Şampiy10
Magazin
Gündem

Bakara Suresi 79’uncu ayet

SORU: Bakara Suresi’nin 79’uncu ayetini açıklar mısınız? (Vildan Selvili)

CEVAP: Yüce Allah, inananları teselli için diyor ki: “Siz, bunların size inanmalarını mı umuyorsunuz? Oysa bunlardan bir grup, Allah’ın sözünü yani Tevrat’ı veya Kur’ân’ı dinleyip anladıkları halde bile bile onu tahrif ederler (çarpıtırlar)” (Bakara: 75). Ayette İsrailoğulları’nın Allah’ın sözünü işitip anladıktan sonra tahrif ettikleri bildirilmektedir. Bu ifadeyle onların, Hz. Peygamber’den duydukları Kur’ân ayetlerini kasten başka anlamlara gelebilecek biçimde çevrelerine naklettikleri de anlatılmış olabilir. Kanaatime göre bu ayetin amacı, bu kişilerin bizzat kitaplarının sözlerini değil, yanlış yorumlayarak onun anlamını tahrif ettiklerini anlatmaktır. Çünkü Taberi’nin dediği gibi eğer kitaplarını tahrif ettikleri amaçlanmış olsaydı, “Allah’ın sözlerini işitirler, onu anladıktan sonra tahrif ederler” denmezdi. Demek ki bunlar Allah’ın kelamını işitiyorlar. İşittikleri sözler, Allah’ın kelamıdır ki, onu işitiyorlar, hatta amacını da anlıyorlar ama sonra onu çıkar için yanlış yorumluyorlar. Bu tür tahrif, yalnız Yahudiler arasında değil her devirde olmuştur. Hz. Peygamber’den sonra ortaya çıkan İslâm fırkaları da kendi düşüncelerini desteklemek için Kur’ân ayetlerini istedikleri biçimde yorumlayarak bazen tahrif etmekten çekinmemişlerdir. “Vay haline o kimselerin ki, kitabı elleriyle yazıp, az bir paraya satmak için ‘Bu Allah katındandır’ derler. Ellerinin yazdığından ötürü vay haline onların. Kazandıklarından ötürü vay haline onların” (Bakara: 79).

Ayetin konusu olan kimi Yahudiler, dünya menfaati için kendi elleriyle kitaplar yazıp bu yazdıkları şeylerin Allah’ın sözü olduğunu iddia ederler. Onların elleriyle yazmış oldukları kitaplardan maksat Tevrat’ın kendisi değil, onun ayetleri üzerine yazdıkları tefsirler, şerhler, onun ayetlerini kendi arzuları doğrultusunda yorumlayarak yazdıkları hukuk kitaplarıdır. Din adamları, yazdıkları şerhleri, kitabın aslında bulunmayan, ayrıntılara dair ictihat hükümlerini Allah’ın buyrukları olarak görüyor ve halka bunların da Tanrı buyruğu olduğunu söylüyorlardı. Hatta bunlar arasında birbiriyle çelişkili hükümler olsa da yine, bunları Allah’ın buyruğu olarak gösteriyorlardı. Oysa Allah’ın sözünde çelişki olmaz. Yüce Allah “Dillerinizin yalan yere nitelendirmesinden ötürü ‘Şu helaldir, şu haramdır’ demeyin, sonra Allah’ın üstüne yalan atmış olursunuz. Allah’a karşı yalan uyduranlar ise iflah olmazlar” ayetiyle de kendi kendilerine koydukları hükümleri Allah’ın hükmü diye gösterip Allah’ın üstüne yalan atan müşriklerin onmayacağını bildiriyor. Bunu yapan Yahudiler, müşrikler onmadığı gibi Müslümanlar da onmazlar. Çünkü bu tür hükümler o zaman için birkaç kişiye yarar sağlasa da Hakk’ın yolunu daraltır, dini yozlaştırır, sonuçta toplumun sızlanmasına, bozulmasına yol açar.

