Şampiy10
Magazin
Gündem

‘Senden önce hiç kimseye ebedi yaşam vermedik’

* DÜNDEN DEVAM

Kasimi, Buhari, Ebu Hayyan, Ebul-Huseyn Munavi ve İbn Teymiyye’nin Hızır’ın öldüğü kanısında bulunduklarını söylemektedir. Ebu Hayyan’a göre cumhur, Hızır’ın öldüğünde oybirliği içindedir. İbn Kesir’in tespit ettiği üzere bu konudaki merfu hadisler vahidir. Kitap ehline kadar götürülen rivayet zinciri sağlam değildir. Diğer haberlerin hepsinin başı ve sonu vahidir. Bunlar ya gafletle sağlam haberler arasına sokuşturulmuştur veya bazıları bunu kasten yapmıştır. “Senden önce hiç kimseye ebedi yaşam vermedik” (Enbiya: 34) ayetinde Allah’ın, Hz. Peygamber’den önce de hiç kimseye ebedi yaşam vermediği vurgulanmaktadır.

Demek ki maddi cisimle ebedi yaşayan bir insan yoktur. Ancak Hızır’ın bildiğimiz maddi hayatla değil, misal âleminde yaşayan, darda kalmışlara yardım eden, salih bir ruh (kul) olması mümkündür. Onun birçok kimseye göründüğüne dair anlatılan hikâyelerin hepsi uydurma olamaz. Hızır’ın bir gerçeği vardır. Ama rivayetlerde anlatıldığı gibi bu zat, öyle hayat suyundan içerek maddi cismiyle diriliğe eren bir insan değil, misal âleminde bulunan, zaman zaman bazı insanlara görünen ruhsal bir insandır. Nitekim Sadreddin Konevi, Tebsıratul-Mubtedi adlı eserinde, Hızır’ın varlığının misal âleminde olduğunu nakletmiştir.

Enbiya Suresi 34. ayet

Buhari şöyle demiştir: “Hızır ve İlyas, nasıl hayatta olabilirler? Peygamber, ‘Yüz yıl sonunda, şimdi yeryüzünde bulunanların hiçbiri kalmaz (herkes ölür)’ buyurmuştur.” İbnul-Cevzi de Enbiya Suresi’nin 34’üncü ayetine dayanarak Hızır ve İlyas’ın yaşamadıklarını belirtmektedir. İbn Teymiye de Hızır’ın bir cinni, görünmez bir adam (rical-i gaybdan biri) olduğunu söylemiştir: “Yüce Allah’ın ‘İnsanlardan bazı adamlar, cinden bazı adamlara sığınırlardı da onların şımarıklığını artırırlardı’ ayetinde buyurduğu gibi cinlerden birçok kimse bu dünyada zaman zaman görülürler. Bunlar ricalulgayb yani görülmez âlemin adamlarıdır. Zaman zaman Hızır’ı görenler de bir cinniyi görmüşlerdir. O, benim tanıdıklarımdan birkaç kişiye görünüp ‘Ben Hızır’ım’ demiştir. Görünen kimse bir cinni idi. Ama Müslümanlar onu Musa dönemindeki Hızır sanmışlardır. Musa zamanındaki Hızır ölmüştür. Zira sağ olsaydı, Peygamber’e gelip inanması ve onunla birlikte savaşması gerekirdi.”

Yazının devamı...

‘İnsanlar sıkıştığında yardıma gelen Hızır gerçekten var mı?’

