Türk edebiyatı her daim yerelden beslendi. Bu yerelliğe evrensel boyut kazandıran en güçlü kalem şüphesiz ki, Yaşar Kemal. Toroslar’ın türküleri, efsaneleri, deyimleri ya da memleketin meseleleri onun kaleminde dünyanın ortak meseleleri ile buluştu ve böylece tüm dünyanın da ilgisini çekti. Sonra Orhan Pamuk... O da Türk edebiyatının önemli izleklerinden Doğu-Batı meselesini romanlarına taşıdı. İstanbul şehrini, Nişantaşı’ndaki bir apartmanın penceresinden sokağa bakan küçük bir çocuğun gördüklerini, göremediklerini ya da ülkenin diğer meselelerini anlattı. Ancak bunu yaparken romanlarında tüm dünya okurlarına hitap eden başka meselelere de yer verdi; anne-çocuk, abi-kardeş, mutluluk, üslup, kimlik gibi... Yani Türkiye’yi, İstanbul’u hiç bilmeyen bir Norveçli bir okur bile onun romanlarını okuduğunda kendinden, dertlerinden, hayallerinden satırlar bulabildi. Ahmet Ümit de bence yerel ile evrenseli birleştiren yazarlardan. Her ne kadar romanlarında bu toprakların suç yapısını ele alsa da, ki bu suç yapısının endemik diyebileceğim kendine has özellikleri olduğunun da altını çizeyim, “suç, suçlu, katil psikolojisi, masumiyet, ahlaki değer ve yasa koyucu” gibi kavramları didiklediği için tüm dünya okuruna hitap edebiliyor. Tüm bunları neden yazdım? Son yıllarda keyifle izlediğim ve okuduğum genç yerli yazarlar var. Samimi üslupları, güncel sokak dilini kullanmaları ile Türk edebiyatına yeni bir soluk getirdiler. Hızla kendine has bir okur kitlesi de yaratan bu yazarların ortak özellikleri yerelden hatta Türkiye’nin bir döneminden, kuşağından, meselelerinden besleniyor oluşu. Ancak bu yazarların bazıları ne yazık ki, gündelik hayatın ritmini edebiyata taşırken yerele saplanıp kalabiliyor. Özellikle de mizahın kullanılışında. Aslında bu çok anlaşılabilir. Çünkü mizah “en dar yerelden” beslenir; mesela bir kamyon yazısından ya da yoldaki bir çukurun şeklinden. Ancak roman sanatının büyüklüğü de burada ortaya çıkar. Zira roman, (diğer özelliklerinin yanı sıra) sadece iki kişinin anlayacağı bir esprinin tüm dünyanın anlayacağı bir forma dönüşümüdür. Diğer türlü geriye sadece bir hikaye anlatımı kalır. (Bundan kastım da öykü türü değil.) O da ne yazık ki, sadece ortak geçmişe, eğitime sahip okurlara seslenir. Okuru hem mekanla, hem de zamanla sınırlı kalır. Umuyorum, son yıllarda kendini sevdiren genç edebiyatçılarımız metinlerini evrensele taşıyan kanalları yaratacak, kalemlerinin neşesi ve beslenme kaynağı olan yerel damarları dünya edebiyatının o büyük nehrine bağlayacaklardır.
