Kitap Fuarı trafiği ve büyük puntolar

21 Kasım 2014

Nihayet TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı bitti. Şayet fuar biraz daha sürseydi ya pek çok arkadaşımın yaptığı gibi ben de civar otellerden birine yerleşecektim ya da bu işi bırakacaktım. Çünkü abartmıyorum, fuara ortalama olarak üç saatte gidip üç buçuk saatte döndük. Ve biliyorum ki, biz bunu sene de yaşayacağız. Seneye de hiçbir tedbir alınmayacak. Oysa Kitap Fuarı artık, tıpkı bir kar ya da fırtına beklentisi gibi İstanbul trafiği için tedbir alınması gereken özel durumlardan oldu. Bu yüzden Büyükşehir Belediyesi, önümüzdeki yıl umarım tedbir alır. Mesela hafta sonları metrobüs seferleri artırılabilir ya da tıpkı karlı günlerde yapılan ?özel aracınızla çıkmayın? uyarısı gibi uyarılar yapabilir, alternatif güzergahlar önerebilir. Bunlar benim vatandaş olarak aklıma gelen ilk öneriler, belki geçerliliği vardır, belki yoktur. Okurların çoğu 50 yaş üstüAma biliyorum ki muhakkak bir şeyler yapılabilir, yapılmalı da. Bu fuar, İstanbul’un fuarıysa, uluslararası niteliği varsa ve biz bu şehrin bir kültür kenti olduğunu falan iddia ediyorsak ve 500 binin üzerinde ziyaretçi alıyorsa, Büyükşehir artık bu işi sahiplenmeli. Çünkü Kitap Fuarı trafiği katlanılır olmaktan çıktı. Ayşe Kulin’in son romanı Handan’ın klasik baskısına ek olarak büyük puntolarla ayrı bir baskı daha yapıldı. Bu yeniliğinden ötürü Everest Yayınları’nı tebrik etmek isterim. Zira annem her getirdiğim kitap için ‘Kızım şunun daha büyük harfli olanı yok mu?’ diye sorar. Haklı da. Çünkü Türkiye’de ve dünyada okurun önemli bir bölümünü 50 yaş ve üzeri oluşturuyor ki, emekliler başlı başına bir okur kitlesi. Ancak belli bir yaş sonrası, bir doğa kanunu olarak, ortaya çıkan göz bozuklukları hiçbir zaman kitap basımlarında dikkate alınmazdı. Bu okurlar adeta yok sayılırdı. Ama bu durum hızla değişiyor. Çünkü Türkiye nüfusu artık genç değil. Artık yayıncılar bu yaş grubunu görmezden gelemeyecek, zira onlar da gençler kadar önemli bir okur kitlesi oldu. İşin özeti; büyüklerimize rahat rahat kitap hediye edebileceğiz.

