Orhan Pamuk, romanıyla aynı adı taşıyan “Masumiyet Müzesi”ni bugün açıyor. Müzesinde geçirdiği zamanı “Hayatımın en mutlu altı ayıydı” diye tarif eden Pamuk, Türkiye’nin kültürel ve siyasi açıdan da büyük bir değişim geçirdiğini söyledi.
Sadece Türkiye’nin değil dünyanın da ilk kurgusal müzesi bugün açılıyor. Orhan Pamuk ile romanıyla aynı adı taşıyan Masumiyet Müzesi’ni konuştuk:
“Masumiyet Müzesi” sadece Türkiye’nin değil dünyanın da ilk kurgusal müzesi. Ürkmediniz mi?
- Bu fikir aklıma geldiğinde bahsettiğim hiçbir arkadaşım, dostum “Yap Orhan” demedi. Pek çok edebiyatçının, sanatçının aklından her zaman aklından tuhaf düşünceler, yeni yaratıcı düşünceler geçer. Mesele bu düşüncenin geçmesi değil, ona inanmanız, yıllarınızı vermenizdir. Bütün büyük ve küçük buluşlar, “Aman yapma abi! Senin neyine gerek” diyeceği şeylerin nedenini bilmeden gitmesi ile olmuştur. Masumiyet Müzesi ile ilgili “Şeylerin Masumiyeti” diye bir kitap yazdım, yakında çıkacak. Orada da bana en çok sorulan bu soruya yani “Niye yaptınız bu müzeyi?” sorusuna yanıt aradım.
Sahi neden yaptınız?
- Bilmiyorum, içime bir cin girdi herhalde. Aklıma gelen bin tane fikirden biriydi bu ama bunun peşinden gittim yıllarca... Yaşadığım yerde, Cihangir’de, Çukurcuma’daki bir evin ve içinde yaşayan insanların hikâyelerini anlatmak istiyordum. Roman çıktığında da müzenin açılmasını... Yani sanıldığının aksine önce romanı yazıp sonra müze fikri gelmedi aklıma. Bu binayı aldığımda daha ne romanı yazmıştım, ne kurmuştum. Hikâyede ailenin kullandığı eşyaları almaya başladım. Sonra Kemal’e ve Füsun’a de ait olabilecek eşyaları...
Roman dört yıl önce yayımlandı. Ama müze şimdi açılıyor. Gecikmenin nedeni ne?
- Bu müzeyi yapacağıma binayı satın aldığımda inandım. O zamana kadar ben de çok emin değildim. Sonra bir dönem siyasi baskılar oldu. Ardından Amerika’da ders vermeye gittim. Hatta bir ara, 2005-2007 arasıdır, “Ben bu müzeyi hiç yapamayacağım. Herhalde bu binayı da bir gün satarım” diye düşünüyordum.
Siz bir yazarsınız. Hem de “sabahları duş alırken üzerime kelimelerim dökülmeli” diyecek kadar titiz ve başka işle ilgilenmek istemeyen bir yazar... Ama şimdi plastik sanatlarda ürün veren biri olarak karşımızdasınız. Kimdir bu Orhan Pamuk?
- Bunu ben adlandırmak istemem. Sizler adlandırırsanız memnun olurum. Ama en sonunda gene romancıyım. İçimde ölü bir sanatçı var ve onu çok fazla öne çıkarmak istemiyorum. Ama bu tip şeyler yapmadan da duramıyorum. Müzelere, galerilere gitmek gibi... Plastik sanatlara durduramadığım bir merakım var. Bu müze de bunun bir yan sonucu... Ayrıca görsel sanatlarla edebiyat arasındaki uzaklığın da yapay olduğunu düşünüyorum. Bence pek çok yazarın içinde bir ressam vardır.
Ancak yazarlık mahrem bir iş. Herkesten uzakta, yazı masasında yapılan bir iş ki siz bunu çok önemsersiniz. Ama müzecilik, plastik sanatlar kolektiftir. Sorun yaşamadınız mı?
- Bu müzeden 100 kişi geçmiştir, bir 150-200 kişi de benim bile görmediğim, bir şekilde dokunmuştur. Bunlardan biri söz verdiği bir şeyi yapmadığında işi yavaşlıyordu. Müze yapmak bu bakımdan ev yapmaya benziyor. Yani tesisatçı zamanında gelmez, boyacı rengi yanlış sürer... Bu anlamda hayatımda ilk defa ev yaptım ve bütün bu üzüntüleri yaşadım. Bir de yönetici olmadığım için insanlara “Yanlış olmuş” demeyi bile öğrenmek durumunda kalmış. Çünkü Amerika’da bir öğrencim “2x2=5” derse ona “Yavrum iki kere iki beş de olabilir, üç de olabilir, belki de dörttür” derim, yanlış demezsiniz.
Bu sizin karakterinize de çok ters. Çünkü siz “Elektrik faturası ödemek istemediğim için yazar oldum” dersiniz...
- Elektrik faturasıyla yine uğraşmadım. Ben daha çok “Bunun rengi böyle mi olacak?”, “Böyle bir eşya mı demiştik. Aşkolsun yani...” de kaldım!
Müzeye olan inancınızın kesinleştiği, sizi çok etkileyen bir an oldu mu?
- Oldu, kalkıp oynadım masamda. Eşyaları kodluğumuz kutuları, Batı’daki harikalar dolaplarından etkilenerek ben tasarladım çizdim. Bir, bu kutulardan 20 tanesini yan yana dizdik. Sonra bunları mimarinin içinde nasıl duracağını görmek için dijital ortama aktardık. İşte o zaman müzeye gelen ziyaretçinin ne göreceğini anladım. Ve önemli olanın tek tek bu kutuların değil de burayı, müzeyi hissetmek olduğunu...
