Enver Aysever ve “Aykırı Sorular”ı biliyorsunuzdur. Sevgili Enver’in yaptığı bu programın türü için “hard-talk” deniyor. Yani “Efendim, sakıncası yoksa şu soruyu sorabilir miyim?” diye cümlelerin kurulmadığı bir program bu. Yani gazetecinin gazeteci gibi davrandığı, kamuoyunun ve kendinisin aklındaki soruları objektif ve hakaret içermeden sorduğu, zaman zaman da tartıştığı bir program... Elbette, her gavur icadı gibi bu programdan da Türkiye’de çok az var. Hal böyle olunca Enver Aysever’in programı pek bir “aykırı” duruyor varolan medyamızda. Ancak farklı olanlar, fark yaratabilir. Nitekim sevgili Enver bir fark yarattı ve “Aykırı Kumpanya” ile buna devam ediyor. Bilenler bilir, Enver Aysever sadece gazeteci değildir. Her şeyden önce bir yazardır, “Bir An Bin Parça” romanı Yunus Nadi Ödülü’nü almıştır. Sonra tiyatrocudur. Oyunculuğu vardır, yazarlığı, yönetmenliği de...Yani farklılığı bir entelektüel birikime ve sanat tutkusuna dayanır. Sibel Alaş’la birlikte sahneledikleri “Aykırı Kumpanya”yla ise farklı disiplinlerdeki bu uğraşlarını bir araya getirmiş ve ortaya “siyasi bir stand up” koymuş. Bize bizi anlatan bir kumpanya bu. Kimi zaman kahkahalar attığınız ama birden tokat yemiş gibi sustuğumuz... Darbelerin, hop hop değiş Tontonlar’ın “benim memurum işini bilirler”in, Sivas Katliamı’nın, Gezi’nin tarihini anlatan... Nâzım Hikmet’in, Sabahattin Ali’nin, Rıfat Ilgaz’ın,Aziz Nesin’in, Atilla İlhan’ın, Ahmet Kaya’nın hikayelerini... Bu topraklarda her daim acı çeken, hayatı dışarıdaki kadar içeride geçen aydınların tarihini... Onların katledilişinin, bir türlü yataklarında ölememelerinin tarihini... Katillerin bir türlü yakalanamamasının ya da sıcak yataklarında ölmelerinin tarihini...Enver Aysever ve Sibel Alaş, insanların “yerine ve zamanına göre” muhalefet etmeye imtina ettikleri bu dönemde bize ne resmi ne de gayri resmi tarihe girmeyen “rezil siyasi tarihimizi” anlatmış. Hem de sözlerini hiç sakınmadan, parallel yollara sapmadan, arkadan konuşmadan, pusu kurmadan yapmışlar... Kızlı-erkekli pek bir delikanlı durmuşlar! Kentin tarihini anlatan restoranlarBir şehrin kültüründe, tarihinde mutfağı çok önemli bir yer tutar. Özellikle de bu mutfağı herkesle tanıştıran restoranları.Ne yazık ki, Türkiye’nin restoran, lokanta geçmişi Batı’yla kıyaslanınca çok yeni. Bunun sebepleri ise uzun uzun konuşulur. Sanayileşme, kentleşme, kadının sosyal hayata cumhuriyetle birlikte girebilmesi vs... Ancak gerçek şu ki, köklü restoran ve lokantalarımız çok az. Olanların da ne kadar kıymetini biliyoruz, belli değil. İnci Pastanesi’nin durumu gibi. Ya da yılların “Refik”inin kapısının önüne iki masa atamaması... Veya bir restoran zincirinin gelip tüm sokağı kapatmasıyla irili ufaklı dükkanların bir anda tarih olması gibi... Bu gidişle memlekette klasik anlamda meyhane kalmayacak kimse farkında değil ya da Nevizade’yle sınırlı kalacaklar. Oysa İstanbul kültüründe meyhanelerin çok önemli bir yeri vardır. Hele hele Rum meyhanelerinin. Ne yazık ki, nüfus mübadelesi, 6-7 Eylül olayları ile sayıları o kadar azaldı ki. Bunlardan biri ise 1940 senesinden beri Tarabya’daki Hristo. Restoranı artık Hristo işletmiyor ama mutfak da gelenekler de tamamen korunmuş. Mezeler ve balıklar harika. Mesela kesinlikle levreğe sarılı köz patlıcanı tadın. Zeytinyağlılar ise olağanüstü. Mekanın sahibi Yasin Yıldız ve Saim Gökçe’nin bir mesajı var: “Mekanın kurucusu Hristo’yu tanıyan ve elinde fotoğrafı olanlar lütfen bizimle ilişkiye geçsin. O kadar aradık bulamadık, adını yaşatmak istiyoruz.”