Yazının devamı...

Kur’ân sadece din kitabı değil evrenin kitabıdır

SORU: Ünlü Alman sairi Goethe’nin İslâm sevgisi yazınızı okudum. Goethe gibi İslâm’a saygı duyan bir fizik profesöründen bahsetmek istiyorum. “Physics of Immortality” kitabının yazarı Frank J. Tipler, bu eserinde İslâm dininin Allah’ın birliği gerçeği hakkındaki hassasiyetini kesinlikle onaylıyor. İlginç bir yorum yapıyor. Ortaçağdaki büyük filozofların ve teologların fizik ve astronomi gibi alanlarda da eğitim gördüklerini ve bu bilgilerini eserlerine yansıttıklarını belirtiyor. Frank J. Tipler’in yorumu şöyle: “Geleceğin eğitim sisteminde teologlara, fizik bölümünü bitirmeleri şart koşulmalıdır ki din, bilimsel düşünceyle daha doğru anlaşılsın.” Acaba siz bu yorumu nasıl değerlendirirsiniz? Kitaptaki ikinci farklı yorum Sudanlı teolog Muhammed Taha ile ilgili. Taha’nın yorumu şöyle: “Hz. Muhammed’in Medine’de otoriteyi almasına kadar gelen vahiyler sonsuza kadar geçerliyken ondan sonra gelen vahiyler sadece Hz. Muhammed’in hayatı suresince geçerliydi.” Bundan dolayı Muhammed Taha, Sudan’da asılarak idam edildi. Sizin Muhammed Taha’nın görüşüyle ilgili değerlendirmeniz nedir? (Uğur Alkan)

Doğa yasalarını bilmek...

CEVAP: Fizikçi Frank J. Tipler’in görüşü doğrudur. Özellikle Kur’ân sadece bir teoloji kitabı veya din kitabı değil, evrenin kitabıdır. Bir İranlı âlimin dediği gibi: “Kur’ân bir astronomi kitabı değildir ama Kur’ân’da astronomi vardır. Kur’ân bir tarih kitabı değildir ama Kur’ân’da tarih vardır. Kur’ân bir tıp kitabı değildir ama Kur’ân’da tıp vardır.” Kur’ân’da bütün evren, denizler, ırmaklar, toprak parçaları, gemiler, kuşlar, balıklar, cıvıl cıvıldır. Evrenin yapısını incelemek Kur’ân’ın yönlendirmesi gereğidir. Fiziği, astronomiyi, en büyük matematikçi ve istatistikçi olan Cenabı Hakk’ın kitabını okumak, doğa bilimlerini öğrenmekle olur. İşte doğa varlıklarını ve yasalarını bilenler yaratana daha saygılı olurlar: “Kulları içinden ancak bilginler, Allah’tan (gereğince) korkar” (Fatır: 28). Sudanlı Muhammed Taha’nın görüşlerinin bir değeri yoktur. Onun yok saymak istediği, Kur’ân’ın getirdiği yasalardır. Bunlar sadece Medine döneminde değil, Mekke döneminde de inmiştir. Bir insanın fikrinden ötürü idam edilmesi vahşettir ama Muhammed Taha’nın sözleri bana göre değersizdir.

Yazının devamı...

10 emir üzerine

SORU: Bakara Suresi 83-86’ıncı ayetlere yaptığınız tefsirde, Tevrat’ın 10 emrinin 7 ve 8’inci maddelerinde değişiklik yapmışsınız. Bunun sebebini açıklar mısınız?

