‘Müzede geçirdiğim 6 ay hayatımın en mutlu dönemiydi...’

27 Nisan 2012

Orhan Pamuk, romanıyla aynı adı taşıyan “Masumiyet Müzesi”ni bugün açıyor. Müzesinde geçirdiği zamanı “Hayatımın en mutlu altı ayıydı” diye tarif eden Pamuk, Türkiye’nin kültürel ve siyasi açıdan da büyük bir değişim geçirdiğini söyledi.Sadece Türkiye’nin değil dünyanın da ilk kurgusal müzesi bugün açılıyor. Orhan Pamuk ile romanıyla aynı adı taşıyan Masumiyet Müzesi’ni konuştuk:“Masumiyet Müzesi” sadece Türkiye’nin değil dünyanın da ilk kurgusal müzesi. Ürkmediniz mi?- Bu fikir aklıma geldiğinde bahsettiğim hiçbir arkadaşım, dostum “Yap Orhan” demedi. Pek çok edebiyatçının, sanatçının aklından her zaman aklından tuhaf düşünceler, yeni yaratıcı düşünceler geçer. Mesele bu düşüncenin geçmesi değil, ona inanmanız, yıllarınızı vermenizdir. Bütün büyük ve küçük buluşlar, “Aman yapma abi! Senin neyine gerek” diyeceği şeylerin nedenini bilmeden gitmesi ile olmuştur. Masumiyet Müzesi ile ilgili “Şeylerin Masumiyeti” diye bir kitap yazdım, yakında çıkacak. Orada da bana en çok sorulan bu soruya yani “Niye yaptınız bu müzeyi?” sorusuna yanıt aradım.Sahi neden yaptınız?- Bilmiyorum, içime bir cin girdi herhalde. Aklıma gelen bin tane fikirden biriydi bu ama bunun peşinden gittim yıllarca... Yaşadığım yerde, Cihangir’de, Çukurcuma’daki bir evin ve içinde yaşayan insanların hikâyelerini anlatmak istiyordum. Roman çıktığında da müzenin açılmasını... Yani sanıldığının aksine önce romanı yazıp sonra müze fikri gelmedi aklıma. Bu binayı aldığımda daha ne romanı yazmıştım, ne kurmuştum. Hikâyede ailenin kullandığı eşyaları almaya başladım. Sonra Kemal’e ve Füsun’a de ait olabilecek eşyaları...Roman dört yıl önce yayımlandı. Ama müze şimdi açılıyor. Gecikmenin nedeni ne?- Bu müzeyi yapacağıma binayı satın aldığımda inandım. O zamana kadar ben de çok emin değildim. Sonra bir dönem siyasi baskılar oldu. Ardından Amerika’da ders vermeye gittim. Hatta bir ara, 2005-2007 arasıdır, “Ben bu müzeyi hiç yapamayacağım. Herhalde bu binayı da bir gün satarım” diye düşünüyordum.Siz bir yazarsınız. Hem de “sabahları duş alırken üzerime kelimelerim dökülmeli” diyecek kadar titiz ve başka işle ilgilenmek istemeyen bir yazar... Ama şimdi plastik sanatlarda ürün veren biri olarak karşımızdasınız. Kimdir bu Orhan Pamuk?- Bunu ben adlandırmak istemem. Sizler adlandırırsanız memnun olurum. Ama en sonunda gene romancıyım. İçimde ölü bir sanatçı var ve onu çok fazla öne çıkarmak istemiyorum. Ama bu tip şeyler yapmadan da duramıyorum. Müzelere, galerilere gitmek gibi... Plastik sanatlara durduramadığım bir merakım var. Bu müze de bunun bir yan sonucu... Ayrıca görsel sanatlarla edebiyat arasındaki uzaklığın da yapay olduğunu düşünüyorum. Bence pek çok yazarın içinde bir ressam vardır.Ancak yazarlık mahrem bir iş. Herkesten uzakta, yazı masasında yapılan bir iş ki siz bunu çok önemsersiniz. Ama müzecilik, plastik sanatlar kolektiftir. Sorun yaşamadınız mı?- Bu müzeden 100 kişi geçmiştir, bir 150-200 kişi de benim bile görmediğim, bir şekilde dokunmuştur. Bunlardan biri söz verdiği bir şeyi yapmadığında işi yavaşlıyordu. Müze yapmak bu bakımdan ev yapmaya benziyor. Yani tesisatçı zamanında gelmez, boyacı rengi yanlış sürer... Bu anlamda hayatımda ilk defa ev yaptım ve bütün bu üzüntüleri yaşadım. Bir de yönetici olmadığım için insanlara “Yanlış olmuş” demeyi bile öğrenmek durumunda kalmış. Çünkü Amerika’da bir öğrencim “2x2=5” derse ona “Yavrum iki kere iki beş de olabilir, üç de olabilir, belki de dörttür” derim, yanlış demezsiniz.Bu sizin karakterinize de çok ters. Çünkü siz “Elektrik faturası ödemek istemediğim için yazar oldum” dersiniz...- Elektrik faturasıyla yine uğraşmadım. Ben daha çok “Bunun rengi böyle mi olacak?”, “Böyle bir eşya mı demiştik. Aşkolsun yani...” de kaldım!Müzeye olan inancınızın kesinleştiği, sizi çok etkileyen bir an oldu mu?- Oldu, kalkıp oynadım masamda. Eşyaları kodluğumuz kutuları, Batı’daki harikalar dolaplarından etkilenerek ben tasarladım çizdim. Bir, bu kutulardan 20 tanesini yan yana dizdik. Sonra bunları mimarinin içinde nasıl duracağını görmek için dijital ortama aktardık. İşte o zaman müzeye gelen ziyaretçinin ne göreceğini anladım. Ve önemli olanın tek tek bu kutuların değil de burayı, müzeyi hissetmek olduğunu...Sizi çok neşeli görüyorum. Romanlarınızdan sonra da keyifli olursunuz ama nedense bir tedirginliğiniz de olurdu.