Bazı günler vardır, dönüp dönüp hatırlanan ve binlerce kez defalarca yorumlanan. O günler sanki Cengiz Aytmatov'un "Gün Uzar Yüzyıl Olur" dediği günler gibidir. Bu Salı, hastane koridorlarında yaşadıklarımızı hatırladıkça kendimi uzun bir yüzyıldan çıkmış gibi hissediyorum. Babam hasta. Hâlâ da hastanede. O yüzden, ne olur bu satırları tüm iyi dilekleriniz ve dualarınızla okuyun. Kendisi KOAH. Akciğerler, kalp, böbrekler sınırda. Ama on yıldır kağıttan bir ev gibi dengedeydik. Her şey iyiydi ama rüzgar çıkmadığı sürece. Ne yazık ki, o rüzgar bu hafta çıktı. Kalın bağırsaklarda bir kitle vardı, üstelik bağırsaklar tıkanmıştı, acil ameliyata alınması gerekiyordu. Yaşamımız süresince karar verir, seçimler yaparız. Bizi biz yapan da bu seçimlerimizdir. Ama bazı kararlar vardır ki, "kırmızı ve mavi tel" arasında bir seçim yapılmasını gerektirir. Salı günü; genel anesteziyi kaldırma ihtimali çok düşük olan babam için ameliyat kararı verdim. Çünkü başka şansım yoktu. Ya da o sırada ben üçüncü bir tel olan "beyaz bir telin" varlığından habersizdim. Bu yazıyı da bu yüzden yazıyorum. Hayatın bizlere sunduğu seçeneklerin düşündüğümüzden de çok olduğunu söylemek için.Tesadüf diye bir şey yokturTüm gün twitter'a bakıp duruyordum. Tam babamla ilgili tweet atacağım vazgeçiyordum. Derken hayalle gerçek arası bir ruh haliyle "babamı ameliyata hazırlı-yoruz" diye bir tweet attım ve o an telefonum çaldı. Dost Enver Aysever arıyordu. Durumu konuştuk ve bana Çapa Tıp Fakültesi'nden Prof. Dr. Kenan Demirkol'u niye aramadığımı soruyordu. O psikolojiyle "Enver tüm doktorlar aynı şeyi söylüyor" diye sayıklamışım. Ama onun zoruyla Kenan Hoca'yı aramayı da başardım. Bir toplantıdaymış açmadı. Ben de üstelemedim. Zira yıllar sonra bile her anını hatırlayacağım, duygusal olarak ömrümün en uzun ama aslında kısacık süreci başlamıştı. Babamı ameliyata hazırlıyorduk, önlüğünü giydirdik, birbirimizi öptük, uzun uzun kokladık, metanetli göründük ve teslim olmak için kendimizi ikna etmeye çalıştık. Sonra... Ameliyata dakikalar kala. Ben diyeyim on, siz deyin beş dakika. Kenan Demirkol aradı. Durumu söyler söylemez de "hemen hastanızı getirin" dedi. Telefondaki o güzel ses, bize babam için yüksek riskli olan genel anesteziyi kullanmayacağı bir başka tedavi yöntemini öneriyordu. Bir an bile düşünmedim/ düşünmedik, Çapa'ya doğru yola çıktık. Şaka değil, bizi dünyanın en iyi kolon kanseri cerrahlarından biri, beklediğini söylüyordu. O an, Aytmatov'un mimlediği o uzun günün gecesi bitmiş, güneş doğmaya başlamıştı. Babam acilen ameliyat olmasını gerektiren durumu lokal anestezi ile yapılan bir operasyonla atlattı. Şükürler olsun. İkinci ameliyat 10 gün sonra. Enver' le defalarca konuştuk. Bana diyor ki; "Buket tesadüf diye bir şey yoktur. Ben o saatte asla twitter'a bakmam." Ameliyata bir saat kala bir tweet atıyorsu-nuz, arkadaşınız görüyor, dünyanın en iyilerinden olan bir doktoru tanıyor, o doktor da sizi ameliyata dakikalar kala arıyor ve dahası "hemen gelin" diyor. Bence de bu tesadüf değil. Benim kişisel hikayemi bilenler daha önce de bir mucizeyle karşılaştığımı hatırlayacaktır. O yüzden zaman zaman "sanırım Tanrı bana dokundu" derdim. Ama şimdi kocaman bir çığlık atarak şöyle diyorum; Tanrı bizi öptü! Ben de babamı öpüyorum!