Devamını Oku

Arşivden çıkan çikolata formülü

14 Kasım 2014

DÜNYANIN bu yarısında yaşayanların tarihi ve talihi bana biraz hüzünlü gelmiştir. Çünkü modernizmin ve keşiflerin beşiği olsa da Avrupa’nın mutluluğun formülü olan çikolatayla tanışması hepi topu ancak beş asırcıktır. Oysa Güney ve Orta Amerika halklarının durumu öyle mi? MÖ 1500’lerden beri çikolata bu halkların hayatlarında hep olmuş. Bu kıtanın halkı, çikolatayı bazen balla bazen de çeşitli baharatlarla karıştırmışlar, soğuk veya sıcak içmişler. Belki de bu yüzden, Latin Amerika halkları hep gülümser, umutludur ve devrimcidir.Ne yazık ki, bizim durumumuz Avrupa’dan da beter. Çünkü en sakin insanı kendinden geçiren, kahırdan öleceğini sananların bile yüzüne tatlı bir tebessüm konduran, kadınların “acil durum kiti” olarak çantalarında itinayla bulundurdukları çikolata gündelik hayatımıza ancak II. Abdülhamit döneminde girmiş. Gerçi, çikolata Osmanlı topraklarına bu tarihten önce girmiş girmesine ama ne zaman gelmiş nerelerde bulunmuş, nasıl yenmiş pek bir bilgi yok. Çünkü kullanımı yaygın değilmiş.Ancak II. Abdülhamit döneminde hayatımıza girdikten sonra da her alanına lezzet katar olmuş. Şimdi bu lezzetin hikayesi tarihçi, yazar ve harika bir çevirmen (ve benim arkadaşım da olan) Saadet Özen’in kılı kırk yaran ve keyifli araştırmalarının sonucunda “Çukulata: Çikolatanın Yerli Tarihi” adıyla kitaplaştı. Daha önce sergisi de düzenlenen ve Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan kitabın sponsoru ise Nestle. Çünkü Saadet, bir lezzet yolculuğuna dönüştürdüğü araştırması sırasında, elini ne zaman bir belgeye atsa hep karşısına Nestle çıkmış. Hem de birbirinden ilginç hikaye ve belgelerle. En ilginci de, Nestle’nin bir çikolata formülünü bulmasıyla yaşanmış. Çünkü bu Nestle yetkililerinin bile bilmediği, kullanılmayan bir formülmüş. Tabii böylesi bir keşfi boşa çıkarmamış hemen uygulamışlar da. Ancak karşılarına çıkan lezzet, nasıl desem, onları pek ikna etmemiş. Fazla şekerli, tatlı olmuş bu çikolata. Bu yüzden bu formüle bir türlü anlam verememişler. Taa ki, bir süre sonra Saadet’in elinde bir ba∫ka eski belgeyle çıkıp geli∫ine dek. Bu belge, Osmanlı döneminde Nestle’nin piyasaya yeni sunduğu yeni bir çikolatanın reklamıymış ve bu reklamdan anlaşılana göre, bu çikolatanın ekmek arasına konarak yenilmesi tavsiye ediliyormuş. Yani bugünkü Chokella’nın katı hali, atasıymış söz konusu formüldeki çikolata!

Devamını Oku

Bu kahvaltı mekanında tüm Türkiye var

7 Kasım 2014

Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem. Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı” der Cemal Süreya.Bence de.Yüze vurulan soğuk suyun ayıltıcı dokunuşuna mutfaktan evin her köşesine yayılan kızarmış ekmek kokusu kadar insanı neşelendiren, kederlerini askıya alan kaçan vardır?Tavşan kanı demlenmiş çayın şıngırtısı, tereyağın üzerinde slalom yapan vişne reçeli, onu ne tatlılar istese de baldan bir türlü kopamayan kaymağın cool görüntüsü, ölmez ağacın mucizevi meyvesi zeytin, akşamları rakının yanına da eşlik etmekten keyif alan peynir, kokusuyla insanı mest eden domates yanına konmuş incecik yeşil biber... Ve elbette, o sabah ki, zevkimize göre bir sahanı şenlendiren, içinde düğün dernek yapan sucuklu yumurta veya menemen. Eh evin en genci ya da mahalleliyle şöyle bir “sabahlaşmak” isteyen erkeği bir de simitçiye gitmişse, artık ister İzmir’de olun ister İstanbul’da o safra, kalkılmaz bir cennet olur. Gazeteler açılır, okunur, televizyondaki keyifli bir filme bakılır ve elbet tüm bunlar tatil günü yapılır.Ne de olsa hafta arası yoğundur, sabahları kısacıktır, trafik bir beladır, aç karnına evden çıkılır, kahvaltı atlanır. Belki de bu yüzden olsa gerek, son yıllarda hafta sonu kahvaltılarına olan ilgi hızla artıyor. Hatta artık sadece ve kahvaltı veren restoranlar var. Bunlardan biri de Kadıköy Moda’da açılan ve tesadüfen keşfettiğim Hintçe, “Dağın kızı” anlamına gelen Naga Putrika. Buranın sahibi iki genç kadın. Özlem Işın (31) ve Seniha Demirok (26). Mekanlarına “Dağın kızı” demelerinin sebebi ise, Ganj’ın kıyısında tarım yapan kadınların nehre bu şekilde seslenmesiymiş. Bu hikayeden ve mekanın sahiplerinden de anlayacağınız üzere “Naga Putrika”ya her a∫amada kadın eli değiyor. Çünkü burası, misafirlerine sundukları tüm ürünleri üreticisinden, köylüden alarak mönülerini hazırlayan bir yer. Peki ürünler nerelerden geliyor? Ağırlıklı olarak Antakya’nın Vakıflı Köyü ve Çanakkale’nin Nusraltı Köyü’nden... Elbette İzmir tulumu İzmir’den, kaşar peyniri ve türevleri de Kars’tan. Kestane balına gelince onu Artvin’den ama Çam balını da Karadağ’dan getirtiyorlar ve liste böyle uzayıp gidiyor. “Gencecik iki kadın bu büyük bir organizasyon ve ağ kurmayı gerektiren bu işi nasıl başarmış?” diye sorarsanız, “Çok kolay” derim. Çünkü Özlem Işın’ın Mimar Sinan Üniversitesi’nde yaptığı master’ının konusu; “Hesler’le mücadele.” Hal böyle olunca araştırma sırasında birçok üretici ve kooparatifle tanışma fırsatı bulmuş. Bu sayede de bire bin katarak ürünleri pazara getiren aracıları ortadan kaldırabilmiş. Bu sayede de hem köylü ve üretici daha iyi kazanmış hem de lezzetli ve sağlıklı yiyeceklere ulaşabilmişler.Tabii mekanın sahibi iki sosyolog olunca ve yapmış oldukları işi de adeta bir antropolojik araştırma gibi yürütünce hazırladıkları mönüler de bu toprakların yemek kültürünü yansıtmış. Her biri diğerinden lezzetli yiyeceklerle dolu olan mönülerin isimleri şöyle: Zuğa (Lazca deniz, demek), Köyceğiz, Çiçekdağı, Söğütçük, Velika (Boşnakça Büyük, demek) ve Hewsel. Biz Zeynep Altıok’la gittiğimizde tüm Türkiye’nin yaşadığı siyasi ikilemi yaşamış Köyceğiz ve Hewsel (İzmir-Diyarbakır) arasında sıkışıp kalmıştık. Neyse ki Özlem Hanım yardımımıza koşmuş ve bizim için iki mönüyü şöyle bir harmanlamış, biz de bu sayede doya doya Cemal Süreya’nın mutluluğunu yaşamıştık.Herkese afiyet olsun