- Eski dergiler, Hayat’lar, Ses’ler... Bu çok sevdiğim bir kültür. Müzede bir masam vardı. 2011 Mart’ı ile Eylül’ü arasında altı ay roman bile yazmadım, o masada oturdum. Kendim de eskicileri hep gezerdim. Ancak müzeyi bitirirken her gün yeni bir ayakçı arkadaş bana eşya getirir olmuştu. Ben de onların getirdikleri ile kutuları zenginleştiriyordum. Sonra Amerika’ya gitmem gerekti. Herkes “Ay takım dağılıyor, müzeyi açmıyoruz” diye üzülüyordu. Bense şöyle dedim; “Hayatımın en mutlu altı ayıydı.” Çünkü yazarken daha zekiyim ve derinleşmeyi seviyorum. Toplumla daha derin bir ilişki içerisindeyim. Daha çok ahlaki sorumluluk taşıyorum. Burada ise kendi ruhuma karşı, içimden gelene karşı anında cevap verebildim.Müzelerde genelde sanatsal ve parasal anlamda değerli eserler olur. En azından Türkiye bu tür müzelere alışık. Ama sizin müzeniz böyle değil. Türkiye bu tür bir müzeyle de ilk kez tanışacak, hazır mısınız?- Bu yaklaşımlar da oturacaktır. Günlük hayat müzelerinde, bu tür müzeler Batı’da çoktur, değerli eşyalar gösterilmez. Bilakis günlük hayat müzeleri insan hayatının değeli olduğuna vurgu yapar. Yani sergilenen piyango ya da sinema biletlerinin öneminin milyonlarca insanın onları kullanmış olmasından kaynaklandığını söyler. Bu durum eski destanlardan romanlara geçişe benzer. Eskiden kralın hikâyesi, asası, kaybettiği yüzüğü anlatılırdı. Kılıç, üstündeki elmas hepsi pahalı ve asildi. Sonra romanlar gelince James Joyce tuvalette poposunu silen adamı anlattı. Edebiyata günlük hayat girdi.Türkiye küresel anlamda değişim geçiriyorSizce Türkiye’de müzecilik neden gelişmedi?- Sadece Türkiye’de değil Asya’da da... Müzelerin arkasında resim galerileri vardır. Bizde ise İslamiyet’ten ötürü resim sanatı az gelişmiştir. Diğer sebep ise, fakirlikle ilgili... Müze kültürü prenslerin odalar yapması, sonralar müzeler satın alması ile gelişti. Bizde ise müzeler Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlıdır. Yani müzelere Türkler gitmez, yabancılar gider. Ama artık başında olsak da bu dönem bitti.Türkiye kültürel anlamda bir değişim geçiriyor değil mi?- Kesinlikle. Bir kültürel patlama için gerekli olan “Kültüre para koyacağım ama bilmiyorum” diyen insanlar var artık. Hatta şunu diyebilirim: Özellikle plastik sanatlar konusunda 50 yılda İstanbul’da görmediğim bir gelişme ve zenginleşmeyi son 6-7 yılda gördüm. Dünyanın da bir ilgisi var ve buna sadece parasal olarak bakmayın. Bu biraz kendine güvenle ilgili. Mesela artık “Ben burada bir şey yaptım kim ilgilenir” demiyor genç sanatçı. “Burada bir şey yaparım ve bir bienale giderim” diyor.Ama siz sponsor bulamadınız...- Bulamadım. Herkes bana “Orhan’cığım, dünyada en kolay parayı sen bulursun” dedi ama 2008’de ekonomik kriz oldu. Bir de Türkiye’de sanat eserine destek bulacak aracı kişiler de yeterince yoktu. Bir sanatçı olarak gidip para bulacak kişi ben değildim herhalde. Neyse şikayetçi değilim.Askerin siyasetten çekilmesi otoriter anlayışın bittiğini göstermezKültürel açıdan geçirdiğimiz değişimi siyaset alanında da gözlemliyor musunuz. 12 Eylül, 28 Şubat’la ilgili gelişmeleri darbeler ve otoriteyle bir yüzleşme olarak yorumlar mısınız? - Türkiye’nin darbelerle yüzleşmesini, askerin politikadaki tavrının eleştirilmesini, bir daha darbe olmayacağını bilmek beni çok sevindiriyor. Burada kalmıyoruz. Bir de askere dayanarak asıp kesen, otoriterlik yapan, her zaman askerin gücüyle insanları zor duruma sokan, onların ölümüne yol açan, kabadayılık eden, sözünü kesen otoriter siyaset yapan gazeteciliğin de inşallah sonuna geliyoruz diye düşünüyorum. Ama askerlerin otoriter bir güç olarak siyaset sahnesinden çekilmesi, Türkiye’deki otoriter anlayışların da sonuna geldiğimiz anlamına gelmeyebilir. Bu kadar da iyimser olmamak gerekir. Bir örnek vereyim size: İran’da şah vardı, halk ayaklandı, şah gitti, başka bir otorite geldi. Ya da eski alışkanlıkların geri dönebileceğini de düşünelim. Türkiye’nin şimdi iki temel sorunu var: Kürt meselesi ve bir de hala düşünce özgürlüğündeki kısıtlamalar. Bu iki sorunu otoriterlikle çözemeyeceğimizi artık öğrenmeliyiz.

