmış sesin tarihi anlatıyor. Kitapta yer alan bilgilerse gerçekten çok ilginç. Kimi yer yer eski Türkçe’nin bugün kulakta uyandırdığı kibarlık ve zarafetle birleşerek insanda tebessüm uyandırırken kimi de uzun uzun düşünmenize hatta notlar almanıza neden oluyor. Mesela Osmanlı askeri düzeni ile müzik arasındaki ilişkinin anlatıldığı şu bölüm gibi: “Osmanlı’nın Batı müziğiyle karşılaşması XIX. yüzyıldan çok önceki asırlara dayanmaktadır. XVI. yüzyılda Fransa Kralı I. François, Kanuni Sultan Süleyman’a yardımlarından dolayı teşekkür etmek için bir grup müzisyen yollamış, grubu dinleyen Sultan ‘ruhu okşayıcı’ nitelikleri olan bu müziğin, kendi ordularının katı disiplinini bozacağı korkusuyla, müzisyenleri alelacele ülkelerine geri göndermiştir.” Kanuni’nin müziğin insanı duygusallaştıran yanını görüp askerlerini bundan uzak tutmak istemesi... Hem Kanuni, hem askerlik hem de müzik hakkında ne çok ipuçları içeriyor değil mi? Ama kitabı okurken beni asıl şaşırtan ve altını çizdiren bölümse Yeniçeri Örgütü’nün ve Mehteran takımının dağıtılması ile ilgili bölüm oldu. Malum, bunun için ilk III. Selim’adım atmış, yeni orduya yeni bir “boru takımı” kurmak istemiş ve bu da onun hayatına mal olmuştu. Onun bu hayalini ise II. Mahmut gerçekleştirip Batılı tarzda bir ordu kurmuştu. İşte o zaman roman konusu olacak kadar ilginç bir durum ortaya çıkmış. Yeni ordunun Batılı tarzdaki tören yürüyüşü, mehterin yürüyüşüne ve mehter bandosunun müziğine uymamış. Mehterhane-i Hümayun bu nedenle 1827’de kapatılmış ve yerine Batılı düzen ve kıyafetteki yeni askere ayak uydurabilecek ve yeni bandoyu yetiştirecek Mızıka-ı Hümayun kurulmuş...Yani müzikteki yenileşmede ilk adım, “Osmanlı askeri müziğinde” olmuş! 28 Mehmet Çelebi’nin hatıratındaki operaII. Ahmet döneminde Paris elçisi olan 28 Mehmet Çelebi’nin, hatıratına Paris’te izlediği bir opera ile ilgili yazdıkları ise bizim Batı ile ilişkimizin başlangıcını öyle güzel özetliyor ki: “Paris şehrine mahsus bir oyun varmış. Opera derlermiş. O şehre mahsus imiş. Şehrin kibarları varırlar, vali dahi ekseriya varır, Kral bile ara sıra gelir imiş. Masrafı çok bir sanat olmakla birlikte gelirini dahi düşünmüşler ve büyük bir devlet malı bağlamışlar. Sözün kısası o kadar şaşılacak şey gösterdiler ki, tabiri kabil değildir. Gök gürlemeleri ve şimşekler gösterdiler. Görülmedikçe inanılmayacak kadar acayiplikler ve gariplikler temaşa olundu.”