Yazının başlığını okuyunca “hadi canım sen de” diyebilirsiniz. Hatta “hülooğğğ” diye de gülebilirsiniz. “Hatta ciğer buradaysa kedi nerede?” de diyebilirsiniz. Hatta “Türkiye’de kitap okunuyorsa bir salgın gibi yayılan bu lümpenliği nasıl açıklıyorsunuz küçük hanım” diyerek sıkı bir yorumda da bulunabilirsiniz. Ama gerçek bu; Türkiye kitap ülkesi oldu. Son iki yıldır kişi başına düşen kitap sayısı 7!Bu rakam şişirme değil, Avrupa ve ABD’deki hesaplama sistemini neyse aynısı kullanılıyor yani ISBN verileri. Üstelik bu verilere reel kitap pazarının yüzde 30’u kadarlık bir paya sahip sahip olduğu tahmin edilen korsan kitaplar dahil değil.Oysa daha ‘90’ların sonunda bu rakam üç kişiye 1 kitaptı ve bence eskiye dönülmesi çok zor. Çünkü Türkiye’de kitaba olan eğri hep yükselerek ilerledi. Üstelik bugün varılan rakam Avrupa ülkelerine çok yakın. Hatta şöyle diyeyim, geçen gün Zülfü Bey’le (Livaneli) telefonda konuşurken Alman yayıncısının Türkiye’deki kitap satışlarına Almanya’da bile zor erişildiğini söylediğini aktardı; “300 bin gibi satışlar Avrupa’nın en çok kitap okuyan ülkelerinden Almanya’da bile çok zor.”Ancak, yazının başında da değindiğim gibi bu rakama kimse inanamıyor. Hatta sohbetlerde dediğimde en yakın arkadaşlarım bile! (Laf aramızda çok bozuluyorum)Çünkü yıllardır entelijensiyada başta olmak üzere “Türkiye’nin okumadığına ve asla ‘adam’ olamayacağına” dair bir algı var ve rakamlar aksini söylese de bu devam ediyor.Bu algının ise elbette pek çok nedeni var. Hatta bu başlı başına bir yazı ve tez konusu. Ben bugün birine değinmek istiyorum yani okuma alışkanlığımızın dengeli dağılmamasına... İnsanlara “kedi buradaysa ciğer nerede” diye sorduran duruma... Ne yazık ki, Türkiye’de gelir başta olmak üzere hiçbir şey dengeli dağılmıyor, buna kitap okuma alışkanlığı da dahil. Yani Türkiye’nin bir kesimi çok okuyor, bir kesimi ise kitaptan bi’haber ve ne yazık ki, bu durum siyasi, mezhep, etnik vs. açılardan ikiye bölünmüş olan ülkenin tarafları arasındaki ayrılığı daha da derinleştiriyor. Tabir-i caizse kültür farkını...Ve bence bu durum en az etnik bölünme kadar tehlikeli... Çünkü “aynı dili” konuşma imkanımız ortadan kalkıyor yani iletişim kurma, birbirini anlama yani sorun çözme imkanımız...Birileri haklı olarak “iyi de küçük hanım asgari ücretle isen ne diyorsun” diyecektir. Desin de çünkü çok haklılar.İşte tam da bu yüzden burada devreye “o büyük dağıtıcının” yani devletin devreye girmesi ve mahalle kütüphanelerine önem verilmesi gerek. Ancak hafızamı yokluyorum yokluyorum ama bir türlü en son devlet testekli olarak hangi mahalleye kütüphane yapılmış hatırlamıyorum. Hatta bir şehre! Hep okulların, vakıfların kişisel çabaları söz konusu, onlar da kitap yardımı çağrısında bulunuyorlar. Gerçekten siz böyle bir haber hatırlıyor musunuz? Ama sanırım ben hiç böyle bir haber okumadım.