Devamını Oku

Gelecek, hemen şimdi!

24 Ekim 2014

İKSV’nin düzenlediği 2’nci İstanbul Tasarım Bienali 1 Kasım’da başlıyor. 14 Aralık’a kadar sürecek olan bienalin bu yıl ki başlığı ise “Gelecek Artık Eskisi Gibi Değil” adını taşıyor.Avustralya’dan Çin’e Fransa’dan Japonya’ya Meksika’dan Türkiye’ye Hollanda’dan ABD’ye 200’ün üzerinde tasarımcının gelecek üzerine düşündüğü, tartıştığı, yorum yaptığı bienalde “gıda” yani “gelecekte nasıl besleneceğiz” sorusu öne çıkıyor.Aslında bu bir sürpriz değil. Çünkü dünya genelinde artan nüfusla birlikte ileride yaşanması muhtemel açlık tehlikesi uzundur bilim dünyasının temel tartışma konularından. Bu amaçla bilim insanları yeni beslenme kaynakları ararken bu kaynakların fakirlere de yönelik olması gerektiğinin de hep altını çiziyordu. Bianele katılan sanatçıların yorumlarından anlıyoruz ki, buna bir de çevre faktörü de eklenmiş.Zira bugün bir lanet olarak kaçtığımız GDO’lu ürünlerin çıkış noktası fakir ülke ve toplumların açlık sorunlarına çare üretebilmekti. Çünkü varolan kaynakların dağılımına müdahale edilemediği için birçok toplum beslenme kaynaklarına ulaşamıyordu, hala da ulaşamıyor. İşte bieanalin belki de en çok ilgi görecek tasarımı da bunun üzerinden yükselmiş.İSTANBUL’U KEŞFEDİNAfrika kökenli (Kongo) Mansour Ourasanah’ın, “LEPSIS: Çekirge Yetiştirme Sanatı” projesi gelecekte alternatif protein kaynakları üzerine düşünen bir çalışma. Bu amaçla herkesin evinde, tıpkı küçük bir mutfak aleti gibi, çekirge çiftlikleri tasarlayan Ourasanah’ın bu tasarımı, eminim büyük ilgi görecek. Bienalin bir diğer ilgi görecek tasarımı ise, bir koku tasarımcısı olan Sissel Tolaas’ın “NASALO Koku Sözlüğü.” Bu proje ise bize İstanbul’u kokular üzerinden anlatıyor. Bu amaçla Tolaas İstanbul’un bir koku haritasını ve rotasını çıkartmış. Yani bu harita eşliğinde, Galata, Karaköy ve Tünel bölgelerini bu kez koklayarak gezebilir ve İstanbul’u bir de kokular üzerinden keşfedebilirsiniz.Küratörlüğünü Zoi Ryan’ın yaptığı İstanbul Tasarım Bienali’nin tanıtımının da bienalin ruhuna uygun bir şekilde yapıldını da not düşmek isterim. Mesela bienal süresince Karaköy, Kadıköy ve Galata bölgesindeki simitçilerden simit aldığınızda, bu kez o nefis susamlı halka, her zamanki sarı kağıtlara değil bienal tanıtımının yapıldığı beyaz ince kağıtlara sarılarak verilecek. Böylece hem İstanbul’un simgesi olan simitçiler de bienalin kapsamına girmiş olacak ve belki de yıllardır bir an bile dikkatimizi çekmeyen “sarı kağıtlar” üzerine de düşüneceğiz.Bienalin tanıtımında beni en keyiflendiren ise Bülent Eczacıbaşı’nın da katıldığı basın toplantısındaki mönü oldu. Zira son maddede şöyle yazıyordu: “Izgara çekirge, bademli Frik bulguru.” Zira Ourasanah’ın projesini tanıtmak amacıyla yapılmış bu tatlı espri ile hepimiz kendimizi bir anda, “gelecekte nasıl besleneceğiz” diye tartışıp Eczacıbaşı’na “Siz çekirge çiftliği kuracak mısınız?” diye sorarken bulduk.Bu yıl tamamen ücretsiz olan İKSV Tasarım Bienali’ni bence kaçırmayın. Çünkü gelecek hiç uzak değil, hatta yeğenimin dediği gibi “Hemen, şimdi!”

