Artık ben de Notre Dame de Paris’i izlemiş bir faniyim. Benden iflah olmamı beklemeyin. Kulaklarımda insan ruhunun en karanlık köşelerine dek sızan ve onu günışığı ile tanıştıran Belle’in ezgileri. Az önce bir kez daha dinledim ve emin olun en tutkulu takıntılarımla tekrar tekrar dinleyeceğim. Dediğim gibi ben artık iflah olmam. Evet, Victor Hugo gelmiş geçmiş en büyük yazarlardan biri, “Notre Dame’ın Kamburu” da dünya roman sanatı ve düşünce hayatının kilometre taşlarından... O yüzden bu romanın en kötü uyarlaması bile insanın içini sızlatır ama bir roman bu kadar mı olağanüstü uyarlanır? Bundan kastım sadece romanın matematiğinin sahneye en doğru şekilde aktarılmış olması değil. Beni asıl şaşırtan ve kalbimin yerinden çıkacakmış gibi atmasına neden olan romanın ruhunu, Hugo’nun bazen iki kelime arasına sakladığı insanın kalbine değen kağıt kesiği acıları aktarabilmiş olmasıydı. Hayatı boyunca gizlenerek yaşayan ve ona sadece yaşama olanağı sunduğu için Papaz’a bir köpek gibi sadık olan çirkin Quasimodo’nun bir “güzel”in ona su vermesiyle ortaya çıkan duyguları, hayatını tanrıya adayan Papaz’ın günah olarak gördüğü aşka tutulması, mesleğini, varoluşunu reddedip “şeytanına” teslim oluşu, müstakbel karısını sevmesine rağmen tutkusu karşısında esir düşen asker üzerinden “klasik erkek” yapısı ve bir şairin iflah olmaz iyimserliği ve romantizmi sahnede dans edip şarkı söylüyordu. Hiçbir kelime eksik ya da fazla değildi. Danslar yasaklarla baskılanmaya çalışılan insan bedeninin isyanıydı.Ve tüm bunlar sahnenin sadece önüydü... Bir de gölgeler vardı. Bu gölgelerde, yeni bin yılın (19’uncu yüzyıl) heyecanı, Çingeneler üzerinden anlatılan mülteci sorunu, Martin Luther King ile başlayan mezhep çatışmaları, Hıristiyanlık’ın kendi içinde yaşadığı çatışmalar ve elbette Engizisyon’un baskıcı yönetimi karşısında inim inim inleyen insan ruhu...Engisizyon altında inleyen toplumun acıları Papaz’ın, kamburun, askerin kontrol edemeği tutkularının verdiği azap olarak karşımıza çıkıyordu? Bedenen ve ruhen hiçbir tabu bilmeyen Esmeralda ise insanları en büyük günaha “özgürlüğe” çağırıyordu. Bu özgürlük ise kaynağını kilise ve kurumların şekillendiremediği saf bir masumiyetten alan vicdan ve şefkatten başka bir şey değildi. Bu yüzden de gerek roman gerekse de müzikal boyunca evsiz ve kimsesizlerin “yuva” umudu Notre Dame Katedrali’dir. Çünkü bu katedral bir kadının adını taşır; “Meryem Ana”nın.Dans ve müzikleri başlı başına birer sanat eseri olan ve bir Victor Hugo romanın her bir katmanını, fikrini, kahramanını, psikanalizini eksiltip çoğaltmadan sahneye taşıyan “Notre Dame de Paris”i izleyen biri olarak, o yüzden artık azına razı olmam.Not: Esmeralda’ya kim mi daha çok aşıktı. Elbette Papaz!