1) Listeme bir duayla başlamak isterim; Babamın toprağı bol, ruhu şad olsun. Ruhu en güzel duygularla dolup taşsın, cennetin en güzel köşelerinde sevdikleriyle beklesin bizi... 47 yıllık hayat arkadaşını, sevgilisini, eşini kaybeden anneme Allah sabır versin. Babasız kalan biz üç kardeşe de... Boğazımıza bir yumru gibi oturan o düğüm az da olsa çözülsün.2) 2013'te büyük bir kayıp yaşadım, bu yüzden 2014 üzerime çöken ağırlığı anlama ve sakinleşme yılı olsun.3) Uzun yürüşler yapmak, gördüğüm rüyaların üzerine düşünebilmek.4) Babamın adını yaşatmak için üç kütüphane kurmak.5) Puşkin'in geleneğinden gelen ama İngilizceyi de bir İngiliz'den bile daha iyi kullanan Nabokov'un eserlerini (bazılarını bir kez daha) okuyup edebiyatı üzerine düşünmek.6) Elimdeki tüm yarım işleri bitirmek, bürokratik işler de buna dahil.7) Yılbaşı gecesi tompala oynamak.8) Haftada bir gün evden burnumu bile uzatmamak. Bir kez daha izlemek istediğim yabancı dizileri izlemek.9) Daha çok çorba yapmak ve içmek.10) Kars'a ve Erzurum'a gitmek... Bu iki şehrin Rus Edebiyatı'ndaki izlerini sürmek.11) Yemek kültürü üzerine bir şeyler yapmak. Belki bir kitap, belki bir tv programı...12) Dalış yapmak,13) Ocak ayında birkaç günlüğüne doğaya kaçmak. İnzivaya çekilmek. Ağaçkakan görmek, çocukluğumla konuşmak.14) Kilo vermek, pilatese devam etmek.15) Twitter kadar Facebook'u kullanmaya da ağırlık vermek.16) Youtube için amatör, kısa filmler çekmek.17) St. Petersburg'a, Balkanlar’a gitmek.18) Yazın, derim buruş buruş oluncaya kadar sudan çıkmamak.19) 70 sonrası doğan Türk edebiyatı yazarlarını topluca okumak ve bir analiz yapmak.20) Banyoya müzik sistemi kurmak.21) Yeğenim Eren Can'la vakit geçirmek, ona sıkı sıkı sarılmak.22) İstanbul'un kütüphanelerini gezmek.23) Yıl boyu en az üç kere adalarda kalmak.24) Yedigöller'e yürüyüşe gitmek.25) Kayak yapmak, korkmamak.26) Daha erken kalkmak, evi kızarmış ekmek kokusu ile kaplamak. Her gün yeni bir şarkı dinlemeye devam etmek.27) Baharda çiçek toplamak, bir gelincik tarlasında yürümek.28) Daha çok şiir okumak, Turgut Uyar'a ağırlık vermek.29) Sezai Karakoç ve şiiri üzerine düşünmek, araştırmak, bulunduğu koordinatları yorumlamak.30) İçine atmamayı, istemeyi öğrenmek.31) Para biriktirmek.32) Faklı bilgisayarlarda duran belgeleri, fotoğrafları birleştirmek; ne var-ne yok görmek. Sonra da değerlendirmek.33) Fazla eşyaları ihtiyacı olanlara vermek.34) Beni kıranlarla yüzleşmek.35) Gezi Parkı'nda kitap okumak...
