Şampiy10
Magazin
Gündem

Hz. İbrahim’in babası Kur’ân’da Azer adıyla anılır

SORU: Meryem Suresi 27-28’inci ayetlerde sözü edilen Hz. İsa’nın annesi Meryem ile ondan çok önce yaşamış olan Musa ve Harun’un annesi Meryem aynı kişi midir? Hz.

İbrahim’in babası Azer midir?

CEVAP: Meryem Suresi 28’inci ayette kavmi, Hz. Meryem’e “Ey Harun’un kızkardeşi” diye hitap etmektedir. Hz. Musa’nın kardeşi olan Harun ile Meryem arasında çağlar vardır. Burada Harun’un kızkardeşi sözünden maksat, Meryem’in o aileden gelmiş olduğunu vurgulamaktır. Meryem’i taşlayanlar, bu ifadeyle şerefli bir soydan gelen Meryem’i, soyuna asla yakışmaz bir iş yapmakla suçlayıp mahcup etmek istemişlerdir. Enam Suresi 74’üncü ayette, Hz. İbrahim’in babası Azer adıyla anılmıştır. Oysa Tevrat’ta İbrahim’in babası Tareh olarak geçer.

Müfessirler (Kur’ân yorumcuları) bunu birkaç şekilde açıklarlar: Belki İbrahim’in babasının asıl adı Azer, lakabı Tareh’ti. Tevrat’ta lakabıyla Kur’ân’da adıyla anılmıştır. İbrahim kıssasının şifahi nakillerle Araplar arasında anlatıldığı muhakkaktır. Çünkü Araplar, onu kendi ataları tanıyorlardı. Demek ki İbrahim’in babasının adı, Araplar arasında Azer olarak yayılmıştı. Bazı İslâm isimleri de Avrupa dillerine farklı telaffuzlarla geçmiştir. İbn Sina’nın Avisenna, İbn Rüşd’ün Averroes olması gibi... Hatta Tevrat’ta Abraham, Saul, Salamon olarak geçen isimler de Kur’ân’da Arap telaffuzuyla İbrahim, Talut, Süleyman şeklinde geçer. Türkçe’deki belki kelimesi Arapça’ya belek, Farsça’daki kilid kelimesi Arapça’ya miklid şeklinde geçmiştir. İşte Aynı şey İbranice’den Arapça’ya geçmiş olan bu isimde de olabilir.

Belki de bazı Tevrat nüshalarında bu ad, doğrudan doğruya Azer olarak geçmekteydi. O nüshalar zamanla ortadan kaybolmuştur. Azer isminin, Arapça’daki Tareh adının anlamı olması da muhtemeldir. Yahut bu ad, Tareh’in bir lakabının Arapça anlamıdır. Azer, İbranice’de hata eden anlamına gelir. Yüce Allah, onu hata eden sıfatıyla anarak küfrüyle hatada olduğunu belirtmek istemiştir. Ya da Azer, İbrahim’in amcasının adıydı. Bazen amca, baba yerine kullanılır. Nitekim Yakup’un oğulları da Yakup’a “Senin Tanrın ve babaların İsmail ve İshak’ın Tanrısı olan tek Tanrıya kulluk edeceğiz, biz O’na teslim olanlarız” demişlerdir (Bakara: 133). Bu ayette, Yakup’un amcası olan İsmail, babası olarak anılmıştır (Bkz. Mefatihul-gayb: 13/37-38).

Yazının devamı...

Kur’ân’ın söyledikleri modern gökbilimine uygun düşmektedir

* DÜNDEN DEVAM

Kur’ân’ın ifadesiyle güneş, ay, bütün yıldızlar birer felekte yüzer. Felek, yuvarlak cisim veya daire demektir. Burada kasıt, güneşin ve ayın uzaydaki yörüngeleridir. Bunlar tıpkı balığın suda yüzmesi gibi uzayda yüzmektedirler, çoğul olan “tesbehun” fili, “yüzerler” demektir. Güneş ve ay anıldıktan sonra sonra tesniye (ikil) yerine çoğul fiil kullanılması yalnız güneşin ve ayın değil, bütün yıldızların uzayda yüzdüğünü anlatır. Güneş için idrak, ay için sebkat tabirinin kullanılması, ayetteki belagat yönlerinden biridir. İdrak (arkadan gelip yetişmek) tabiri, süratli bir hareketi gerektirir. Sebkat (geçmek) tabirinde de sürat vardır ama idrakteki sürat daha fazladır. Bu da güneşin hareketinin ayın hareketinden süratli olduğu anlamına gelir.