Devamını Oku

Emre Belezoğlu"nun okuması gereken kitaplar

20 Nisan 2012

Şu an şöyle bir tabloya bakıyoruz: Bir futbolcu, rakibine "Pis zenci" diyor. Büyük bir ceza alacağını anlayınca da yanına bir başka siyahi futbolcuyu alarak "Ben öyle demedim, dingil dedim" diyerek özür diliyor. Takım arkadaşları, yöneticiler ve hatta takımın bazı taraftarları da o futbolcuyu şöyle savunuyor: "Ama rakibi de ona küfretti." Şimdi gelelim bu tablodaki ırçkçı va faşist öğelere... Sizce kaç tane? Bu ülkede ırkçılık fark edilebilen bir kavram değil. Örneğin Almanya"da yaşayan bir Türk"e "Pis Türk" denmesinin ırkçılık olduğunu anlarız (Çünkü burada Almanya"nın ırkçılıkla hesaplaşması söz konusu) ama ülkemizde kapı komşumuzdan "Kürtler"in evleri de pis oluyor" ya da "Yahudiler cimri" denmesinde nedense bir ırkçılık olduğunu fark etmeyiz bile. Çünkü insanları eleştirirken kimliklerine vurulmasının bir sakıncası yoktur burada. "Pis zenci", "Cimri Yahudi" derken bir topluma, bir ırka külliyen saldırada bulunulduğu nedense idrak edilmez. Hadi soruyu bir de şöyle soralım: Biri size "Cahil Türk" dese ne hissedersiniz? İşte bireyin kişiliğine yönelik küfür ile kimliğine yönelik saldırı arasındaki fark budur ve tarihin en büyük günahları basit bir "pis" kelimesi ile başlamış ve sonrasında büyük günahlar işlenmiştir. Birine Alevi olduğu için kız verilmemesi ırkçılıktır, sırf kadın olduğu için yavaş giden bir şoförün "kadın şoför işte" diyerek aşağılanması ırkçılıktır, "Pis Arap" sözü ırkçılıktır, "Müslümanlar potansiyel teröristtir" demek ırkçılıktır. Ama Emre Belezoğlu"nu destekleyenler nedense bunu anlamak istemiyor. Bu yüzden onlara bazı kitapları kitap önermek isterim. İlki Wilhelm Reich"ın kaleme aldığı "Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı" kitabı. Bu kitap bize faşizm denilen şeyin sadece bir devlet politikası ve bilinçli bir ideoloji olmadığını kültürel kodları ile hayatımızda yaşadığını anlatır, "Sıradan faşizm" kavramını ele alır. Yani "Emre"nin dediğinde ne var canım" diyenlerin de ürkütücü ırkçılığı yaptığını... Yahut basın toplantısında yanına siyahi bir futbolcu oturtmanın sıradan bile değil, en alasından ırkçılık ve faşistlik olduğunu...Ünlü kadın şair Ingeborg Bachman "Faşizm iki kişi arasında başlar" der, birinin iktidarını kullanarak diğeri üzerinde hüküm kurmaya çalışmasıyla. İşte Reich kitabında bunu detaylandırır. Bu kitaba kadar ırkçılık, faşizm hep toplumsal ve iktisadi bir sonuç olarak ele alındı. Oysa Reich faşizmin genlerimize sinen bir refleks olduğunu mücadelesinin de bu yüzden tahmin edilenden de zor olduğunu anlatır. Tıpkı "ne var bunda" diyenler karşısında donup kalmamız ve söyleyecek söz bulamamız gibi. Bir diğer kitap ise, yeni çıkan bir kitap. Yasemin G. İnceoğlu"nun "Nefret Suçları ve/ veya Nefret Suçları" kitabı. İletişim Yayınları"ndan çıkan bu kitap, yanlışlığını, tehlikesini anlatmakta zorlandığımız "sıradan faşizmin" kendini nasıl gösterdiğini anlatıyor. Yani semptomlarını. (Irkçılık ve faşizm kesinlikle bir hastalıktır) Bu semptomlar içinde en önemlisi ise şüphesiz "nefret söylemi." Yani sırf kendimizden farklı diye, birilerini kimlikleri üzerinden aşağılamak, reddetmek ve dahası hedef göstermek. Şöyle ki; "Pis zenci" asla ve asla bir küfür değildir çünkü "hedef" gösterir. Zira bu sözden cesaret alan herhangi "sıradan" biri kafede yanına bir siyahinin oturmasından rahatsız olup "beni bu pis zenci ile oturtmayın" diyebilir. Hele o futbolcunun hayranı, fanatik bir taraftarsa...

