- Nezahat Gökyiğit Botanik Bahçesi'nde gitsek... Otoyolun arasında bir vaha gibi duran bu güzel bahçede dolaşsak. Dünyanın ve Türkiye'nin dört bir yanından gelen bitkileri görsek. Mesela 1890 yılında Japonya'dan geri dönerken batan Ertuğrul Fırkateyni'nde ölen 587 denizci anısına dikilen 587 Japon kirazı ağacını görsek. Ya da tüm dünya ve Türkiye'nin dört bir yanından getirilen meşe ağaçlarını... Gördüklerimiz karşısında etkilenip bahçenin bitki ressamlığı veya bahçıvanlık kurslarına yazılsak. Baharda balkonumuzda ya da bahçemizde çiçek açtırsak. (Ataşehir, Fatih Sultan Mehmet Caddesi, TEM Anadolu Otoyol Kavşağı)- Baudelaire'in ünlü "Kötülük Çiçekleri" şiirini okusak.- Tarihi Yarımada’ya gitsek. Eminönü Yeni Cami'nin önünde dursak, güvercinlere yem atarak oyalansak, gelip geçeni seyretsek. Tembellik yapsak. Sonra Mısır Çarşısı'na yönelsek. Aktarları gezsek; bitki çayları alsak. Elma çayını tercih etsek, yanında çubuk tarçın almayı ihmal etmesek. Ardından peynircilere gitsek. Türkiye'nin dört bir yanından gelen peynirleri, zeytinleri seyretsek. Aklımıza Artun Ünsal'ın o muhteşem kitapları gelse; "Türkiye'nin Peynirleri/ Süt Uyuyunca" ve "Ölmez Ağacın Peşinde; Zeytin." Sonra Türkiye'nin dört bir yanını gezip araştırarak işini yapan Dorukoğlu'na girsek; tatsak-alsak, tatsak-alsak... Peynirler üzerine uzun uzun konuşsak... Hatta bir de çay söylesek, sohbeti derinleştirsek.Duke Ellington ve güzel kızlar- Oradan Tophane'ye geçsek... Nargilecilere takılsak, tavla attırsak. Acemiysek de oynasak, hamle saysak, karşımızdaki usta oyuncuyu delirtsek, bir de üstüne kazansak. Çıkışta Boğazkesen Caddesi'ndeki Mixer'e gitsek. Dokuz sanatçının "Salt Soyut" isimli sergisini gezsek. Her şeyin örneklerle anlatılıp somutlaştırıldığı bir dünyada soyutlayarak anlatmanın provakatifliği üzerine düşünsek.- Pazar günü saat 11.00'de radyoyu açsak, frekansımızı Joy FM'e ayarlasak, güne "Kerem Görsev'le Caz" programıyla başlasak. Aklımıza genç yaşta öleceğini bilerek ama dolu dizgin yaşayan Boris Vian ve onun "Günlerin Köpüğü" romanı gelse. Daha doğrusu "Gelmiş geçmiş en güzel aşk romanı" olarak anılan bu kitabın başındaki cümleyi hatırlasak; "Hayatta iki gerçek şey vardır; biri Duke Ellington'un müziği, diğeri tüm güzel kızlarla sevişmek..." Vian'ın bu ünlü caz sanatçısına olan hayranlığını düşünüp gülümsesek.- Boris Vian'ın hayatı gibi kısacık hayat süren iki şairin hikayesini izlesek.Yani "Kelebeğin Rüyası"na gitsek... Biri 22’sinde, diğeri 25’inde ölen Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu'nun hüzünlü hikayelerini görsek. Çıkışta bu iki şairi daha iyi tanımak için yeni çıkan "Mektubun Avcumda" kitabını alsak. Veremden muzdarip Rüştü Onur'un öleceklerini bile bile evlenmeye ikna ettiği tifo hastası karısına yazdıklarını okusak. Hatta evlilikleri sadece üç ay sürebilen bu âşıkların Ortaköy’de yan yana yatan mezarlarını ziyaret etsek. Güzel dualar ve dileklerde bulunsak. Rüştü Onur'dan iki güzel satır okusak.
