Türkan Saylan yapamadığı savunmasını yapıyor

Haberin Devamı

Ayşe Kulin, “Türkan” kitabıyla ilgili olarak yaptığımız röportajda Türkan Saylan için “Bizde azizelik mertebesi olsa, ona verilirdi” demişti. ÇYDD faaliyetleri hele hele cüzzamlı hastalar için vermiş olduğu mücadeleyi hatırlarsak Kulin’in bu sözünün hiçbir abartı içermediğini anlarız. Ama biz, başka bir ülkede yaşasaydı, Nobel Barış Ödülü alabilecek Türkan Saylan’a hiç vefakar davranmadık. Hele ömrünün son günlerinde...

En çok üzüldüğüm ise, Türkan Saylan gibi hayatı boyunca hep kendi ayakları üstünde duran güçlü bir kadının sağlığından ötürü kendini arzu ettiği gibi savunamamasıydı.

Düşünüyorum da, evi arandığında hasta olmasaydı nasıl bir mücadele verirdi? Eminim ki, pek çok kadına ve mağdura model olacak bir performans sergilerdi filmlere konu olacak türden...

Ama Türkan Saylan bu, biz “Kendini savunamadan gitti” derken bile o bir yolunu bulmuş ve sözünü söylemiş. Meğer avukatı Hüseyin Karataş’la hakkında açılan davalara ve suçlamalara cevap niteliğinde bir kitap hazırlıyormuş o zor günlerinde.

Ve şunu vasiyet ekmiş: “Ben dünyamı değiştiriyorum, öbür tarafa gidiyorum. Bu kitabı bir an önce yayıma hazırlayalım ve bu belge kitabımızı bir an önce basalım. Tarihe bir not olarak kalsın. Mutlaka basılmalı.”

Ancak bu kitaba Ergenekon baskını sırasında el konulmuş. Neyse ki, kitap bir hafta sonra geri alınabilmiş. İşte bu kitap şimdi Siyah Beyaz Yayınları’ndan çıktı. Kitabın sayfalarını çevirirken fark ediyorum ki, ne çok suçlamaya, hakarete maruz kalmış Türkan Saylan. Kimi çamur at izi kalsın türünden, kimi de “bunun ardından acaba ne gelecek” türünden... Hani neredeyse Ergenekon suçlaması önemsiz kalacak! Aynı anda PKK’lı da iddia edilmiş, misyoner de. Şaka gibi değil mi? Bazı liberallerin onu “Kürt kızlarını asimile ettiği” gerekçesiyle eleştirdiğini de hatırlayınca iyice allak bullak oluyorum. Bir insan nasıl olur da taban tabana zıt üç suçu aynı anda, aynı yöntemle nasıl işler? (Bu arada misyonerlik suç mu?)

İşte tam da bu yüzden şöyle diyor Saylan kitapta: “Son yıllarda bütün bu yaşananların gerçek yüzünü açıklayan bir kitapçık hazırlayıp bu yalan ve iftiralardan beslenenleri utandırmayı düşledim hep; ancak hiç fırsat bulamadım diğer çalışmalardan. Yine de o yalanları, iftiraları okuyup kafası karışanlara biraz olsun borçlu hissettim kendimi. Bir de geleceğe tanıklık etmelerini istedim elimdeki onlarca belgenin. Kim bilir bu ülkede daha kaç kişi, aydın böyle güdülenmiş komplolara kurban edildi. Suçsuzken suçlandı. Bunların yanında ben kimim ki?”