SORU: Hızır gerçekten var mı? İnsanlar sıkıştığında yardıma gelir mi? Hızır’ı yardıma çağırmak dini açıdan sakıncalı mı? Herkesin hayatında bir defa mutlaka Hızır’la karşılaşarak deneneceği doğru mu? (Asil Türk)

CEVAP: Kehf Suresi’nin 60-82’inci ayetlerinde Musa ile uşağının, Allah’ın kendi katından manevi bilgi verdiği bir kulla buluşmak üzere yola çıktıkları, iki denizin birleştiği yerde onu buldukları, Musa’nın ona tabi olup bir süre onunla dolaştığı, fakat onun görünürde kendi bildiklerine ters düşen işler yapmasına dayanamayıp itirazlarda bulunması yüzünden ayrılmak zorunda kaldığı, ayrılırken o zatın yaptığı işlerin içyüzünü Musa’ya açıkladığı anlatılmaktadır. Bu konuda zikredilen hadislerden Musa’nın İsrailoğulları Peygamberi Hz. Musa Aleyhisselam, uşağının Yuşa ibn Nun, salih kulun da Hızır olduğu anlaşılır. Kur’ân-ı Kerîm’de ne Musa’nın uşağının, ne de karşılaştığı bilgin kulun adından söz edilmez. Ancak hadise ve tefsirlerde yer alan rivayetlere göre Musa’nın uşağının adı Yuşa ibn Nun, bilgin kulun adı da Hızır (Arapça telaffuzu, yeşillik anlamına gelen ve hanın daha çok fethasıyla, bazen de kesresiyle okunan Hadr)dır. Hızır’ın peygamberliği ve ebedi yaşadığı hakkında çeşitli rivayetler vardır. Bir rivayete göre Hızır, Adem’in kendi oğludur. Bir rivayete göre de oğlu Kabil’in veya el-Yesa’nın oğludur. Bir temele dayanmayan bu rivayetlerin tutarlı yanı yoktur.

Hayat suyundan içmiş

Müfessirlerden kimi “Bunu kendiliğimden yapmadım” sözüne dayanarak Hızır’ın peygamber, kimi de veli olduğunu, kimi de onun peygamberlikle sıddîklik arasında bir makamda bulunduğunu, bir bakımdan veli, bir bakımdan nebi olduğunu söylemişlerdir. Hazin’in ifadesine göre mutasavvıflara ve salih insanlara göre Hızır diridir. Hızır’ın bazı kimselere göründüğüne darda kalanlara yardım ettiğine, güzel, hayır yerlerinde bulunduğuna dair hikâyeler çoktur. Hayat suyundan içtiği için ebedi diriliğe ermiştir. Kendisi, Zul-Karneyn’in veziriymiş. Zul-Karneyn hayat suyunu keşfetmek için adamlarıyla birlikte karanlığa girdiği zaman en önde giden Hızır, suyun kaynağını bulup ondan içmiş ve yıkanmış. Fakat Zul-Karneyn yolu şaşırdığı için geri dönmüş. Hızır’ın hayat suyundan içerek ebedi yaşama erdiği şeklindeki rivayetlerin tutarlı yanı yoktur.

* DEVAM EDECEK

Yazının devamı...

İsra 79’uncu ayet

SORU: Elmalılı mealinde İsra Suresi 79’uncu ayeti, “... Gecenin bir kısmında, sana özel nafile bir namaz için uykundan kalk. Kur’ân ile teheccüd kıl. Rabbinin seni övgüye mazhar bir makama ulaştırması yakındır” şeklinde çevrilmişken Y. N. Öztürk’ün mealinde adı geçen ayet, “...Sana özgü bir davranış olarak gecenin bir kısmında, o Kur’ân’la meşgul olmak üzere uyanık ol, uykundan uyan. Böylece Rabbinin seni övgüye layık bir konuma ulaştırılması umulur” şeklinde çevrilmiş. Bu farklılık için ne söyleyeceksiniz? “Nafile” kelimesi dikkatimi çekti. Allah Kur’ân’da sabaha karşı namaz kılmamızı istiyorsa bu farzdır, nasıl nafile olur? (Hakan Marşan)