Sevgili Ahmet Ümit ile Baraka’dayız. Burası Beyoğlu’nun keyifli barlarından biridir. Küçük cumbaları, cumbalarında iki-bilemedin üç kişilik masaları olan İstiklal Caddesine bakan bir mekan... Anımsıyorum da, Ahmet Ümit’in “Kar Kokusu” romanının kokteyli burada olmuştu. Ahmet bir Gaziantepli olarak mercimek köftesi yapmıştı, eşi Vildan nefis bir börek... Gelen herkes, bir şey yapıp getirmişti. Yani günümüzün janjanlı, steril, network yapılan ve tazelenen kokteyllerinden çok uzak bir kutlamaydı. Evet, sadece bir kutlamaydı. Ahmet’in yeni kitabı çıkmış, dostları ve “arzu eden“ basın mensuplarıyla bunu kutluyordu. Alabildiğine sıcak ve samimi...O zamanlar Ahmet, Türkiye’ye “polisiyenin de edebiyat olduğunu“ anlatmak zorunda kalmıştı. Hemen her söyleşide önüne çıkan bir soruydu; “Polisiye ucuz edebiyat mı?“ Zaman ilerledi, iyi polisiyenin iyi roman olduğu fikri yerleşti, Ahmet de çok satan bir yazar oldu. Romanları sinemaya uyarlandı, imza günlerinde rekorlar kırdı, kendisiyle yapmış olduğumuz “Edebiyat turlarına“ başka şehirlerden otobüs dolusu okur katıldı. Ve Ahmet hiç değişmedi. Sadece Kurtuluş’tan Şişli’ye taşındı, o kadar. Biz yine her defasında Baraka’da buluştuk, aynı samimiyetle konuştuk. Bu nedenle Ahmet Ümit’in bendeki yeri çok özeldir. Geçen hafta Baraka’da cumbada oturup laflarken tüm bunları bir kez daha düşündüm. Bu arada tatlı tatlı yeni romanı “Beyoğlu’nun En Güzel Abisi“ni konuşuyorduk. Gerçi bu romandan ötürü ona biraz kırgındım çünkü beni kahraman yapacaktı. Yapmadı. Bir sonrakine saklamış, orada adımla-sanımla çok önemli bir rolüm varmış. Bekliyorum. Ama yine de ben bu romanda olmak isterdim. Çünkü bu “Beyoğlu’nun En Güzel Abisi”nde Ahmet’in bizzat kendisi de var. Hem de zanlı rolünde. Başkomser Nevzat’la birbirlerini kıllandıran muhabbetleri bile var. Bunları öğrenince elbette sinir oldum, keşke ben de araya girip iki laf edebilseydim, diye. Üstelik bu romanda Gezi olayları da var. Zira Gezi Olayları Ahmet’in, romanın son düzlüğüne girdiği sırada başlamıştı. Romanın konusu Tarlabaşı ve kentsel dönüşüm olduğu için de Gezi Hareketi, buradaki söylemler, yaşananlar, TOMA’lar doğal olarak romana girip kendine “manzaralı bir yer“ almış. “Beyoğlu’nun En Güzel Abisi” 15 Ekim’de piyasada. Ne zaman Ahmet’i arasam, “Bukeeeet, bana 15 gün ver, sonra konuşalım ara vermeden yazıyorum“ diyor... Bekliyorum. Bu roman bir an önce çıksın benim de kahramanı olduğum diğer roman bir an önce yazılsın diye...