Adım sanım unutulmuş gibi hissediyordum kendimi” diyor koskoca Adalet Ağaoğlu. Çünkü 18 yıl önce geçirdiği trafik kazasından (*) bu yana hiç roman yazmamıştı. Günlüklerini yayımlamış, denemeler kaleme almış, röportajlar, makaleler yayımlamış ama roman yazmamıştı. Meğer yazamamış...Yazarlık mesleği ile yakından tanışmamış olanlar bilmez, bilemez. Yazarlık çok ama çok yorucu bir iştir. Sadece beynen, ruhen yıpratmaz yazarı, bedenen de yıpratır, yorar. Kondüsyonunuzun, beden gücünüzün yüksek olması gerek. Çünkü yazmak demek, yüksek bir konsantrasyonla saatlerce bir masa başında oturmak demektir. Hatta Virginia Woolf gibi 19’uncu yüzyılın önde gelen yazarları romanlarını ayakta durarak bir kürsüde yazardı. Çünkü o zamanlar, bugünkü gibi dünya gece-gündüz ışıl ışıl değildi. Gecenin karanlığını en fazla çıplak bir lamba aydınlatır, sokaklardan araba ya da müzik sesleri gelmezdi. Yazarlar da uyumamak, yazıdan kopmamak için ayakta kalarak yazarlardı. İşte Adalet Ağaolu tam 18 yıl boyunca romanlarını yazacak olan bu güçten ve konsantrasyondan mahrum kalmış. İki yıl hastanede yatmış, çıktığında ise onu eşine bağımlı bir hayat bekliyormuş. Oysa diyor; “Ben romanlarımı yazarken yurt dışına giderdim, çünkü önümden kedi bile geçsin istemem. Ayrıca romanlarımı yürüyerek tasarlardım ama şimdi zar zor yürüyorum. 18 saat aralıksız yazardım şimdi masada 3 saat zor oturabiliyorum.”Bu nedenle bu 18 yıl boyunca bilgisayar kullanmayı da öğrenmek için hep düz yazılara yönelmiş. Ama bir romancı olarak, hem de Türk edebiyatının kilometre taşı romancılarından biri olarak, içerlemiş. Hatta “çıldırma noktasına gelmiştim, adım sanım unutulmuş gibi hissediyordum” diyor. Ama yine de “yeni romanım ‘Dert Dinleme Uzmanı’ çıktığı için heyecandan öte bir şey hissediyorum. Sanki yeni romanı çıkan genç kız gibiyim.” (*) Yazar Sarıyer sahilinde bir bankta otururken kendisine bir araba çarpmıştı.Şifre ve sembollere ilgiliyseniz...Yazar Burak Eldem'in mitoloji ve dinler tarihi üzerine verdiği seminerler hakkında hep güzel ve övgü dolu sözler duyuyor, ancak bir türlü dinleme fırsatı bulamıyordum. Neyse ki, geçenlerde Eldem'in "Melekler, Şeytanlar, Periler ve Elf'ler" başlıklı seminerinin bir dersini yakaladım ve çok keyif aldım. "Annen bir melekti yavrum" sözünün ardındaki upuzun dinler tarihini öyle keyifli anlatıyor ki bir an bile sıkılmıyor ama en önemlisi onlarca kitabı okuyarak ancak edinebileceğiniz şahane bilgilere iki saat içinde erişiyorsunuz. Mesela "şeytan" kavramının Hırıstiyanlık'a kadar olmadığı, Musevilikte "satan" kelimesinin "rakip" anlamına geldiği gibi. Meleklerin sarışın, beyaz tenli, lüle saçlı cinsiyetsiz varlıklar oluşu, dört baş melekten Mikail'in bazı görevlerini zamanla İsrafil'e devrettiğini ve dinler tarihindeki en büyük fikir ayrılığının Adem'e secde etmeyen Şeytan'ın bu davranışının yorumlanmasıyla başladığı gibi... Burak Eldem'in iki saat içinde anlattıklarını size burada aktarmak imkansız, ancak Dan Brown'un romanlarına sık sık konu ettiği semboller, şifreler ilginizi çekiyorsa bence semimerlerini kaçırmayın. (İrtibat ve detaylı bilgi için: www.burakeldem.com)