- Kahvaltı yaparken güzel bir şeyler okusak. Mesela VatanKitap gibi. Yazarların imza günleri dosyasını baksak, imzalarından yazarların kişilik analizlerine ilişkin yorumlar yapsak.- Elbette sinemaya gitsek ve Lincoln'ün hayatını izlesek. Tarihin en büyük politikacılarından, siyah-beyaz ayrımını sona erdirmek için büyük mücadele veren Lincoln'ün hayatını bir de Steven Spielberg'in üslubundan görsek. Lincoln'den, onun cesareti ve ahlaki değerlerinden etkilenip çıkışta bir biyografi kitabını alsak. Tercihimizi de; yaşarken efsaneleşen Gore Vidal'in kaleme aldığı Lincoln'ünden yapsak.- Doymasak bir başka hikaye daha izlesek; Penguen Kral'a gitsek.- Kariye Müzesi'ne gitsek. Ama bu güzel müzeden içeri girmeden önce, insana "buradan bir ev tutmalıyım" hissi yaşatan bu küçük meydanı bir dolaşsak. Hatta bir kahve içsek, dükkanlara girip çıksak sonra da Bizans dönemine ait, en güzel fresk ve mozaiklerini görsek. Hz. Meryem'in İncil'de yer almayan hikayesi de dahil olmak üzere Hz. İsa'nın hayatındaki olayları tıpkı bir çizgi roman gibi mozaik ve fresklere bakarak okusak. - Çıkışta, Asitane Restoran'a gitsek. Topkapı, Dolmabahçe ve Edirne Saray mutfaklarının malzeme masraf kayıtlarından yola çıkarak, "şu kadar kıyma şu kadar soğan alınmış, demek ki şöyle bir yemek yapılmış" bakış açısıyla ve deneme yanılma yöntemiyle ulaşılan Osmanlı yemeklerini yesek. Tatlılarla keyfimize keyif katsak...- Dolu bir mide ve mutlu bir ifade ile biraz yürüsek, Fener-Balat'a doğru salınsak. Tarihi sokakları, kiliseleri, sinagogları dolansak. Vodina Vaddesi'ndeki bir Sinan eseri olan Tahta Minareli Cami'ye selam versek, Patrikhane'yi geçip Cibali tarafına uzansak; burada küçük iki katlı eski bir evin önünde dursak. Duvara iliştirilmiş levhayı okusak; "Orhan Kemal bu evde yaşadı" diyen yazıyı. "Eskici ve Oğulları"nın, "Hanımağa"nın bu evde yazıldığını anlasak, bugün kitapları çok satanlar listelerine giren, romanları dizilere uyarlanan yazarın ne şartlarda yaşadığını anlamaya çalışsak...- Akşama da biraz eğlensek... Roxy'ye gitsek. Tuborg Gold ile birlikte düzenlediği Gold’N Rock etkinliği kapsamında Aylin Aslım, Hayko Cepkin DJ Performans'ına katılsak. Coşsak, dans etsek, bizi üzenlere, kıranlara mutlu olarak yanıt versek.