Bu topraklar savaşlar ve kahramalık hikayeleri ile yoğrulmuş... Savaş görmemiş, ailesinden şehit çıkmamış bir şehri var mıdır, sanmam. Belki de bu yüzden, soğuk kış gecelerinde Anadolu köylerinde sobanın etrafında hep birlikte oturulurken kahramanlık hikayeleri anlatılır. Her ev, bir kahramanlık, cesaret hikayesi ile soğuğa karşı birbirine sokulur. Kiminin dedesi Yemen’e gitmiştir, kiminin Çanakkale’ye. Ya da bazıları bir İnce Memed gibi özgürlük için dağlara çıkmıştır. Ama o evlerde, herkes yattıktan sonra ya da el ayak çekilmeye başlarken veya hikayelerin sonunda gizlice kapı arkalarında ağlanır. Kimse hıçkırığını kendi bile duymak istemez, gözyaşı akmasın diye gözler sıkıldıkça sıkılır. İçe aksın istenir tüm o kahramanlık hikayesinin diğer yarısı... O kayıp, o acı, o irin içe aksın. Aksın ki, bir daha dışa çıkıp dedeleri gibi torunları ölmesin. Bu yüzden bu topraklar, halklarının savaşçı geçmişine ve kişiliğine rağmen savaşı sevmez. Çünkü savaş denilen şeyin sadece ve sadece birer kahramanlık hikayesi değil; yerinden kopan, kırılan kollar, kesilen bacaklar olduğunu bilir. Adresine ulaşamayan mektuplar, bir daha toparlanamayan aileler olduğunu da... Bu topraklar savaş denilen şeyin kazanmaktan çok bir kaybediş olduğunu ve bu kaybedişin de insan hayatının yanı sıra insanlık olduğunu her şeyden ama her şeyden daha iyi bilir. Savaş bir kere başladı mı artık kimse masum değildir. Artık her an meşru müdafa gerekir. Eve ekmek götürmek ya da barışı sağlamak için hayatta kalman gerekir ki bu bir başkasının ölümü demek olabilir. Savaş gündemde. Avrupa ve Ortadoğu’nun arasında bir ülkeyiz. Coğrafyamız bize nefes aldırmıyor. Kabul. Ama önce, herkes iki saniyeliğine bir merminin içini delip geçtiğini düşünsün. Birkaç saniyeliğine bir cephede, kamuflajlarıyla doğaya sığınmaya çalışan genç askerlerin kafasını kaldırmadan kurşun sesi beklediğini... Televizyondan sanki bir lazer gösterisiymiş gibi seyrettiğimiz füzelerin düştüğü binaların içinde olduğunu, o binanın üzerine yıkıldığını, nefes borusuna toz toprak dolduğunu ve küçücük bir aralık bulup oradan tüm dünyaya ve elbette tanrıya “Orada kimse var mı“ diye bağırdığını düşünsün. Ve o sese, mürekkep yalamış okumuş abi-ablaların “Jeopolitik analizler“le cevap verdiğini...Şimdi sorumuzu yüksek sesle soralım: Bir savaşta kaybedilen nedir? “İnsanlık”, diyorsanız yarın siz de en beyaz elbisenizle barış için el ele verin ve “Buradayım“ diye bağırın. Evet, burada, bu topraklarda tahmin ettiğimizden de çok kahraman var! Geliyoooor!Bugüne kadar dünya müzik listelerinde 30 kez liste birinciliği, 355 Platin Albüm Ödülü, 35 Milyon DVD Satışı, 2012 dünyanın en çok satan erkek sanatçısı gibi kolay kolay ulaşılamayacak başarılara sahip klasik müziğin dev ismi Andre Rieu İstanbul’a geliyor. Dünyanın en seçkin orkestralarından Johann Strauss Orkestrası ile birlikte 29 Kasım’da konser verecek olan Rieu’nun biletleri satışa çıktı. Biliyorum Kasım’a çok var ama biletlerinizi şimdiden almanızı öneririm.