Devamını Oku

Goya’nın dünya çapındaki sergisi Pera’da

19 Nisan 2012

Çağdaş sanatın dev ismi Goya’nın eserleri İstanbullu sanatseverlerle buluşuyor. Bugün başlayacak sergi 29 Temmuz’a kadar sürecek. İstanbul “Rembrandt ve Çağdaşları” ve Van Gogh’un dünyasının dijital bir sunumla anlatıldığı “Van Gogh Alive” sergisiyle eşzamanlı olarak bir büyük sanatçıyı daha ağırlıyor: Francisco de Goya’yı. “Çağdaş sanatın piri” olarak anılan Goya’nın 230 eserinden oluşan ve Pera Müzesi’nde açılan, küratörlüğünü Marisa Oropesa ve Maria Toral’ın yaptığı “Goya, Zamanın Tanığı” sergisi içerdiği zengin gravür eserlerden ötürü “dünya çapında bir sergi” olarak tanımlanıyor.Eserleri ile ünlü Fransız şair Baudelaire ve yazar Victor Hugo’nun da aralarında bulunduğu dönemin önde gelen sanatçılarını derinden etkileyen Goya’nın 218 gravürünün yer aldığı sergiyi Pera Müzesi Müdürü Özalp Birol, “Goya’nın özel dünyasına girme olanağı veren bir sergi olarak” tanımlıyor: “Çünkü Goya geçinmek için sipariş üzerine de resimler yapmış bir ressam. Yani bu tür resimlerde onun dünyasını, hayata bakışını göremeyebiliriz. Ama gravürleri böyle değil. Onlar sanatçının dünyayla ilişkisini anlatan eserler.”“Kapriçyolar”, “Savaşın Felaketleri”, “Boğa Güreşleri” ve “Atasözleri ya da Zırvalar” başlıklı dört gravür serisinin yer aldığı sergideki eserlerin toplam değeri 8 milyon euro’nun üzerinde.Peki Goya’yı bu kadar değerli kılan ne?Yaptığı harika portreler ve akademik resimlerindeki mükemmel tekniğinin ve sanatsal değerin yanı sıra bu sorunun yanıtını yaşadığı dönemde ve hayat hikayesinde aramak gerek. Zira geçirdiği bir hastalık sonucu sağır kalan Goya’nın sanat hayatına 1808’de patlak veren İspanyol Bağımsızlık İç Savaşı damgasını vurur. Bu savaş ünlü ressamı derinden etkiler ve fırçasını sansürsüz ve korkusuzca kullanır. İşte bu dönemde, “Savaşın Felaketleri” sergisini yapar. Bu gravürler bir savaşın tutanağı, vakanüvisi gibidir. Oysa o zamana kadar savaşlar marifetmiş gibi resmedilirdi. Goya ise savaşın dehşetini görmüş ve bunları resmetmişti. Öyle ki, onun bu resimleri bugünkü savaş muhabirliğinin önünü açmıştır.Sergide yer alan bir diğer seri “Boğa Güreşleri” ise ünlü ressamın hem özel ilgisinin bir ürünü (gençliğinde boğa güreşi yaptığı söylenir) hem de para kazanma ihtiyacının sonucudur. Çünkü Kral VII. Fernando kelimenin tam anlamıyla bir boğa güreşi tutkunuydu va o sıralar parasızlık yaşayan Goya da onun bu tutkusundan yaptığı 40 gravürle yararlanmayı bilmişti.Pera Müzesi Müdürü Özalp Birol, Goya’nın aynı zamanda bir saray ressamı olduğunu hatırlatarak bu amaçla sergide Kral IV. Carlos ve Kraliçe Maria Luisa’nın portrelerine de yer verdiklerini belirterek şöyle diyor: “Bu bütünlüklü bir seçme sergi. Mesela çocuk gravürlerinin sonuncusunda çocuklar savaş oyunu oynar, işte bu gravürden sonra ressamın savaş üzerine tablosu yer alıyor. Tüm sergi bu şekilde kurgulandı.”Peki serginin en önemli ya da en ilginç eseri, eserleri hangisi?Özalp Birol, “İki portre çok değerli” dişor: “Boğa Güreşçisi Portresi Goya’nın en değerli portrelerinden kabul edilir. Bu tablo sergimizde yer alıyor. Ayrıca Goya’nın yakın arkadaşı Martin Zapater’in portresini yaptığı tablosu da var. Bu eser de çok önemli çünkü Goya bu resmi para almadan yapmıştır.”Bu sergi için 2010 yılından beri çalıştıklarını belirten Özalp, “Bu sergiyi bize biraz da Botero sergisi getirdi” diyor; “Çünkü Botero sergisine, sanatçının eşi ve arkadaşları da gelmişti. İşte o zaman Goya sergisinin iki küratöründen olan Marissa Oropesa ile tanışmıştık. Böylece ‘Goya Zamanın Tanığı’ sergisinin süreci başlamıştı.”