Devamını Oku

Londra’da çay keyfi

23 Nisan 2010

Şaka gibi... Şemsiye taşımaktan hiç hoşlanmayan ya da sürekli kaybeden biri olarak söylemeliyim ki; şu ana kadar Londra’da hiç ıslanmadım. Üstelik her seferinde bu, bir sihir gibi gelişti. Ya otobüsten ayağımı uzatır uzatmaz yağmur dindi ya da ben şehre ayak basar basmaz herkesin Hyde Park’a koşup bir çırpıda soyunmasına neden olan o büyülü güneş açtı.Tıpkı geçen hafta olduğu gibi... Ilık bir hava, hafif çiseleyen bir yağmur vardı. İnsanı ıslatmak yerine sanki ayıltmak hatta yüzünü okşamak istiyor ve ben ne zaman bir binanın kapısından içeri girsem o zaman şiddetleniyordu. Hele ikinci gün, bu sihirli hava, çiçeğe durmuş tomurcuklu ağaçları ışıldatan bir güneşe bıraktı kendini. Ve biz, bu güzel bahar havasında son derece gizemli bir bitkiyle, çayla ilgili ilginç bilgiler öğrenmek için şehirden iki saat uzaklıktaki, Lipton Çay Enstitüsü’ne doğru yol almıştık. Golf sahalarını, yeşil çayırları, kendimizi bir masalda gibi hissetmemize neden olan köyleri geçerek... Burada, bu enstitüde dünya çaylarını tadacaktık. Heyecanlıydım çünkü daha önce Deniz Gürsoy’un “Demlikten Süzülen Kültür: Çay” kitabını okumuş ve her sabah, akşam, yemekten sonra keyifle ve ısrarla içtiğim bu nefis içeceğin hiç de öyle sıradan bir hikâyesinin olmadığını biliyordum. Hatta kahveyi daha elit, çayı ise avam bulan o züppe anlayışa rağmen... (Burada kastedilen kahvenin, köpüğü üzerinde bol telveli bir Türk kahvesi değil, dünya kahveleri olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Çünkü ne hikmetse aynı züppe anlayış, Türk kahvesini de avam bulur.) Ama işte her züppe anlayış gibi bunun da bir alt yapısı, temeli, fikri yok. Bir cahillik ürünü... Çünkü beş bin yıllık bir geçmişe ve bir kadar da köklü kültüre sahip çay... Ritüelleri var. Çin’de başka, Türkiye’de başka içimi... Bizde usul usul demlenir, İngiltere’de altı dakikada... Kıtlaması da var, sütlüsü de... Yani “çay” deyip geçmek mümkün değil. O da tıpkı şarap gibi... Hangi bölgede, kaç metre yükseklikte, yılın hangi zamanında yetişmiş, nasıl demlenmiş hepsi önemli. Nitekim bu yüzden, biz bilmesek veya rastlamasak da, çay tadımcıları var. İşte biz bunlardan biriyle tanıştık; Nick Bunston. 38 yıldır çay tadan Bunston, dünyanın en önemli tadımcılarından... Her hafta 10 bin farklı çayın tadına bakan ünlü tadımcı keyfi içinse günde 6 fincan çay içiyor.Çaydan anlamak uzmanlIk İster Çay tadımının da ayrı bir ritüeli var. Çayı höpürdeterek (Abartmıyorum, sesli bir hüp bu!) büyük bir yudum alınıyor, ağızda çalkalandıktan sonra da tıpkı şarapta olduğu gibi bir kovaya tükürülüyor. Bu satırları okuyan pek çok kişi “Her gün çay içiyorum ben de bu işi yaparım” diyebilir. Ama bence demeyin. Çünkü Bunston gibi çayın tadına bakmak hiç kolay değil. Höpürdetmenin bile bir tekniği ve kondisyonu var. İkincisi; çayı ağızda yuvarlamak da beceri işi... Ben yuvarlayana kadar yuttum ve tabii geri tüküremedim. Sonunda ne mi oldu, bir sürü alakasız çayla midemi doldurup, “Bir tuhaf oluyorum” diyerek kendimi bahçeye zor attım... Ama bana inanmıyorsanız lütfen kendiniz deneyin ve lütfen öncelikle sıcacık bir Türk çayı ile tadıma başlayın.Yaprağı BAKIR RENGİ İSE KALİTELİDİRPeki en güzel çay hangisidir? Bunun net bir yanıtı yok. Dedik ya bu da şarap gibi... Zevkine göre değişiyor. Nitekim Nick Bunston da “Kiminin beğendiği bir çayı başkası beğenmeyebilir” diyor ama ardından da ekliyor; “ancak bir çayın kaliteli olup olmamasının teknik kriterleri vardır.” Ne mi? İşte yıllardır çay tadan bir uzmandan kaliteli çayın tarifi: * Kaynatılınca dibe çökmeyip, yüzeyde kalan çay kalitesizdir. * Su kaynar kaynamaz çayı çaydanlığa atmalısınız. * Çayın altını sürekli kaynatmayın, bu çayın etkisini öldürür. * Taze su kullanın. Kaynamış, soğumuş suyu kullanmayın.* Poşet çaylara güvenin, tamamen doğaldır. Kaliteli poşet çay suya rengini 6 dakikada verir ve kesinlikle boya içermez. * Demlenmiş çay yaprağı (çay posası) bakır renkli ise yüksek kalitededir.Çay enstİtüsünden ve tadImIndan aldIĞIm dersler * Çay, içebileceğimiz pek çok içecek arasında en sağlıklı içecek. Özellikle içindeki teanin (sadece çayda bulunan bir madde) canlandırıcı etkiye sahip olduğu gibi çay vücudun sus tutmasına da neden olmuyor. Dahası sıfır kalori! * Dünyada en çok çay tüketen ülke, Türkiye. Onu İrlanda takip ediyor. * Tecrübeli bir çay toplayıcı bir günde, sadece elleriyle 155 kg çay toplayabiliyor. * Bir çay türü olarak tanınan Earl Grey aslında bir İngiltere Başbakanıymış. * Çayı paketleyip satan kişi olan Thomas Lipton, aynı zamanda ilk çay markasını yaratan ve reklamını yapan kişi unvanına da sahip.