CEVAP: Elmalılı meali diye piyasaya sürülen meal Elmalılı’nın değildir. Onun tefsirinde yaptığı meal, tefsirden soyutlanarak sözde sadeleştirilmiştir ama kanaatime göre başarılı olunmamıştır. Elmalılı’nın orijinal meali şöyledir: “Geceden de sana mahsus fazla bir namaz olarak uykudan kalk. Kur’ân ile teheccüad kıl. Yakındır ki Rabbin seni bir makam-ı mahmuda basede (ulaştıra).” Kur’ân’da nafile kelimesi, bizim kullandığımız biçimde farzın karşısında veya altında bulunan bir dereceyi göstermez. “Üstelik, ayrıca” demektir. Nafileten lek de “Ayrıca senin, geceleyin kalkıp Kur’ân okuman, dua etmen gerekir...” anlamındadır. O çeviriler bana göre hatalıdır. Ben de vaktiyle öyle çevirmiştim. Sonra Kur’ân’ın bütünlüğü içinde düşününce çevirinin hatalı olduğunu anladım. İşte kanıt: “Biz İbrahim’e İshak’ı ve nafile olarak Yakup’u da hediye ettik...” (Enam: 84). Ayette Hz. İbrahim’e İshak’ın, ayrıca İshak’ın oğlu Yakup’un armağan edildiği belirtilmektedir. Burada nafile kelimesi farz karşısında bir dereceyi mi belirtir yoksa “ayrıca, üstelik” anlamına mı gelir? Elbette ikinci anlam doğrudur. İşte İsra Suresi’nde gece kalkmayı emreden ayetteki nafile kelimesi de bu anlamdadır.



Allah’ın kaderine inanın

SORU: Beraat gecesi sağ elimin kapalı olduğunu uyandığımda fark ettim. Söylenenlere göre o yıl içinde öleceklerin beraati ellerine verilir, o nedenle elleri kapalı olurmuş. Bu söylentinin doğruluk payı var mı? (Ümit Çelikbağ)

CEVAP: Peygamberimiz, Berat gecesi adında bir geceden söz etmemiş, böyle bir geceyi kutlamamıştır. Kur’ân’da tüm işlerin ayırt edildiği mübarek gecede Kur’ân’ın indirildiği vurgulanır ki bu Kadir gecesidir. Bunun dışında Kur’ân’da Beraat gecesi, Mirac gecesi diye ayrıcalıklı geceler yoktur. O gece elleri kapalı olarak uyanmış olanların ölecekleri hakkındaki söylentiyi ilk defa sizden duyuyorum. Yok böyle bir şey. Kişinin ne zaman öleceğini sadece Allah bilir. Böyle asılsız şeylerle kendinizi rahatsız etmeyin. Allah’ın kaderine inanın, huzur bulun.

Yazının devamı...

Allah gönülden yapılan duaları kabul buyurur

SORU: Peygamberimiz, “Kendinizin, çocuklarınızın ve mallarınızın zararına olan şeyleri istemeyin. Sonra duanız Allah’ın, dileklerin verildiği bir saatine rastlar da Allah o duanızı kabul eder” buyurmuştur. Bir yazınızda böyle bir hadis belirtmiştiniz. Burada Allah’ın duaları kabul ettiği özel bir zaman olduğundan mı yoksa sadece Allah’ın kabul edebileceğinden mi bahsediliyor? Eğer özel bir zaman varsa bu günümüzde bahsedilen dilek kapısı gibi midir? (Ahmet Orhan)

CEVAP: Hadiste amaçlanan “Belki dua çok içten gelir de Allah onu kabul eder” anlamıdır. Çünkü Allah içten gelen duaları kabul buyurur. Ama hangi duayı ne zaman kabul edeceğini sadece kendisi bilir. Duanın kabulü için mutlaka gönülden ve içtenlikle yapılması gerekir. İşte onu belirlemek de Allah’a özgüdür. Ayrıca seher vakitlerinde, secdelerde ve secde aralarında yapılan duaların daha çok kabul göreceği hadislerde belirtilir. Ben dilek kapısı bilmiyorum. Öyle fiziksel bir dilek kapısı yoktur. Allah’a yalvaran her kul, O’nun hükümranlığının kapısına sığınmış demektir. Ama bu saray bütün evren, bütün yaratıklar âlemidir. Çünkü O’nun hükümranlık tahtı yani arşı, gökleri ve yeri tüm evreni kaplamıştır.