Her giden aynı şeyi söylüyor:Denizi harika. Pansiyonlar, oteller tertemiz. Plastik masa ve sandalye yok. Bangır bangır müzik yok. Evler, sokaklar tertemiz, tarihi doku korunmuş. Doğası da güzel tarihi mekanları da. Yemekler zaten nefis; envai çeşit meze, taze balık ve deniz ürünleri. En “lüks” caddesinde en “lüks” restoranında yiyorsun içiyorsun, maksimum 20 Euro. Türkiye’de harcadığından çok daha azıyla çok daha kalite bir tatil yapıyorsun. Türk turizm işletmecileri, kusura bakmasın ama her giden Yunan Adaları’ndan böyle bahsediyor. Santorini, Mykonos ve Kos’a gitmiş biri olarak aynı şeyi ben de söylemek zorundayım.Bir kere plastik yok.Bu benim için çok önemli. Çünkü Türkiye’de durum şu. Nefis bir deniz. Tam kıyısında restoran. Plastik masa ve sandalye, üzerlerinde tuhaf bir örtü (hatta bazen dağlık bölge kültürüne ait olan kilim desenli kalın örtüler) ve kendinden geçmiş birkaç meze... Üstelik bir de kazık hesap. Bahane de belli! “N’apalım turizm sezonu çok kısa ancak böyle kazanıyoruz.”Kusura bakmayın ama böyle kazanacaksanız kazanmayın çünkü kazandığınız her kuruş, ilerideki kazancınızı ve Türkiye turizmini baltalıyor. Çünkü insanlar, eskisi gibi artık yerli turizme mahkum değil. Dünya çok küçük. Uygun fiyattan satılan uçak biletleri, sosyal medya ve forumlardaki tavsiyelerle dünyanın her yerinde tatil yapmak artık çok kolay. Üstelik yurtdışı seyahati kişiye sadece “deniz-kum-güneş” değil aynı zamanda “kültür seyahati” de sunuyor.Ama Türkiye’deki hizmet sektörü hala durumun farkında değil. Tatil yöreleri kaliteye önem vermemek de ısrarcı. Önem verenler de abarttıkça abartıyor. Mesela İstanbul’daki pek çok restoranın fiyatı gibi. Tam bir görgüsüzlük. Kusura bakmayın, ama müşteriyi saatlerce bekleten hatta azarlayan sado-mazo bir pazarlama taktiğini başka türlü açıklayamıyorum. Evet yemekler lezzetli ama Avrupa’daki herhangi bir steak house’taki kadar.Yılbaşından hemen önce Barcelona’daydım. Barcelona Limanı’nda şehrin en güzel ve şık restoranlarından birine gittik.(Bu liman Cristoph Kolomb’un denize açıldığı ve dünyanın en büyük armatörlerinin demir attığı limanlardan biri. Yani mesele paraysa, zengini İstanbul’dan daha çok.) İki kişi yedik, içtik. Hesap 55 Euro’yu geçmedi. Üstelik yemek süresince bir Türk restoran klasiği olan garson baskısı da yaşamadık. Öyle ya, Türk garsonların, müşteriye “Ben buraya layık değilsin” der gibi bir tutumları vardır. Öyle bir ezerler ki seni, en pahalı yemeği söylemen gerektiğini sanırsın. Sanki kendisi başka bir sınıftan! Hoş olsa ne olur!Diyeceğim şu ki, hizmet sektörü, modası geçmiş bu görgüsüz tarzla, bu denize, kumsallara ve köklü yemek kültürüne rağmen bir yere varamaz, vardığından da geri düşer. Çünkü artık alternatifi yurtdışı!Türkler’in yaz tatillerinde Bodrum, Çeşme alışkanlıklarına rağmen Yunan Adaları’na gitmeye başlaması da sonun başlangıcının somut göstergesi.
