Şampiy10
Magazin
Gündem

Seferilik ve GDO’lu ürünler

SORU: Elazığlıyım. Sugözü köyünde babadan kalma bir evimiz var. Elazığ merkezde de kardeşlerimle bana miras kalan dükkânımız var. Veteriner olarak bakanlıkta çalışıyorum. Elazığ’a gittiğimde 15 günden az kaldığımda seferi miyim yoksa mukim mi? Diğer sorum şu: GDO’lu ürünlerde (Genetiği değiştirilmiş organizmalar) başka bitkilerden iyi özellikleri taşıyan genler alınıp diğer bitkiye transfer ediliyor. Bakara Suresi’ndeki “Bitkileri yok etmeyin” emri, bu tür uygulamayı içerir mi, bu ayetin nüzul sebebi neydi? (M. Fethi)

CEVAP: Sugözü güzel bir yerdir. Tabip Ahmet Vefik’in köyü. Keşke görebilseydim. Elazığ’a kendi evinize, baba evine gidiyorsanız seferiliğe gerek yok. Tam kılın. Aslında yarım kılmak ruhsattır. Tam kılmak daha iyidir. Çeşitli yerlerde evleriniz varsa ve her birinde de ikamet ediyorsanız seferi değilsiniz. Ama asıl ikametiniz belli bir yerde ise muvakkaten gittiğiniz yerlerde seferi olursunuz. Namazları kısaltmak Hanefi dışındaki mezheplere göre ruhsat, Hanefi’de azimettir. Ben de Elazığ’a baba evine giderim. Seferi kılmam, tam kılarım. Esasen “Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman inkâr edenlerin size bir kötülük (baskın) yapmalarından korkarsanız, namazı kısaltmanızdan ötürü size bir günah yoktur” (Nisa: 101) ayetinden açıkça anlaşılacağı üzere namazın kısa kılınacağı yolculuklar, sıradan yolculuk değil savaş seferi, eşkıya, elverişsiz hava şartları gibi insanın canına ve sağlığına zararlı, tehlikeli yolculuklardır. Bugünün güvenli ve rahat yolculuklarında namazları kısaltmaya gerek yoktur.

İkinci sorunuza gelince, ayette ekin ve nesli yok etmekle, ekinleri çiğneyip tahrip etmek kastedilmiştir. Olayın aslı şudur: “İnsanlardan öylesi var ki, dünya hayatına ilişkin sözü, senin hoşuna gider. Kalbinde olana (samimi düşüncelerini söylediğine) Allah’ı tanık tutar. Oysa o, hasımların en yamanıdır. Dönüp gitti mi (veya iş başına geçti mi) yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, ekin ve nesli yok etmeye çalışır. Allah da bozgunculuğu sevmez” (Bakara: 204-205). Bu ayetlerin, Sakif’li Ahnes ibn Şerik hakkında indiği rivayet edilir. Bu kişi, Medine’ye gelip Hz. Peygamber’in yanında oturdu. Müslüman olduğunu, Allah’ın Resulü’nü sevdiğini söyledi. Bu hususta yemin etti. Aslında iki yüzlüydü. Bu sözleri içinden gelmiyor, ağızdan söylüyordu. Sonra Müslümanlardan bir toplumun ekinlerinin yanından geçerken hepsini yaktı, hayvanları öldürdü. İşte “döndüğü zaman başlar, ekini ve nesli yok etmeye” ibaresi buna işaret etmektedir (Taberi, 2/312). Ayetin, bitkileri iyileştirmek üzere genlerini değiştirmeyle ilgisi yoktur. İyileştirmeye her zaman cevaz vardır ama bozmaya cevaz yoktur. Sünnet operasyonu da tabiata müdahaledir ama yararlı olduğu için uygulanır. Tıraş olmak da öyle. Hasılı iyi niyetle ve hayırlı müdahaleler yararlıdır, caizdir ama zararlı olan hormonlama caiz değildir.