Çünkü onun resimleri, heykelleri veya diğer tüm işleri, sanat eseri ile izleyicisi arasındaki o “saygın mesafeyi” barındırmaz. Hatta şöyle diyeyim: Mirû, eserleri ile izleyicisini adeta oyun arkadaşı yapar. Zira onun için “Resim mağara adamlarının çizimlerinden beri çöküş içerisindedir.” Bu yüzden de işaret ve sembollerden oluşan dünyası ilkel denilecek kadar basittir ve ulaşmak istediği de saflıktır. Beyni, duyguları “bilgi” ve “kültür” tarafından biçimlendirilmemiş bir çocuğun saflığıdır bu ve böylesi bir saflık iktidar barındırmaz.Mesela bir Rönesans resmine bakarken, resimle aranıza giren o mesafeyi ve bu mesafe karşısında almanız gereken o “esas duruşu” Mirû’nun eserlerine bakarken hissetmeniz.Onun yarattığı evren öyle saf ve coşkuludur ki, ilk yaptığınız şey gülümsemek olur.Bu nedenle benim için, Mirû öncelikle gülümseme demek. Nasıl olmasın? Az sonra örgü sepetinden fırlayıp aramıza karışacakmış gibi saklanmış kedi, müzenin koridorlarını gezen kadınları bir an bile gözden kaçırmadan izleyen muzip küçük kuşlar, bulundukları yere sanki yüzyıllar önce konmuş gibi duran ama her an kanatlanıp elbisenizi renklendirebilecek sarı-mavi-kırmızı renkler... Hepsi gülümsüyor, müzeyi gezenler de... Yoksa dünyanın dört bir yanından Barselona’ya gelip bu sevimli dahinin Müzesi’ni gezmeye gelenlerin yüzünde benzer bir gülümsemenin olması nasıl açıklanır? Bambaşka geçmişe sahip bir Japon’la İngiliz’in aynı şeye bakarak benzer tepkileri vermesi...Bu yüzden Joan Mirû'nun Barselona’daki Müzesi’ni İstanbul’da açılan “Miro İstanbul’da” sergisinin hemen sonrasında gördüğüm için ayrıca çok mutluyum. Çünkü İstanbul’daki bir Türk’le bir Katalan farklı coğrafyalarda birbirinden habersiz, aynı şekilde gülümsüyordu. Kim bilir, belki de saflık tüm dünya insanlarını buluşturacak en üst kimliktir. Yani bir ayakkabı kutusuna saklanmış sevimli ve zeki bir kedinin bakışındaki o bilge derinliktir.
İKSV, Şişhane’deki binası Deniz Palas’ı Ekim ayında satılığa çıkarmıştı. Çünkü vakfın tam da binanın satın alınmasından ve restorasyonundan kaynaklanan büyük bir borcu vardı.Ancak bu karar duyulur duyulmaz, vakıf kamuoyunun büyük tepkisiyle karşılaştı.Hatta bu karar, AKM’nin şu anki “tanımsız" durumundan bile daha çok yazıldı.Geçen hafta Bülent Eczacıbaşı’nın satıştan vazgeçtiklerini açıklaması ve Eczacıbaşı Holding'in 46 milyon TL’lik bir bağışıyla vakfın borçlarının sıfırlandığını söylemesi üzerine de herkes derin bir “oh” çekti.Ancak burada biraz durup düşünelim isterim. Zira burada sadece bir binanın satışından bahsetmiyoruz. Çünkü Deniz Palas, İKSV Salon ve İKSV X Restoran dışında kamuya kapalı bir bina. Yani burası bir işyeri. Üstelik, 41 yıllık geçmişi olan İKSV, dört yıldır burada. O zaman bu tepkinin sebebi neydi? Bir vakıf ya da şirket başka bir binaya taşınıp gayrimenkulünü de satamaz mı? Bu onun en doğal hakkı değil mi? Bülent Eczacıbaşı’nın açıklamasını dinleyince anladık ki, bu her zaman geçerli değil: “Açıkçası böyle bir tepkiyi hiç beklemiyorduk ama kamuoyunun İKSV’yi ve değerlerini sahiplenmesi karşısında çok sevindik. Kararımızı etkileyen ise en sert yazıydı. O yazıda ‘Bir masanın etrafına oturmuş kadınlar ve erkeklerin aldığı karar’ deniyordu. Çünkü bu yazar arkadaşımız, kendini İKSV’nin bir parçası görüyordu ve bunu dikkate almamız gerekiyordu."Eczacıbaşı’nın bu güzel tespitine bir ekleme de ben yapmak isterim.Son yıllarda İstanbul baş döndürücü bir hızla değişiyor. Her yer inşaat halinde. Sabah bir uyanıyoruz köşedeki o iki katlı ev yok. Eskiden bu tür değişimler bizi rahatsız etmezdi çünkü hem bu kadar çok değildi hem de köyden kente göçün sonuçları daha tazeydi. İstanbul sahipsizdi. Şehir hoyrat kullanılıyordu. Herkes hâlâ Kastamonulu ya da Diyarbakırlı’ydı ama İstanbullu değil. Burası geçiciydi, yarın öbür gün memlekete dönülecekti. Zamanla o gelenlerin çocukları oldu. İstanbul’da doğup İstanbul’da büyüdüler, İstanbullu oldular ve kentlerine sahip çıktılar. Onlar “Evet” diyorlar; “o binanın sahibi sizsiniz ama bu şehir hepimizin ve sizin bir müşteriniz olmamızı istiyorsanız sizin de