Ay 1 ayda dünyanın çevresini, dünya da kendisine tabi ayla birlikte 1 yılda güneşin çevresini dolanır. Güneş de kendisine tabi gezegenlerle birlikte bulunduğu yörüngede hareket eder. Eski gökbilimi, yıldızların felekte çakılı, sabit olduğunu söylerdi. O zamanın anlayışına göre yıldızın kendisi yürümez, onu taşıyan biri gerekir. İşte felek, yıldızın taşıyıcısıdır.

Oysa Kur’ân, yıldızların felekte yürüdüğünü söylüyor. Modern gökbilimi de bütün yıldızların uzaydaki yörüngelerinde dolandığını söylemektedir. Demek ki Kur’ân’ın söylediği, modern gökbilimine uygun düşmektedir. Kur’ân, Allah’ın yaratılış kudretine dikkati çekmek için bu kâinat harikalarına işaret eder. Yoksa amacı yaratılış yasalarını, astronomi kurallarını ortaya çıkarmak değildir.

Çünkü Kur’ân’ın amacı, insanları Allah’a kulluğa, güzel ahlaka, adalete yöneltmektir. Yüce Allah, insanların ve tüm canlıların üzerinde yaşadıkları şu dünyadaki ayet ve nimetlerini, sonra gökte gemiler gibi yüzen güneş ve ay gibi nimetlerini hatırlattıktan sonra, bunlarla uyumlu ve göklerde yüzen nimetlere paralel olarak denizde yüzen ve kendisinin insanlara bir lütuf ve nimeti olan gemileri hatırlatıyor. Gökte yüzen güneş, ay ve yıldızlar nasıl Allah’ın nimet ve kudretinin, ilim ve hikmetinin işaretleri ise insanların kendileriyle beraber çeşitli yerlere götürdükleri çocuklarını taşıyan gemiler de Allah’ın nimet ve kudretinin belirtileridir. “Onlar için bir ayet de onların çocuklarını dolu gemide taşımamız ve kendilerine onun gibi binecekleri nice şeyler yaratmamızdır” (Yasin: 41-42).

Yazının devamı...

Hz. Peygambere saygılı olmalıyız

DÜNDEN DEVAM

Kur’ân evlatlığı kaldırmıştır. Evlatlık dediğiniz kişi, Peygamber’in öyle bebekken alıp büyüttüğü bir çocuk değildi, köleydi. Hz. Hatice o köleyi, evlilik hediyesi olarak Peygamber’e verdi. Peygamber de onu azat edip evlat edindi. Ama Kur’ân evlatlığı kaldırdı. Şartlar Peygambere, vaktiyle kölesi olan Zeyd’in boşadığı kadınla evlenme gereğini getirdi. Siz o şartları bilmiyorsunuz ama ben biliyorum. Bu evlilik, kadının kocasında yani Zeyd’de Peygamber’e karşı en ufak bir kırgınlık meydana getirmedi. Peygamber o zatın oğlu Üsame’yi de kendi çocukları kadar severdi. Hz. Ömer, gelen ganimetlerden Üsame’ye, kendi oğlundan fazla pay vermişti. Oğlu Abdullah buna gücendi. Ona neden daha çok pay verdiğini, itiraz yollu sordu. Ömer dedi ki: “Allah’ın Elçisi, Üsame’yi senden çok severdi. Onun babasını da senin babandan çok severdi.” Peygamber’in yaptığı şeyler eğer yanlış, kırgınlığa yol açacak türden olsaydı, sözünü hiç esirgemeyen, hatta zaman zaman Peygamber’e de itiraz eden Hz. Ömer böyle söyler miydi? Aklı selimle düşünüp Peygamber’e saygılı olmayı tavsiye ederim. Mutluluğun yolu budur.