Evden çıkmasak. Kitap okusak, film seyretsek. Çay demlesek, yumurtalı ekmek yapsak. Üstüne krem peynir sürsek, kafamızı kaldırmadan okusak. Hangi tür kitapları seviyorsak, onları okusak. Kendimizi kasmasak. Şu yazarın kitabı çıkmış, "okumalıyım" demesek.- Aşk romanı okusak... Adam kadını bir öpse ve sayfalar geçse, romantik hayaller kursak.- Veya tam tersini yapsak, gerilim okusak. Mesela Grange'nin "Sisle Gelen Yolcu"sunu. Ürpersek, heyecanlansak... Yetmeyip "Kızıl Nehirler"i veya "Kurtlar İmparatorluğu"nu izlesek...- Kanepeye yerleşip "Oscar Günü" yapsak. Aday filmlerin DVD'leri ile bir not defteri alsak. Puan cetveli hazırlasak. Arada kalkıp mısır patlatsak, bira içsek veya çay demlesek.- İstanbul Modern'e gitsek. “Modernlik? Fransa ve Türkiye’den Manzaralar” isimli sergiyi gezsek. Sonra bu serginin uzantısı olan temmuzda ölen Fransız sinemacı Chris Marker’ın 13 filminden rastgele seçip seyretsek.- Tabii müzenin o güzel kafesine gitsek. Karşı kıyıyı ya da cruise'ları seyretsek. Çekip gitmeyi düşünsek. Tatil hayalleri kursak, çıkınca da tatil mekanları üzerine kurgulanan müzenin diğer sergisini, "Lütfen Rahatsız Etmeyin"i gezsek. Serginin kataloğuna baksak, alabilirsek alsak. Mimar Hasan Sökmen'in tasarladığı, açıldığında büyük sükse yapan Mardan Palace Oteli’nin planlarını incelesek, lüksün boyutları üzerine düşünsek...- Süleymaniye'ye gitsek. Süleymaniye Cami'ni gezsek, Mimar Sinan'ın üzerinde pergel şekilleri olan mezarını görsek. Çıkışta da tam karşı köşedeki lokantada İstanbul'un en iyi kuru fasulyesini yesek. Ekmek bansak, hem de beyaz ekmek. Cacık ve turşu da... Doktorumuza söylemesek. Felekten bir öğün çalsak.- Kitapçıya gitsek. Yeni, eski, az satar, çok satar kitapların arasında dolaşsak. Almasak da dolaşsak, bunu alışkanlık yapsak. Okuyacağımız kitapların hayali ile sokaklarda yürüsek. Kafamızda hikayeler tasarlasak.- Pera Müzesi'ne gitsek. Hatta orayı hiç ihmal etmesek, Odakule'ye her yolumuz düştüğünde kapısını açsak. Hâlâ görmediysek Greta Garbo’dan Marilyn Monroe’ya ünlülerin unutulmaz karelerini çeken Nickolas Muray'ın sergisini gezsek. Tabii Ürdün Ulusal Güzel Sanatlar Galerisi’nden getirilen "Çöl ve Deniz Arasında" isimli sergiyi de... Michel Tournier'in "Altın Damla"sını ya da Paul Bowles'un unutulmaz romanı "Esirgeyen Gökyüzü"nü okusak.- Kuledibi'nde (Galata Kulesi) çay içsek, simit yesek.- Koska helva alsak, Maçka-Taşkışla teleferiğine binsek.
Türkiye'de her 10 günde bir yeni bir bitki türünün keşfedildiğini biliyor muydunuz? Tüm Avrupa kıtasında şu ana kadar keşfedilen 13 bin türe karşılık Türkiye sınırlarındaki bitki türü sayısının 10 bin olduğunu... Ama bu zenginliği tüm dünyaya ilan eden, kayıt altına alan, tescilleyen bir kitabın da olmadığını...Elbette birileri "Her bir derdimiz bitti de bir yeşillik ayıklamadığımız kaldı" diyecektir. Desinler, hatta onlar kesilen ağaçların yerine dostlar yeşil görsün diye "halı saha" halısı döşeyen Gaziantep Belediyesi gibilerinin zihniyetleri ile bir araya gelip yaşasınlar. Neyse... Durum şu; Türkiye hem Rusya, hem Akdeniz, hem Orta