CEVAP: Yazdığım kitap, Tevrat’ın tefsiri değil, Kur’ân-ı Kerîm’in tefsiridir. Kur’ân, Hz. Musa’ya verilen kitabın temel emirlerini özetleyen Bakara Suresi’nin 83-86’ıncı ayetlerinde Allah’ın, İsrailoğulları’ndan ana babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara iyilik etmeleri, güzel söz söylemeleri, insanları kırmamaları, namazı kılıp zekâtı vermeleri, kan dökmemeleri, birbirlerini yurtlarından sürmemeleri hakkında kesin söz aldığı ama verdikleri sözde durmadıkları anlatılmaktadır. İşte bu mealdeki ayetlerin izahını yapmaya çalışıyorum. Dikkat ederseniz “Tevrat’ta şöyle deniliyor” yahut “10 emir şöyledir” demiyorum. Kur’ân’ın Tevrat’taki buyrukları özetleyişini anlatarak diyorum ki:

“83-84’üncü ayetlerde Yahudilere verilmiş olan on emir ve Hz. Musa aracılığıyla bu buyruklara uyacakları hakkında onlardan alınan kesin söz anılmaktadır. Bu buyruklar şunlardır:

1- Allah’tan başkasına tapmayın, 2- Anaya-babaya iyilik edin, 3- Akrabaya iyilik edin, 4- Yetimlere iyilik edin, 5- Yoksullara iyilik edin, 6- İnsanlara güzel söz söyleyin, 7- Namazı kılın,

8- Zekâtı verin, 9- Birbirinizin kanını dökmeyin, 10- Birbirinizi yurdunuzdan çıkarmayın.” 83’üncü ayette 7 ve 8’inci madde, “Namazı kılın, zekâtı verin” şeklindedir. Elbette Tevrat’ın çeşitli yerlerinde namaz da var, zekât da var. Kur’ân, Tevrat’ın bu temel buyruklarını anlatıyor.

Toprak ürünlerinin zekâtı

SORU: Borcunun 1/5’ini ödediğim, tamamını 4 yılda ödeyeceğim bir portakal bahçesi aldım. Başka da param yok. Bahçe yeni olduğundan az ürün veriyor ve çok masraf istiyor. İlmihallerde, “ürün yağmurla sulanıyorsa 1/10’u, kendin masraf yapıyorsan 1/20’si zekât olarak ödenir” yazıyor. Zekâtı vermekten imtina etmiyorum ancak bir kuyumcu ya da nakit parası olan biri bunun 1/40’ını zekât olarak veriyor da ben neden 1/20’sini veriyorum. (Ahmet Kürşat Karakurt)

CEVAP: Zekât, borcundan ve temel ihtiyaçlarından fazla olan ve 3.000 lirayı geçen para veya mal varlığına düşer. O zamanın devlet geliri öşür ve haraçtı. Şimdi devlet araziden, tarladan veya ürünlerinden vergi alır. Yani toprak ürünlerinin zekâtı devlete verilen vergidir. O ilmihallerin yazdıklarına bakmayın. Eğer tarla ve bahçe ürünlerinden borcun dışında gelirin 3.000 lirayı geçmiş ise onun 40’ta 1’ini zekât verirsin. Borcun varsa sana zekât düşmez.

Yazının devamı...

İnsanlık bu mu adalet bu mu?

Zaman zaman yazılarımda maillerine yer verdiğim İrlanda’dan Berkin Yaman, 4 Nisan 2010 tarihli Vatan Gazetesi’nde çıkan bir haber üzerine aşağıdaki maili göndermiş: “Fethiye’de bir anne çocuklarının dershane masraflarını karşılamak isterken dershaneye senet imzalıyor. Bu süre içersinde alkolik baba, başka kadın için evi terk ediyor. Anne de mecburen borçları ödemek için temizlikçi olarak çalışmaya başlıyor. Ama bu süre içerisinde senetlerin vakti geçince faiz biniyor. 1.000 liralık borç 5.000 lira oluyor. Kadıncağızın önce evine haciz geliyor, sonra kendisine hapis yolu görünüyor. Çocukları borcu ödemek için çabalamış ama ödeyememişler. Hatta komşuları dershane yöneticileriyle konuşmuş. Ancak ‘Paramızı isteriz’ diye tutturmuşlar. Kadıncağız hapisteyken oğlu bu durumu kabullenemeyip kendini evlerinde asmış.