Güneşin ayı, ayın da güneşi kovalaması söyleminde gece gündüzün birbirini izlediği, hiçbirinin diğerini etkisiz bırakmadığı, birinin diğerini fonksiyonunu yapmaktan alıkoymadığı, Allah’ın gece ve gündüz işaretleri olan ay ve güneşi böyle düzenlediği anlatılıyor. Şimdi Yasin Suresi’ndeki ayetin tefsirine bakalım: “Ne güneş aya ulaşıp onunla birleşir, ne de gece gündüzün önüne geçer.” Her biri kendi vaktinde hükmünü yürütür. Burada gece ve gündüz, güneş ve ay birbiriyle yarışan iki canlı varlığa benzetilmiştir. Eğer güneş, ayın önüne geçse yani ayın doğacağı zamanda güneş de doğsa, dünyanın bir yanında hep gündüz olur, gece olmaz. Öbür yanında da hep gece olur, gündüz olmaz. Oysa insanların istirahatı için gece, çalışıp kazanmaları için de gündüz lazımdır. Bütün canlıların, özellikle bitkilerin güneş ve ay ışığına ihtiyacı vardır. Düzenli hayat için gece de gündüz de gereklidir. Bundan dolayı Allah, güneşe ve aya ayrı ayrı zamanlarda doğup batmayı belirlemiştir. Hiçbiri ötekinin hakkına tecavüz etmez. Aslında doğup batma yoktur ama biz öyle algılarız. Güneş doğunca ay ışığı görünmez olur. Dünyanın dönmesiyle güneş, bulunduğu ufkun altına düşünce bu kez ay görünür. Güneş gündüzün, ay da gecenin işaretidir.


DEVAM EDECEK

Yazının devamı...

Peygamberimizin getirdiği mesaj ilelebet bakidir

SORU: Peygamber Efendimiz yanına gelen bazı hastalara bir bardağın içine su koyup, okuduktan sonra hastanın içmesini istermiş. Bu olay gerçek mi? Eğer gerçekse Peygamberi Efendimiz neden dönemin tıp bilginlerine bu işi sormamış da kendisi bu tip çözümler üretmiş? Bu akla ve mantığa aykırı bir durum değil mi? Ayrıca kendi evlatlığının karısıyla evlendiği, bunun o dönemde çok kötü karşılandığı söyleniyor. Böyle bir evliliğin gerekçesi nedir? Son olarak şöyle bir sorum olacak: Kur’ân’da “Ay, güneşi kovalar” deniyor. Ay nasıl güneşi kovalayabilir? (Ali Hoca)

CEVAP: Bu uydurmalarla Peygamber’i eleştirmek kimseye bir şey kazandırmaz. Üç-beş kişinin saldırmasıyla Peygamber o yüce tahtından düşmez. Saldıranlar sonunda perişan olurlar ve olmuşlardır. Onlar saldırıldıkça Peygamber yücelmiştir. Kendi boyutunuzu düşünün ona göre Peygamber hakkında söz söylemeye cesaret edin. Benim size tavsiyem, Peygambere saygılı olmanızdır çünkü ahiretiniz için bu gereklidir.