Doğu iklim ve florasından etkilenen ilginç bir coğrafya. Bu da türlere yansıyor. Bu zenginliği biz yeni keşfediyoruz. Mesela Cumhurbaşkanı Abdulah Gül'ün de himayesiyle "Türkiye Bitkileri Listesi/ Damarlı Bitkiler" yazılmaya başlandı. Flora Araştırmaları Derneği çatısı altında, ANG Vakfı ve Nezahat Gökyiğit Botanik Bahçesi desteğiyle yürütülen çalışmanın 10 binden fazla türü barındırması bekleniyor. Cumhuriyet'in 100. yıldönümü olan 2023 yılında bitirilmesi hedeflenen kitap, 28 cilt olacak ve 16 milyon TL'ye mal olacak. Altını çizmek isterim ki, akademisyenlerin hiçbiri telif istemedi. Hepsi projeyi duyar duymaz "varız" diyerek kolları sıvadı. Kitabın, 1290 sayfadan oluşan ilk cildinin sponsorluğunu da İş Bankası Kültür Yayınları üstlendi. Yani şimdi sırada diğer 27 var. Bu yüzden Anadolu şirketlerine ve işadamlarına seslenmek isterim. Çünkü bu kitap Anadolubitki örtüsünü günışığına çıkaracak. Bu toprakların zenginliğini...Not defterinden...* Hayat Okulu'nu okudunuz mu?Okul, üçgenin alanını hesaplamayı öğretir ama hayatı anlatmaz. Alain de Botton, bunu fark ederek Londra'da "Hayat Okulu"nu kurdu. Bu okuldaki dersler, şimdi altı başlıkta kitaplaştı. Botton'un ders konusu ise "Cinselliğe Nasıl Farklı Yaklaşırız?" (Sel Yayıncılık) * Piri Reis tasarımlarıPiri Reis'in ünlü haritası Topkapı Sarayı'nda sergileniyor. BKG (Bilkent Kültür Girişimi) de sergiyle ilgili olarak özel tasarım hediyelik ve yan ürünleden oluşan çok özel bir koleksiyon tasarladı. Ben Piri Reis tişörtleri, kol düğmeleri ve mektup açacağını çok beğendim ve aldım. * Kış yelken trofesi12’incisi düzenlenen Türkiye’nin en uzun Yelken Kış Trofesi, TEB Özel Bankacılık’ın desteği ve The Marmara'nın sponsorluğunda başladı. Bodrum Açıkdeniz Yelken Kulübü, tarafından ilk ayağı 19-20 Ocak tarihleri arasında gerçekleştirilen yarışın ikinci ayağı 9-10 Şubat tarihlerinde.
Bu soru Alain de Botton'a ait. Ünlü yazar, "Cinselliğe Nasıl Farklı Yaklaşırız" kitabında, insanın en gizemli, karanlık ve karmaşık yönünü ele almış. Ve yine çok zor ve entelektüel bir konuyu herkesin anlayacağı bir dille anlatmayı başarmış. Üstelik konuyu basitleştirmeden ve ucuzlatmadan... Kitap her şeyden önce cinselliğin hayatımızdaki yerinin büyüklüğünü ve önemini ortaya koyuyor ki, bunu da en iyi "Seks güdümüz olmasaydı, ne olurdu" sorusuna yanıt aradığı "Sonuç" bölümüyle yapıyor. Sahi seks güdümüz olmasaydı, ne olurdu? * Alain de Botton, bahsetmemiş ama her şeyden önce tecavüz diye bir şey olmazdı. Yani bir cinsiyetin diğer bir cinsiyet üzerindeki en büyük silahı... Bu da kadın ve erkeği eşit kılardı. * Bu eşitlikten ötürü de tüm dünyadaki devlet, şirket ve kurumların yönetim biçimleri bambaşka olurdu. * Ahlak ve namus algımız tamamen farklı olurdu. * Aşk olmazdı. * Dolayısıyla "aradı, aramadı, değer veriyor, vermiyor" diye düşünmek, kaygılanmak da... * Bu durumda da daha sağlıklı ve mutlu olurduk. * Elbette sekse ayrılan vakit boşa çıkardı. * Sevgili bulabilmek için kurslara yazılmaz, barlarda dolaşmazdık. * Sonra kesinlikle tüketim kültürü bu kadar baskın olamazdı. Çünkü Botton'un da kitapta altını kalın çizgilerle çizdiği üzere marka kıyafetler, pahalı arabalar, tasarım harikaları biraz da karşımızdaki kişiye ya da potansiyel sevgililerimize "beni seç, daha iyiyim" mesajı göndermektir.