Bu mu yüzde 99’u Müslüman olan ülkenin Müslümanlığı? Bu mu demokrasi? Bu mu insan hakları? Bu mu kalkınmışlık? Bu mu sosyal devlet anlayışı? Bu gencecik çocuğun ölümünden toplum olarak hepimiz sorumluyuz. Bizler gerçek bir Kur’an mümini olsaydık: ‘Eğer (borçlu) darlık içinde ise bir kolaylığa çıkıncaya kadar beklemek (lazımdır). Eğer bilirseniz (verdiğiniz borcu, eli darda olan borçluya) sadaka olarak bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır’ (Bakara: 280) ayetini bilir ve onu tatbik ederdik. Toplum da bu utanç verici duruma düşmezdi. Dünyada yolsuzlukta, adam öldürmede, hırsızlıkta, kayırmacılıkta üst sıralardayız ve ikide bir ‘Adımız Müslüman’ parolamız ‘Muhafazakâr’ demekte de üst sıralardayız.

Bir toplumda adalet denilen mekanizma halktan, yoksuldan, kimsesizlerden yana yer almıyorsa ona adalet denmez. Zamanında Jack London’ın ‘Altta Kalanlar’ kitabında şu sözleri okumuştum: ‘Paranın ve mülkiyetin esas alındığı ve onlar üstüne düzenin yapılandığı ülkelerde sıralama olarak mülkiyet her şeyin üstündedir. Böylesi düzenin hâkim olduğu ülkelerde mülkiyete karşı işlenen suçlar insana karşı işlenen suçlardan daha ağır bir cezayı gerektirir.’ Bu sözler bizim ülkeyi özetler gibi. Namazlarımda, böyle zorda kalmış, yolda olan, kimsesiz, çaresiz, fakirligin pençesinden kurtulamamış insanlar için hep dua ederim. Eğer ben onları düşünmezsem ve anlamazsam biliyorum ki ne okuduğum Kur’ân’ın ne de kıldığım namazın bana bir hayrı olur. Eğer buysa insanların istediği, arzuladığı para, batsın böyle para. Allah hepimizi doğru yola iletsin. Toplum olarak yok olmuşuz da haberimiz yokmuş.”

Yazının devamı...

Hz. Ömer’in örnek bir uygulaması

SORU: Birisi bana, “Alevilere zekât verilmez” dedi. Tabii ki Allah’ın insanları ayırmayacağına inanan biriyim. Zekât, maddi durumu kötü olan ve imanın altı şartını yerine getiren herkese verilir mi? Yoksa sırf başka bir mezhebe ait diye o insanlara fitre verilmez mi? (A. D). Bu konuda bir başka okurum Zühal Gezer de “Gayrimüslim bir arkadaşıma maddi yardımda bulundum. Bu, zekât yerine geçer mi?” diye soruyor.

CEVAP: Zekâtta mezhep veya imanın altı şartını yerine getirme aranmaz. Allah kulları arasında ayırım yapıyor mu, Müslüman’ın da, inançsızın da rızkını veriyor. Hz. Ömer, 70 yaşında dilenen beli bükük bir Yahudi’ye devlet bütçesinden maaş bağlamış ve “Ülkemde senin gibi bu yaşta dilenen insanlar varken ben ne yüzle Allah’ın huzuruna çıkarım” demiştir. Bir kere mezhep ayrılığı yapılmayacağı, hangi mezhepten olursa olsun Müslüman adını taşıyan herkese zekât verileceği konusunda oybirliği vardır. Yalnız gayrimüslimlere sadaka verilir ama zekât verilip verilmeyeceği tartışma konusudur. Bana göre Hz. Ömer’in uygulaması, pekâlâ bu konuyu çözdüğü gibi Kur’ân’da gönüllerini kazanmak için din ayırımına, inancına bakmadan herkese zekât verileceği belirtilmektedir (Tövbe: 60). “Alevilere zekât verilmez” diyen kişi İslâm’ı bilmeyen bağnazın biridir. Öyle sözlere itibar edilmez. Mezhebi ne olursa olsun, herkese zekât verilir. Böyle bir söz söylemek büyük günahtır. Zuhal Gezer’in sorusuna ise cevabım şudur: Allah’ın kulları arasında ayırım olmaz. Yoksul olan herkese, özellikle kitap ehli olan Hıristiyan’a yaptığınız yardım zekât yerine geçer. Geçmez diyenler var ama siz onlara bakmayın.