Çok hassas bir durum

SORU: Öözel bir şirkette çalışanların maaşlarıyla ilgileniyorum. Bir kişinin maaşında hata olmuş, kendisine eksik para verilmiş. Bu hatayı çok sonra fark ettim. Ancak bu durumu söylemiş olsam hırsız durumuna düşeceğimden korktum. Konu öylece kapandı gitti. Ama vicdanım hiç rahat değil. Ne yapmam gerekiyor?

CEVAP: Konu gayet hassas. Sorumluluktan kurtulmanın yolu doğruyu söylemektir. Gidip o kişiyi bulacak, doğruyu söyleyecek, hakkını ödeyecek veya helal ettireceksiniz. Bunun kasıtlı olmadığını söyleyip onu ikna etmeniz gerekir. Başka çözüm bilmiyorum. Hak sahibi ortada. Ama bunu şirkete duyurup herkese ilan etmek sizin açınızdan iyi olmaz. Bu durumu da o arkadaşınıza anlatırsınız, onun da elbet insafı vardır.

Türkçe ibadet üzerine

SORU: Namaz ibadetimi Türkçe olarak yapabilir miyim? (Çağlar Korkmaz)

CEVAP: Eğer Türkçe ile daha huzurlu ibadet edebiliyorsan hiçbir sakınca yok. İbadette ne dediğini bilmek esas olduğuna göre insanın hiç anlamadığı, dolayısıyla ne dediğini bilmediği bir dille okuma yerine anlayacağı dille ibadet etmesi Kur’ân’-ı Kerîm’e daha uygundur.

Yazının devamı...

Düşünceler iyi niyetli olmalı

SORU: Bir cemaati lideri olan ünlü bir zat, eserinde “Kuleuzu birabbil felak” cümlesinin cifr hesabıyla 1352-1354 tarihine denk geldiğini, burada Muhammed ümmetine birinci cihan savaşından uzak durmaları işaretinin verildiği anlamını çıkardığını ve bu cümlenin kendi cemaatinin de bir badireden kurtulacağına işaret ettiğini söylüyor. Kur’ân’dan bu kadar özel anlamlar nasıl çıkabiliyor? Acaba bu yorumun bilimsel bir tarafı var mı? (Ferhat Aydın)

CEVAP: Tarihte birçok bilgin, Kur’ân ayetlerini böyle ebced hesabındaki sayısal değerlere dayanan cifr hesabına tabi tutup özel anlamlar çıkarmıştır. Bu eğilim, İbn Berracan, Muhyiddin ibn Arabi, Niyazi-i Mısri gibi şahsiyetlerde ve benzerlerinde görülmektedir. Osmanlı döneminde de bol miktarda uygulanmıştır. Bu insanlar derin bilgi sahibi olmalarına karşın uyguladıkları bu yöntemin bilimsel yönünü bulmak güçtür. Böyle ebced hesabıyla Kur’ân’dan birtakım gelecek haberleri çıkarmak, sağlıklı bir sonuca götürmez. Hayal ürünü olan bu yorumların bir kısmı tesadüfen çıksa bile çoğu düş kırıklığına sebep olur. Nitekim 1970’li yıllarda şöyle şöyle olmazsa İslâm ümmetinin başına büyük bir felaket geleceği, hatta kıyamet kopacağı yazılmış, söylenmişti. Söylenen tarihte beklendiği gibi büyük, genel bir felaket olmayınca tarihler birkaç kez 10-15 yıl ilerilere itildi. Hâlâ da bazı şifreciler tarafından böyle savlar ortaya atılıp durmaktadır.