* Aldatma ve aldatılma olmazdı. * Bu durumda her faninin tattığı aldatma ve aldatılmanın yarattığı acı, vicdan azabı gibi şeylerden bihaber olurduk. Elbette ahlak kuralları da tamamen değişirdi.* Sanırım kimse spor dahi yapmaz, sonuçta olimpiyat oyunları bir bilim-kurgu romanı olurdu. Tabii Alain de Botton'un dediği gibi hayat çok ama çok sıkıcı olur; sanat bile olmazdı. * Ama en önemlisi yaralanmaz varlıklar olur bu da bizi daha tehlikeli bir tür kılardı. Kendi türümüzü de diğerlerini de çoktan yok etmiş olurduk. * İyiki varmış da yaşıyoruz!Her yıl için 1 TLİKSV 40. yılını kutlamaya özel bir kitapla devam ediyor. Tasarımını Bülent Erkmen'in yaptığı kitap, İKSV'nin kırk yıllık tarihine, kuruluşuna tanıklık etmiş 370 kişinin deneyimlerini, anılarını içeriyor. İlkay Baliç ve Didem Ermiş'in sözlü, yazılı görüşmelerle, arşiv taramalarıyla kaleme aldığı kitap, her şeyden önce İKSV gibi son derece önemli bir kurumun tarihini ölümsüzleştirdi. Dahası Türkiye'nin 40 yıllık sanat ve kültür hayatına iz bırakanları, festivalleri, sanat eserlerini de... Bazı kişiler 40 TL olan kitabın fiyatını yüksek bulabilir. Ama küçük bir hesap yaparsanız her yıla 1 TL düştüğünü görürsünüz. İKSV'nin ülkeye katkılarını dikkate alırsak, her yıl için 1 TL, çok mütevazı değil mi?
Geçen gün, Nişantaşı’nda Belçikalı bir dilenciye rastladım. Ciddiyim. Adam “Do you speak English?” diye geldi, Taksim’den Şile’ye kadar bir güzergah yapmış onu anlattı. Sonra da parası yokmuş, onu söyledi ve 24 TL istedi. Gerçekten ihtiyacı var mıydı, yok muydu bilemediğimizden 10 TL ve bir de metro jetonu verdik. Bu tuhaf durumun benim için bir başka anlamı daha vardı: Demek ki İstanbul gerçekten Avrupa ve Ortadoğu’nun cazibe merkezi olmuştu. Yani adımımızı attığımız yerde bir turiste rastlamamız geçici bir değişim değildi. Bu harika bir şey. İyi de bu insanlara ne sunuyoruz? Gündüz tarihi eserler, saraylar, camiler, kiliseler; akşamları da rakı, kebap, dansöz mü? Bu şekilde bu gelişme devam edemeyeceğini kestirmek zor olmasa gerek. Ben gittiğim ülkelerde, aklımdan çıkmayacak gösteriler de görmek isterim. Mesela bir müzikal... Oysa festivaller olmasa seyrettiğimiz her şey yerli malı. Oysa sanat insanın zihnini dünyaya açan kapı değil mi?Bu yüzden, kültür ve sanat dünyası ile iş hayatı arasındaki mesafeyi azaltan girişimler, etkinlikler beni umutlandırıyor. Şöyle diyeyim; İKSV’nin, Borusan’ın, Sabancı Müzesi’nin, İstanbul Modern’in, Santral İstanbul’un bu topluma katkısı zor ölçülür. Ne güzel ki, artık bu çabalar genişliyor da... Mesela Zorlu Grubu da artık kültür-sanata katkıda bulunuyor. Biliyorsunuz; inşaatı süren Zorlu Center’da 50 bin metre karelik bir alan sadece ve sadece Performans Sanatları Merkezi’ne ayrıldı. Böylece dünyaca ünlü müzikalleri, operaları, oyunları izleyeceğimiz bir mekan olacak İstanbul’da. Ayrıca Zorlu yayın