Alman psikoterapist Bert Hellinger’in ortaya koyduğu “Aile ya da Sistem Dizimi“ni sık sık duyardım ancak tüm güvenilir kaynaklara rağmen iflah olmayan bir modernist olduğum için hiç ilgi göstermez hatta içimden dudak bükerdim. Ta ki, psikolog Ayla Akbuar ile tanışana kadar. Hellinger Türkiye Enstitüsü’nün ilk mezunlarından olan eğitim ve yönetim danışmanı da olan psikolog Ayla Akbuar, beni nasıl ikna etti, hatırlamıyorum ama bir gün kendimi “sistem dizimi”nde buluverdim. Hani, halk arasında “kaderi benzemesin” denir ya, işte “aile dizimi”nin mantığı bu. Özetle şunu diyor: “Hayatımızda başımıza gelen şeyler sadece bizim tercihlerimizin sonucu olmayabilir, yaşadıklarımızda atalarımızın, soyumuzun tercihlerinin, yaşamlarının da payı olabilir.” DNA ve genlerin öneminin yadsınamayacağı bir dünyada bu söylenenlere sanırım hiçbir modernistin itirazı olamaz. İnsanı hayrete düşüren zaten bu değil, bu metodun gerçekleşme şekli ya da gerçekleşirken yaşananlar. Zira bu terapi sırasında bir anda kendinizi hiç ama hiç tanımadığınız bir insanı canlandırırken buluyorsunuz. Kendi kişiliğiniz devreden çıkmıyor yani hâlâ Buket ya da Ayşe olmaya devam ediyorsunuz ama size ait olmayan bazı şeyler söylemeye hatta ağlamaya başlıyorsunuz. İnanın bunları anlatırken hiç abartmıyorum. Öyle ki, dizime ilk katıldığımda içimden sürekli “Benim burada ne işim var, kızım gidip uyusana” deyip duruyordum. Ama dizim başlar başlamaz bir anda nevrim döndü. Dizimi yapılacak kişi, dizimcinin yani Ayla Akbuar’ın yanına oturmuştu. Dizime katılan bizler ise (10-15 kişi kadardık) bir çember halinde sandalyelerimizde oturuyorduk. Ayla, sırayla biz katılımcıları kaldırıyor ve sırtımıza dokunarak bir enerji yüklüyordu. Açıkçası ilk deneyimimde tam bu sırada gülmemek için kendimi zor tutmuştum. (Ayla beni affet!) Ama birkaç dakika sonra bu alay eden halimin yerini şok geçiren, bildiği her şeyi yeniden sorgulayan bir Buket’e bıraktığını da eklemeliyim. Çünkü bir kavramın ya da kişinin enerjisinin yüklendiği rol alan kişi, bir anda o enerjinin ete kemiğe bürünmüş hali olmuştu. Mesela bir dizimde ben, üzerine kuma alınan bir kadını canlandırmıştım. Bunu dizim sırasında değil sonrasında öğrendiğim halde o sırada o kadının en çok kullandığı kelimeleri kullanmış, duygularını dillendirmişim. Dizim bitip Ayla bize hangi roller canlandırdığımızı söyleyince ise hepimiz her zamanki gibi şaşırıp kalmıştık. Bu yazıyı okuyan pek çok kişi “Peki bu ne işe yarıyor” diye sorabilir. Elbette hatalarınızı görüp o yönde kendinizi düzeltme yönüne gidebilirsiniz ama asıl tedavi zaten dizim sırasında başlıyor. Çünkü dizimci gerekli enerjileri çıkararak, o ruhun rahatlamasını sağlıyor. Zaten etkilerini de bir-iki hafta içinde görmeye başlıyorsunuz.Zaman Kâtibi Gizemli Binici’yle geldiYazar Melih Ümit Menteş’in 14 aydır üzerinde çalıştığı 'Zaman Kâtibi' serisinin ilk kitabı ‘Gizemli Binici’ raflardaki yerini aldı. Dört kitaplık bir seriden oluşan ‘Zaman Kâtibi’, Cinius yayınevinden çıktı. Zaman Kâtibi, çölün bir ucundaki Abbasi ve Karmatiler’den Kapalıçarşı’nın dehlizlerine yerleşmiş kadim iblislere uzanan nefes nefese, fantastik bir macerayı anlatıyor. Kars yakınlarındaki Türk şaman köyüne kadar ulaşan Moğol katliamdan kurtulan bebek Tanay, esrarengiz bir atlı tarafından 1201’den 1510 yılına kaçırılıyor. Tanay aslında iyiler ile kötülerin savaşında kazananı kader defterine yazacak bir kahraman olduğundan habersiz büyüyor...