Devamını Oku

İstanbul ‘Modern’ olsun

13 Nisan 2012

Şu iki satırlık köşecikte gönül rahatlığıyla edebiyattan, sanattan bahsetmek nasip olmayacak mı? Oysa neşeli, ferah bir bahar günü gibi bir yazı kurgulamıştım. Diyecektim ki, “Abdi İbrahim 100. yılını Dijital Van Gogh sergisi ile kutluyor. Bu sergi Singapur’dan İstanbul’a geldi. Klasik sergi anlayışının ötesine geçerek bizi sadece ünlü ressamla, onun eserleri ve dünyası ile tanıştırmakla sınırlı kalmıyor, bize teknoloji ve sanatın buluştuğu yeni bir sergi ve sanat anlayışından da haber veriyor.” Sonra... “Bitmedi” diyecektim, “Sabancı Müzesi yine harika bir sergiye ev sahipliği yapıyor. Bizi Picasso ve Dali ile buluşturan dünya çapında işlere imza atan Sabancı Müzesi bu kez de ‘Rembrandt ve Çağdaşları-Hollanda Sanatının Altın Çağı’ sergisine ev sahipliği yapıyor. Sergide, Hollanda resminin önde gelen 59 sanatçısına ait 73 tablo, 19 desen ve 18 obje var.” Sonra yine “Bitmedi” diyecektim, “Dahası da var, sadece Türkiye’nin değil dünyanın de en güzel, şık butik müzelerinden Pera Müzesi de bizleri, eserleri dünyanın en önemli müzelerinde yer alan, hayatı pek çok kez sinemaya uyarlanan, hakkında sayısız kitap yazılan, resim sanatını derinden etkileyen, görüşleri ile sanatçıları sarsan bir ünlü bir ressamla tanıştırmaya hazırlanıyor; Francisco de Goya ile.” Ardından şöyle diyecektim; “Sanatçının İspanya ve İtalya’nın önde gelen müze ve koleksiyonlarındaki gravür ve yağlıboya tablolardan oluşan sergi ile Goya bize bir kez daha ‘karanlığı en iyi şekilde anlatacak.’ Böylece biz de İstanbul Film Festivali ile kendimizden geçtiğimiz bugünlerde artık bir dünya kültür başkentinde yaşamanın keyfini ve gururunu yaşayacağız.”Yerine yeşil alan yapılmak isteniyorBöyle diyecektim. Ama olmadı. Olamadı. Çünkü tam bunları yazarken İstanbul 2 Numaralı Koruma Kurulu’nun onayladığı Galataport projesindeki planlar çerçevesinde İstanbul Modern Sanat Müzesi’nin kaldırılacağını ve yerine yeşil alan yapılmak istendiğini öğrendim. Gerçi hemen ardından İstanbul Modern, Denizcilik İşletmeleri ile 28 yıllığına yapılmış bir sözleşmeleri olduğunu ve böyle bir karardan haberdar olmadıklarını, Galataport kapsamına girmediklerini söyledi. Ama gelin görün ki, içimizi bir kuşku kapladı bile. Neden mi? Çünkü AKM hâlâ kapalı. Emek Sineması ile ilgili olarak kamuoyu vicdanı rahatlatılmış değil. Taksim Meydan projesi büyük soru işaretleri ile dolu. O yüzden Türkiye’nin gururu olan, misafirlerimiz geldiğinde götürdüğümüz bir müzenin kapatılmak istenmesi beni hiç ama hiç şaşırtmaz. Üstelik kurul kararına Kültür Bakanlığı "hayır" dese de Büyükşehir Belediyesi de onay vermiş. Gel de içini ferah tut. Bu hafta Mimar Sinan’ın ölümünün 424’üncü yılıydı. Umarım İstanbul’u bir Osmanlı ve dünya kenti yapan Koca Sinan"a layık bir karar alınır.Londra Kitap Fuarı’nı Hakan Günday kapatacakLondra Kitap Fuarı’nın kapanış konuşmasını VatanKitap’ın da yazarı olan Hakan Günday yapacak. İlk romanı “Kinyas ve Kayra” ile edebiyat eleştirmenlerinin dikkatini çeken ve son romanı “Az” ile kemik okur kitlesini daha da genişleten, Türkçe edebiyatın yeni kuşak yazarlarından Günday, bu yıl fuara davet edilen tek Türk yazar. Her yıl bir ülkenin odak ülke olduğu fuarda bu yıl Çin başroldeydi. Bu nedenle Hakan Günday kapanış konuşmasını Tie Ning ile birlikte gerçekleştirecek.

Devamını Oku

Ayşe Teyze"den selam var

5 Nisan 2012

İktisat Fakültesi’nde okuduğum ilk yıllar. Kantinde çay üstüne çay içip hararetli ekonomi tartışmaları yapıyoruz. Kapitalizmi, liberal ekonomiyi toptan reddettiğimizden bizim için ülkenin içinde bulunduğu ekonomik sorunları, konjonktürü, maliye ve ekonomi politikalarını yorumlamak da gereksiz. Ne de olsa artan her verginin amacı da sonucu da belli! Ancak bir köşe yazarı var ki bizim gibi önyargısıyla muhalifliğini var eden gençlere bile reel ekonomiyle ilgili gelişmeleri, sorunları, analizleri okutuyor. Üstelik hiçbirimiz çıkıp "Ya bu adam TÜSİAD Genel Sekreterliği"ni, Aksigorta Yönetim Kurulu Başkanlığı"nı yaptı" da demiyor. Hani bu sıfatları bir başkası taşısa bırakın yazılarını okuyup kantinde yorumlamayı, onu yerden yere vururduk. Bizim gibi çok bilmiş cahillerin bile güvenini kazanan bu yazarın, ekonomi gazeteciliğinin duayeni Güngör Uras olduğunu anlamışsınızdır. Yazılarını sade vatandaşın anlayabilmesi için kolay anlaşılır bir dille yazan, daha doğrusu yazmayı başaran Uras"ın bu başarısının sırrı elbette ki öncelikle okura sunduğu güven ve doğru duruştu. Biz onu okurken şunu bilirdik; "Güngör Uras"ın muhattabı vatandaştı." Nitekim bu sayede Şubat Krizi ile Türkiye"nin üzerine kara bulutlar çöktüğünde o sadece bankaları, şirketleri, devleti, onun devamlılığını vs. anlatmakla yetinmedi ve böylece bizi "Ayşe Teyze" ile tanıştırabildi. Buradan sonra da adı; "Ayşe Teyze"nin mucidi" olarak geçmeye başladı. Ama o iki kimliğe de sığmayacak kadar renkli bir kişilikti de aynı zamanda. Ali Rıza Kardüz mahlası ile yazdığı gurme yazıları da tiryaki yaratan türdendir. Mesela onun Yeniköy"deki fındıkçıyı anlattığı bir yazısı vardır ki bu yazı benim için asla bir yemişin hikâyesi ile sınırlı kalmamıştır. Sekiz yıl oturduğum Yeniköy"ü, yaz mevsimini, mevsim döngüsünü anlatan bu yazı aklıma nedense bilge ve hüzünlü bir yüzün gülümseyişini getirir. Bir yazarın bir fındıktan ya da yastık altındaki altından yola çıkarak bir hayatı anlatabilmesi kolay değildir. Hele hele bunun sade, anlaşılır, çok basitmiş gibi görünen bir dille anlatması hiç kolay değildir. Bu yüzden Dünya Gazetesi"nde de Tevfik Güngör mahlası ile yazan Güngör Uras, benim için her şeyden önce büyük bir yazardır. Ekonomiden, lezzetten, beslenen algıları dünyaya açık büyük bir yazar.Saf ve Bakir Anadolu Çocuğu, Güngör Uras Kitabı / Haşim Akman/ İş Bankası Kültür Yay. 24.110Elif Şafak takipçileri 500 bini geçtiDünya ilk demiryolları ile küreselleşti. Artık Arjantin"deki bir ürün Avrupa"da satılabiliyor, Rusya"dan trene binen İtalya"ya tatile gidebiliyordu. Ama ne telefon ağları ne de uçak dünyayı internet kadar küçültüp küresel bir köye dönüştüremedi. Çünkü bu kez küreselleşen bilgiydi. Bilgi artık her yerde ve herkese açık. Bu değişimin beklenmedik sonuçları oldu. Okur ve yazar arasındaki ilişki şimdiden değişmeye başladı. Okurlar saatlerce imza günlerinde bekledikleri bir yazara artık Twitter"den ulaşabiliyor. Dahası romanlarını daktilo ile yazmayı ritüel olarak sürdüren edebiyatçılar da Twitter"da yer alıyor. Böylece hem okuru ile hem de tüm dünyayla iletişim kurabiliyorlar. Bir yazarın dünyaca tanınması için artık tek bir tweet bile yetebilir. Türkçe edebiyatta en çok takipçisi olan yazar Elif Şafak. Bir senedir Twitter"de olan Şafak"ın takipçi sayısı 500 bini geçti. Tweet"lerini hem Türkçe hem İngilizce yazdığı için yabancı takipçileri de var. Elif Şafak"ı 247.609 takipçiyle Ece Temelkuran, 173 bin 827 ile Yekta Kopan takip ediyor.