dünyasında da faaliyet gösteriyor. Bunu yaparken de varolan yayınevlerine rakip olmak yerine aksine pek çok yayınevinin maliyetini çok yüksek bulacağı için yayınlamayı düşünmeyeceği kitaplar yayımlıyor ki, bunlardan sonuncusu; “Making of: Architectural Objects!” Yani mimari malzemelerin özellikleri üzerine bir kitap bu. Fotoğraf sanatçısı Cemal Emdem’in 65 bin km yolk at ederek, 12 ülkedeki 24 farklı lokasyonda çektiği 2 bine yakın fotoğraftan seçilerek hazırlanan çok ilginç ve benzeri olmayan bir kitap bu. Özellikle mimarlık, mühendislik fakültelerinde okuyanlar için eşsiz bir kaynak olan kitaba elbetteki, dünya akademik ve mimari çevrelerinden ilgi çok büyük. Çünkü benzeri yok. Umarım benzeri bir bakış açısı iş dünyası içinde hızla yayılır. Aksi halde açılışlarda sırf sahnesi iyi diye ama iki yıl sonra kimsenin hatırlamayacağı şarkıcıları dinlemeye devam ederiz...Organ bağışı için güzel haber!Bu hafta iş dünyasından bir başka güzel haber daha aldım. Türkiye Moda ve Hazır Giyim Federasyonu (TMHGF) organ bağışı için Sağlık Bakanlığı’nın da desteğiyle bir platform kurdu. Bu amaçla düzenledikleri toplantıda ben de konuşmacıydım. Açıkçası ilk kezbir şeyleasıl bir şeylerin değişebileceğine inandım. Çünkü bu kez meseleye çok Pratik açılardan çözüm arandığını gördüm. Mesela din adamları ile neler yapabiliriz, okullarda bu yönde nasıl bir eğitimde bulunabiliriz, medya ile nasıl bir ilişki geliştirmeliyiz gibi... Bu platform düşündüğü, gerçekleşmesi için bulunduğu sektörü ve diğer aktörleri harekete geçirdiği için TMHGF Başkanı Hüseyin Öztürk’e gerçekten çok teşekkürler. Umarım siz de “Can Dostu” isimli bu projenin dostu, destekçisi olursunuz... Gelişmeleri facebook’tan takip edebilirsiniz.Sanat notları3 İzledimAlbert Camus’nun “Sıkıyönetim” isimli oyunu Bakırköy Belediye Tiyatroları’nda sahne alıyor. 3 OkudumMetin Altıok’tan Zeynep’e Mektuplar/ Kırmızı Kedi Yayınları3 İndirdimBir türlü kendini çekip çeviremeyenler için harika bir iPad uygulaması; iAccomplishBurhan Doğançay: Büyük duvar ustası, metalleri kurdelere çeviren büyük ressam toprağın bol, ruhun şad olsun!
Her alanda olduğu gibi edebiyat ve kitap piyasasının da trendleri, akımları var. Örneğin 1990’ların sonu, 2000’lerin başı tarihi romanlar dönemiydi. Ann Chamberlie’in “Safiye Sultan”ı ile başlayan yerli yazarlardan Hıfzı Topuz’un romanlarıyla devam eden bu fırtınayı komplo teorisi kitapları izlemişti. Elbette bunda 11 Eylül saldırısının etkisi büyüktü. Tarihi romanlardan komplo teorisi kitaplara geçiş kitabı ise tarihin en büyük komplosunu ele alan “Da Vinci’nin Şifresi”ydi. Ve hemen ardından tüm dünyada olduğu Türkiye’de de komlpo teorisi kitaplar adeta mantar gibi yayılmaya başladı. Hatta komplo teorisyeni diye bir yazarlık türü bile doğdu. Ekranlarda hemen her gece bu kişilerin konuk olduğu programlar yer alıyor, sadece bu tür kitaplar yayımlayan yayınevleri bile kuruluyordu. Sonra listeler de bir anda Stephanie Mayer adlı bir yazar görülmeye başlandı. Yazarın “Alacakaranlık” serisi ile artık kadınların yeni beyaz atlı prensi vampirler