Uykusuzum.
Düzgün düşünemiyorum artık.
Ve sanırım konuşamıyorum da.
Hastalık öncesi gibi. Ateşimin yükselmeye başladığı anlarda böyle olurum. Aşırı bir hassasiyet. Duvara konan sineğin kanat çırpışının bile duyulduğu.
Duşun altına atıyorum kendimi. Nefes alıp verişim, kalp atışlarım dahil hiçbir şey duymak istemiyorum. Su... Akan suyla birlikte tüm gerginliğimin kaybolmasını istiyorum. Diliyorum. Ama olmuyor. Yalvarıyorum kendime. Yalvarmalarım kavgaya dönüşüyor.
Tahammül eşiğim kayboldu. Susmak istiyorum. Sadece susmak. Kimse konuşmasın. Rüzgar da esmesin. Birkaç dakikalığına tüm sesler kesilsin.
Tencere-tava çınlamaları, "hep aynı hava" naraları, helikopterler, Tweet bildirimleri, mesajlar, "meydanlara çıkarlar" sözleri, anonslar, gaz bombaları, plastik mermi sesleri, çığlıklar, sloganlar...
Herkes, hepimiz birkaç dakikalığına susalım istiyorum.
Ama durmuyor sesler. Durmayacak, biliyorum. Daha da artacak.
Duşun altındayım. Ne zaman açtım musluğu onu bile hatırlamıyorum artık.
Hatırlamaya çalışıyorum; mevsimlerden yaz olduğunu, sevgilimin yüzünü, okuduğum o güzel kitapları, uyuyup uyanacağım rüyaları... Hatırlamaya çalışıyorum. Ama zihnimde canlandırdığım her görüntü anında dağılıp gidiyor. Derin derin nefes alıp veriyorum. Ama nefesim, kendi hayat sesim, bir kırçıllı kazak olup ümüğümü sıkıyor sanki.
Sesler çarpışa çarpışa çınlıyor kulaklarımda. Biliyorum hiç susmayacak. Çünkü artık susmayacak bir iç sesimiz var. Tüm sesleri sonuna kadar açsak, avazımız çıkana kadar bağırsak, sürekli telefonda konuşsak da asla susmayacak bir iç sesimiz... Bize hep aynı şeyleri söyleyecek. Dört isim. Sustuğumuz an vicdanımızın altında kalacağımız dört isim söyleyecek, iç sesimiz var. Haydi bağıralım:
Abdullah Cömert,
Mehmet Ayvalıtaş,
Ethem Sarısülük,
Mustafa Sarı.
Bağırmasak susabilecek miyiz?
Haberin Devamı