Devamını Oku

Bir limandır edebiyat

30 Mart 2012

Bazen ihanete uğrarız. Hatta hiç ummadığımız, bırakın ummayı en yakınımızdaki biri, bizi en kırılgan yerimizden çıt diye kırıverir. Acımadan. Herhangi biri hatta bir yabancı gibi. Hatta ucuz Amerikan filmlerindeki kötü adamlar... Duygusuz, çirkin, sığ bir karton karakter. Aslında içten içe bir ses yaklaşan tehlikeyi fısıldamıştır. Ama reddetmiş, paspas altına süpürmüşüzdür. Sonunda geceleri nefesimiz sıkışmaya başlamış, kalbimiz ritmini şaşırmış, yaşam ahengimiz bozulmuştur. Sonrası... Sonrası tuhaf. Her şeyi içine alan bir hortum. Ters dönmüş bir hamam böceği gibi havaya sallanan yumruklar. Sesli öfke, sessiz ağıt. Ne tuhaf. Tüm kültürler ve dinler kalp kırmayı, yalan söylemeyi, iki yüzlülüğü büyük bir erdemsizlik, günah hatta suç sayar. Ama tüm ceza kanunlarında bunun bir karşılığı yoktur. Modern hukuk için insan ruhuna verilen hasar suç olarak görülmez. Birisi sizin paranızı çalmışsa suçludur, ama asla geri gelmeyecek olan yegane şeyinizden, zamanınızdan çalmışsa değil. Biri evinize zarar vermişse hemen 155"i arayabilirsiniz ama en masum, en saf yanınıza saldırmışsa kapsama alanı en geniş telefonlar bile çekmez olur. Yapılan karşısında, yalnız çaresiz kalakalırsınız. Kimsesiz. Ve bir süre sonra siz de kimseye güvenmeyen, nasırlaşmış birine dönüşmeye başlarsınız. Kızılderili kabilelerinde hapishane yokmuşKızılderili kabilelerinde hapishane yokmuş. Biri suç işlediğinde tüm kabile onunla konuşmayı kesermiş. Onunla yemek yer, avlanır ama asla konuşmazlarmış. Ne yazık ki modern dünyanın hukuk sistemi, böylesi bir ruh terbiyesini içermiyor. O yüzden ne zaman boyumuzu aşan bir duygu, heyecan, istek ya da "fırsat"la karşılaşsak belki heyecandan, belki arsızlıktan tüm ahlak kurallarını hiçe sayıp bir kötü karaktere dönüşmekten çekinmeyebiliyoruz. Çünkü artık ayıplayanımız yok. Aksine herkes aynı suçu paylaşmanın derdinde. Suç artık bir pasta gibi, herkes en büyük dilimi kapma derdinde. Yazık! Oysa Aristotales "Doğa boşluk kabul etmez" der. Sanırım bu yüzden günümüzde kişiye kendi adaletini yaratma fırsatı sunduğunu iddia eden kişisel gelişim kitapları, ilahi adaletle sonlanan mutlu aşk romanları, kötülüğün bile içinde iyiliğin yaşayabileceği üzerine kurgulanan vampir kitapları çok satıyor. Modern insan yalnız ve çaresiz. Rehbersiz. Geleneksel değerler onun ihtiyaçlarına, birey kimliğine seslenemezken modernizmin her şeyi "somutlaştıran" takıntısı ise onu yalnız bırakıyor. Geriye bir tek şey kalıyor: Edebiyat. İster popüler olsun ister edebiyat tarihinin en nitelikli eserleri. Seçimler okurun derdine ve derman arayışına göre değişir. Ama her daim yaralarımızı saracak bir kitap muhakkak var. Ne dersiniz Mark Darcy?