Küçük bir çocukken bir an önce büyümek isterdim. Çünkü büyümek demek özgürlük demekti. Kendi kararını kendinin vermesiydi. Gece sokağa çıkabilmek, yiyeceğin yemeğe kendin karar verebilmek, istediğin kıyafeti seçebilmek, demekti. Sonra büyüdüm. Ama bugün fark ediyorum ki, yetişkin bir insan olana kadar geçen bu süreci de bir çocuk gibi bir gün kendi kararlarımı alacağım günü düşleyerek geçirmişim. Üniversite yıllarında, iş hayatına başladığımda, aşık olduğumda, ölümle mücadele ettiğim yoğun bakım odalarında hep "bir gün" demişim. "Bir gün!" Ve bugün anlıyorum ki, bu "bir gün" hiçbir zaman sadece benim bekleyişim olmamış. Beklemişim, beklemişiz. Daha iyi bir gelirimizin olmasını beklemişiz, güzel tatiller yapabilmeyi, trafikte geçen zamanların biteceği günü beklemişiz. Araç kuyruklarında harcanan bu zamanları işten eve döndüğümüzde sevdiklerimize ekleyeceğimiz günleri beklemişiz.Oturarak gideceğimiz boş otobüsleri, yazın gölgesinde serinleyeceğimiz ağaçların dikilip büyümesini beklemişiz. Ülkenin dört bir yanında güvenle dolaşabilmeyi, memleketin dağlarına barışın gelmesini beklemişiz. En küçük endişe duymadan çocuğumuzu göndereceğimiz devlet okullarını, ayağımızı burkmadan yürüyeceğimiz kaldırımları beklemişiz. Araçların durduğu yaya geçitlerini, komşularımızla, dostlarımızla buluşup özgürce neşelendiğimiz, her bütçeye uygun restoranları, kafeleri beklemişiz. İçimizdekini çekinmeden, saklamadan, rahat rahat konuşabileceğimiz günleri, mahallenin çocuklarını hediyelerle şımartabilmeyi beklemişiz. Sıradan bir Avrupa ülkesindeki sıradan bir günü beklemişiz. Ne yazık ki, kendimizi güvende hissedip kendi kararlarımızı alabildiğimiz bir ülkede büyümeyi beklerken hayat da geçip gitmiş, ölülerimizi ve hayallerimizi yanına katarak. Ve gittikçe ne yiyeceğine, giyeceğine, söyleyeceğine bile hakkı olmayan "bodur çocuklara" dönüşmüşüz. Çocuk haklarının "cüce bırakan" yerden budandığı... Sanırım, o yüzden birer ikişer terk ediyor çocuklar bu toprakları, ne çocukluklarını yaşamalarına ne de büyümelerine izin verilmediği için.