Yazının devamı...

Hiçbir şey ibadete engel olamaz

Genç bir okurum diyor ki: “Üniversite öğrencisiyim. Ailemin maddi sıkıntıları yüzünden 8 aydır bir barda çalışıyorum. Buradan kazandığım parayla hem kendime bakıyorum hem de İstanbul’da okuyan kardeşime yardım ediyorum. Günün 13-14 saatini işte geçiriyorum. Allah’a şükretmek için bir şeyler yapamıyorum. Hatta çalıştığım 13 saat içinde Allah’ı anmayı bile unutuyorum. Tam kendimi namaza, Kur’ân’a vermişken bu işe girip bu duruma düşmek beni çok endişelendirdi. Bu arada sadece benim görebileceğim diğer insanların göremeyeceği bir şekilde vücudumun bir yerine Yüce Allah’ın ismini dövme yaptırmayı düşündüm. Amacım dövme halindeki Allah lafzını görüp Allah’ı anmak. Fakat dövme yaptırmak haram mıdır değil midir diye araştırırken sizin bu konuda köşenizde yayınladığınız yazıyı okudum. Biraz daha araştırma yaptım. Hadis-i şerif veya Kur’ân’dan bir şeyler bulmayı ümit ettim. Sonuçta durumumu size yazmaya karar verdim. Ne yapmalıyımı?” Aynı konuya değinen bir bayan okurum ise “Kaş almak, süslenmek ibadete engel mi” diye soruyor.


CEVAP: Üniversiteli genç okurum benim vereceğim cevabı zaten okumuş. Dövme haram değilse de mekruhtur (hoş olmayan bir şey), iyi bir şey değildir. Siz sözde Allah’ı anımsamak için dövme yaptırıyorsunuz. Dövme yaptırmakla Allah anılmaz. Allah’ın imzası her varlıkta vardır. Neye baksan Allah görünür. İşine devam et. Öyle batıl şeylerle uğraşma. Allah insanın içinde, kalbindedir. Dövmeye bakmakla Allah anılmaz. Mekruh olan bir şeye bakmak da mekruhtur. Dövme Kuran’da geçmez. Kuran’da Allah’ın yaratışını, doğal durumu değiştirmenin şeytan işi olduğu belirtilir. İşte bu doğalı değiştirme konusunda Kur’an tefsircilerinin çeşitli yorumları vardır.

Tefsirciler, bazı hadisler aktarırlar. Bu rivayetlerden birinde Hz. Peygamber’in kaşlarını inceltene, yüzünün kıllarını çekene, dövme yapana ve yaptırana lanet ettiği belirtilir. Fakat bu, bir kişinin rivayetidir. Gerçekten Peygamber’in böyle söylediğine şahsen ihtimal vermiyorum. Çünkü bu rivayet Kur’ân’a aykırıdır. Peygamber de insanları süslenmeye, güzel görünmeye teşvik etmektedir. Yüzünün kıllarını çekmek, kaşlarını inceltmek kadınların vazgeçemeyeceği bir makyaj ve süslenme türüdür. Bilindiği gibi süslenme zamana ve bölgelere göre değişir. Hiçbir şey ibadete engel olamaz. İbadette önemli olan gönülden Allah’a yönelmektir. Abdestinizi alın, namazınızı kılın, duanızı yapın. Allah ile bağlantınızı kesmeyin. Siz gönlünüze bakın. Allah ile kul arasında aracı yoktur. Peygamber’imiz “Önce kendi vicdanınıza danışınız” buyurmuştur.

Yazının devamı...