Devamını Oku

Sanatın iyileştirici gücü

17 Ekim 2014

Sanat ne içindir? Ya da iyi sanat nedir?Bu soruya yanıt aranırken genellikle dört ölçütten hareket edilir. Teknik, tarihsel, politik ve şaşırtıcılık ölçütleridir bunlar.Felsefenin popular çocuğu Alain de Botton ve kurmuş olduğu Hayat Okulu’nun eğitmenlerinden John Amstrong’un birlikte kaleme aldıkları “Terapi Olarak Sanat” ise bu dört kavrama ek olarak bir de “iyileştirici güç” yani “şifa” ölçütünü getiriyor. Şimdi biraz duralım ve sevdiğimiz bir tabloyu ya da çok etkilendiğimiz bir sergiyi düşünelim. Sahi o tablonun bizi o kadar etkilemesinin nedeni neydi? Mensubu olduğu akım mı? Kusursuz tekniği mi? Tarihsel boyutu mu? Daha önce bir benzerini görmemiş oluşumuz mu? Yoksa bunların ya da birkaçının bir araya gelerek içimizdeki bir yaraya, sızlayan bir anıya dokunuşu mu? Botton ve Amstrong’un bu sorulara yanıtı şöyle: “Bu kitap sanatsal değerlendirme için beşinci bir ölçüt getiriyor: Bir sanat yapıtı, şifa bulmamıza yardım ettiği ölçüde önemli kabul edilebilir. Bir eserin iyi veya kötü olması, içsel ihtiyaçlarımıza ne ölçüde cevap verdiğine, tanımlamış olduğumuz (bellek zayıflığından, farkına varmadığımız küçük detayların değerini bilemeyişimize kadar) yedi psikolojik zaaftan birine ne ölçüde derman olduğuna bağlı olabilir. Bu beşinci ölçütü benimsemenin kanon anlayışımız açısından çeşitli sonuçları olacaktır. Bu okumada, sanat yapıtlarının iyi ya da kötü olduğunu söylediğimizde, benliğimizin derinliklerinde olanlara dair bir fikir vermiş oluruz. Sonuçta aynı eserleri diğer okumalarla da değerli bulup sevebiliriz, ancak bu sefer onları farklı nedenlerle; ruhumuza iyi geldikleri için severiz. Bir eserden yalnızca onu kavrayarak değil, kendimizi keşfederek de bir şeyler çıkarabiliriz. Gördüklerimiz karşısında kendi içimize bakmaya hazır olmalıyız. Sanat kendi başına değil bize göre; zaaflarımızı, sözgelimi unutkanlığımızı, umutsuzluğumuzu, yücelik arayışımızı, kendimizi anlarken yaşadığımız zorlukları ya da aşk hasretimizi giderdiği ölçüde iyi ya da kötü sayılacaktır. Dolayısıyla, biz bir sanat yapıtının künhüne (bütününe) varmadan önce, sanat yapıtı bize kendi kişiliğimizi tanımamızda yardım edecek, böylece biz de zaafımızı hafifletmek ya da ortadan kaldırmak için neler yapabileceğimizi öğrenmiş olacağız.”Elbette sanata yeni bir ölçütün hem de “fayda” amacı güden bir ölçütün getirilmesi sanat eğitimine, müze ve sergilere ilişkin yeni yorumlar gerektiriyor. Botton ve Amstrong “Terapi Olarak Sanat”ta tüm bunları geniş bir yelpazede tartışmış. Ve bence Orhan Veli’nin şu dizelerini yorumlamışlar: “Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel/ Kelimelerin kifayetsiz olduğunu/ Bu derde düşmeden önce.”