İşin içinde çıkar olunca...

SORU: Uzun zamandır Almanya’da yaşayan Müslüman bir aileyiz. Kalben Allah’a bağlı, haramdan uzak durmaya çalışan insanlarız. Helal kesim diye et aldığımız Türk bakkalları bazen rengi bozuk etleri bize satıyor. Fiyatları da çok pahalı. Bu günah olmuyor da bizim Alman marketlerinden aldığımız taze tavuklar mı günah oluyor? Eğer günahsa Müslüman Müslüman’a neden temiz ve hesaplı ürünler sunmuyor.

CEVAP: Dini zorlaştıranların anlattığı gerçekte İslâm değil, kendi hayalleridir. Bir de çıkar var işin içinde. Alman’ın sattığı temiz et haram olacak ki kendisi bayat eti helal et diye size pahalıya satsın. 50 yıldır orada çalışıyor, onların parasıyla geçiniyorsunuz. Alman’ın parası tatlı ama kestiği et haram oluyor. Böyle bir şey yok. Kur’ân, kitap ehlinin yiyeceklerinin ve kestiklerinin helal olduğunu belirtiyor (Maide Suresi 5. ayet).

Yazının devamı...

Kur’ân köleliği kaldırmıştır

SORU: Ben, “Şeriyye Sicilleri” üzerine çalışmalar yürüten bir üniversitenin tarih bölümünde öğretim görevlisiyim. Tokat kadın terekeleri üzerine bir makale kaleme alıyorum. Terekelerde “mevlay-ı mutık’ının...” şeklinde bir ifade var. Yani ölen kişi kölesine veya kölesinin akrabalarına miras bırakmış. Kölenin miras hukukundaki yeri nedir? (A. Erdoğan)

CEVAP: Yazınızda “mevlay-ı mutık” ifadesi var. Eğer bununla köle kastediliyorsa “mutık” değil “mutak” olmalıdır. Yani azadedilmiş köledir. Köle azadedilmiş ise artık özgürdür. Malı mülkü kendisine aittir. Ama kölenin, köleliği esnasında kazandığı mal efendisine aittir. Çünkü kendisi özgür değildir. Ancak efendisinin izniyle evlenebilir. Bu takdirde tabii kendisi ev sahibidir. Hanımı kendisine aittir. Hatta kölenin çocuğunun da efendisinin kölesi olduğu yolunda bir hüküm var ama bu hüküm İslâm’ın hükmü değil, genel kölelik törelerinden adapte edilmiş bir fıkıh kuralıdır. Ben köle hukuku üzerinde uzman değilim. Sadece Kur’ân uzmanıyım. Kur’ân’da köle edinilmesi emredilmez, tam tersine kölenin özgürlüğe kavuşturulması emredilir. Beled Suresi: “İnsan aşılması gereken geçidi aşamadı. Nedir o geçit? Bir boynu çözmek yani bir köleyi özgürlüğe kavuşturmak.” Bildiğiniz gibi köleliğin tek kaynağı savaşlardı. Kur’ân, Muhammed Suresi’nde savaşta alınan tutsakların ya lütfen veya fidyeyle serbest bırakılmalarını emretmektedir. Ama tutsakların köle yapılmasından söz etmez. Demek ki Kur’ân, aslında köleliği kaldırmıştır ama bu hükmü uygulayan olmamıştır.