Devamını Oku

Onların gidecek TOKİ’si yok

16 Nisan 2010

Doğa Derneği’nin “Hasankeyf Yok Olmasın” girişimi kapsamında dünyanın dört bir yanından gelen araştırmacı ve uzmanlar dünya mirası olan bu köyde buluştu. İki gün süren toplantılar sonucu Hasankeyf’le birlikte sadece bir kültür mirasının değil aynı zamanda canlı türlerinin de yok olacağının altı çizildi ve “onların gidecek TOKİ’leri yok” denildi. Daha önce buraya gelmiş miydiniz diye soruyor rehberim. “Hayır” diyorum... “Hazırlanın o zaman, az sonra çok farklı bir coğrafya ve bitki örtüsü ile karşılaşacaksınız!” Gerçekten de az sonra sarp kayalar beliriyor... Kanyondan geçiyoruz, yol kenarı sarı sarı açmış hardal çiçekleriyle dolu. Biraz sonra sanki uzaylılar tarafından yapılmış ve sonra da terk edilmiş gibi duran petrol kuyuları başlıyor ve hemen sonra da nazlı nazlı akan Dicle nehri... Ama bir beş-on dakika sonra soluğum gerçekten kesiliyor; Hasankeyf göründü! Yüzyıllar önce kullanılan köprü ayakları, insanların oyarak yaptığı küçük mağaralardan oluşan “organik apartmanlar”, üstümüzde süzülen ve daha önce hiç görmediğim küçük kuşlar... Yanılmıyorsam burada endemik türleri açısından çok zengin olan İran bitki örtüsü başlıyor. “Burada endemik var mı?” diye soruyorum. Rehberimin yanıtı “Çook” oluyor. “Zaten Hasankeyf sırf bu nedenle bile kurtarılmalı. Ama her şeyi az sonraki sunumlarda detaylarıyla öğreneceksiniz.”MÜDAHALE EDİLMESİ ŞART Hasankeyf’teyim çünkü Doğa Derneği’nin yürüttüğü “Hasankeyf Yok Olmasın” girişimi kapsamında dünyanın dört bir yanından uzmanlar, akademisyenler, botanikçiler, gazeteciler burada bir araya geldi. Amaç belli; “Batman’ın bu küçük ve fakir köyünde bu dünya mirasını ne yapar da eder kurtarırız.” Malum, Hasankeyf yıllardır inşası yılan hikâyesine dönen Ilısu Barajı ile birlikte sular altında kalacak. Ancak daha sunumların başında anlıyorum ki, sular altında kalacak olan sadece gördüğünüz o tarihi köprü ayakları ya da “mağara apartmanlar” değil... Bütün bir köy yok olacak, köylüler, muhtarı, imamı... Sonra sadece burada görülen kuş türleri, bitkiler, balıklar hatta tropik kaplumbağalar bile... Çünkü Dicle Vadisi, içerdiği yaşam türleri açısından dünyanın en zengin nehir vadisi. Bu yüzden de araştırmacılar ve uzmanlar ısrarla “Aslında Hasankeyf’in değil tüm Dicle’nin koruma altına alınması gerek çünkü tüm bu hayvan ve bitki türlerinin gidecekleri bir TOKİ yok. Hasankeyf’i ve onları Türkiye enerjisinin sadece yüzde birini sağlayacak bir baraj için yok etmeyelim” diyorlar. Hasankeyf sular altına