Devamını Oku

Bir küfürlük mesele!

10 Ekim 2014

Reyan Tuvi’nin Gezi direnişini anlatan ‘Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’ belgeselinin, sansüre uğrayarak Altın Portakal Film Festivali’ne alınmadı. İlk haber bu şekildeydi. Hal böyle olunca köşe yazarları, sanatçılar ve sosyal medya büyük bir tepki ortaya koydu. Tepkinin odak noktası; sansürün sanatla bağdaşamayacağıydı.Ardından Reyhan Tuvi, “Bir İngilizce küfürü çıkararak” komite ile anlaştığını söyledi, hatta “sosyal medyaya olan kızgınlığının” da altını çizdi. Ancak onun bu açıklaması, bazı jüri üyelerini ve festivalin belgesel bölümüne katılan 10 yönetmeni ikna etmemiş olacak ki, yarışmadan çekildiler ve böylece festvalin belgesel bölümü de iptal edilmek zorunda kaldı. Tüm bu olup bitenler için ben de birkaç şey söylemek istiyorum. Reyhan Tuvi, bir yönetmen. Belgeselini istediği kurguyla, montajla istediği festivale gönderir ya da göndermez. Bu onun eseriyle arasındaki bağa ve sanatçı duruşuna, tavır tercihine kalmış. Ama kamuoyunun veya köşe yazarlarının da bir sanatçıyı, onun duruşunu ya da eserini eleştirme hakkı da sonsuzdur. Bu tür eleştirileri hakaret olarak yorumlamayı ise bir şanssızlık olarak yorumlamak isterim. Çünkü düşünce ve ifade özgürlüğünün bir sanatçının tüm hücrelerine sinmiş olması gerekir, bir ifadeyi, yorumu hakaret olarak yorumlamak ne yazık ki siyasetçilerin başvurduğu bir savunma mekanizmasıdır. Şimdi küçük bir soru: “Sosyal medyada” kıyamet kopmasaydı yani kamuoyu baskısı olmasaydı, hatta çıt çıkmasaydı daha mı iyi olurdu? Özlediğimiz Türkiye bu mu? Böyle bir durumda Altın Portakal komitesi bu kadar uzlaşmacı olabilir miydi/ olur muydu? Keşke, kamuoyu desteğini arkasına alan Reyhan Tuvi, komiteyle olan görüşmelerini kamuoyuyla paylaşsa ve kamuoyunun samimiyetine inansaydı... Çünkü söz konusu, bir Gezi belgeseli. Ve Gezi sosyal medya üzerinden yayılan bir hareketti. Tuvi, bu şekilde davransa, belki o zaman siyasetçiler gibi sosyal medyadan şikayet etmek yerine sosyal medyayı arkasına alabilirdi. Bu yüzden “Aslında her şey bir küfürün İngilizce çevirisinden kaynaklandı, istek üzerine ben de değiştirdim” mealindeki sözleri bir “açıklama” değil “aldatılmışlık” hissi yarattı. Açıkçası ben bu şekilde hissettim ve içimden şöyle dedim: “Madem mesele de çözümü de bu kadar basitti biz niye Altın Portakal protestocusu edildik?” Tabii Altın Portakal’ın RTÜK gibi küfür peşinde koşması da ayrı bir hikaye. Altın Portakal bir fastival, ‘Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’ de bir belgesel. Ya yarın öbür gün Türkiye’nin Küfür Tarihi üzerine bir belgesel çekilirse ne olacak? Benim bu işten anladığım başından sonuna kötü bir kriz yönetimi yaşandığı, kimsenin başlangıçta soğukkanlı ve ileri görüşlü davranmadığı, kamuoyu baskısı artınca da meselenin bir İngilizce bir küfüre mâl edildiği... Ve suçlunun da yine küfre; sosyal medyada edilen birkaç küfüre atıldığı. Doğrusunu söylemek gerekirse bu kadar saçma sapan, duruşu ve düzeyi olmayan bir tartışmaya konu olan bir belgeseli uzun süre izleyebileceğimi sanmıyorum. Çünkü heyecanım, hevesim, güvenim kaçtı.