Ebubekir’den insanlığın unutamayacağı bir söz

Peygamber’in hayatı bizi ilgilendirmez. Bizi ilgilendiren mesajıdır. Hz. Ebubekir ne demiş biliyor musunuz? Peygamber’in ölümü üzerine halk şaşkınlık içine düşmüş. Ömer, “Kim Peygamber’in öldüğünü söylerse onu kılıcımla öldürürüm” demiş. İşte ashabı bu şaşkınlık içinde gören Ebubekir insanlığın unutamayacağı bir söz söylemiş: “Kim Muhammed’e tapıyorsa bilsin ki Muhammed öldü. Ama kim Allah’a tapıyorsa O bakidir, ölmez.” İşte mesaj bu. Peygamber’in ortaçağa ait olan fizik varlığı ve beşeri yaşantısı geçip gitmiştir. Şahsiyeti efsane değil, gerçek yaşamış bir kişiliktir. O fizik varlığıyla aramızdan ayrılmıştır. Ama getirdiği mesaj ilelebet bakidir. Şimdi de vardır, gelecekte de var olacaktır. Hz. Peygamber insanları o zamanın tıp imkânlarıyla tedaviye yöneltmiş, “Ey Allah’ın kulları, tedavi olunuz. Allah, yarattığı her derdin devasını da yaratmıştır” buyurmuştur.


*DEVAM EDECEK

Yazının devamı...

Bidat olan uygulamalar dinin sadeliğini bozar

SORU: Bir yazınızdan namaz eda edildikten sonra dua ve tespih, Allah’a dilek ve niyazların yapılması, arkasından da Fatiha’nın okunması gibi fiilleri bidat olarak değerlendirmiştiniz. Bu fiiller namazın aslını mı değiştiriyor? Kulun Allah’a yakarması neden bidat olsun? Bunu anlayamadım.

CEVAP: Ben, namazın ardından tespih ve dua yapılmasının bidat olduğunu söylemedim. Herhalde siz yazımı yanlış anlamışsınız. Namazın ardından 33’er kere “subhanellah, elhamdu lillah, Allahu ekber” demek bidat değildir. Bidat olan, bunları müezzinin komutuyla topluca yapmaktır. Peygamberimiz döneminde namazın ardından herkes yapacağı tespihi ve duayı birlikte ve müezzin komutuyla değil, kendi kendine yapar, istediği kadar dua ederdi. Bidat olan, bu tespihleri ve duaları sanki namazın gereğiymiş gibi hep birlikte yapmaktır. Oysa namaz bitince yani imam selam verince dileyen tespih eder, dileyen kalkıp işine gider.

Peygamberimiz dine katkı yapılmasını istememiştir

Bidat, Peygamberimizin yapmadığı, Peygamberden sonra bazı kişiler tarafından dine sokulan dini mahiyetteki uygulamalardır. Bunlar dinin aslını değiştirmese de sadeliğini bozar. Çünkü bu iş din görevlileri veya din uzmanları tarafından yapılırsa onlardan gören halk bu uygulamayı dinin aslından, farz veya sünnetlerinden sanır. Dinin vazgeçilmezinden bilir. Bu da dinin zorlaşmasına, sadeliğinin bozulmasına yol açar. Siz herhangi bir yiyeceğin halisini mi, yoksa katkılısını mı yeğlersiniz?

Mesela su katılmış süt mü sizce makbuldür yoksa yüzde bilmem kaçı su olan sütü mü yeğlersiniz? İşte ben dinin yüzde yüz halisini, katkısızını yeğliyorum, onu anlatmaya çalışıyorum. Peygamberimiz, dine katkı yapılmasını yani bidat katılmasını ve bidatların ibadetleştirilmesini istememiş, bunu sapıklık saymış, ümmetin icmaından ayrılan yani kendi kendine yaptığı eklemelerle ümmetin geçmişlerinin yolundan ayrılan kimsenin cehennem ateşinde yalnız başına kalacağını belirtmiştir. Hiç kimsenin dine bir şey katma veya dindeki bir aslı atma hakkı yoktur.

Yazının devamı...