Kur’ân saldırıyı ve aşırılığı men eder

“Ey inananlar, sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanlardan ve kafirlerden dininizi eğlence ve oyun yerine koyanları dost tutmayın, inanıyorsanız Allah’tan korkun” (Maide: 110/57). Kur’ân, İslâm düşmanlarını içli dışlı dost tutmayı yasaklıyor. Çünkü bunların amacı Müslümanların birliğini bozmaktı. Ama Müslümanlara saygılı olan iyi niyetli kitap ehli ve diğer gayrimüslimlerle iyi geçinmek de Kur’ân’ın vurgulu emirlerindendir. “Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan men etmez. Çünkü Allah, adalet yapanları sever. Allah sizi ancak din hakkında sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanıza yardım eden kimselerle dost olmaktan men eder” (Mümtehine: 111/8-9) ayetleri, Kur’ân’ın savaşılmasını emrettiği insanların, başka din ve inanç mensubu, kendi halinde, barışçı insanlar değil, Müslümanlara saldırmış, onlara işkence etmiş, onları yurtlarından sürmüş, mallarına mülklerine konmuş Mekke müşrikleri ve onların müttefikleridir. Yoksa Hz. Peygamber, Medine’ye geldiği zaman kitap ehli olan Yahudilerle savunma ittifakı kurduğu gibi hayatlarının sonlarına doğru çıktığı Tebuk Seferi’nde de birçok Hıristiyan ve müşrik kabilelerle saldırmazlık ittifakı yapmış, kimseyi din değiştirmeye zorlamamıştır.

Düşmanlara karşı da ölçülü ve adil davranmak gerekir. Kur’ân-ı Kerîm saldırıyı ve aşırılığı men, daima ölçülü ve insaflı davranmayı emreder: “Yürüyüşünde tutumlu ol (orta yürü, ne çok yavaş, ne de çok çabuk yürü), sesini de kıs (bağırarak konuşma (her konuda ölçülü davran)” (Lokman: 57/19). “Vaktiyle sizi Mescid-i Haram’dan geri çevirdiklerinden dolayı bir topluma karşı beslediğiniz kin, sizi saldırıya sevk etmesin. İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı çetindir” (Maide: 2). “Belki Allah sizinle, düşman olduklarınız arasına bir sevgi koyar. Allah kadirdir, bağışlayan, esirgeyendir” (Mümtehine: 111/7). Mümtehine Suresi’nin 7’nci ayetinde Allah’ın, Müslümanlarla düşmanları arasına bir sevgi koyabileceği, mevcut düşmanlığı bir gün dostluğa çevirebileceği belirtilir. Böylece Müslümanlar, düşmanlarına karşı ölçülü olmaya, aşırı düşmanlıktan sakınmaya, adalet ve insafa yöneltilir. Gerçekten Allah’ın vaat ettiği bu sevgi devri, Mekke’nin fethiyle başlamış, Müslümanların can düşmanı olan Mekke müşrikleri, İslâm’a girerek kardeş olmuşlar, düşmanlıklar dostluğa, ayrılıklar birliğe çevrilmiştir.

Yazının devamı...

Hz. Peygamber’in yaptığı antlaşmalar

Furkan Suresi 27-29’uncu ayet, Müslümanların, Müslüman olmayan toplumlarla ilişkileri konusunda iki prensip getirmiştir:

1- Müslüman olmayanlarla ilişki kurarken daima ihtiyatlı olmak, onlara fazla güvenmemek, yalnız samimi Müslümanları gerçek dost bilmek.

2- Şartların gerektirdiği durumlarda şerlerinden korunmak için onlarla iyi geçinmek, fakat onları baş tacı etmemek. İslâm düşmanı olan Yahudi ve Hıristiyanları veli yapmamayı emreden bu ayetler (Al-i İmran: 28, Nisa: 138-139, 144, Maide: 151) Müslümanlara saldırmayan, kendi halinde, barışçı gayrimüslimlerle, hatta müşriklerle dostluk kurmalarına ve ittifak yapmalarına engel değildir. Nitekim Hz. Peygamber Medine’ye geldikleri zaman Yahudilerle şu şekilde ittifak yapmışlardır:

- İslâm uyruğunda olan Yahudilere yardım edilir, haksızlık edilmez, onlara karşı savaşılmaz. Onların dostları (müttefikleri) de aynen kendileri gibidir. Onlar kendi dinlerinde, Müslümanlar da kendi dinlerinde serbesttir. Zulüm, günah yapanın, adam öldürenin sorumluluğu, bunları yapana ve ailesine aittir. n Yahudiler de savaşta Müslümanlara yardım edecekler, Müslümanlarla birlikte savaş giderlerine katılacaklardır. Bu antlaşmada taraf olan Müslümanlar ve Yahudiler, aralarında iyiliği öğütleyecekler, günah işlere girmeyecekler, birbirlerine iyi davranacaklardır.

Peygamber; Hıristiyan Ukaydir ibn Abdil-Melik, Eyle emiri İbn Rube, Cerba ve Ezruh, Yahudi Gadyaoğulları ve Aridoğulları ile de antlaşmalar yapmıştır. Hz. Peygamber’in bu ittifakları, ayetlerin Müslümanların, kendileriyle savaşmayan gayrimüslimlerle dostluk kurmalarına, ittifak yapmalarına engel olmadığını kanıtlar. Hz. Peygamber’in bu antlaşmalarından ve ayetlerin ruhundan anlıyoruz ki Müslüman yöneticiler, Müslüman olmayan toplumlarla iyi ilişkiler kurabilirler. Ancak böyle bir ilişki kurarken iki şeye dikkat etmeleri gerekir: 1- İlişki kuracakları toplumların esas niyetlerine bakmak, Müslümanlara karşı kötü niyet taşımayan kimselerle ittifak yapmak. 2- İttifak yaptıkları gayrimüslimlere karşı daima ihtiyatlı, uyanık bulunmak. Mümtehine Suresi’nin 8-9’uncu ayetlerinde de bu husus, gayet açıklıkla ortaya konmuştur. Bu ayetlerde sıkı fıkı dost tutulmaması emredilen kimseler, kendi halinde, iyi niyetli gayrimüslimler değil, Müslümanların birliğini ve dirliğini, refah ve saadetlerini istemeyen, onların dinleriyle alay eden İslâm düşmanlarıdır. Yoksa Kur’ân, Müslümanları, Müslüman olmayan tarafsız, iyi insanlarla dost olmaktan men etmemiş, tersine öyle insanlarla iyi geçinmeyi emretmiştir.

Yazının devamı...

İslâm’da haksız saldırı yasaktır

Ayet-i kerimeler Müslümanları müttefiklerine, onlara sığınanlara, Müslümanlarla savaşan kimselere mensup olsalar dahi tarafsız davranan insanlara karşı savaşmaktan men ediyor. Müslüman olmayanlar, siyasi bakımdan dört gruba ayrılmaktadır: 1- Müslümanlara saldıran veya vaktiyle Müslümanlara saldırmış, kötülük etmiş, haklarını ellerinden almış ve yaptıklarını telafi etmedikleri gibi hâlâ saldırmaya devam eden veya saldırı fırsatını kollayan düşmanlar. Bunların ülkeleri Dar-i Harb sayılır.

2- Müslümanların müttefiki olan gayrimüslimler. 3- Tarafsız olan gayrimüslimler. 4- Savaş sonucunda cizye (vergi) karşılığında Müslümanların egemenliğine tabi olan gayrimüslimler.

İşte Müslümanlar bu 4 gruptan sadece birinci gruba saldırabilirler. Çünkü bunlara saldırmak adaletin gereği, nefsi savunma prensibidir. Gasp edilen hakların geri alınması lazımdır. Fakat Müslümanlara saldırmayan tarafsız veya Müslümanların müttefiki olan gayrimüslimlere saldırmak yasaktır. Çünkü bu zulümdür. “Allah zalimleri sevmez” (Al-i İmrân: 140). Nisa Suresi 90’ıncı ayeti, barış yapılan topluma sığınanlara da antlaşma hükümlerini geçerli kıldığı gibi, tarafsız kalmak isteyenlere de can güvenliği garantisi vermektedir. Demek ki Müslümanlara saldırmayanlara saldırılmaz. “Kim antlaşmalı (barış antlaşması yapılmış, kendisine can güvenliği tanınmış toplum bireylerinden) birini öldürürse cennetin, ta kırk yıllık mesafeden duyulabilen kokusunu alamaz”, “Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü taşımaz” ayeti de suçsuzlara dokunulmayacağını bildirmektedir. İslâm’da haksız yere saldırı yasaktır. “Allah saldırganları sevmez.”