İKSV Tiyatro Festivali'nin programı belli oldu. 9 Mayıs'ta başlayıp 5 Haziran'a dek sürecek olan festivale bu yıl 35 yerli, 7 yabancı tiyatro topluluğu katılıyor. İstanbul Tiyatro Festivali Direktörü Leman Yılmaz'a sordum. O da "5 yabancı oyunu kaçırmayın" dedi. Ben not aldım, size de tavsiye ederim.- Bir Halk Düşmanı (Schaubühne Berlin)Eleştirel gerçekçi edebiyatın tiyatrodaki öncüsü, çağdaş tiyatronun kurucularından, Henrik Ibsen'in oyununu yenilikçi yorumuyla dikkat çeken yönetmen Thomas Ostermeier sahneye taşıyor. Geçen yıl ki, tiyatro festivalinde sahnelediği "Hamlet" yorumuyla büyük beğeni toplayan "Bir Halk Düşmanı" oyunu bu nedenle merakla bekleniyor.- Yanlışlıklar Komedyası (Propeller Theatre Company) Shakespeare’in eğlenceli ve akıl oyunlarıyla dolu oyunu "Yanlışlıklar Komedyası" iki ikiz kardeşin karmaşık ilişkisi anlatır. Shakespeare’in oyunlarını sahneleyen topluluklar arasında ayrı bir yeri olan Propeller Theatre Company sahneliyor.- Bir Yaz Gecesi Rüyası (Propeller Theatre Company)Yine aynı grubun Shakespeare'nin en güzel oyunlarından "Bir Yaz Gecesi Rüyası"nı da kaçırmamamızı tavsiye ediyor Leman Yılmaz.- Bir Yaz Gecesi Rüyası (Baltic Dance Theatre)Festivalde kaçırılmaması gereken bu "Bir Yaz Gecesi Rüyası" uyarlamasının yanı sıra bir tane daha "Bir Yaz Gecesi Rüyası" daha var. Baltic Dance Theatre'in sahneledeği bu "Bir Yaz Gecesi Rüyası" uyarlamasında müziğin ve dansın dili buluşuyor.- Ne Yaptıysak Nafile (TR Warszawa ile Berlin Schaubühne am Lehniner Platz ortak yapımı)Oyunda yönetmen Grzegorz Jarzyna, ustaca bir hokkabazlıkla gerçekdışı olgularla istediği gibi oynuyor. Şöyle ki; sosyalizmin adını bile anmadan kapitalizmin tüm gerçekliklerini gözler önüne seriyor.Çare sanat!Ülkedeki bu gerilim özel hayatlarımıza bile etki ediyor. Herkes gergin ve sinirli. Yılın bu zamanlarında kurulan yaz tatili hayalleri gittikçe uzaklaşan bir düş gibi oldu. Çünkü yaza bizi nasıl bir ortam bekliyor, kestirmek mümkün değil. Yurt dışı planları ise öngörülemeyen döviz kurlarından ötürü çoktan askıya alındı ve herkesin birbirine sorduğu soru aynı: "Nasıl dayanıyorsunuz?" Bence bunun en iyi yolu da sanat. Bu yüzden herkese tavsiyem, hafta sonları için kendinize küçük sanat programları yapın. Muhakkak bir sergiye gidin, bir film izleyin, kitapçıları gezin. İnanın, daha iyi hissedeceksiniz.