Ama söz konusu Türkan Saylan. Yani asla sadece sorunlardan bahseden biri değildi. Hep umuttan bahsetti. Bu yüzden sözlerine şöyle devam etmiş: “Yine de eminim bunları okudukça, bu kardeşinizin dayanma ve direnme gücünü, negatif enerjiye nasıl duyarsız kalabildiğini fark edeceksiniz. Belki de pek çok yurttaşımız, yaşadığı benzer olumsuzluklar karşısında bu direnişten kendisi için ipuçları bulabilir. İşte o zaman yaşadıklarımın bir olumlu sonucu ortaya çıkar. Çağdaşlaşma yolunda, namuslu yürüyüşümüz sürecektir. İftiracılar, komplocular ekmek paralarını bu meslekleriyle kazandıkları ve her şeyi mubah görenleri maşa olarak kullandıkları sürece, önlerine çıkan engellere karşı çirkin, ahlaksız ve kirli oyunları sürdüreceklerdir. Hepimiz güçlü, sabırlı ve kararlı olmalı, bu oyunları bozabilmeliyiz.”

Belki de yaşadığı acıları unutmak içindir, bilemem ama Türkiye balık hafızalı bir toplum. İnsanları çok rahat vatan haini ilan ettiği gibi vatan kahramanı da yapabiliyor. Geçmiş bir kuyuya atılmış, vahşice öldürülmüş bir ceset sanki. Kimse kuyunun kapağını açmaya, içeriye bakmaya, hele hele aşağıya inip cesedi çıkarmaya cesaret edemiyor.

Neyse ki, Türkan Saylan bizi böylesi bir sert yüzleşmeden kurtarmış ve yaşadıklarını “Son Nefeste Son Savunma” kitabında toplamış. Savunmasını kayıt düşmek için!

***


Don’t Leave Me This Way!

Bir yıl önceki Londra gezimi “Don’t Leave Me This Way” diye bağırarak geçirmiştim. Her an kendinden geçmeye hazır bir ses, “Ben bu şekilde bırakma” derken ben de sokakları geziyor, kitapçıları, mağazaları arşınlıyordum. Tatlı tatlı çiselen yağmurla kendi içime doğru yürüdüğüm o güzel ânıma da bu şarkı eşlik etmişti. Bu yüzden bu şarkıyla ünlenen The Communards’un şarkıcısı Sarah Jane Morris’in yarın ve sonraki gece İKSV Salon’da sahne alacağını çok heyecanlandım. Neden mi? Çünkü 1980’lerin ünlü gruplarındandır The Communards. Şarkıcaları Sarah Jane Morris, ise dört oktavlık sesi, rock, blues, caz ve soul türlerini harmanlayan albümleri dinleyenini mest eden sıkı bir müzik insanıdır. Fazla söze gerek yok; 22.30’da sahne alıyor. (11 ve 12 Mart Cumartesi, saat 22.30)

***


İstanbul Film Festivali 30 yaşında!

İstanbul’u kültür kenti yapan etkinliklerden biri de, şüphesiz ki İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın düzenlediği İstanbul Film Festivali’dir. Dile kolay tam 30 yıldır bu kenti sinema ile buluşturan bir festival bu. Geçen yıl 150 bin kişiyi sinemayla buluşturan festival bu yıl 2-17 Nisan tarihleri arasında yapılacak. 21 ayrı bölümde toplam 230 film gösterilecek. Festivalin 30’uncu yılı olduğu için özel bir retrospektif bölümün yanı sıra Sundance ve Berlin Film Festivalleri’nde dünya prömiyerlerini yapan yeni filmler de izleyici ile buluşacak.

Festivalin Sinema Onur Ödülleri ise bu yıl dört isme veriliyor: Yönetmen Yusuf Kurçenli, görüntü yönetmeni Ertunç Şenkay ve Metin Akpınar ile Zeki Alasya’ya. (Biletlerin 19 Mart Cumartesi günü satışa çıkıyor.)

***


Mart’ta Bursa’da kitap fuarı olur mu?

Hep diyoruz; “Bursa Kitap Fuarı, nisan ayında, İzmir mart ayında yapılmalı” diye...

Nitekim Türkiye’nin en büyük üçüncü fuarı olan Bursa kitap fuarı, beklendiği üzere kara teslim oldu. Okulların tatil olması, fuar alanının şehir dışında yer alması katılımı çok düşürdü.

DİĞER YENİ YAZILAR