bu şehre dair anı ve değerlerimizi dikkate almalısınız.”Yani mesele bir bina meselesi değil ve ne güzel ki, bu mesajı işadamları ve sermaye grupları da okuyor.Selam Tuna!"Kumdan Kaleler" ismi, üniversite yılları 90'lara rastlayanlar için tatlı bir tebessümdür. Bir yerlerden "Bu aşk burada biter" şarkısının melodisi yükselmeye görsün, farkında olmadan o tarafa dönerdiniz. Şarkılarının sözlerini Metin Altıok ve Edip Cansever'in şiirlerinden seçiyorlardı. Bir de Tuna Kiremitçi isimli grubun bir üyesinden... Yıllar sonra Tuna Kiremitçi karşımıza bir yazar olarak çıktı. Ama ben dahil, 90'ların gençleri ona "Bu aşk bitmiyor, yok mu bir albüm" dedik. O da sonunda "Selam Yabancı" dedi. Albüm nasıl? Bence keyifli. Çünkü Tuna'nın bir arkadaşı, dostu olarak sesindeki heyecanı ve mutluluğu duymak bana da yansıyor. Bir de çıkış şarkıları olan "Tabanca"nın sözleri ve klibinde Ahmet Ümit romanlarında gibi dolaşıyor olmak da işin bonusu.
Her sene gözlemlendiği gibi bu yıl da fuara olan ilgi artarak sürdü. Öyle ki, Beylikdüzü’nde 10 km’ye varan araç kuyrukları oluştu, trafik durma noktasına geldi. Tekerlekli valizle fuara gelen ve satın aldığı kitapları içine koyarak taşıyan okur görüntülerini ise artık kanıksadık ya da tüm etkinlik programlarını ezberleyen, sevdiği yazarın imza kuyruğuna girip bir diğerine arkadaşını sokan profesyonel imzacılara da... Ancak, TÜYAP’ın bu fuarı biraz da sahiplenmesi gerektiğini düşünüyorum. Zira kitap fuarı TÜYAP’ın en çok reklam yaptığı, prestijini yükselttiği fuarı. Tüm gazeteler, kitap ekleri kitap fuarını birinci sayfalarından duyuruyor, etkinlik programlarını gün gün hatta internet siteleri sayesinde saat saat veriyor. TÜYAP’ın böylesi bir reklamı bilişim fuarıyla bile gerçekleştirdiğini sanmıyorum. Bu yüzden de TÜYAP’ın kitap fuarına biraz daha şefkatli davranmasını dilemekte sakınca görmüyorum. Zira hangi yayıncı ile konuşsam aynı şeyi söylüyor: “Çok kalabalık, sanat fuuarı ayrı bir fuara dönüştürülebilir. Bu sayede stantlar arasında kafelerin de yer aldığı daha modern, daha insani bir fuar gerçekleştirebiliriz.” Kafe kitap konsepti gerekYayıncılar haklı. Çünkü tüm gün imza kuyruklarında bekleyen, kitap satın alıp taşıyan (ki kitap ağır bir nesne) okurların dinleneceği, çay-kahve içip katalogları inceleyip, kitap eklerini yorumlayacağı “havadar”, “kokmayan” modern kafelere ihtiyaç var. Var olanlar hiçbir ihtiyaca seslenmiyor, üzgünüm. Benim kastım daha çok “kafe-kitap” konseptini taşıyan mekanlar ve bence onca yolu, elinde valizle fuara gelen o tutkulu okurlar bunu hak ediyor. Çok satar yazarların imzagünü yaptığı salonların ise bir an önce yazarlara layık bir görüntüye kavuşması gerek. 1980 öncesinin soğuk, devlet dairesi görüntüsünü andıran o salon, üzülerek söylüyorum, Türk edebiyatına yakışmıyor. Bir diğer sorun ise internet bağlantısı. Fuar alanından internet üzerinden yayın yapmak isteyen biri olarak, hem de wife bağlantımıza rağmen, yayın yapamadık. ADSL bağlantısı çekmeye çalıştık, olmadı. Çünkü fuarın alt yapısı buna imkan vermiyordu. Bir istek de, biz profesyoneller içinÖ Fuarın kalabalık olması harika. Umarım daha da dolup taşar. Ancak biz profesyoneller yani yayıncılar, çevirmenler, yazarlar, editörler sektörde ne olup bittiğini bu kalabalıkta göremiyoruz. Kaldı ki o an hepimiz kendi işlerimizle meşgulüz. O yüzden TÜYAP’ın bir günü profesyonellere ayırması gerek. Hele hele fuarın, uluslararası kimliği ile “sektöre yönelik” kimliği öne çıkartılmışken...Düşünsenize yayıncılar şu an, aynı anda hem Çinli yazarları ve yayıncıları tanımıya ve anlaşma yapmaya çalışıyor, hem kitap satıyor, hem yazarlarının panel, söyleşi ve imzalarını takip ediyor, hem de yayınevlerini yönetiyorlar. Kitap Fuarı’nın kendini bir kez daha yeninleme, modernleşme ve daha estetik bir yapı amaçlama zamanı gelmiş sanırım. Siz ne dersiniz?Not: Fuar alanı çok uzak. Anadolu yakasından ya da Taksim merkezden ulaşmak en az bir buçuk saat. Ancak fuara olan ilgi de bölgenin doğru olduğunu gösteriyor. Sanırım, Anadolu yakası için de bir fuar gerekli, mesela Kartal bölgesine.