Uluslararası barışı koruma: İslâm’ın amacı kavga değil, barıştır. Kur’ân-ı Kerîm, Müslümanlara düşman olmayan, onlarla savaşmayan, dine, inanca saygılı olan tarafsız kimselerle iyi geçinmeyi öğütlemektedir. Sıkı dost tutulmaları yasaklananlar, Müslümanların düşmanı olan kimselerdir.

Samimiyyet, dostluğun koşulu ve ölçüsüdür: Birliğin ve kardeşliğin korunması için bozucu unsurlardan kaçınmak gerekir. Çünkü ahlakı bozuk, yüzü dost, özü düşman kimselerle sıkı dost olmak, insanın kendi ahlakını bozacağı gibi kardeşler arasındaki dirlik ve düzeni de çürütmeye başlar. Bozuk karakterli kişilerle dost olanlar, ahirette yaptıklarına pişman olurlar. “O gün zalim, ellerini ısırıp ne olurdu keşke ben Elçi ile beraber bir yol edineydim der. Vah bana, ne olurdu, ben falanı dost tutmasaydım. O beni, bana gelen zikirden saptırdı. Zaten şeytan, insanı yapayalnız ve yardımcısız bırakır” (Furkan: 42/27-29).

Yazının devamı...

Dinimiz bize barışı emreder

İsrail hükümetinin insani yardım gemisine saldırarak masum insanları katletmesini kınarken bütün Yahudi ırkını ve Musa dini mensuplarını suçlamak doğru değildir. Bizzat İsrail devleti içinde yaşayan bir kesim Yahudi de bu zulme ve baskıya karşıdır. Kendi devletlerinin yaptıklarını protesto etmişlerdir. Kur’ân, yanlış yapan insanları kınarken hiçbir milleti toptan kötülükle damgalamaz. Yanlış işler yapan, bozgunculuğa sapan, fitne fesat karıştıran Yahudileri ayıplarken hepsinin bir olmadığını, onlar içinde de iyilerin, adaleti seven barışçı insanların bulunduğunu vurgular: “Musa kavmi içinde Hakk’a uyup hakla adalet yapan bir topluluk vardır. Yarattıklarımız arasında Hakk’a uyup hakla adalet yapan bir topluluk vardır” (Araf: 159, 181). “Sonra kitabı kullarımız arasından seçtiklerimize miras verdik. Onlardan kimi nefsine zulmedendir, kimi orta gidendir, kimi de Allah’ın izniyle hayırlarda öne geçendir. İşte büyük lütuf budur” (Fatır: 43/32). Al-i İmran Suresi’nin 112-115’inci ayetlerinde, İsrailoğulları’nın içinde aşırı, ılımlı ve iyi insan gruplarına işaret edilmektedir. Onların içinde Allah’ın ayetlerini inkâr edip peygamberleri öldürenler, masum insanlara saldıranlar olduğu gibi Allah’a ve ahiret gününe inanan, geceleri ibadet eden, iyiliği emir ve kötülükten meneden kişilerin bulunduğu da bildirilmektedir.