Devamını Oku

Şarkı, acının içinden umudu çıkarırken meydana gelen sürtünmenin sesidir

23 Mart 2012

Bu cümleyi okuduğumdan beri aklımdan çıkaramıyorum. Ahmet Tulgar’ın yeni romanı “Çocuklar ve Canavarları”nın ilk cümlesi bu. İlk telefonda duymuştum bu cümleyi. Ama o zaman demek ki, idrak edememişim. Çünkü okuduğumdan beri mıh gibi aklımda, evirip çevirip duruyorum. Ne zamandı bu romandan haberdar oluşum... İki yaz önce miydi? Evet, evet kesinlikle öyleydi. Sevgili Ahmet’le, canım arkadaşımla, Cihangir’de yan yana sıkılmanın, sıkılabilmenin keyfini yaşıyorduk. Sıcaktı, güzel bir yaz sıcağı. Ahmet bilgisayarına odaklanmış, anlattıklarımı dinlemiyormuş gibi yapıyor, sonra birden, kontratak bir cevapla beni şaşırtıyordu. Aslında bu aramızda adı konmamış bir oyundu, şu an adı konan. Çünkü ben de onun bilerek böyle davrandığını anlamamış gibi yapıyor; “Ahmet lütfen dinler misin?” diye sözüm ona ısrarcı oluyordum. Sonra Ahmet, bir defter çıkardı ve başladı okumaya. Abdestten, namazdan bahseden bir bölümdü. Dini bir ritüel tarifi değildi. Sanki bir insanın bilincinde dolanıyordu cümleler. Bir erkek fısıltıyla konuşuyordu. “Bu nedir?” diye sormuştum, heyecanla “romanım” demişti. Sonbaharda roman tekrar hayatıma girdiAncak neden bilmem, belki büyüsü kaçmasın diye, uzun süre bir daha bu romandan bahsetmedik. O anlatmadı, ben de sormadım. Ve bu yıl, sonbaharda roman tekrar hayatıma girdi. Telefonum çalıyor ve Ahmet “Şunu dinle” diyor ve nerede olduğumu bile öğrenmeden okumaya başlıyordu. O andan sonra benim için de nerede olduğumun bir önemi kalmıyordu. Böyle böyle Sarp Kaya hayatıma girmeye, benimle birlikte sokaklarda dolaşmaya başlamaya, bir kafede bana eşlik etmeye hatta markette alışveriş bile yapmaya başladı. Bir süre sonra Sarp Kaya, yani “Çocuklar ve Canavarları”nın yazar kahramanı, yani bir mafya adamını bilerek ve isteyerek öldüren, bilerek ve isteyerek teslim olan, ilginç kişiliğimiz, adını bilmediğimiz, adı söylenmeyen ve söylenmeyecek bir sorgu uzmanıyla konuşmaya başladı. Aslında romanın kurgusu buydu. Bir sorgu süreci... Bir sorgu ve kurgu uzmanının diyaloğu. Artık gözlerimi kapadığımda hatta kalabalık bir caddede yürürken bile ikisinin zekayla kıvrılan, savunma mekanizmaları kuran, kaldıran, kaldırırken tekrarlanan seslerini duyabiliyordum. Bazen Sarp Kaya’ya hak veriyor, bazen de sorgu uzmanının ondan çok daha tekinsiz olduğunu hissediyordum. Biri diğerini yönetiyor, yönlendiriyordu ama hangisi, bir türlü karar veremiyordum. Sarp Kaya’nın işlediği suç, cinayetin ürperticiliği git gide silikleşirken, bir çocuğun kalbinin kırılması, onun yalnızlıkla mücadelesi beni çok daha fazla ürpertiyor, bu durumu daha büyük bir suç olarak algılıyordum. “Yoksa” demiştim bir gece tam uykuya dalmadan önce arayan ve dehşet bir bölüm okuduktan sonra kıs kıs gülerek telefonu kapatan yazar arkadaşım Ahmet Tulgar’ın sesinin beyin duvarlarımda çarpa çarpa yarattığı yankıyla başa çıkmaya çalışırken, “Yoksa asıl yönlendirilen ben miyim? Ne dersin sevgili yazarım, ben buradayım? Sen neredesin?”8. İstanbul Tiyatro Festivali programı açıklandı10 Mayıs- 5 Haziran tarihleri arasında gerçekleşecek olan festivalde “Özgürlükler Sorgulamalar” teması altında, insan haklarından göçe, savaştan şiddete insan yaşamını sarmalayan durumlar, konular ve gerçekleri irdeleyecek. Festival kapsamında yurt dışından 5, Türkiye’den 40’a yakın tiyatro ve dans topluluğunun 100’ü aşkın gösterisi İstanbullu seyircilerle buluşacak. Festival, bu yıl çok özel bir performansa da ev sahipliği yapacak. Dünyaca ünlü çağdaş sanatçı Kutluğ Ataman’ın “SILSEL, Türkiye’ye yazılmış mektuplar” adlı projesi gerçekleşecek. “Türkiye’de Çin Kültürü Yılı” etkinlikleri kapsamında ise Şanghay Şarkı ve Dans Topluluğu ve Pekin Operası, Pekin Ejderha ve Aslan Sokak Tiyatrosu’nun gösterileri yer alıyor.