Uydurma bir söz daha

SORU: Peygamberimiz vasiyetinde Hz. Ali için, “Benden sonra İslâmiyet’i o yayacak” demiş mi? Eğer böyle demişse neden Hz. Ebubekir halife ilan edildi? (Emre Can)

CEVAP: Bu tür sözler Hz. Peygamber’e iftiradır. Hz. Peygamber, kendisinden sonra yerine birini seçmedi. Bu işi Müslümanların oyuna bıraktı. İnsanları bağlayan Allah’ın kitabı Kur’ân’dır. Zaten Peygamberimiz de “Size Allah’ın kitabını bırakıyorum” demiştir.

Miras taksimi hakkında

SORU: Biz bir kız, iki erkek üç kardeşiz. Dinimize göre miras paylaşımını nasıl yapacağız?

CEVAP: Dine göre miras taksiminde erkek 2, kız 1 pay alır (Nisa: 11-12’nci ayetler). Mal paylaşımında erkekleri 2’şer kabul edeceksiniz. Böylece mal altıya bölünür. 2/6’sını kızlar alıp kendi aralarında paylaşır. 4/6’sını da iki erkek kendi aralarında paylaşacaktır.

Yazının devamı...

İbadetin temeli Allah’ı anmaktır

SORU: Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Sana kadınların âdet halini soruyorlar. De ki, o bir eziyettir. Âdet günleri onları rahat bırakın. Temizleninceye kadar da yaklaşmayın. Tertemiz oldular mı, onlara Allah’ın size buyurduğu yerden yaklaşın. Allah tövbe edenleri sever, tertemiz olanları da sever” (Bakara 2/222). Hocam görüldüğü gibi âdetli kadın namaz kılmaz ama oruç tutabilir. Siz “namaz da kılarlar” diyorsunuz. Bunu açıklar mısınız? (Deniz Derya)

CEVAP: Âdetli kadının namaz kılamayacağı Bakara Suresi 222’nci ayette yok. O yorumu kim yapmışsa kendi kafasından ayete monte ederek ayeti çarpıtmış. Tetahhür, kanın kesilmesi anlamındadır. Âdet kanı kesilinceye kadar âdetli kadınla ilişkide bulunulmaması emredilmektedir. Burada temizlenmenin yıkanmakla ilgisi yoktur. Âdeti kesilen kadınla ilişkide bulunulabileceği ama âdet halinde ilişkide bulunmanın kadına eziyet olduğu belirtilmektedir. Âdetli kadının hükmü, özürlülerin hükmüdür. Sürekli idrar kaçıran, büyük veya küçük abdestini tutamayan ya da sürekli bir yerinden akıntısı olan kimsenin abdesti bozulur. Eğer hayız kanı pis ise diğer yerlerden gelen kan daha da pistir.

Olayın alt yapısı nedir?

İdrar da dışkı da pistir ama idrar ve dışkısını tutamayan kimseye özürlü denilir. Böyle kimseler her namaz vakti için bir abdest alıp o vakit içinde namazlarını öyle kılarlar. Vakit çıkmadıkça abdestleri sürer. İdrar aksa da akıntı gelse de onlar yine abdestli sayılır. Vakit çıkınca yeniden abdest alıp diğer vakit içindeki namazlarını kılarlar. Siz neden bu konuyu büyütüyorsunuz. Ben size namaz kılın diyorum. Onlar ise kılmayın diyor. Sanki onlar bütün rivayetleri, olayın alt yapısını biliyorlar mı? Peygamberimizin, aralıklı olarak kan gelen kadına namazını kılmasını emrettiğini biliyorlar mı? Ben Kur’ân Müslümanıyım. Kur’ân’da ibadetin yasağı olmaz. Çünkü ibadetin temeli Allah’ı anmaktır. Namaz Allah’ı anmaktır. Cünüp olan kimse su bulamazsa teyemmüm edip namazını kılar. Cünüplük insanın kendi elindedir. Ama âdet kadının elinde değildir. Niçin ibadetten mahrum kalsın? Ben size gerçeği açıkladım. Artık karar size kalmış. Er, yarın Hakk’ın divanında belli olur. Kimin iftira ettiği, kimin Kur’ân’ı çarpıttığı ortaya çıkar.