Bir süredir, arkadaşlarla, Ferhan Şensoy oyunlarına dadandık. Her bahanede soluğu Ses Tiyatrosu’nda alıyoruz. Gündemin umutsuzluğa düşüren bu havasında sadece bu güzel ve tarihi salonda oyun izlemek bile iyi geliyor. Çünkü geleneği olan salon sayısı öyle azaldı ki. Evet, bazı belediyeler, kültür-sanata duyarlı AVM’ler son teknolojinin kullanıldığı salonlar yapıyor. Ama Ses Tiyatrosu’nun başka bir havası var; insanı heyecanlandıran ama biraz da tedirgin eden... Çünkü burası bir Ortaoyuncu’nun sahnesi. Zaten salona da Ortaoyuncular’ın tacı olan “Kavuk” sahiplerinin yani Kel Hasan’ın, İsmail Dümbüllü’nün, Münir Özkul ve Ferhan Şensoy gibi büyük ustaların, gelenlere bir destur çeken fotoğraflarının yer aldığı duvardaki kapılardan giriyorsunuz. Ve şunu bir çırpıda anlıyorsunuz: Bu sahne, bazen ticari bazen sanatsal (bu ne demekse?) yani her telden her dilden oyunların oynandığı bir yer değildir, bu sahnenin bir çizgisi ve duruşu vardır. Bu salonda, son haftalarda üç oyun izledim: “Masal Müfettişi”, “Ferhangi Şeyler” ve “Nasri Hoca ve Muhalif Eşeği.” Oyunların en yenisi 2013 başında sahneye kondu. Ancak buna 27 yıldır kesintisiz oynanan “Ferhangi Şeyler” de dahil olmak üzere, her biri sanki dün sahneye konmuş gibi. Olup biten her şey günümüzle örtüşüyor. Elbette bunun nedenlerinden biri, Türkiye’nin bir arpa boyu yol alamayan kısır siyasi ve kültürel hayatının çözümsüzlük üreten yapısı. Ama bir diğeri de Şensoy’un ustalığı. Hele “Nasri Hoca ve Muhalif Eşeği”ni izlerken “Bu oyun 17 Aralık operasyonu üzerine mi yazıldı yoksa?” diye düşünmeden edemedim. Çünkü ayakkabı kutularındaki paraları ilk gördüğümde bu görüntülerin toplumun bir kesimini çok rahatsız etse de bir bölümünün ağzının suyunu akıtacağını düşünmüştüm. Yani bu paraya yaklaşmak isteyen çok kişi olacaktı. İşte Ferhan Şensoy oyunununda bunu işlemişti: Hırsızlığın dayanılmaz cazibesini. Bunu da hocalığı kendinden menkul Nasri Hoca’nın halkın oy verecek bir parti bulamadığını fark edip bir parti kurmasıyla anlatıyordu. Partinin amacı ise şu: Basit hırsızlıkları suç olmaktan çıkarmak ve onu savunmak. Çünkü Nasri Hoca’ya göre hepimiz hırsızdık. Fırıncı ekmeğin gramajından, şirket sahibi vergiden, öğrenci dersten (kopya) çalıyordu ve herkes kendini haklı buluyordu. Bu yüzden, Nasri Hoca’nın seçimi kazanması işten bile değildi. Evet hepimiz hırsızdık ama bazıları çalsa da değildi. Kimler mi? Hayatta kalabilmek için çalan tüm canlılar. Yani açlıktan ölmemek, soğuktan donmamak için çalanlar Nasri Hoca için hırsız değildi. Sahiden şimdi öğrendiğimiz her şeyi bir kenara koyalım ve sadece vicdanımızla yorumlayalım? Aç olduğu için bir somun ekmek çalanla daha zengin olmak için milyonlar götüren iki kişinin yaptığı eylem aynı mıdır? Ne dersiniz? Bence yanıtlamadan önce ustaların çektiği desturu dinlemekte fayda var.