Ömer Lekesiz Yenişafak’taki köşesinde Murat Menteş’i, bir nevi kafirlikle suçladı. Aslında uzundur, muhafazakar kesimde Menteş’e yönelik Gezi olaylarına destek verdiği, modern kesime yaklaştığı için bir hoşnutsuzluk vardı. Hatta dillenmeyen bir ihanet hissiyatı... Zira Menteş “karşı mahallenin” dilini, argümanlarını kimi zaman onlardan bile daha iyi kullandığı ve hiç çekinmeden sert çıkışlar yapabildiği için sevilmişti “ezilen dindarlar” tarafından. Mesela biri “Batı romanının gücünden mi bahsetti” Murat Menteş, “yanlış biliyorsun” diyerek ona bir güzel Batı romanının gelişimi ve büyüklüğü üzerine ders verebilirdi. Donanımlıydı. Dahası zeki, espirili ve de ukala! Yani ezik takılmıyordu. Sakin değil karşısındakinin gözlerinin içine bakarak konuşuyordu. “Klişesiniz” diyordu büyük bir özgüvenle... Hatta hiç çekinmeden “zevzek”, “cahil”, “terbiyesiz”, “aptal” gibi kelimeler kullanıyordu. Belli ki onun için bağzı putların kırılması gerekiyordu. İnsanın fikirlerini ifade ederken kimi zaman provakatif olmasını, tokatlar savurmasını ben de severim. Ayıltıcı olabilir. Ama ben “sömürgecilik bile emek ister” gibi afallatan tanımlamaları severim. Yine de Menteş’in usta-çırak terbiyesinin ağır bastığı muhafazakar kesimden biri olarak bu çıkışlarındaki isyankar tavrı atlamak da olmazdı. Üstelik hem dindarlar, hem de laik kesim tarafından okunmayı ve sevilmeyi başarmış biriydi. En yakın arkadaşlarından birinin “Behzat Ç”nin yazarı, bambaşka bir kültürden gelen Emrah Serbes olması da ayrıca güzeldi. Zira böyle bir bileşim kolay oluşmazdı, iyi gözlemek gerekirdi. Romanlarına gelince, kıvrak bir mizah anlayışı vardı. Dahası Türkiye mizahında çok rastlanmayan muhafazakar kesimin dilini, öğelerini de taşıyordu mizaha. O yüzden onun koordinatlarını gözlemek, dindar ve laik diye adeta yarılan bir toplum için de önemliydi. Ama hep içten içe “umarım bu kalıcı ve derin bir damardır” diyordum, zira iki tarafın da yükü vardı. Bir de kafamı meşgul eden bazı kelimeler... Mesela televizyon programının adının “Klark” olması gibi. Klark bir erkeğin kadına attığı çapkın bakıştır. Ya da kurduğu edebiyat grubunun adının “Afili Filintalar” olması gibi... Bu kelimeler baskın cinsiyeti olan kelimelerdi. Yani... Benim için mesele Murat Menteş’in söyledikleri değil. Fikirler hep tartışılır. Beni asıl tedirgin eden şey üsluptur. Kafirlik suçlaması elbette bir dindar biri için korkunç bir itham. Ama “ben eski boksörüm” lafı... İşte bu beni çok düşündürüyor. Hayır, bu sözün bir an bile gerçekten şiddete dönüşeceğinden ötürü değil... Beni asıl düşündüren kendisine bu kadar özel bir koordinat bulmuş, zeki bir yazarın bile son tahlilde “erkekliğe” çekilmesi... Veya dört yıl önce “zevzek” ya da “zihninin karanlığı suratına vurmuş” dediği Ayşe Arman’la çok “klark” fotoğraflar çektirmesi... Yoksa dört yıl önce bir yazısını kıyasıya eleştirdiğiniz biriyle elbette röportaj da yapar, fotoğraf da çektirirsiniz... Ne yazık ki, Türkiye basınında ve entelijansiyasında bir polemik, aykırı çıkış, havalı sözler sevgisi vardır. Ancak kelimeler bumerang gibidir. Dahası polemikler, isyankar üsluplar da havai fişek gibi. Bir anda parlarlar ve herkes o an onlara bakar hem de büyülenmiş gibi. Ancak bu, en uzunu on dakika süren bir şovdur üstelik maliyeti hem maddi olarak, hem de çevreye verdiği zararlardan ötürü çok yüksektir. Bense bir Murat Menteş okuru olarak, tüm bunlara rağmen, onun yeteneğindeki bir romancının gökyüzünde her daim sakin sakin parlayan bir yıldız olacağına eminim. Korkma okurun var.