kalırsa pek çok canlı türü yok olacak, işte bunlardan bazıları: Küçük kerkenez (Falco naumanni)Hasankeyf kayalıklarında yuva kuran bu kuşların yuvaları sular altında kalacak ve türü yok olacak. Çizgili sırtlan (Hyaena hyaena)Çizgili sırtlan Dicle Nehri kenarındaki kayalıkların alt kısımlarındaki mağara ve oyuklarda yaşadığı için nüfusu ciddi oranda azalacak. Fırat Kaplumbağası (Rafetus euphraticus)Doğa Derneği’nin üyeleri ve köylüler onlara Rafet diyor. Küresel ölçekte yok olma tehdidi altında olan bir tür. Boyu 1.3 metreye varan bu kaplumbağa sadece Fırat ve Dicle nehirlerinde yaşıyor. Fırat Nehri’ne inşa edilen barajlardan dolayı sayısı çok azalan Rafet Kaplumbağanın, Ilısu Barajı ile yok olacağı tahmin ediliyor. Yeşil arıkuşu (Merops percicus)Yeşil arıkuşlarının Iğdır Ovası’nda bir, Güneydoğu’da iki olmak üzere Türkiye’de toplam üç kolonisi var. Dicle’nin Cizre’den geçtiği nokta, bölgedeki iki koloniden birine ev sahipliği yapıyor. Bu koloni, Ilısu Barajı ile Dicle’nin doğal akışı bozulacağından olacak. Alaca yalıçapkını (Ceryle rudis)Dicle Nehri ve kollarındaki sığ alanlarda yaşıyor. Ilısu Barajı ile hem yuvaları hem de beslenme alanları sular altında kalacak ve Türkiye’deki nüfusunun çok büyük bir kısmı yok olacak.Kızıl akbaba (Gyps fulvus)Dicle Vadisi’ndeki yarlarda yuva kuran bu akbabanın en büyük kolonisi Ilısu Barajı’yla birlikte yok olacak. Fırat kavağı (Populus euphraticus)Dünya dağılımı Fırat ve Dicle ile sınırlı. Bu kavak türünün filizlenmesi için düzenli taşkınlarla oluşan açık çakıllı veya kumlu alanlar gerekiyor. Fırat’ta, barajlar nedeniyle nüfusunun yenilenmesi neredeyse yarı yarıya azaldı. Dicle’deki geleceğini ise Ilısu Baraj projesi tehdit ediliyor. Çelişkiler diyarı HASANKEYFHasankeyf’te her şey bir çelişki. Mesela Ilısu Barajı’nın yapılması planlandığı için köy turizme açılamıyor. Ayrıca barajla birlikte köyün sular altında kalıp yok olacağı bilinse de köylünün tek çivi çakmasına da izin verilmiyor. Çünkü burası SİT Alanı. Ama ortada hâlâ bir baraj yok. İki yıl önce Başbakan’ın da katılımıyla bir temel atılmış ama her şey öyle kalmış. Yani köye ne yatırım yapılıyor ne de yok ediliyor. Turistik tesis kurulmuyor ve her yıl gelen 1 milyon turist de köye hiçbir şey bırakmadan gidiyor. Bir diğer çelişki ise baraj altında kalacağı planlanan köydeki minarelerden birinin de restore edilmesi... Ama en en büyük çelişki; Hasankeyf ve Dicle Vadisi’nin UNESCO Dünya Kültür Mirası kriterlerinin onda dokuzunu sağlamasına rağmen Türkiye’nin hiçbir girişimde bulunmaması...