Devamını Oku

Ah yalan dünyada

3 Ekim 2014

Özen Yula’nın yazıp yönettiği “Bakarsın Bulutlar Gider”, adım adım yükselen bir gerilim, görülmek istenmeyen ama itiraf edilmek için çırpınan bir gerçek üzerine kurulu. Sağlam bir metin, heyecanlı ve yetenekli oyuncular, ayakkabılarınızı çıkarıp terlik giyme ihtiyacı hissettiren bir sahne ve sahici kostümler...Kenan Ece ve Selen Öztürk’ün kendi kişilikleri dışındaki bambaşka iki kişiye dönüştüğü “Bakarsın Bulutlar Gider” bir muammanın aydınlatılması üzerine kurulu. Yani aslında bir polisiye.Bizleri, Anadolu Kaplanları ya da İslami burjuvazi olarak tanımlanan “yeni sınıftan” bir eve konuk ediyor.Son yıllarda birbiri ardına yükselen sitelerden biri burası. Belki bir TOKİ evi. Perdeler, koltuk minderleri, sehpa örtüleri her şey beyaz ve altın yaldız iplik işlemeli. Pembe-beyaz bir kız çocuğu odasının sarı-beyaz yetişkin hali gibi. Yani işin içine altın hissi katılmış. Dışarıdan bakanlar sadece o altın yaldızlı prenses tüllerini görsün diye perdeler sıkı sıkı ve özenli çekilmiş. Tek kırışıklık yok. Duvarda ise bir erkek resmi. Sanki bu eve ait değilmiş gibi duruyor. Ne çerçevesi, ne bakışları, ne giyimi... Biri gelmiş de asıp gitmiş gibi, öyle uyumsuz, öyle yabancı.Az sonra öğreniyoruz ki, fotoğraftaki kişi Betül’ün intihar eden eşiymiş. Orhan bir gün, şehrin bir diğer ucundaki, Bakırköy’deki bir apartmanın çatısından aşağı bırakıvermiş kendini. Bunları da Betül’ün Kaya ile konuşmasından anlıyoruz. Kaya kim mi? Bence çok iyi bir soru. Orhan’ın esnaf arkadaşı, Betül’le ilgili her şeyi biliyor ama Orhan Betül’e Kaya’yı hiç anlatmamış. Kaya’nın Bakırköy’deki o apartmanda evi varmış, Orhan intiharından önce bu eve girip çıkmış. Şimdi Betül’le konuşuyor. Orhan’ın bıraktığı bir emaneti getirmek için gelmiş.Betül soruyor; niye Bakırköy’deki apartmandan kendini attı, sen niye buradasın? Sonra araya kalp kırıklıkları, Betül’ün intikam alır gibi yaptığı alışverişler, çocukluğundan beri beklediği hayalleri, hayal kırıklıkları giriyor. Sonra sorular önemsizleşiyor, derken yine bir duvar gibi, hayallerin önüne dikilen bir duvarın harcı gibi Betül’ün ağzından ısrarla dökülmeye başlıyor.Bazı gerçekler vardır bir muammadır; gözün gördüğü, kalbin hissettiği hatta dilin söylediği. Buna rağmen aklın reddettiği gerçekler. Akıl gördüğünü itiraf ederse kendini yitireceğini sanır. Sonraları “Kondurmak istemedim” denir böyle durumlar için. Ama o gün gelene kadar, bir suça ortak olmuş gibi susulur. Çünkü her şey bir suç gibi yaşanmış, bir suçmuş gibi saklanmıştır. Belki de, ortadaki tek yanlış gerçeğin saklanması, bir yalana sığınılmasıdır. Ama bu kişilerin başka şansları var mıdır, işte bundan da emin değilim. Tıpkı Özen Yula’nın kimseyi yargılamayan yaklaşımında anlatmaya çalıştığı gibi. O yüzden biz de yazımızı, Yula’nın oyununun kapattığı gibi, Neşet Ertaş’ın “Yalan Dünyası” ile kapatalım: “Bilirim sevdiğim kusurun yoğdu/ Sana karşı benim hayalim çoğdu/ Felek bulut oldu üstüme yağdı/ Yaşları gözüme dolan dünyada”.