Bu hafta İsmet Özel, şiiri bıraktığını açıkladı ve ardından gözyaşları sel oldu, aktı aktı. Bu ağıt yakanlar içinde çok değer verdiğim, duruşuna hayranlık duyduğum kişiler de vardı... Bu da beni hem hüzünlendirdi hem de şiir ve şairin duruşu hakkında düşündürdü. Öncelikle şunu söylemek istiyorum; sanatçıların yaptığı işi bıraktıklarını açıklamalarından gerçekten çok sıkıldım. Ayrıca herkes bunun ucuz bir gündeme gelme çabası olduğunun da farkında. Ama söz konusu şiir olunca işin rengi daha kaotikleşiyor. Şöyle diyeyim; hiç şairlikten istifa edilir mi? Ya da şairlik kadrolu bir iş midir? Gerçek şu ki; şair şiiri bırakmaz, şiir şairini terk eder. Bu boyun eğme, teslimiyet halini en iyi şairler, şiire gönül vermişler anlayacaktır. O yüzden İsmet Özel’in bu çıkışını sanatsal ve düşünsel bir tıkanışın dışavurumu ile ilgili görüyorum. Özellikle de Türkiye’nin geçirdiği dönüşümde kendisine bir rol bulamamasıyla... Hadi açıkça söyleyeyim; AKP’ye alternatif İslami düşünce ve duruşun simgesinin kendisinin değil İhsan Eliaçık’ın olmasıyla... Çünkü İsmet Özel, her ne kadar siyasal İslam’ın bayrak şairlerinden olsa da AKP ile uyumlu bir çizgi izlemedi. Hatta AKP’nin kadrolarında yer almadı, partinin desteklediği sanatçılar arasında da olmadı... O yine ayrık ve muhalifti. Mesela polemikler çıkaran (ki bence kuyuya atılan içi boş bir taştı) “Türk olmayan Müslüman değildir“ sözüyle AKP’nin Arap politikasına el sallamıştı. Beş yıldızlı otellerdeki iftarlara, ciplerden inmeyen yeşil sermayedarlara, kadınların daracık pantolonlar üstüne türban takmasına yani İslam’ın kapitalistleşmesine ilk itirazı o yapmıştı. (Hatta bu röportajı ben yapmıştım onunla.) Ama insanları, bu fikirleri etrafında toplayamadı. Çünkü, bugün siyasal partiler, politika yazarları nasıl Türkiye’nin geçirdiği değişimi göremediyse bence o da göremedi. Hem de seküler kesimi, solu bilmesine rağmen... Bazı kişiler asla BİR bütüne ait olamazHep derim, “Bir şairi rezil de eden, vezir de okurudur, okurunun durduğu yerdir.” Ve bir şairin okuru ne kadar fanatikse şairi o kadar kaybeder. İsmet Özel’in ise okuruyla ilişkisi hep sancılı oldu. Solcular “En iyi şiirlerini solcuyken yazan İsmet’i sevdiler“, İslamcılar “İslam’ı tercih eden solun büyük şairini.” Ve ne yazık ki İsmet Özel’in şiiri hep burada geri planda kaldı. Çünkü geçen hafta yazdığım gibi Türkiye’de nasıl din dilini siyasete bıraktıysa sanat da dilini siyasete teslim etti. Kimsenin Özel’in ruhuyla bağ kurduğu falan yok. Yani şair ve okuru arasındaki o yarı-mistik ilişki İsmet Özel de hep birilerine inat kabullenme üzerine kuruldu. Sanırım, tam da bu yüzden hayran olduğum kişiler bile “Türkiye’nin büyük şairi sustu, yazık bize“ gibi laflar etti. Ya da birileri “Hayır şiiri bırakmadı” diye gerçeği reddetti. Yani “Birilerine inat İsmet” diye bağrılmaya devam edildi. Oysa İsmet Özel tüm bunların ötesinde bir şairdir... Bazı kişiler asla bir bütüne ait olamaz, hep karşı çıkar. Ama çArşı gibi “kendine de karşı çıkıp“ anarşist olamaz çünkü o hep lider olmak ister ve ikinci olmaktansa o ligden çekiliverir. Tıpkı İsmet Özel’in geçmişte soldan ayrılması, daha sonra girdiği grupları terk edip kendi dergilerini kurması, AKP ile bütünleşememesi gibi... Şimdi de anti-kapitalist İslam söyleminde ikinciliğe razı gelmek istemiyor gibi. Bu da onun tarihi açısından son derece tutarlı bir durum. Anladığım kadarıyla bu tutarlılığını da sürdürecek çünkü bu İsmet Özel’in şiiri ilk bırakışı değil. O, Necip Fazıl davasından sonra da şiiri bıraktığını açıklamıştı...