2 Temmuz 1993, 19:00 Merdivenlerde üç şair; Metin Altıok, Behçet Aysan ve Uğur Kaynar. Dışarıda, keşke hiç doğmasalarmış diyeceğim bir kalabalık. Dini duyguları istismar edildiği diye oteli ateşe vermişler. “İçinde insan varmış, yokmuş umurlarında değil” de diyemeyeceğim çünkü umurlarında. Hem de nasıl! Çünkü yakmak istedikleri bina değil aksine içindeki insanlar. Onlar çoğu sanatçı olan, hayatında küçücük bir hırsızlık bile yapmamış o insanları diri diri yakmak istiyor. O insanların dumandan nefessiz kalmalarını, ateşten derilerinin kavrulmasını, çocuklarının öksüz, çocuklarının yetim, eşlerinin dul, anne-babalarının evlat acısıyla yaşamalarını istiyor. Ve bu cehennem ortamında üç şair. Sakin sakin merdivene oturmuş, kurtarılmayı bekliyorlar ve biri soruyor, diyor ki; “Şimdi bizi burada öldürseler ne olur?” Metin Altıok, yanıt veriyor; “Kalanlar ölenler için şiir yazar!” Sivas Katliamı üzerine çok şiir yazıldı. Ama ne yazık ki, hiçbiri vicdandan nasibini almamış bir hukuk sistemini harekete geçirmeye yetmedi. Katliamı yapanlar cezasız kaldı. Ama Metin Altıok’un kızı Zeynep Altıok Akatlı’nın bu sessizlik karşısında susmaya hiç niyeti yok. Bu yüzden sevgili Zeynep olağanüstü bir çalışmaya imza attı. Yanarak ölen babası küllerinden doğup aramıza dönsün diye, Altıok’un şiirlerinin bestelerinden oluşan “Anka” isimli bir albüme ön ayak oldu. Kardeş Türküler’den Fazıl Say’a, Candan Erçetin’den Birsen Tezer’e kadar birbirinden değerli sanatçıların 20’nin üzerinde beste ve yorumlarından oluşan bir album “Anka.” Üstelik müzik dünyası için sürprizler de içeriyor. Mesela Mırady’nin Kırmançice yorumu gibi. Diyarbakırlı sanatçı şarkısını Kırmançiçe söylüyor söylemesine ama ezgileri Doğu ezgilerinden çok Balkanlar’ı hatırlatıyor. Mırady sanki “dilini” bavuluna koymuş, gidip gördüğü yerlerin ezgilerine Metin Altıok’un sözcüklerini katarak bize sesleniyordu. Albümün diğer sürprizi ise İlhan Cihaner’in eşi Muhteber Cihaner’in “Zor Zamanda Gazel”i. Muhteber Hanım, bu şiiri öyle yürekten yorumlamış ki, dinlerken en katı, nasır tutmuş duygularınızın bile bir elmasla çizildiğini hissedebilirsiniz. Bu sürpriz yorum Zeynep’in planlarını da değiştirmiş. Çünkü Zeynep onun bu yorumunu dinlemeden önce albüme bu şiirin bir başka bestesini almış bile. Sonunda ikisinden de vazgeçemeyeceğini anlamış ve iki şarkıyı da koymuş. “Zor Zamanlardan” geçiyoruz ki, bize iki “Gazel” bize ancak yeter!
Ekmeleddin İhsanoğlu’nun adaylığından sonra yaşananlar, bana Tahsin Yücel’in “Bıyık Söylencesi” romanını hatırlatıyor. Çünkü onunla ilgili yorumların kendisinden çok bıyık modeliyle ilgisi var.Sözüm “Nasıl olur da sosyal demokrat bir parti muhafazakar birini aday gösterir” tepkilerine değil. Bu çok doğal. Ama sosyal medya başta olmak üzere İhsanoğlu ile ilgili söylen “laiklik karşıtı ve geri kafalı” yorumları için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Aksine Ekmeleddin