O gün için geri sayım başladı. Gerilim hat safhada. O güne kadar günler, "Bana ne hediye alacak, yoksa almayacak mı, ben ne alsam yoksa almasam mı?" çelişkileri ile geçecek. Kısaca hep birlikte kıvranıp duracağız. İster Sevgililer Günü'nü tüketim toplumunun bir sonucu olarak görün, ister görmeyin durum bu. Bu günden herkes bir şekilde etkilenecek. O yüzden size önerim nacizane hediye olarak kitap almanız. Böylece hem tüketim toplumunun fotokopi bireylerinden olmazsınız hem de toplum baskısı altında inleyen ilişkinizi tatmin etmiş olursunuz. Yani ne yardan, ne de serden geçmemiş olursunuz. Peki ne alacaksınız? Bence "best seller"lar yerine "long seller"ları tercih edin. Tabii, sevgilinizin hediyeniz için "çok sürükleyiciydi, bir gecede okudum, bitti" demesi yerine altını çizerek ve notlar alarak okumasını ve yıllarca kütüphanesinin en özel köşesinde saklamasını istiyorsanız. Ve yine bana kalırsa, kitabı önce siz okuyun ve sizi etkileyen satırların altını çizin, sayfa kenarlarına notlar alın ve sonra hediye edin. Yani ona hem hayatını derinden etkileyecek bir kitap verin hem de sizin o kitapla keşfettiğiniz ve etkilendiğiniz dünyanın ipuçlarını... Bence bu, ilişkiniz için gerekli olan "duygusal iletişim"in önemli bir adımı olacaktır. 1) Küçük Prens/ Antoine de Saint-Exupery/ Çevirmen: Fatih ErdoğanElbette böyle bir listenin bir numarası "Küçük Prens" olacaktı. Sevgiliniz bu kitabı okumuş olsa da almanızı tavsiye ederim. Çünkü bu kitabı her gördüğümde yaptığım tek şey vardır, pek çok insan gibi, gülümsemek!2) Silahlara Veda/ E. Hemingway /Çevirmen: Orhan AzizoğluHemingway denince akla ilk önce "Yaşlı Adam ve Deniz" gelir ama bence bu listeye "Silahlara Veda" daha çok yakışacaktır. Çünkü bu roman, insanların hayatlarını yerle bir eden, tüm umutları yok eden savaşın ortasındaki iki gencin birbirlerine olan sevgileri ile yaşama sevincini yakalamalarını konu alıyor. İşsizliğin bu kadar yüksek olduğu ve önümüzü göremediğimiz bu günlerde umut veren bir okuma olacaktır.3) Bir Bilimadamının Romanı/ Oğuz AtayElbette bu listeye Oğuz Atay yakışacaktır. Ama birbiriyle iletişim kuramayan, yaşama sevincini yitiren, her işe havesle başlayıp sonra yarım bırakanların hikayesinin anlatıldığı "Tutunamayanlar"değil. Onun yerine tutunamamanın bir erdem olmadığını anlamamızı sağlayan "Bir bilim Adamının Romanı" sevgilinizin hayatına daha derinden dokunacaktır.4) Sessiz Ev/ Orhan PamukNe yazık ki Orhan Pamuk'un en az bilinen romanlarındandır "Sessiz Ev." Oysa "Benim Adım Kırmızı"dan sonra benim en sevdiğim romanıdır. Özellikte "zaman", "sıcak", "yaz" kavramınlarını ele alması, aile ilişkileri ve tabii ki Cumhuriyet tarihini yorumlaması açısından. Sevgilinize Türkiye siyasi tarihini zarif bir kurguyla anlatan bir roman hediye etmek isterseniz, bence en doğru okuma olacaktır.5) Esirgeyen Gökyüzü/ Paul Bowles/ Çevirmen: Belkıs Dişbudak ÇorakçıModern dünyadan ve iletişimsizliğinden kaçan bir çiftin çareyi Doğu'da aramak için çıktığı yolculuğu konu alan roman, birbirini sevmesine rağmen ilişki kuramayanların hikayesi üzerine kurulu. "Çölde Çay" adıyla sinemaya çevrilen romanın en iyi uyarlaması bence Teoman'ın "İki Yabancı" şarkısıdır: "İki yabancı, birlikte ama yalnız" ya da "Neyin bildin ki değerini benimkini bileceksin." Kıvranan ilişkiler için 'ayıltıcı' bir okuma olabilir.