Son iki yıldır hemen her yolculuğuma muhakkak iki kitap eşlik eder oldu. Paul Bowles'un "Esirgeyen Gökyüzü" romanı. Hani, Bernardo Bertolucci'nin "Çölde Çay" adıyla sinemaya uyarladığı roman. (Bu filmden de Teoman "İki Yabancı" şarkısında bahseder ve bence bu şarkı çok iyi bir roman uyarlamasıdır.) Çölün ortasında bir kadın ve erkeğin ya da Teoman'ın deyimiyle "birlikte ama yalnız" iki yabancının yolculuklarının hikayesidir bu. İki Batılı’nın Doğu'nun çöllerinde kendilerini ve Tanrı'yı arayışlarının... Diğer roman ise bir başyapıt, daha önce hakkında uzun uzun yazdığım Juan Rulfo'un "Pedro Paramo"su. İspanyolca'nın Don Kişot'tan sonraki kült romanı. Latin Amerika köylerinin kentleşmeyle ıssızlaşmasının hikayesi yani köyden kente göçün sonuçlarının... Ama aynı zamanda başka bir aleme göçün de hiyakesidir bu yani ölümün... Rulfo'nun büyük yazarlığı da budur işte, iki dünya arasındaki göçü bir toplumun yaşadığı sosyo-ekonomik değişimle buluşturmuştur.Neden iki yıldır bu iki roman her yolculuğuma eşlik ediyor. Bunun yanıtını twitter'daki bir tartışma sırasında fark ettim. Özetle şunu diyordum; "Aslında Türkiye'de çok uzundur din hakkında konuşmuyoruz, konuştuğumuz siyaset!" Oysa din; maddi dünyanın ötesindeki "alem"le olan ilişkimizi tanımlamaya çalıştığımız yerdir. Yani tanımı kolay olmayan kelimelerin diyarıdır. Mesela bir ani ürperişi, bedenimizi ama en önemlisi ölümü anlamaya çalıştığımız yerdir... Ama Türkiye'de dinin mistik boyutu hiç kalmadı. Konuştuğumuz sadece siyaset, oy oranı vs. Şahsen, çocukluğumdan hele hele köye olan ziyaretlerimden beri dünya ve evrenle olan ilişkimizi içeren tek söylem duymadım, okumadım da. Bir "ah" çekiş bile! Oysa bu iki kitap, başka konular üzerine yoğunlaşsa da "tanımlı dünyanın" dışında kalan alana dair de bir dil barındırıyor ve bu bizde yapılanın aksine slogan gibi cümleler, aforizmalar, siyasi-ekonomik analizler içeren bir dil değil. Tam da bu yüzden romanlardan biri gittiğim yerlerde "kaybolma" duyguma seslenirken diğeri de dönüş uçuşlarıma yani modern insanın "ölümü" en çok hatırladığı kavşaklarıma seslenir olmuş. Umarım bir gün bu topraklardan da "tanımlanmış ile tanımlanmamış olan iki dünyanın da dilini arayan" romanlar çıkar. Ancak dünyanın bu coğrafyasında dinin dili o kadar siyasi ki, git gide bir çöl gibi sırrımızı içimize gömer olduk... Dönüp dolaşıp tüm cümlelerin "çölleşmeye" varması da tuhaf değil mi?
Şöyle not almışım günlüğüme; "Türkiye unutulmaz bir yaz yaşıyor. 2013 yazını kimse unutmayacak." Unutmayacak çünkü bu yaz aslında herkes kendisiyle karşılaştı. Yıllardır bilmediği, tanımadığı, haberdar olmadığı yüzüyle... Mesela korkularıyla, mesela vicdanıyla, mesela ne kadar cesur, ne kadar yalancı olduğuyla... Kendini apolitik düşünenler yıllardır içlerinde bir devrimcinin uyuduğunu keşfetti. Dayaktan, şiddetten korktuğunu hatta tabiir-i caizse içten içe tırsak biri olduğunu sananlar cesaretleri karşısında önce kendileri şaşırdı. Felsefelerini "Bana ne başkalarından, yoluma bakarım, kimseye de karışmam" diye özetleyenler "gaz altındayken" yanındaki arkadaşını yerden kaldırmak için kendini tehlikeye attığını fark etti. Daha bir ay önce, "Nasıl gidiyor" diye sorduğunuzda "Ev-iş!" diyenler attıkları sloganlar aracılığıyla içlerindeki o