İhsanoğlu ile iki kez röportaj yapmış, sohbet etmiş biri olarak şunu çok net söyleyebilirim ki, kendisi bırakın “geri kafalı” olmayı ciddi bir entelektüeldir.O zamanlar (10 yıl oluyor) IRCICA’nın genel direktörüydü. Ofisi de Yıldız Sarayı’ndaydı. Kendisiyle uzun uzun kitaplardan bahsetmiştik; edebiyattan, Türk edebiyatının damarlarından, şiir geleneğimizden... Mekanımız Yıldız Sarayı olduğu için II. Abdülhamid’in opera ve polisiye roman tutkusuna ayrıca değinmiştik. Söyler misiniz, kendisini “sosyal demokrat” olarak tanımlayan kaç politikacı padişahların anlı-şanlı zaferleri yerine şiirlerinden, bestelerinden bahsedebilir? İhsanoğlu’nun ise seçtiği kelimelerden, referans verdiği yazar ve kitaplardan iyi bir okur olduğu hemen belli oluyordu. Okurluk düzeyini daha iyi anlakmak için IRCICA’nın yayınlarına şöyle bir bakmak yeterlidir. Zira Osmanlı’nın astronomi, matematik, coğrafya literatürü üzerine kıymetli pek çok kitabı Türkiye ve dünya literatürüne kazandırmışlardı.Kendisine “İslam ülkelerinde demokrasinin olmaması bilime kapalı olmaları ile açıklanıyor, ne dersiniz?” diye sormuştum. Aldığım yanıt, bırakın hamasi muhafazakar bir söylem içermeyi aksine herkesin doğru bildiği bir yanlışı düzeltiyordu: “Evet İslam dünyası demokraside fakir, bu doğru ama bunun nedeni bilimle ilgili olamaz. Çünkü Pakistan’da, Mısır’da fizikte, kimyada Nobel kazananlar var. Sorun İslam dünyasındaki sosyo ekonomik gelişmeyle ilgili. Sosyal ve ekonomik refah geliştikçe demokrasi de İslam ülkelerine yerleşecektir.”Yani İslam toplumlarının hepsinin bilime kapalı olduğu falan yoktu. Dahası Marks’ın dediği gibi demokrasi gibi “üst yapı” değerlerini belirleyen “alt yapı”ydı. Bu durumda da demokrasiyi belirleyen elbette bilim değil ekonomi olacaktı. Ama işte bize bunu hatırlatan kişinin “geri kafalı”, iddia sahiplerinin de “modern” olarak tanımlandığı ülkeye de Türkiye deniyor!Bu yüzden çatı adayı olarak adı açıklandığından bu yana Ekmeleddin İhsanoğlu ile ilgili yapılan yorumlarla“Bıyık Söylencesi”nin içinde dolanıp duruyoruz. Diyorum ki, hani İhsanoğlu bıyıklarını kesse, üzerine Sırrı Süreyya gibi bir deri çekse, biraz da delikanlı üslup takınsa tüm kaygılar bitecek. Yoksa İhsanoğlu’nun Hillary Clinton’ın onunla özel sohbetler etmek isteyeceği kadar Orta Doğu’yu bilen ve hakim bir entelektüel olmasının “endişeliler” için hiçbir önemi yok. Olmasını da beklemiyorum çünkü hep birlikte oy vererek, gönül rahatlığıyla seçtiğimiz Meclis’te entelektüel yok!Not: İhsanoğlu’nun 10 yıl önce yaptığımız röportajımızdaki şu sözleri de onun küresel düşünen ileri görüşlü bir entelektüel olduğunu gösteriyor: Zira o günden Arap Baharı’nı öngörmüş: “Gelecek 10 senede İslam dünyasında çok önemli gelişmeler olacak. Rejimler, liderler ve onların gelenekleri ihtiyarladı, tükendi. Sovyet blokundakine benzer değişimler yaşanacak. Zorla olmasa da sistemler iç dinamikleriyle değişeceklerdir.”