Devamını Oku

Bir peşkir, bir kahve fincanı

26 Eylül 2014

Hoca Ali Rıza Üsküdarlı’dır. Ağırlıklı olarak doğayı resmetmiştir. Hem de takıntılı olarak. Öyle ki, onun farklı resimlerini inceleyebilirseniz Üsküdar’ın ya da bir ağacın mevsimine göre değişimini görebilirsiniz. Veya kendinizi eski İstanbul korularında gezen ve ağaçların hışırtılarını dinleyen biri gibi hissedersiniz.Çünkü detaylı ve sadık resimlerdir onunkiler. Bu nedenle botanikçiler ve İstanbul tarihçileri için resimleri birer belgedir. Zira mesleğe harita çizimi ile başlamıştır. Döneminde fotoğrafın henüz yaygınlaşmadığını hatırlarsak resimlerinin sadece sanatsal değil belge önemi daha iyi anlaşılır. Ne yazık ki, bir Hoca Ali Rıza Müze’miz olmadığı için onun resimlerini bir arada görme şansımız çok az. Daha önce Yapı Kredi Kültür Sanat Merkezi bir Hoca Ali Rıza sergisi düzenleyerek bize bu fırsatı sunmuştu. Şimdi de bu fırsatı, Arkas Sanat Merkezi’nin Yapı Kredi ile işbirliği sayesinde İzmirliler de yakaladı.145 Hoca Ali Rıza eserinin yer aldığı sergide ressamın yağlı boya, guaj, suluboya resimlerinin yanı sıra birbirinden zarif kurşun kalem çizimleri de yer alıyor. Ressamın ustalığının en yalın ve berrak göstergesi olarak tanımlanan bu çizimlerin de dahil olduğu tüm eserlerin ortak noktası ise, ressamın izleyicisi ile adeta sohbet eden üslubu. Birbirinden kıymetli bu eserler içinde beni avcunun içine alan ise iki küçük resim oldu. Biri “Peşkir”. Küçücük bir tablo bu. Bir duvara asılı bir bez parçası alt tarafı... Ama nasıl neşeli. Sanki uzundur yas tutulan, pencereleri bile doğru dürüst açılmayan bir eve gelen yeni gelin gibi... Neşeli, enerjik... Az sonra birinin ellerine dokunacak ya da omzunda avluya çıkacak gibi duruyor. Bu resme bakıp da yüzünüze tatlı bir tebessümün konmaması mümkün değil. Hem de çocukluk öğle uykularınızı hatırladığınızda dudaklarınızda şekillenen türden.Diğer resim de küçücük. Bu da bir “Kahve Fincanı”. Kim tarafından içilmiş ya da nerede durduğu bile belli olmayan bir fincan. Bir masada mı, sehpada mı, sedir kenarında mı? Belli değil. Ama “Peşkir”in aksine çok hüzünlü. Yalnız. Beklentisiz. O kadar ki, ters çevrilip falına bile bakılmamış. Türk kahvesinin diğer ritüellerinden de hiçbir iz yok. Fincanın yanında ne bir su bardağı duruyor, ne likör... Bir lokum parçası ya da pudra şekeri tozu da yok. İçilip bırakılmış sadece. Öylece...Bu yüzden bu iki resmin karşısında mıh gibi yerime saplanmış dururken bir kez daha aklımdan şunu geçirdim; “Demek ki, ustalık bu. Yalınlaşabilmek. Mimikleri bile olmayan iki sıradan nesne ile izleyiciyi bir uçtan diğerine taşıyabilmek. Hüzünden neşeye ya da neşeden hüzne...”

Devamını Oku