Devamını Oku

Evrim geçirmek, yürümek istiyorum!

17 Mart 2012

Bu şehir beni yoruyor. Stresten bahsetmiyorum, iş hayatının yoğunluğundan da... Bildiğiniz yorulmaktan bahsediyorum. Bu şehirde yürümek, araca binmek, bir yerden bir yere gitmek, birileriyle buluşmaya çalışmak beni yoruyor. Sıkıyor, daraltıyor. Ayaklarımdan sonra bir de gözlerim çok yoruluyor. Tabela kirliliğinden ötürü bazen gözlerimi kapayıp çığlık atasım bile geliyor. Hele Üsküdar Meydanı’nda, o tabelalar yüzünden o güzelim tarihi camileri ve çeşmeleri göremez olduk. Bazen sırf bu yüzden gözlerimi kapayarak geçiyorum meydandan... Bir gün başıma bir kaza gelecek ya, neyse! En çok da, yol kenarına dikilen, ufacık bir toprak parçası üzerinde var olamaya çalışan ağaç, fidan arası kalmış ağaççıkların hali beni yoruyor.Yürümek istiyorum. Evet, yürümek... Hani emeklemekten sonra yaptığımız şey var ya, bu şehirde, güzel İstanbul’da bunu yapmak istiyorum. Kaldırım istiyorum, ayakkabılarımın topuklarının sıkışıp kalmayacağı, özenle yapılmış yollar istiyorum. Yürürken birden kendimi arabaların ortasında bulmak istemiyorum. Bir yaya olarak can güvenliği istiyorum! Daha uzun süre İstanbullu olmaktan gurur duyamayacağımı bilsem de hiç olmazsa sırt ağrıları ile yatağa yatmak istemiyorum. Tamam, kabul ediyorum 14 milyon nüfuslu bir şehir bu. İsviçre’nin toplam nüfusu 6 milyon. Tamam, yine kabul, aradan Boğaz geçiyor, şehrin genişlemesi çok zor. Tamam kabul, katman katman bir şehir bu, nereyi kazsanız tarih fışkırıyor, bu da şehri yenilemeyi zorlaştırıyor. Tamam, kabul tüm bunlara rağmen bir de müthiş bir cazibe merkezi. Sadece Anadolu’dan değil dünyanın dört bir yanından insan akın akın geliyor. Günlük hareket yoğunluğu 45 milyon. Ama biraz olsun, hayat kolaylaşamaz mı? Ünlü mimar Sinan Genim’in dediği gibi şehir altıncı kez kuruluyor. Bu yüzden de hemen her gece televizyonlarda yoğun bir İstanbul tartışması var. Mimarlar konuşuyor, mühendisler konuşuyor, işadamları konuşuyor. Dinliyorum, dinliyorum, sonra da “Herkes haklı” diyorum. Ama sokağa çıktığımda yine yoruluyorum! Sanırım bu ve benzeri birçok soruya 13 Ekim-12 Aralık tarihleri arasında düzenlenecek olan İstanbul Tasarım Bienali’nde yanıt bulacağız. Çünkü ilk kez düzenlenen bienalin teması “Kusurluluk.” Bu temayı öneren kişi ise Londra Tasarım Müzesi Direktörü Deyan Sudjic. İstanbul’un birçok kusurunun yanı sıra müthiş canlı bir şehir olmasından hareket ederek bulduğu önerdiği bir tema bu... Yani şehrin potansiyeline övgü içerirken yeni ve modern bir tasarıma ihtiyaç duyduğunun altını çizen. Emre Arolat ve Joseph Grima’nın küratörlüğü yapacağı bienalde böylece kamuoyu vicdanını yerle bir eden Emek Sineması, Taksim Meydanı projeleri de uluslararası bir düzlemde tartışılacak. Çünkü bienale tüm dünyadan 30 ünlü tasarımcı katılacak. Mimariden modaya kadar İstanbul’un potansiyelinin work-shop’larla, sergilerle, söyleşilerle ele alınacağı bienalde umarım şehrin kaldırım tasarımına ilişkin de öneriler gelir ve ben de artık eve girince yorgunluktan yatağa kadar emeklemek zorunda kalmam. Evrim geçirmiş bir şehrin sakini gibi yürürüm!Pazartesi Akbank Kısa Film Festivali başlıyor* İKSV İstanbul Film Festivali biletleri bugün satışa çıkıyor. Listenizi hazırlayıp erken saatlerde yola çıkmanızı tavsiye ederim. Zira kuyruklar her zamanki gibi uzun olacak.* Rekor sayıda (557 filmin) başvurduğu Akbank Kısa Film Festivali pazartesi başlıyor. 10 gün boyunca sinemaseverlere dopdolu bir program sunan festivalin "Uluslararası Bölüm"ünde dünyanın saygın film festivallerinde gösterilen ve ödül alan kısa filmler de yer alıyor. * Hafta sonu “Ne okuyayım, diyenler” için de, güzel bir polisiye önermek isterim. Carly Ferey’nin kaleme aldığı “Zulu” bir polisiye öykü üzerinden Güney Afrika toplumunu ve kültürünü anlatıyor. Güney Afrika"nın “şık vitrini” Cape Town"un ağır suçlar departmanında çalışan polis şefi Ali Neuman’ın yaşadıkları bizi bu vitrinin arkasındaki gerçek hayatla tanıştırıyor. (Zulu/ Carly Ferey/ İthaki Yayınları)

Devamını Oku