Attila İlhan’la tam da şiirlerindeki gibi bir havada tanışmıştım. Sağnak bir yağmur yağıyordu. Henüz meslekteki ilk yılımdı. 13 yıl önce olmalı. Müdavimi olduğu Divan Pastanesi’nin kapısından ürkerek girmiştim. Üst-baş sırılsıklam, paçalarımdan sular süzülüyor. Şefkatli bir ifadeyle başını kaldırışını hatırlıyorum, o meşhur şapkası başında... “Geciktim, özür dilerim” demiştim, “Sorun değil çocuğum, ben de gazete yazımı yazıyordum.” Baktım, inci gibi bir yazı. “Ne güzelmiş yazınız, hiç hata yok” dediğimde, “Ben yazılarımı da şiirlerimi de önce aklımda yazarım, kalemi elime aldığımda aslında yazı çoktan bitmiştir. Yani başkaları gibi kağıt ve kalemle, kendini zorlaya zorlaya yazan şairlerden değilim.” Bu son cümleyle Attila İlhan’ın gerek poetik gerekse de ideolojik açıdan sık sık tartıştığı İkinci Yeni şairlerini başta Ece Ayhan olmak üzere taşladığını elbette anlamıştım. Üstelik birkaç ay önce Ece Ayhan’ı Çanakkale’deki evinde ziyarete gitmiş bir röportaj yapmayı başarmıştım. O röportajda da ben hiç konuyu getirmediğim halde dönüp dolaşıp Attila İlhan’a gelmiştik. “At üzerinden inmeden sevişmeyi” öğütleyen Ece Ayhan, “Boynuna o yeşil fuları sarma çocuk” diyen Attila İlhan’ı kast ederek şöyle demişti: “Biz insanla kapıştık. Ama o ısrarla ‘Sultan Galiyev’ diyor hâlâ.” O yağmurlu gün, Attila İlhan’a Ece Ayhan’ın bu sözlerini aktarmıştım. Şöyle demişti; “Cemal’i (Süreya) ve Turgut’u (Uyar) ondan ayırırım. Her ne kadar şiir anlayışlarımız uyuşmasa da severim onları. Ama Ece’nin ne yazdığı, ne söylediği anlaşılıyor. Madem bir şeylere karşısın, şunu açıkça söylesene, duyalım.” Bu iki büyük şair durup dururken bile konuyu birbirlerine getirip, kıyasıya eleştiride bulunsalar da, inanın onları dinlerken seslerinde ne bir şiddet vardı ne de uzlaşılmaz öfke. Bunu yazmak istedim, çünkü Attila İlhan’ın cenazesinde her kesimden insan olduğu, askerler de geldiği için kendisi bazıları tarafından çok sert anılmıştı. Hatta ismi lazım değil, kendisini Müslüman düşünür olarak tanımlayan bir şairimiz ve felsefe hocamız onun için “Yaşasaydı Ergenekon’dan içeri olurdu” bile demişti. Oysa Attila İlhan her ne kadar Sultan Galiyev diyen milliyetçi-sosyalist bir çizgiyi benimsese de kimsenin o yıllar yan yana bile görünmek istemediği Ahmet Kaya’nın Yusuf Hayaloğlu’ndan sonra şiirlerini en çok bestelediği şairdi. Hani, Kürtçe klip çekmek istediği için linç edilmek istenen ve ülkeden gitmek zorunda kalan, büyük vicdan azabımız Ahmet Kaya’nın... O yüzden bizlere “gece trenlerine binerken” dikkatli olmamızı öğütleyen “Üçüncü Şahsın” şairinin ölümün sekizinci yılında şunları demeyi borç bilirim: “Bir şair popülerleştikçe edebiyatından yitirir. Çünkü şiirleri slogan gibidir. Ancak bazı şairlerin şiirleri toplumun geniş kitleleri tarafından ezbere bilindiği halde, poetik (şiir sanatı) açısından da kıymetlidir. İşte onlar, şairliğin en üst mertebesinde otururlar ve asla ölmezler ve bu tür şairlerin sayısı inanın hiç fazla değildir.”