Yazının devamı...

Mutluluk, engin imana bağlıdır

SORU: “Mallarınız ve çocuklarınız sizi denemek içindir” anlamında bir ayet var. Bu ayetten anladığıma göre, yaşantımızda aşırılık yaparsak, kul hakkı yersek malımız ve çocuklarımız zarar görebilir. Televizyonda bir yazar kaderi açıklarken, çocuklarımızın veya çok yakınlarımızın hastalığı ve ölümlerinin atalarımızdan gelen bir haksızlık sebebiyle olabileceğini söyledi. Yüzyıllar önce yaşamış atalarımızdan birinin, bir başkasına yaptığı haksızlıktan çocuğum etkilenir mi? Peygamberimiz de oğlunu, evli kızlarını kaybetmiş. Peygamberimizin atalarının da kendisi gibi çok özel olduğunu tahmin ediyorum. Bu konuyu açıklar mısınız? (Dilek Tuna)

CEVAP: Her konuşanın sözüne bakmayın. Siz ayeti yanlış anlamışsınız. Ayette mallarınız ve çocuklarınız sizi denemek için değildir. Mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir baskıdır, sıkıntıdır. Fitne; sıkıntı, baskı anlamına gelir. Çocuklar ve mallar insana sıkıntıdır. Hasta olur üzülürsünüz, terbiyesiz olur ağlarsınız. Mal da sıkıntıdır, yüktür. Elbette bunların iyilikleri daha fazla ama sıkıntılı yanları da var. Mutluluk engin imana ve Allah’a dayanmaya bağlıdır.

Şiiler dine bağlıdır

SORU: Hanefi mezhebine mensup bayanım. Şii bir beyle arkadaşlığım var. Onunla evlenmemin dini açıdan sakıncası var mı? (B. Ö.)

CEVAP: Şiilerin Sünnilerden farkı, Hz. Peygamber’den sonra halifelik hakkının Hz. Ali’ye ait olduğu görüşüdür. Bir de onlar imamların yani Hz. Ali ve Hz. Fatıma’dan gelen 12 imanın günah işlemez, yanılmaz olduğuna inanırlar. Sünnilere göre Peygamber’den başka masum (günahsız) yoktur. Bunun dışında Şiiler, Sünniler kadar dine bağlıdır. Namaz kılar, oruç tutar, Kur’ân’ın emirlerine bağlı kalırlar. Artık tarihte kalması gereken ayrıntı sorunlar yüzünden Müslümanlar arasında ayrıcalık çıkarmak doğru değildir. Şii ile evlenmekte bir sakınca yoktur.

En makbul dualar

SORU: Rükûdan doğrulurken ve secdeye aralarında Türkçe olarak içimden geçen bir duayı okuyorum. Bu doğru bir uygulama mı?

CEVAP: En makbul dua rükûda ve secdede yapılan duadır. Rükû ve secdede tespihlerin ardından kamuya yönelik dualar yapmak çok makbuldür. Rükû ve secdede, rükûdan doğrulurken ve secde aralarında istediğiniz gibi dua edebilirsiniz. Bu dualar ayet olmadığı için Türkçe olarak söyleyebilirsiniz. Peygamberimiz rükû ve secdede uzun uzun dua ederdi.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.