büyük yaratıcıyla karşılaştı. Damarımı kessen "Sarı-lacivert ya da sarı-kırmızı akar" diyenler kendilerini "çArşı" diye bağırırken buldu. Çocukların kılına zarar gelmesinden ödü kopan anneler, mutfak masasında evlatları için talcidli sular hazırladı, babalar onlara şişe taşıdı ve bununla gurur duydular.Ya da düne kadar "yalan söylemenin günah olduğunu" söyleyenler, içlerindeki "büyük bir amaç uğruna yalan söylemek doğru olabilir" diyen Raskolnikovcuk'la tanıştı. "Kimsenin kimseyi ezmeye hakkı yok, vicdanınız sızlamıyor mu" diye isyan edenler, beş kişinin ölümünü, onlarca kişinin gözünü kaybetmesi, yaralanması karşısında "dış mihrakların da sayesinde" içindeki "soğuk"kanlı varlıkla el sıkıştı. Bu yüzden diyorum ki, 2013 yazı asla unutulmayacak. Balık hafızalı olsak da bu yaz yaşananlar unutulmayacak. Çünkü bu yaz hepimiz aynaya baktık ve kendimizle karşılaştık. Artık 80 sonrası ortaya çıkan apolitik gençlik de dahil hepimizin bir hikayesi var. Ve önümüzde şöyle bir soru var: Hangimiz hikayemizi arkadaşımıza, eşimize-dostumuza yalan söylemeden, lafı dolandırmadan, bir solukta anlatıyoruz/anlatacağız? Soruyorlar, "Gezi'nin kazanını kim?" diye... İşte Gezi'nin gerçek kazananları, bu son bir ay içinde yaşadıklarını bir nefeste, eğip bükmeden anlatabilenlerdir. Çünkü onlar bu yaz kendilerine bir kahramanlık hikayesi yazdılar. Ve tüm edebiyat tarihi bilir ki, kahramanlık hikayelerinin önünde kimse duramaz, dahası kimse sizden o kimliği söküp alamaz.
Uykusuzum. Düzgün düşünemiyorum artık. Ve sanırım konuşamıyorum da. Hastalık öncesi gibi. Ateşimin yükselmeye başladığı anlarda böyle olurum. Aşırı bir hassasiyet. Duvara konan sineğin kanat çırpışının bile duyulduğu. Duşun altına atıyorum kendimi. Nefes alıp verişim, kalp atışlarım dahil hiçbir şey duymak istemiyorum. Su... Akan suyla birlikte tüm gerginliğimin kaybolmasını istiyorum. Diliyorum. Ama olmuyor. Yalvarıyorum kendime. Yalvarmalarım kavgaya dönüşüyor. Tahammül eşiğim kayboldu. Susmak istiyorum. Sadece susmak. Kimse konuşmasın. Rüzgar da esmesin. Birkaç dakikalığına tüm sesler kesilsin. Tencere-tava çınlamaları, "hep aynı hava" naraları, helikopterler, Tweet bildirimleri, mesajlar, "meydanlara çıkarlar" sözleri, anonslar, gaz bombaları, plastik mermi sesleri, çığlıklar, sloganlar... Herkes, hepimiz birkaç dakikalığına susalım istiyorum.Ama durmuyor sesler. Durmayacak, biliyorum. Daha da artacak.Duşun altındayım. Ne zaman açtım musluğu onu bile hatırlamıyorum artık. Hatırlamaya çalışıyorum; mevsimlerden yaz olduğunu, sevgilimin yüzünü, okuduğum o güzel kitapları, uyuyup uyanacağım rüyaları... Hatırlamaya çalışıyorum. Ama zihnimde canlandırdığım her görüntü anında dağılıp gidiyor. Derin derin nefes alıp veriyorum. Ama nefesim, kendi hayat sesim, bir kırçıllı kazak olup ümüğümü sıkıyor sanki. Sesler çarpışa çarpışa çınlıyor kulaklarımda. Biliyorum hiç susmayacak. Çünkü artık susmayacak bir iç sesimiz var. Tüm sesleri sonuna kadar açsak, avazımız çıkana kadar bağırsak, sürekli telefonda konuşsak da asla susmayacak bir iç sesimiz... Bize hep aynı şeyleri söyleyecek. Dört isim. Sustuğumuz an vicdanımızın altında kalacağımız dört isim söyleyecek, iç sesimiz var. Haydi bağıralım: Abdullah Cömert,Mehmet Ayvalıtaş,Ethem Sarısülük,Mustafa Sarı.