Sizi çok neşeli görüyorum. Romanlarınızdan sonra da keyifli olursunuz ama nedense bir tedirginliğiniz de olurdu.
- Eski dergiler, Hayat’lar, Ses’ler... Bu çok sevdiğim bir kültür. Müzede bir masam vardı. 2011 Mart’ı ile Eylül’ü arasında altı ay roman bile yazmadım, o masada oturdum. Kendim de eskicileri hep gezerdim. Ancak müzeyi bitirirken her gün yeni bir ayakçı arkadaş bana eşya getirir olmuştu. Ben de onların getirdikleri ile kutuları zenginleştiriyordum. Sonra Amerika’ya gitmem gerekti. Herkes “Ay takım dağılıyor, müzeyi açmıyoruz” diye üzülüyordu. Bense şöyle dedim; “Hayatımın en mutlu altı ayıydı.” Çünkü yazarken daha zekiyim ve derinleşmeyi seviyorum. Toplumla daha derin bir ilişki içerisindeyim. Daha çok ahlaki sorumluluk taşıyorum. Burada ise kendi ruhuma karşı, içimden gelene karşı anında cevap verebildim.
Müzelerde genelde sanatsal ve parasal anlamda değerli eserler olur. En azından Türkiye bu tür müzelere alışık. Ama sizin müzeniz böyle değil. Türkiye bu tür bir müzeyle de ilk kez tanışacak, hazır mısınız?
- Bu yaklaşımlar da oturacaktır. Günlük hayat müzelerinde, bu tür müzeler Batı’da çoktur, değerli eşyalar gösterilmez. Bilakis günlük hayat müzeleri insan hayatının değeli olduğuna vurgu yapar. Yani sergilenen piyango ya da sinema biletlerinin öneminin milyonlarca insanın onları kullanmış olmasından kaynaklandığını söyler. Bu durum eski destanlardan romanlara geçişe benzer. Eskiden kralın hikâyesi, asası, kaybettiği yüzüğü anlatılırdı. Kılıç, üstündeki elmas hepsi pahalı ve asildi. Sonra romanlar gelince James Joyce tuvalette poposunu silen adamı anlattı. Edebiyata günlük hayat girdi.
Türkiye küresel anlamda değişim geçiriyor
Sizce Türkiye’de müzecilik neden gelişmedi?
- Sadece Türkiye’de değil Asya’da da... Müzelerin arkasında resim galerileri vardır. Bizde ise İslamiyet’ten ötürü resim sanatı az gelişmiştir. Diğer sebep ise, fakirlikle ilgili... Müze kültürü prenslerin odalar yapması, sonralar müzeler satın alması ile gelişti. Bizde ise müzeler Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlıdır. Yani müzelere Türkler gitmez, yabancılar gider. Ama artık başında olsak da bu dönem bitti.
Türkiye kültürel anlamda bir değişim geçiriyor değil mi?
- Kesinlikle. Bir kültürel patlama için gerekli olan “Kültüre para koyacağım ama bilmiyorum” diyen insanlar var artık. Hatta şunu diyebilirim: Özellikle plastik sanatlar konusunda 50 yılda İstanbul’da görmediğim bir gelişme ve zenginleşmeyi son 6-7 yılda gördüm. Dünyanın da bir ilgisi var ve buna sadece parasal olarak bakmayın. Bu biraz kendine güvenle ilgili. Mesela artık “Ben burada bir şey yaptım kim ilgilenir” demiyor genç sanatçı. “Burada bir şey yaparım ve bir bienale giderim” diyor.
Ama siz sponsor bulamadınız...
- Bulamadım. Herkes bana “Orhan’cığım, dünyada en kolay parayı sen bulursun” dedi ama 2008’de ekonomik kriz oldu. Bir de Türkiye’de sanat eserine destek bulacak aracı kişiler de yeterince yoktu. Bir sanatçı olarak gidip para bulacak kişi ben değildim herhalde. Neyse şikayetçi değilim.
Askerin siyasetten çekilmesi otoriter anlayışın bittiğini göstermez
Kültürel açıdan geçirdiğimiz değişimi siyaset alanında da gözlemliyor musunuz. 12 Eylül, 28 Şubat’la ilgili gelişmeleri darbeler ve otoriteyle bir yüzleşme olarak yorumlar mısınız?
- Türkiye’nin darbelerle yüzleşmesini, askerin politikadaki tavrının eleştirilmesini, bir daha darbe olmayacağını bilmek beni çok sevindiriyor. Burada kalmıyoruz. Bir de askere dayanarak asıp kesen, otoriterlik yapan, her zaman askerin gücüyle insanları zor duruma sokan, onların ölümüne yol açan, kabadayılık eden, sözünü kesen otoriter siyaset yapan gazeteciliğin de inşallah sonuna geliyoruz diye düşünüyorum. Ama askerlerin otoriter bir güç olarak siyaset sahnesinden çekilmesi, Türkiye’deki otoriter anlayışların da sonuna geldiğimiz anlamına gelmeyebilir. Bu kadar da iyimser olmamak gerekir. Bir örnek vereyim size: İran’da şah vardı, halk ayaklandı, şah gitti, başka bir otorite geldi. Ya da eski alışkanlıkların geri dönebileceğini de düşünelim. Türkiye’nin şimdi iki temel sorunu var: Kürt meselesi ve bir de hala düşünce özgürlüğündeki kısıtlamalar. Bu iki sorunu otoriterlikle çözemeyeceğimizi artık öğrenmeliyiz.
‘Müzede geçirdiğim 6 ay hayatımın en mutlu dönemiydi...’
Haberin Devamı