Hemen her hafta bu ve benzeri bir “mail” alırım. Onlara verdiğim yanıt hep tek kelimedir; yazarak!Ukala bir yanıt gibi görünebilir bu. Oysa değildir. Çünkü yazar olmanın yegane koşuludur yazmak. Evet, herkes yazar olmak ister ama bazıları sadece ister. Bunun bir de eylemi vardır değil mi?Hele son yıllarda, yazarlığın popülerleşmesi ile bu istek daha da yaygınlaşıyor. Yazmak isteyenler de eskisi gibi sadece edebiyat türünde ürün vermek isteyenler değil. İşinsanları, müzisyenler, doktorlar, mühendisler... Herkes artık mesleki deneyimlerini ya da düşüncelerini kitap yolu ile yaymak istiyor.Ama, dediğim gibi sadece istiyorlar. Mesela daha ortada tek satır yok, beni arayıp “Şöyle bir kitap yazacağım, sizce nereden yayınlatabilirim” diye soruyorlar. Onlara da sözüm tek cümle oluyor; “Önce kitabınızı yazıp bitirin.” Pek çok kişi, bu istekleri “hadsiz” bulabilir. Benim içinse bu yaklaşım, bir değişimin gösteriyor. Hem de umut veren bir değişimi. “Demek ki” diyorum; “insanlarla kitaplar arasındaki o büyük duvar artık aşılmış. Demek ki, artık yazarlık uzak durulması gereken değil, yaklaşılması gereken, özenilen, nasıl varılacağı öğrenilmek istenen bir alan olmuş.” Bunda da hiç şüphesiz ki, bilgisayar kullanımının yaygınlaşması çok etkili. Zira eskiden yazarlık gerçekten çok zormuş. (Bunu ifade ederken, yetenek ve yaratıcılığı hariç tutuyorum) Mesela Dostoyevski’nin o dört ciltlik “Karamozof Kardeşler”i elyazısıyla yazışı bir hayal eder misiniz? Düşünmek bile beni yordu. Romanların mum ışığında yazıldığı, müzik dinleme, Google’dan bir bilgi edinme imkanının olmadığı yıllardaki bu yazarlık tam bir sabır işiymiş. Yani yazarlara yarı bilge ya da deli gözüyle boşuna bakılmamış!Şimdi ise yazmak kolay. Ama bu kolaylık “yazar adaylarını” bir şeyden uzaklaştırıyor. Yazma disiplininden. Çünkü sanılanın ya da özenilenin aksine yazarlık ilham beklenilen, kırlarda-bayırlarda romantik romantik dolaşılarak yapılan ya da rakı kadehleri ile özdeşleşen bir iş değildir. Bildiğiniz ağır disiplin ister. Tıpkı sporcuların antreman yapması gibi her gün masaya oturmayı ve yazmayı gerektirir. Mesela Attila İlhan “Şiir yazmak ciddi iştir” der ve bu yüzden alkol kullanmazdı. Üstelik sadece “yazma aşkıyla dolup taştığınızda” değil, her gün... Yani o gün yeteneğiniz harekete geçmemiş ve beğenmediğiniz şeyler yazıyor olabilirsiniz ama yine de yazmalısınız. Sporcuların sadece maç için sahaya çıkması antreman yapmaması gibi bir şey mümkün olabilir mi? Mesela bu yüzden Orhan Pamuk, “Ben yazarak yazar oldum” der.Özetle: Yazmanın birinci kuralı yazmaktır. İkinci kuralı ikinci gün de yazmaktır. Üçüncü kuralı üçüncü gün de yazmaktır. Son kuralı ise yazdığınla vedalaşabilmektir. Çünkü pek çok kitap da sırf yazarı onunla vedalaşamadığı için bitirilemez, yarım kalır. Bunun da tek çaresi vardır; yine yazmak!
Nuri Bilge Ceylan, nihayet Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye'yi aldı. "Nihayet", diyorum çünkü Nuri Bilge Ceylan'ın sinema serüvenini az çok bilenler bu ödülü almasının sadece bir an meselesi olduğunu biliyordu. İlk filmi "Koza"dan bu yana hiçbir zaman üslubunu ve duruşunu bozmadı aksine filmlerini adeta bir parmak izi ya da imzaya dönüştürdü. Öyle ki, filmlerinden herhangi bir kareyi görür görmez "Bu bir Nuri Bilge filmi" der olduk.Bu başarıda hiç şüphesiz ki, Nuri Bilge'nin sadece sinema yeteneği değil aynı zamanda duruşu da etkili oldu. Çünkü o bunu "yalnız ve güzel ülkesinin" her fırsatta "Ama filmleri çok sıkıcı, izleyemiyorum" yorumlarına rağmen başardı. Şayet, popüler olan ya da "herkesin sevdiği şeyler" karşısında birazcık baştan çıkmış olsaydı kendi sinema dilini ve dünyasını