Böyle şeyler Kur’ân’ın amacına ve gaybı, geleceği Allah’tan başka kimsenin bilmeyeceği prensibine aykırıdır. Çünkü Kur’ân, “Göklerde ve yerde Allah’tan başka kimse gaybı (gizliyi, geleceği) bilmez” (Neml 65), “Gaybı bilen O’dur. Gizli bilgisini kimseye göstermez” (Cin: 26) buyurmaktadır. Cenabı Hak, Peygamberine “Ben gaybı bilmem” demesini emretmiştir (Enam: 50). Peygamber Aleyhisselam gaybı bilmedikten sonra başkaları hiç bilmez. Selef ulemasının uygulamadığı bir yöntemi Kur’ân’a uygulamak, Kur’ân’ın amacıyla örtüşmez. Herkes Kur’ân’ı istediği gibi çekip uzatmış, kendi görüşlerine böylece destek bulmak istemiştir. Bu yolla da teselli bulmaya çalışmışlardır. Bu yönelimlerin Kur’ân’a veya İslâm’a bir yararı olmamış, tersine İslâm’ın taşlanmasına yol açmıştır. Biz Allah’ın rahmetine göçmüş iyi niyetli tüm geçmişlerimize saygılıyız. Amacımız eleştirmek değil, Kur’ân’ın amacını açıklamaktır. Söyleyeni kim olursa olsun, söylenen her sözün mutlaka isabetli olması gerekmez. İctihadında isabet eden kişi iki sevap, yanılan ise tek sevap alır. Hak yolunda, Kur’ân uğrunda düşüncesini çalıştırdığı için çabası karşılıksız bırakılmaz. Yeter ki ortaya atılan düşünce iyi niyete dayansın.

Yazının devamı...

Kur’ân’da anlatılan peygamber öyküleri

Umur Güngörür adlı okurum, Zeitgeist adlı internet belgeselinde Nuh tufanına çok benzeyen Gılgamış Destanı, Musa kıssasına çok benzeyen Akad Kralı Sargon hikâyesi, İsa’nın Judas tarafından ihanete uğramasına çok benzeyen Yusuf Judah hikâyesi ve çarmıha gerildikten sonra dirilip kalkan İsa hikâyesine çok benzeyen Hintli Krıshna hikâyesi düşünülünce Tevrat ve Kur’ân’da anlatılan Yusuf, Musa, İsa gibi peygamberlerin gerçekte var olmayıp eski paganist dinlerden ilahi dinlere uyarlandığı kuşkusunu hatıra getirdiğini yazıyor. Okurum daha sonra şöyle diyor: “Niyetim Kur’ân-ı Kerîm’in bu düşüncelerden münezzeh olduğunu ve gerçeği bir kez daha anlamaktır. Bunun için İslâm dünyasının en büyük âlimlerinden biri olan şahsınıza danışma ihtiyacı duydum. Sorularımı cevaplarsanız size bir kez daha müteşekkir olurum.”

CEVAP: Tarihte Hz. İsa modelinde tam 17 tane vardır. Bunların ilki de bildiğim kadarıyla Hintli Krişna’dır. Bu bilgileri Tantavi Cevahir adlı tefsirinde ayrıntılarıyla verdiği gibi ben de “Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri” adlı eserimde İsa ile Krişna öykülerinin madde madde karşılaştırmasını yaptım. Biz bir İsa’ya inanırız ama Kur’ân’da anlatılan İsa, ne Hıristiyan inancıyla ne de Hint, Mısır ve Yunan mitolojileriyle örtüşür. Sizin de dediğiniz gibi Zeitgeist belgeseli günümüz Yahudi-Hıristiyan geleneğinin antik çağlardaki paganist inanışların ve çoktanrılı bir din olan Mısır dininin tek Tanrı’ya uyarlanmış nitelikteki bir devamı olduğunu ifade ediyor. Ancak Zetgeist’da sözü edilen İsa hakkında anlatılanların büyük çoğunluğu Kur’ân-ı Kerim’de yer almıyor.