Ayetlerden, her kavim içinde iyiler, kötüler ve ılımlılar bulunduğunu anlıyoruz. İşte her kavimden Allah’a ve ahirete inanan, güzel işler yapan kimseler, cennete girer, huzur ve esenlik içinde, gam ve tasadan uzak kalarak Allah’a hamdederler. Son zamanlarda gerilen İsrail-Türkiye sorunlarının duygusallıkla değil, akıl ve hikmetle çözülmesi, çözüm için de yalnız başına değil, uluslararası bir konsensüsle hareket edilmesi gerektiği kanaatindeyim. Çünkü dinimiz bize savaşı değil barışı emretmektedir. “Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah’a dayan, çünkü O işitendir, bilendir” Enfal: 93/61). Bu münasebetle Kur’ân’ın gayrimüslim toplumlarla ilişki hakkındaki esaslarını özetlemek isterim: Enfal Suresi 61’inci ayette düşman barışa yanaştığı takdirde barış yapılması buyurulmaktadır. İslâm’ın amacı barıştır. Savaşmak, Müslümanlara saldıran düşmanlara karşı olur. İnsanları zorla dinlerinden döndürüp Müslüman yapmak için savaş emredilmemiştir. Zira dinde zorlama yoktur. Nisa: 88-91’inci ayetlerde, antlaşmalı toplumlara mensup olanlarla tarafsız kalanlara dokunulmayacağı belirtilmekte fakat fırsat buldukça Müslümanlara saldıranların yakalanıp etkisiz hale getirilmeleri emredilmektedir.

Yazının devamı...

Zulümle abat olanın sonu berbat olur

İsrail hükümetinin, yarım asırdan fazla bir zamandan beri Filistinlilere yaptığı zulüm artık tahammül sınırını aştı. Hele son birkaç yıldan beri bir hapishaneye çevirdiği Gazze’de halka yaptıkları, tarihte hiçbir zulümle mukayese edilemeyecek şiddete, barbarlığa dönüştü. Hanumanları söndürmek, evde çocukları yetim ve aç bırakmak, hangi vicdana sığar? 5-6 asır önce Yahudiler, Avrupa’da öldürülüp sürgün edilirken Türkler onlara kucak açtı, Osmanlı topraklarında özgürce yaşamalarına imkân verildi. Almanya’da Hitler, iddialara göre 6 milyon Yahudi’ye soykırım uygularken canını kurtarabilen kimi Yahudi bilim adamları yine Türkiye dahil çeşitli ülkelerde yaşama imkânı bulmuştu. İsrail’in hâlâ Alman soykırımını ele alıp Yahudi mağduriyetini anlatıp leyhlerine propaganda yaparken kendisi, sırf aç kalan Gazzelilere yardım amacıyla yola çıkan, merhamet duygusuyla hareket eden, masum ve yardımsever insanları taşıyan gemilere saldırıp 9 kişiyi katletmesi, 60 kişiyi yaralaması ve gemilere el koyması 21. yüzyılda işlenmiş barbar bir korsanlık ve eşi görülmemiş bir soykırım değil mi? Daha ne zamana kadar bu zulüm sürecek ve özgür dünya daha ne kadar İsrail soykırımına seyirci kalacak?

Türkiye, yalnız toprakları ellerinden alınmış, özgürlükleri kısıtlanmış, haksız yere öldürülmüş Filistin ve Gazze halkına, elinden gelen yardımı yapmıştır ve yapmaktadır. Tarihte Filistin bölgesinin istikrarı Osmanlı döneminde sağlanmış ve her ırktan ve dinden insan Müslümanıyla, Yahudisiyle, Hıristiyanıyla bu topraklarda özgürce, rahatça barış içinde yaşamıştır. Ne zaman ki 1948’de İsrail devleti kuruldu, istikrar ve barış diye bir şey kalmadı. Filistinliler olmadık zulümlere uğradı. Toprakları ellerinden alındı, evleri başlarına yıkıldı. Yıllarca çadır kamplarında yaşayan Filistinliler hep acı çekti. İmkân bulanlar çeşitli Arap ülkelerinde çalıştı, imkân bulamayanlar sefalet içinde yaşadı. Son olayda Türkiye, elinden geleni yapıyor ama bu sadece Türkiye’nin yapacağı bir iş değildir. Aslında binbir hileyle İsrail devletini kurduran güçlü devletlerin bu zulmü önlemeleri gerekir. Yoksa sadece Türkiye öne sürülüp bu yüzden Allah korusun bir savaşa sürüklenirse takriben bir asırda kazandıklarımızı kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalabiliriz. Akıllı hareket etmek gerekir. Diplomatlarımızın önemle üzerinde durduğu üzere soruna diplomatik yoldan çözüm bulmak gerekir. Yoksa bu zamanda yapılan savaşın pek galibi de olmaz. Savaş, bütün taraflar için yıkımdır. Amacımız savaş değil barıştır.

