Çünkü onun resimleri, heykelleri veya diğer tüm işleri, sanat eseri ile izleyicisi arasındaki o “saygın mesafeyi” barındırmaz. Hatta şöyle diyeyim: Mirû, eserleri ile izleyicisini adeta oyun arkadaşı yapar. Zira onun için “Resim mağara adamlarının çizimlerinden beri çöküş içerisindedir.” Bu yüzden de işaret ve sembollerden oluşan dünyası ilkel denilecek kadar basittir ve ulaşmak istediği de saflıktır. Beyni, duyguları “bilgi” ve “kültür” tarafından biçimlendirilmemiş bir çocuğun saflığıdır bu ve böylesi bir saflık iktidar barındırmaz.
Mesela bir Rönesans resmine bakarken, resimle aranıza giren o mesafeyi ve bu mesafe karşısında almanız gereken o “esas duruşu” Mirû’nun eserlerine bakarken hissetmeniz.
Onun yarattığı evren öyle saf ve coşkuludur ki, ilk yaptığınız şey gülümsemek olur.
Bu nedenle benim için, Mirû öncelikle gülümseme demek. Nasıl olmasın? Az sonra örgü sepetinden fırlayıp aramıza karışacakmış gibi saklanmış kedi, müzenin koridorlarını gezen kadınları bir an bile gözden kaçırmadan izleyen muzip küçük kuşlar, bulundukları yere sanki yüzyıllar önce konmuş gibi duran ama her an kanatlanıp elbisenizi renklendirebilecek sarı-mavi-kırmızı renkler... Hepsi gülümsüyor, müzeyi gezenler de... Yoksa dünyanın dört bir yanından Barselona’ya gelip bu sevimli dahinin Müzesi’ni gezmeye gelenlerin yüzünde benzer bir gülümsemenin olması nasıl açıklanır? Bambaşka geçmişe sahip bir Japon’la İngiliz’in aynı şeye bakarak benzer tepkileri vermesi...
Bu yüzden Joan Mirû'nun Barselona’daki Müzesi’ni İstanbul’da açılan “Miro İstanbul’da” sergisinin hemen sonrasında gördüğüm için ayrıca çok mutluyum. Çünkü İstanbul’daki bir Türk’le bir Katalan farklı coğrafyalarda birbirinden habersiz, aynı şekilde gülümsüyordu. Kim bilir, belki de saflık tüm dünya insanlarını buluşturacak en üst kimliktir. Yani bir ayakkabı kutusuna saklanmış sevimli ve zeki bir kedinin bakışındaki o bilge derinliktir.
Miro'nun saflığı
Jean Mirû için “Sürrealizmi dünyaya sevdiren ressam" denir.
Haberin Devamı