kuramazdı. Nitekim bu nedenle, ödül törenlerinde de popülist ve ajitatif cümlelere düşmeden kimsenin itiraz edemeyeceği ama aynı zamanda hararetle sahiplenemeyeceği kısacık sözler söyledi. Çünkü bu ülkede popüler kültüre dair ne varsa ki, buna popüler muhalif söylem ve bakış açısı da dâhil, Nuri Bilge'yi bir türlü sahiplenemedi ve sahiplenemeyecek. Aralarında hep bir mesafe olacak.ACI GERÇEK AĞRIMA GİDİYORNeden mi? Çünkü Türkiye bir grup azınlığın başını dik tuttuğu bir ülke. Öyle ya, burası Cannes Büyük Jüri Ödülü dahil 5 uluslararası ödül almış "Uzak" filmini sadece 64 bin kişinin izlediği ülke değil mi? En İyi Yönetmen Ödülü'nü alarak Cannes jürisini kendine hayran bırakan "Üç Maymun"u 127 bin kişinin izlediği ülke de maalesef burası; Türkiye!Sizi bilmem ama tartışmaya açık olmayan bu katı gerçek benim ağrıma gidiyor. İnsanları aşağılamayı dürüstlük ve samimiyet sanan "Recep İvedik 4"ün 7 milyon 211 bin 651 kişi tarafından seyredildiği bir ülkede, Anadolu'nun gömülü vicdanına kimseyi yargılamadan yaklaşmayı başaran "Bir Zamanlar Anadolu'da"yı sadece 161 bin kişinin izlemesi, açıkça söylemeliyim ki beni ürkütüyor.Bu ilgisizliğe "zevkler ve renkler" klişesi ile yaklaşmamız mümkün değil. Görmezden gelinemeyecek bir sanat ve bu sanata iltifat etmeyecek kadar "üç maymun" bir toplum var.
Oktay Rifat Türk şiirinin iki büyük akımının mensubuydu. Şiirden kafiyeyi, hece ölçüsünü çıkarıp atan, şiiri sokağa, açık havaya çıkaran Garip Akımı’na ve dünya şiir tarihinde bile bir benzerine rastlanmayan İkinci Yeni’ye... Yani hem Orhan Veli ve Melih Cevdet’in arkadaşıydı hem de Cemal Süreya’nın, Turgut Uyar’ın, Edip Cansever’in... Ama o da tıpkı ismini saydığım bu büyük şairler gibi, adı onlarla yan yana geldiğinde garipsenmeyen buna rağmen yine tıpkı onlar gibi, hiçbirine benzemeyen bir şairdi.10 Haziran onun doğumunun 100’üncü yılı. Yapı Kredi Kültür Sanat, bu nedenle “Elleri Var Özgürlüğün” isimli değerli bir sergi düzenlemiş. Ellerine sağlık. Çünkü 22 Haziran’a dek açık olacak bu sergide Oktay Rifat’ı ve şiirini daha yakından tanıyabilirsiniz. Sergide ayrıca Rifat’ın şair kimliğinin dışındaki oyun yazarı, romancı, denemeci, ressam, avukat, balıkçı, marangoz, aşçı, sporcu ve arkadaş kimliklerine de yer veriliyor.Bu tür sergileri çok önemsiyorum. Çünkü bir şairi hayatının tüm renkleriyle birlikte ele alan sergiler veya biyografi kitapları bize o kişiyi klişe bir söylemle “insan olarak” anlatmaz. Zaten bir şairi veya devlet adamını “insan olarak anlattım” diyenler, benim için hep “utangaç magazinciler” olmuştur. Aksine ünlü bir kişiliği farklı kimlikleri ile ele alan bu tür çalışmalar, ancak bir aşama daha öteye götürülürse, onun hakkında sayısız değerli ipucu sağlayacaktır. Yani balıkçı ve marangoz Oktay Rifat, eninde sonunda bize şair Oktay Rifat’ı anlatacaktır. Ve elbette onun hayatındaki kesitler de Türkiye siyasi ve sanat hayatını...Nasıl mı? 1998’de edebiyat tarihimizin en önemli dergilerinden Yeditepe Dergisi ve Yayınları’nın sahibi Hüsamettin Bozok’la bir röportaj yapmıştım. Bu röportajda sıkı yönetim nedeniyle sık sık Birinci Şube’ye gidip gelen Bozok,Oktay Rifat’ın bir şiirinin sansür ve oto-sansür nedeniyle nasıl değiştiğini anlatmıştı: “Bir şiirgetirdi, şiirde ‘ortalık kıpkırmızı’ diyor. ‘Bunu koymam’ dedim, o da hak verdi ve onun yerine ‘ortalık süt mavisi’ dedi. Ama ne güzel dedi! Çünkü o şiir ‘Kadeh’ti!” Yani; “Burası Dalyan kahvesi/ Ortalık sütmavisi/ Apostol bu ne biçim meyhane/ Tabağımda bir bulut/ Kadehimde gökyüzü.”Ne yazık ki, her oto-sansür; diyeceğini yine de demeyi başaran böylesi olağanüstü şiirlere dönüşmüyor, dönüşemiyor, bulut da kadeh de meyhanesiz kalabiliyor.