İnsanlara tevhidi anlatır

Bizim bildiğimiz İsa peygamberdir, her peygamber gibi mucizeleri vardır. Öldürülmemiş, çarmıhlanmamış, kendi eceliyle ölmüş, ruhu da her peygamberin ruhu gibi göğe değil Allah’a yükselmiştir. Ayrıca belirtmemiz gerekir ki Kur’ân’da anlatılan peygamber öyküleri, tarihi birer vaka olmaktan çok model hikâyelerle insanlara tevhidi anlatmak ve güzel ahlak yolunu gösterme amacına yöneliktir. O öyküler birer tevhit sembolü, birer ahlak semineridir. Nuh Tufanı da vardır. Belki bir tane değil, birçok tufan olmuştur. Hâlâ da olmuyor mu? Pekâlâ, birkaç yıl önce Endonezya’daki tsunami olayı Nuh tufanından geri mi kalır? Kur’ân’dan tufanın bölgesel olduğu anlaşılır. Bunun da garipsenecek veya efsaneye mal edilecek bir yanı yok.

Yazının devamı...

“Allah dilediğini doğru yola getirir”

SORU: 1- Kur’ân’da birçok yerde, “Allah dilediğini yola getirir, dilediğini getirmez” deniyor. Getirmediklerine haksızlık olmaz mı? 2- Oje, abdeste mani mi? (Berna Altınsaban)

CEVAP: 1- Bazı ayetlerdeki bu ifade, Hakk’a çağrıldıkları halde bir türlü yola gelmeyen, küfründe inat eden kimseleri kınama amacıyla söylenmektedir. Bunları diğer ayetlerle birlikte düşünmek gerekir ki mana tam anlaşılsın. Bir baba veya büyük kişi, çocuğuna veya öğrencisine yapacağı işi, gideceği yolu gösterir. Ama çocuk veya örenci onun sözünü dinlemez, hep yanlış işler yaparsa “Allah gözünü kör etmiş, gerçeği görmüyor” şeklinde bir cümle kullanırız. Maksadımız, o kişinin sağduyuyla düşünüp gerçeği görmediğini kınamaktır. Elbette Allah dilediğini doğru yola getirir, dilediğini de sapıklığı içinde bırakır. Allah onu saptırmaz, şaşırtmaz.

Ama sapan kişiyi doğru yola çağırır. Kişi gelmezse, Allah onu zorla doğru yola getirmez, bulunduğu halde bırakır. Eğer zorlasa o zaman sorumluluk ortadan kalkar. Oysa insan sorumludur. Evet, Allah dilediğini doğru yola getirir. Rad Suresi’nde doğru yola getireceği insanların kimler olduğu belirtilmiştir: “Ve yehdi ileyhi men enab: Yönelme istek ve iradesini gösteren, Allah’a yönelen kişiyi Allah kendisine iletir, doğru yola getirir.” Ama kişi yönelmek istemiyorsa onu da kendi haline bırakır. Buradaki “Dilediğini getirmez” sözü, yola gelmek istemeyeni yola getirmez demektir. Çünkü kişi kendisi isteyecek ki Allah onu doğru yola iletsin. Ama Allah’ın Peygamberini dinlemeyeni de kendi iradesiyle baş başa bırakmayı dilemiştir. İradesi böyledir. İnsanın sorumlu yaratılması böyle olmasını gerektirir. Eğer böyle olmasa peygamber göndermez, Kur’ân’ı indirmez. Kitapları göndermezdi. 2- Oje abdeste ve namaza engel olmaz.



İman gönülde olur

SORU: Kur’an’da kalpten bahsedilirken ruhumuz mu ifade ediliyor? (Murat Şahin)

CEVAP: Kur’ân’da kullanılan kalp, vücuda kan pompalayan organ anlamında değil, gönül dediğimiz ruhsal düşünce ve his merkezidir. Biz de “Onun aşkıyla bağrım yanıyor”, “Demedim sana dolaşma ana hay gönül”, “Gönlüm çekiyor”, “Gönlüme sevgi doldu”, “Gönülden ibadet gerekir”, “İman gönülde olur” şeklinde hep gönül sözcüğünü ruhsal düşünce merkezi olarak kullanmıyor muyuz? İşte Kur’ân’da kâh “sadr (göğüs)” , kâh “kalp” sözcüğüyle kastedilen, ruhun en yüksek bölümü olan düşünce merkezidir. Kur’ân’dan ruhun en yüksek bölümünün göğüs kısmında toplandığı anlaşılır. Her ne olursa olsun kalp kelimesi gönül anlamındadır.