Bazı insanlar vardır; hep dört ayaklarının üstüne düşerler. Kiminde sanki şeytan tüyü vardır, nasıl bir mizaca sahipse artık sırtı yere gelmez. Bence Necip Fazıl da sırtı hiiiç yere gelmeyenlerden. Ama onunki, bir "şeytan tüyü"nden değil de kendine olan sevgisinden kaynaklanır sanki... Bu öyle bir sevgidir ki, bu sayede devlet ve aktörlerinin yer aldığı bir oyunda piyon gözüküp kendi oyununu oynamayı hep becermiştir. Aksi halde bir insan nasıl olur da, ideolojisi bugün bile yaşatılan Büyük Doğu Dergisi'sinde en hızlı İslamcı-milliyetçi-muhafazakar kesilip sonra da içki sofralarına oturmaktan rahatsızlık duymaz. Ya da yine bu dergide azınlıklar hakkında ırkçılığa varan sözler edip ardından Ermeni dostlarıyla kumar oynamaktan... Gerçi arada sırada köşeye sıkışıp Kamer Genç'in "çiçekleri suluyorduk" demesi gibi, bir yanıt verme zorunda hissettiği anlar da olmamış değil. 1951’deki kumarhane baskınında yakalandık-tan sonra söyledikleri gibi. Evet, Necip Fazıl kumarhanede basılmıştır ama kumar oynamak için değil, gazetelere kumarha-nelerle ilgili bir yazı yazmak için! Zaten daha sonra söyleyeceği gibi bu baskın Demokrat Parti'nin onun için düzenlediği bir komplodur! Bu arada, fark ettiğiniz üzere Necip Fazıl propagandasının yapıldığı üzere hiçbir zaman sadece DP'li olmamıştır. Ve elbette CHP karşıtı da. Her iki partinin örtülü ödeneklerinden aldığı paralar ve buna uygun yazıları pek bir meşhurdur. Necip Fazıl'ın "ırkçı", "cinsiyetçi" fikirleri hariç bu çelişkili kişiliğinin benim için hiçbir sakıncası yok. Hatta onun, her daim bireyi kullanan devlet isimli aygıtı kullanma becerisi karşısında gülümsemeden edemem. Çünkü bana göre asıl becerisi konjönktürü iyi okuması ve bu sayede en iyi pozisyonu alabilmiş olmasıdır. Ama ona bu pozisyonu sağlayan, konjönktürün hep bir de bağımsız değişkeni oldu: Nâzım Hikmet. Zira, Nâzım'ın kitleleri peşinden sürükleyen büyük yeteneğine karşı hükümetler, sağ politikalar her daim kendine bayrak yapacağı bir şair arayıp durdu. Ve bence Necip Fazıl, bu arayışta "Çare Necip" dedirtip "kendi oyununu" oynadı. Bu yazıyı İBB Şehir Tiyatroları' nın 100’üncü yaşını üç yeni oyunla kutlaması üzerine kaleme aldım. Zira bu üç yeni oyundan ikisi Necip Fazıl ve Nâzım Hikmet'e ait. Belli ki, şehir tiyatroları, oyun türünde pek parlak ürünleri olmayan Necip Fazıl'dan oyun koymak ve tepki çekmemek için (hem de sadece 3 oyundan biri olarak) Nâzım'a da yer vermiş. Şahsen Nâzım'ın yerinde olsam, bu durumdan fena halde sıkılır; "Bu kadar da gölgemden faydalanma" derdim ama bir yandan da bilirdim, söz konusu Necip Fazıl o her daim kendi oyununu oynamayı bilir!