Bazı yazarlar tenhaları sever. Kalabalık kaldırımlardan değil, onlara karşıdan bakan tenha gölgelerden yürür. Seyretmeyi, izlemeyi, izlerken kendi içindeki dünyaya dalıp oradan evreni, hayatı yorumlarlar. İnsanın derinlerinde saklanan hüzne dokunan bir üslupları vardır. Belki hiç günışığı görmemiş karanlıklara dokunurlar. Cümleleri “mıh” gibi işler, ama romandan çekip alsanız, bir yere not etseniz de anlamı kaybolur. Ama bazı yazarlar da tam aksine kalabalığın tam ortasında durur. Orhan Kemal gibi kahvehanelerde oturmayı, kitaplarını batak, king oynayan kimi zaman kavga eden müdavimlerin, bardaklara şarkı söyleten çay kaşığı sesleri arasında yazarlar. Romanları, öyküleri kalabalıktır onların. Sadece birer kahraman dolaşmaz satırlarında, o kahramanı destekleyen birçok tipleme de girer çıkar. Öyle ki, bu tür yazarların romanlarında yalnızlık bile çoğuldur. İkinci tip yazarlardan biri de Ahmet Ümit’tir kuşkusuz. Onu asla herhangi bir “kalabalığa“ karşı mesafeli göremezsiniz. Belki de bu yüzden biraz “Köy Enstitülü“ tavrı da vardır. Mesela her ne kadar bir İstanbul romancısı olsa da doğup büyüdüğü topraklara karşı da hep bir “yakınlaşma“ çabası içerisindedir. Nitekim bunu Gaziantep Kitap Şenliği’nin koordinatörlüğünü üstlenmesiyle de gösterdi.Şunu açıkça söylemek istiyorum; bir başka yazar “Ben yazarım, organizasyon benim işim değil“ diyebilir ve bu tür bir festivale sadece konuk olarak katılarak destek verebilirdi. Ama işte Ahmet Ümit ikinci tür yazarlardan olduğu için böyle bir çabaya mesafeli duramazdı. Çünkü bu sayede üniversite sınavlarında en düşük puanı alan Gaziantep şehrine okuma sevgisinin aşılanmasında muazzam bir kıvılcım çakmayı başardı. Nasıl mı? Ahmet Ümit’e Gaziantep’te duyulan sevgi görülmeye değerdi. Burada sadece “İstanbul’dan ünlü bir Antepli gelmiş fotoğraf çektirelim“ alışkanlığının ötesinde bir durum vardı. Herkes elinde bir kitapla geliyordu yazarların yanına. Çünkü Ahmet Ümit, bir ticaret şehri olan ve ekonomik durumu çok iyi olan Gaziantepliler için, bir yazar olarak rol model olmayı başarmıştı. O yüzden diyorum ki, yazarların doğup büyüdükleri topraklara dönme zamanı belki de gelmiştir. Bu sayede “anayurtları” olan çocukluklarının hayallerini yaratma imkânını yakalarken o şehrin “okurlarının hayalleri“ önündeki engellere de bir çelme atabilirler. Ne dersiniz? Belki de Ulysses’lerin evine dönme vakti gelmiştir.