Devamını Oku

Beyoğlu’nda edebiyat dünyasıyla kahvaltı keyfi

9 Nisan 2010

Türk şiirinin “karaşın şairi” Ece Ayhan anlatmıştı. Edip Cansever, Turgut Uyar, Cemal Süreya ve kendisi, genelde Refik’te toplanırlarmış. Ekibe yoldan geçen de eklenirmiş, sürpriz yapıp gelen de... “Bu yüzden hep yuvarlak masaya otururduk” demişti; “Çünkü yuvarlak masa gerektiğinde genişler ama az kişiyseniz de boşluk yaratmaz.” Onun bu anlattıkları hâlâ aklımda. Çünkü edebiyat tarihimizde buluşmaların hep özel bir önemi olmuştur. Kimi Cumhuriyet Meyhanesi’ndedir, kimi Yakup’ta... Biz ise VatanKitap ailesi olarak meyhane sofrasını değil kahvaltıyı tercih ediyoruz. Çünkü kahvaltılar aile buluşmasıdır ve VatanKitap olarak biz büyük bir aileyiz... Bu yüzden geçen Pazar yine Pera Dilek Pastanesi’nde buluştuk. Paskalya bayramı sayesinde paskalya çöreği de yedik boyalı yumurta da tokuşturduk! (Sarı boyalı yumurtamı kim aldı, söylesin!) Tabii bol bol güldük ve konuştuk.Hemen herkesin giderken ‘bir dahaki ne zaman’ dediği kahvaltıdan notlar * Geçen Pazar sadece Paskalya değil aynı zamanda polis günüydü. Ne yalan söyleyeyim, polis kalabalığını görünce bir an aklımdan “Kimi çağırdım ki, bu kadar büyük güvenlik tedbiri almışlar” diye geçirmedim değil.* Polis günü dolayısıyla Galatasaray’dan Taksim’e dek uzanan Türk Bayrağı’nın taşınması Hamdi Koç’un mekana 17 dakika geç gelmesine neden oldu. Çünkü, o diğer konuklar gibi bayrağın altından eğilerek geçmeyi göze alamamıştı; “Eğilip de doğrulamamak var!” diyordu.* “Timurlenk” kitabı ile büyük tartışmalar yaratan tarihçi Hakan Erdem de bayrak taşıyan kalabalıkla karşılaşanlardandı. Erdem, “Uzun süre bayrağı taşıyan kalabalığa karşı yürüdüm, ama o kadar zordu ki Dilek’i geçtiğimi ancak 50 metre sonra fark ettim” diyordu. * Günün en şıklarından biri kesinlikle, Selim İleri’ydi. Selim Bey, siyah bere, atkı ve montundan oluşan kıyafetini siyah güneş gözlükleri ile tamamlamıştı.* Birer koleksiyoner olan “Osmanlı Sikkeleri Tarihi” kitabının ilk cildi yayımlanan Atom Damalı ve “Theodora” kitabının yazarı Radi Dikici koleksiyonları üzerine çok keyifli bir sohbet gerçekleştirdi. * Mayıs ayında ilk romanı çıkması planlanan Mustafa Mutlu ise Doğan Kitap’ın Yayın Yönetmeni Deniz Yüce Başarır’a aklındaki tüm soruları sordu. Şimdiden haber verelim; best-seller listelerine göz kırpan bir roman geliyor!* Güne damgasını vuran ise Ahmet Tulgar’dı. Cin gibi zekası tüm sohbeti yönlendirdiği gibi, Yavuz Ekinci’nin romanıyla ilgili yaptığı tespitler üzerine herkesin “Tene Yazılan Ayetler”i okumak istemesini sağladı.