olmuştu. Sonsuz aşkı, karanlık erkek kişiliklerde arayan bu romlanlardan sonraki yeni moda ise erotik romanlar. Vampirlerden erotimze geçişir kitabı da “Grinin Elli Tonu” oldu. Türkiye’de +18 ibaresiyle basılan bu kitabın açtığı kapıdan şimdi yeni kitaplar hızla piyasaya çıkıyor. Peki bu fırtınanın etkisi ne kadar sürer, hangi yayınevi hangi kitapları yayımlıyor? İşte yayıncıların yorumları: Görüşler Deniz Yüce Başarır (Doğan Kitap) Erotik romanlar yayıncılık dünyasının vazgeçilmezlerinden. Türkiye’de olmasa da Avrupa ve özellikle Amerika’da öyle... Ama geçtiğimiz yıla kadar kapaklardan erotizm akmıyor ve herkesin elinde değildi. Fakat fuarlarda zengin bir portfolyayla karşılaşıyorduk. Grinin Elli Tonu ile birlikte duruşları, tavırları değişti ve yaygınlaştı. Önce bu alanda kalem oynatan birçok yazar da tanınmaya ve geniş kitlelere ulaşmaya başladı. Batu Bozkurt (Altın Kitaplar) Erotik edebiyat akımı geçen yıl başladı ve hızla yayıldı. Türkiye’ye de E. L. James’in “Grinin Elli Tonu” ile geldi. Altın Kitaplar olarak biz de Indigo Bloom’un Avalon Üçleme’sini 2013 listesine aldık ve serinin ilki ‘Oyuna Var mısın?’ı yayınladık. Ancak bu fırtına ne kadar sürer? Komplo teorileri, vampir kitapları gibi uzun soluklu olmayacak... Yelda Cumalıoğlu (Destek Yayınları) Beş-altı yıldır kişisel gelişim, kuantum, gerçek aşkı vurgulayan tasavvuf kitaplarına ve sonsuz aşkı arayan Vampir romanlarına ilgi vardı. Şimdi bunların tam zıttı olan şehvet, hazzı içeren erotik kitaplar modası birkaç sene sürecek. Taa ki yerini yeni bir dalga alana dek! Bir yayıncı olarak biz de erotik kitaplar trendini elbette gözlüyoruz.Hatta Can Pap’ın “Komşunuz Mehmet Yatak Odasından Bildiriyor” kitabını bastık, ilgi de fena değildi. Hasret Parlak (Nemesis Kitap) Satış açısından “Grinin Elli Tonu” kadar başarılı bir örnek daha çıkacağını sanmıyoruz. Uzun vadede ağırlık vermek istediğimiz bir tür değil. Piyasanın gerisinde kalmamak için türe uygun iki kitabın teliflerini aldık. Ama içerik olarak piyasadakiler kadar sert değil. Ayrıca erotik romanlar orta vadede birbirinin tekrarı olarak itici hale gelmeye başlayabilir.
Cumhuriyet ideolojisi “oku adam ol” der, İslam “oku!"Buna rağmen memlekette kitabın düşmanı da boldur. Sadece kitabın mı, heykelin, resmin, tiyatronun... Ama elbette bu düşmanlık topyekün değildir. Yani kimse çıkıp “Memlekette resim yasaklansın” dememiştir. Ama nü bir sergi bir anda bitiverir. Gerekçe ise hep aynıdır; o kitap ya da eser kültürümüze uygun değildir. Oysa, az önce dediğim gibi bu ülkenin iki kültür bileşeni de "oku" der ve ayrım gözetmez. O zaman... O zaman ortada bir başka kültür daha var, her kültürden işine gelen kısımları cımbızlayarak kendini oluşturan. Ve bence Türkiye asıl onun yarattığı bir iç çatışmayı yaşıyor; lümpenliğin. Emin olun, ısrarla kimse bunun adını anmayacak ve her türlü mesele gibi bu da "Laik-İslam çatışması" olarak tanımlanacak. Tıpkı Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Huzur" romanında "Batı'nın Mozart'ı varsa bizim de Itri'imiz var" dediğini sanmak ya da bilinçli olarak