NOT: “Anne baba hakkı kutsaldır” başlıklı yazımın devamı bugün yayınlanacaktı. Ancak İsrail saldırısı nedeniyle sözü geçen yazımı daha sonra yayınlayacağım.

Yazının devamı...

Anne baba hakkı kutsaldır

SORU: Psikolojik rahatsızlığımdan ötürü anne babama karşı bazen çok kırıcı oluyorum. Bunun vebali büyük mü? Acaba rahatsızlığım mazeret olabilir mi?

CEVAP: Kur’ân’da Allah’a itaatin hemen altında anne babaya itaat gelir. Ana babaya isyan büyük günahtır. Aklın başında ise kendi kendine telkin ver. Canının sıkıldığı zaman dışarı çık, biraz hava al. Ama anne babanı kırma. Büyük günaha girmiş olursun. İşte Kur’ân’ın emri: “Allah ile beraber başka bir tanrı edinme, sonra kınanmış ve yalnız başına bırakılmış olarak oturup kalırsın. Rabbin, yalnız kendisine tapmanızı ve anaya babaya iyilik etmenizi emretti. İkisinden birisi yahut her ikisi, senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşır(ihtiyarlık zamanlarında senin yanında kalırlar)sa sakın onlara ’Öf’deme, onları azarlama. Onlara güzel söz söyle. Onlara acımadan dolayı küçülme kanadını indir, (onlara karşı alçak gönüllü ol) ve ’Ey (her varlığı terbiye edip yetiştiren) Rabbim, bunlar beni küçükken nasıl (acıyıp) yetiştirdilerse sen de bunlara (öyle) acı’de” (İsra: 22-23).


Ebeveyne itaat gerekir

“Biz insana ana babasına iyilik etmeyi tavsiye ettik. Eğer onlar seni, (gerçekliği) hakkında hiçbir bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa (bu hususta) onlara itaat etme. Dönüşünüz banadır. O zaman size yaptıklarınızı haber veririm” (Ankebut: 85/8). Bu ayette de Allah’ın, insana ana babasına iyilik etmeyi, ancak kendisini kanıtsız olarak Allah’a ortak koşmaya zorladıkları takdirde bu konuda onlara uymamasını öğütlediği vurgulanmaktadır.


Ebeveyne itaat gerekir.

Fakat ebeveynin emirleri, Allah’ın buyruklarına ters düşerse bu konuda onlara itaat gerekmez. Çünkü yaratanın hakkı, ana babanın hakkından üstündür. Şirk, Allah’ın nimetlerine nankörlüktür. Yüce Allah, müşrik anne babası insanı Allah’a ortak koşmaya sevk etmek istedikleri takdirde onlara itaat etmemesini fakat müşrik de olsalar dünya işlerinde anne babasıyla iyi geçinmesini, ahiret işlerinde ise Peygamber’in ve müminlerin yoluna uymasını emrediyor. Lokman ve Ahkaf surelerinde ebeveyne iyilik tavsiyesinden sonra annenin insana olan fedakârlıkları sayılmaktadır. Bu da annenin evladına olan son derece şefkat ve sevgisini gösterir.

* DEVAM EDECEK

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.