Yazının devamı...

Konut kredisi

SORU: Kirada oturuyorum. 30.000 lira nakit param var. Ankara’da 65.000 liraya daire alma imkânım olabilir. 35.000 liralık açığımı kredi kullanarak kapatabilirim. Bankadan ev kredisini kullanmak faiz olur mu? Maddi anlamda hesap edince 3 yılda aldıkları kâr payı 8.000 lirayken ben bu zaman içinde 18.000 lira kira ödeyeceğim. Bunun hükmü nedir? (Ömer Faruk Keskin)

CEVAP: Katılım bankası, adı ne olursa olsun konut kredisi çekip konut almak, krediyi alanın lehine midir, aleyhine mi? Sizin anlatımınıza göre kirada oturmaya devam etderseniz 18.000 lira ödeyeceksiniz. Krediyle ev alırsanız 10.000 lira kârınız var. Yani sistem sizi mağdur etmiyor, size fayda sağlıyor. Öyle ise bu uygulama, Kur’ân’ın yasakladığı riba değildir. Riba, bugünkü deyimiyle tefeciliktir. Yasal sınırlar içinde kredi uygulamalarının ve bankanın verdiği yasal faizin riba kategorisine girdiği kanısında değilim. Zaten din adamları da dahil herkes faiz alıyor. Tasarruf bonolarında, ödenen maaşlarda, sistem gereği faiz vardır. Kaçınması mümkün olmayan şeyi haram saymak İslâm’ın her çağda uygulanabilirliği prensibine aykırıdır.

Hurafelere kapılmayın

SORU: Okuduğum bir kitapta Peygamberimizin ağzından şöyle bir duaya yer veriliyordu: “La ilahe illallahü vahdehu la şerike leh lehül mülkü velehül hamdü ve hüve ala külli şey’in kadir. Elhamdülillahi ve subhanallahi ve la ilahe illallahü vallahü ekber vela havle vela kuvvete illa billahil aliyyil aziym.” Peygamber efendimiz, “Bu duayı edip ardından ne dilersen istediğin verilir” gibi bir söz söylemiş midir? (Alican)

CEVAP: Bu yazdığınız dua değil, tevhidi simgeleyen bir tehlil ve tespihtir. Burada bir dua formu yok. Elbette inanarak bunu okumak, insanı manen yüceltir ama burada bir istek söz konusu değildir. Mümin insan, tevhit simgesi olan bu tür tespih ve tehlilleri Allah rızası için okur, söyler ve gereğince hareket eder. Çıkar için değil. Hurafecilerin peşine takılıp yalan yanlış şeyler öğreniyorsunuz. Daha gençsiniz, şimdiden kendinizi o hurafelere kaptırırsanız bir daha yakayı kurtaramazsınız.

Gece namazının vakti

SORU: Gece namazını kılmak için mutlaka uyuyup uyanmak mı gerekir? (Ahmet Orhan)

CEVAP: Gece namazı, gecenin yarısından sonra şafak atıncaya kadar olan zamanda kılınır. Siz sabaha kadar uyumuyorsanız gecenin yarısından itibaren 2 yahut 6 defa iki rekât kılarsınız. Ancak sabah namazını kılmak şarttır. O olmayınca gece namazının bir değeri olmaz. Kur’ân’da saf, temiz müminler anlatılırken onların yanlarını yataktan ayırıp kalktıkları belirtilir ki bu da asıl muteber gece namazının akşam uyuduktan sonra gecenin ortasında uyanıp kılmak olduğunu anlatır.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.