yalan söylemek gibi. Oysa Tanpınar'a göre Itri'yi dinleyen Mozart'tan da keyif alır. Haklıdır da emin olun, bunu diyen hayatında Itri dinlememiştir. Tıpkı bir zamanlar Televole izleyip "Belgesel seyrederim" diyenler gibidir onlar. Sadece bugün kafayı "Fareler ve İnsanlar"la bozmuştur, yoksa Gazali okumak istediğinden değil. Yani bu yasakçı, sığ, indirgemeci zihniyet hep vardı. Ama bugün değişen bir şey var; çok daha küstah. Peki bu lümpenlik nasıl oldu da kadar yaygınlaştı? Birileri, devletin son yıllardaki kültür ve sanata olan yaklaşımından olaylar bu noktaya geldi, diyecektir. Haklılar da. Kimse haksız olduklarını söyleyemez. Birileri ise biraz daha geriye gidip "12 Eylül darbesinin yasakçı zihninin devamı bunlar" diyebilir. Olabilir. Birileri de meseleyi daha da derine götürecek, Cumhuriyet ideolojisi, harf devrimi falan diyecektir. Kökümüzden koptuğumuz için insanlarda Latin Harfleri ile yazılan kitaplara tepki geliştiğini falan... Böylece tartışma İslam-Laik çatışmasına getirilip kör düğüm edilecektir. Mesela Milli Eğitim Bakanı'nın "Şeker Portakalı"nı okutan öğretmeni arayıp "Çocuklara kitap okutarak ne faydalı şeyler yapıyorsunuz" demesini istemeyecek. Tartışıp duracağız. Ama başka şeyleri. Çünkü... Sadece son yıllarda değil öncesinde de kültür-sanat bu ülkede sevilmedi, aşağılandı. Türkiye'nin en çok okunan köşe yazarlarından biri utanmadan bazı yazarlara "entel-liboş" dedi. Kitaplar okunmadan eleştirildi; "Ben onu okuyamıyorum, çok kötü." Hele bütün suçu Netekim Paşa'ya atmak... Şaka mı yapıyorsunuz? Sanki darbe öncesinde memlekette anne-babalar çocuklarını müzelere götürür, futbol konuşmak yerine kitap okurmuş gibi. Oysa hemen yukarımızda Rusya, kadınları başka ülkelerde bedenlerini satacak kadar acılar çekerken, çaresizlik içindeyken kimse çıkıp suçu "Fareler ve İnsanlar"a atmadı. Hele harf devrimi meselesi... Sahi Latif Alfabesine geçmeyen İran'da ya da Suudi Arabistan'da kitap sevgisi çok mu yüksek, edebiyat patlaması mı yaşanıyor? Bu duruma elbirliği ile geldik. Küçük çıkarlarımız için yaptığımız seçimlerle bu yasakçı kültürü inşaa ettik. Şimdi şoktayız; "Ama bu kadarı da olmaz!" falan diyoruz. Niye? Chuck Palahniuk'un "Ölüm Pornosu"na dava açılması daha mı normaldi? Bu kanıksama bile korkunç! Bu yüzden diyorum ki; artık asıl meseleye gelsek mi yani medeniyet tartışmasına! Ya da arzu ederseniz portakalı soyar, başucumuza koyar, bu büyük yalanı uydurarak yaşamaya devam ederiz; bence de atalarımız portakal sevmez, elmadan şaşmazdı! ‘Yeni yıla nasıl girdiyseniz öyle geçer’Her yeni yıl büyük bir umut. Bomboş duran ve doldurmanızı bekleyen bir defter gibi. Artık hayal gücünüze kalmış. Ve derler ki; yeni yıla nasıl girdiysen o yıl öyle geçer. Bu durumda ben ne desem bilemedim. Çünkü Bavul Ajans'ın sahibi Sayım Çınar'ın Point Otel'de düzenlediği ve sanatçıların katıldığı bir partiye gittim. Her şey harikaydı, yemekler, servis, ambians, konuklar. Tek sorun Ahmet Hakan'ın DJ'liğiydi. Sevgili arkadaşım Ahmet, ben de Neşet Ertaş ve Kardeş Türküler severim ama yılbaşı gecesi de değil hani...