Dünyanın en büyük yayınevlerinden Penguin Yayınevi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nü yayımladı. Hem de harika bir kapak tasarımı ve manidar bir zamanlamayla; 31 Aralık 2013 günü. Sonra kitap hakkında İngilizce literatürde Tanpınar’ın edebiyatı üzerine kapsamlı makale ve değerlendirmeler yayımlandı. Derken dünyanın en ünlü talkshow’cularından Oprah Winfrey “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nü okuma listesine alarak, ABD vatandaşlarına tavsiye etti. Ve çok tuhaf bir şey oldu. Bu sayede Türkiye Tanpınar’ı keşfetti. Ciddiyim. Mesela, gazeteler “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” ile ilgili haberleri birinci sayfadan vermeye başladı. Hele romanın, Oprah’ın listesine girmesi “büyük haber” oldu! Elbette kendini Batı aynasından seyreden biz Türkler için bu davranışlar, hiç şaşırtıcı değil. Zaten Tanpınar da “Huzur” romanı başta olmak üzere eserlerinde bu meseleyi anlatır. Bizim neden kendimizi Batı üzerinden değerlendirdiğimizi. Ne kadar öngörülü bir yazarmış ki, yarım asır sonra düşünceleri bir kez daha doğrulunu gösterdi, hem de kendi hikayesi üzerinden. Ama tüm bunlar olurken, ben ne düşüneceğimi bir türlü bilemedim. “Allah Penguin’den ya da Tanpınar üzerine bir makale yayımlayan New York Times’tan razı olsun, sayesinde memleket bir yazarını keşfetti" diye sevinmeli miydim. Bilemedim. Oysa bizler de yıllar yılı “Tanpınar’sız bir dünya edebiyatı Kafka’sız ya da Joyce’suz, gibidir” diye yazıp durduk, her yerde anlattık. Kimse tınmadı! Mesela daha iki ay önce VatanKitap’ta bu konuda bir yazı çıktı. Ama yapacak bir şey yok, memleket kendine değer vermiyor. Özgüven eksikliği tamir edilir gibi değil. Ne zaman “gavur” fark ediyor, işte zaman “birinci sayfa” oluyor. Özetle; kendinizi köklerinden beslenen bir dünya vatandaşı gibi hissetmek istiyorsanız Tanpınar okuyun. Üstelik “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” çok da eğlencelidir. Hiç sıkılmazsınız.Tanpınar’ı tanıma rehberiAncak, “Okuyacak vaktim yok ama sohbetlerde de geri kalmak istemem” diyorsanız, buyrun size blöfçünün el rehberinden Tanpınar maddeleri. - Tanpınar’ın temel meselesi Doğu-Batı izleğidir. Batılılaşma hareketleri ile geleneksel yapının reddedilişinin büyük bir tehlike olduğun söyler ki, bu düşünce bugün siyasi olarak geldiğimiz noktayı da özetler. - Tanpınar geleneği ya da içinde İslam kültürünü de barındıran yapıyı önemsediği için muhafazakar kesim tarafından bir dönem bayrak yapmaya çalışmıştır. Ancak yazarın günlükleri yayımlanınca bu gayretler çok azalmıştır. Çünkü Tanpınar, eserlerindeki sözlere ek olarak 27 Mayıs’ı destekleyen, kokain kullanan bir yazardı. Ayrıca “Huzur” romanının ana kahramanı Nuran (ki Tanpınar’ın Doğu ve Batı sentezinin vücut bulduğu kişidir) baba tarafından Mevlevi, anne tarafından Bektaşi’dir, geceleri de tek başına cemiyet kızlı-erkekli partilerine falan da gider. - Orhan Pamuk kendini, Oğuz Atay ve Tanpınar’ın uzantısı olarak görür. “Oğuz Atay kimdir?” diyorsanız eğer, bence siz hiç edebiyat konuşmayın. - “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”ne gelince, bence dünya edebiyatının en özgün eserlerinden biridir. Kara mizah ve hiciv mi okumak istiyorsunuz, buyrun size bir başyapıt. Bu cümlede hiçbir abartı da yok, emin olun!