* Atom Damalı, Radi Dikici, Haldun Hürel, Ahmet Ümit, Selim İleri... Her birinin kitapları ya da hayatından bir dönem İstanbul ile çakıştığından sohbetlerinin odak noktası bu güzel ve bakımsız şehir oldu.* Kahvaltının en renkli sesi ise Buket Uzuner’di. Buket Uzuner’in ilçe belediye başkanları ile anılarını dinlerken bir ara aklımdan “Acaba onun bu maceralarını bir çizgi-bant halinde yayınlasak mı” diye düşündüm.* Turkuvaz Kitap’ın yayın yönetmeni ve muhteşem bir çevirmen olan İlknur Özdemir ve “Sadakat” kitabının yazarı İnci Aral, PEN üzerine uzun uzun konuştu.* Kalem Ajans’ın sahibi Nermin Mollaoğlu ise İtalya’dan yeni gelmiş ve buradaki yayınevlerine pek çok Türk yazarın telif haklarını satmıştı. Bu nedenle bazı yazarlarla ağırlıklı olarak “yurt dışı açılımı” üzerine sohbetler yaptı.* Leyla Umar her kahvaltıda olduğu gibi bu kez de güzelliği, melodik kahkahası ile bizleri büyüledi. Çevirmen Oya Dalgıç’la uzun uzun sohbet ederken Ahmet Tulgar’ın anlattıklarını da hiç kaçırmadan dinledi.* Günışığı Kitapları’ndan Özlem Toprak çocukların dünyasından haberler verdi. * Sayım Çınar’ın edebiyat dünyasından “son dakika” haberlerini verdiği kahvaltıya Doğan Kitap Kurumsal İletişim Direktörü Özlem Yaşarlar, Gurme yazarı Engin Akın, Alfa Yayın Grubu sahibi Vedat Bayrak ve Kerem Çalışkan’ın da son bir saatte katılması ile nefis bir gün tamamlanmış ve 11.30’da başlayan kahvaltımız, 15.30’da bitmiş oldu.* Çok özel not: Dilek Pastanesi’nin sahibesi, arkadaşım Sena Çiçekçi’ye çok teşekkür etmek isterim. Bu büyük organizasyon sırasında bir kez bile işin bu kısmına yönelik bir tedirginlik yaşatmadığı için... İşte kahvaltının tam kadrosu Selim İleri, Ahmet Ümit, Leyla Umar, Atom Damalı, Radi Dikici, Mustafa Mutlu, Hamdi Koç, Engin Akın, Haldun Hürel, Buket Uzuner, Özlem Yaşarlar, İnci Aral, İlknur Özdemir, Deniz Yüce Başarır, Vedat Bayrak, Saadet Özen, Nermin Mollaoğlu, Özlem Toprak, Belga Alınak, Sayım Çınar, Kerem Çalışkan, Hakan Erdem, Belma Akçura, Oya Dalgıç, Özlem Toprak, Ahmet Tulgar, Cengiz Eken, Türkan Hiçyılmaz, Canan Hatiboğlu...50 yıllık hikâyesi olan bir mekân... Bize ev sahipliği yapan ve tüm konukların keyifle kapıdan çıkmasını sağlayan Dilek Pasta Cafe Restaurant’ın aslında 50 yıllık bir hikâyesi var. Ayrıca Türkiye’deki ilk pastane, kafe, restaurant konseptini bir araya getiren kuruluş. Öyle ki Dilek Grubu’nun 11 şubesinde bugün geniş bir mönü bulabilirsiniz. Bizim kahvaltı yaptığımız Beyoğlu Dilek sabah 07.00’den gece yarısına kadar hizmete veren bir mekan. Doğum günü parti de düzenleyebilirsiniz bizim gibi özel kahvaltı ve yemekler de... İstiklal Caddesi, No: 179. Odakule’den geçince sol çaprazda göreceksiniz. Tel: (0212) 292 77 67

Devamını Oku