Aileyi bir arada tutan inanç ve davranış birliğidir

* DÜNDEN DEVAM

Mümin Suresi 7-9’uncu ayetlerde Allah’ın arşını taşıyan yüce meleklerin, müminler için mağfiret dileyip Allah’tan onları cehennem azabından korumasını, onları iyi huylu, inanmış ataları, eşleri ve çocuklarıyla birlikte cennete sokmasını diledikleri anlatılmaktadır. Bu ayetlerden de insanın ancak aile bireyleriyle yani ana-baba, eş ve çocuklarıyla birlikte olduğu zaman tam anlamıyla mutlu olacağı, ailenin dünya ve ahiretin mutluluk kaynağı olduğu anlaşılır. Cennete giren mümin, ailesinden ayrı olunca mutlu olamayacağı için salih eylemler yapmış olan aile bireyleri de kendisiyle birlikte cennete konulmaktadır. Ayrıca aile bütünlüğünün önemi, aile bölünmüşlüğünün insanda ruhsal çöküntüye, bahtsızlığa neden olacağı da anlaşılır. Çünkü mutlu olabilmek için ahirette dahi aile birleştiriliyor, bölünmüyor. Ancak aileyi bir arada tutan inanç ve davranış birliğidir. İnançları ve davranışları birbirine ters olan aile bireylerinin dünyada dahi birlikte olması kolay değildir. Çünkü bunlar birbirlerini iterler, birbirlerini görmekten ve birlikte olmaktan hoşlanmazlar, kavga ederler. Ahirette de ancak inanç ve eylemleri benzer olan aile bireyleri birleştirilmektedir. Ama inanç ve eylemleri ters olanlar bir araya gelmezler, zira birinin yeri cennet, öbürünün yeri cehennem olur. Suçlularla suçsuzlar bir arada bulunmazlar.

Tegabün Suresi’nin 14’üncü ayetinde eş ve çocuklardan düşman olanların bulunduğu, buna karşın affedip hoşgörülü davrananları Allah’ın affedeceği vurgulanmaktadır. Aile reisi olan erkek, karısının, ergin olmayan çocuklarının ve anne babasının geçimlerini sağlamaya mecburdur. Ayrıca çocuklarını güzel yetiştirmek, eğitmek, zamanın gereklerine göre tahsil ve terbiyelerini yaptırmak, aile büyüklerinin, özellikle ana-babanın görevidir. Hz. Ali’nin, çocukları geleceğe göre yetiştirmeyi öğütlediği rivayet edilir. İnsan, eşinin ve çocuklarının hareketlerine dikkat etmekle beraber hoşgörülü olmalı, onların hatalarını affetmelidir. Yoksa ailede dirlik ve düzenlik kalmaz. Her hata ve kusur karşısında azarlanan, şefkat ve hoşgörü görmeyen çocuk da öyle yetişir. Korku belası babasına ses çıkarmasa da içten ona karşı sevgi beslemez. İleride o da ana-babasından gördüklerini kendi çocuklarına uygular. Yani mazlumken zalim olur. İşte bunun için yüce Allah, affı ve hoşgörüyü öğütlemekte, affedip hoş görenlerin affedileceklerini vurgulamaktadır: “Eğer affeder, hoş görür, bağışlarsanız, Allah da bağışlayan, esirgeyendir (affedenleri O da affeder).”

Yazının devamı...

‘Biz insana ana babasına iyilik etmeyi tavsiye ettik’

* DÜNDEN DEVAM

Okurlarımı ayetlerle saadet asrına, İslâm’ın ilk dönemlerine götürmek istiyorum: Ankebut Suresi’nin 8’inci ayetinde, “Biz insana ana babasına iyilik etmeyi tavsiye ettik. Eğer onlar seni, (gerçekliği) hakkında hiçbir bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa (bu hususta) onlara itaat etme. Dönüşünüz banadır. O zaman size yaptıklarınızı haber veririm” buyurulmaktadır. Ayetin, Sad ibn Ebi Vakkas ile annesi hakkında indiği rivayet edilir. Annesi, Sad ibn Ebi Vakkas’ı İslâm’dan döndürmek için açlık grevine girmiş. Bütün ısrarına rağmen üç gün ardı ardına yemek yemeyen annesinin gittikçe erimekte olduğunu gören Sad, “Anne sen bilirsin ki vallahi senin yüz tane canın olsa, hepsi birer birer çıksa ben dinimi bırakmam. Bu, bambaşka bir şeydir. İster ye, ister yeme.” Kadıncağız Sad’ın kararından asla dönmeyeceğini anlayınca açlık grevinden vazgeçmiş (Camiul-beyan: 21/70; el-Camili-Ahkâmil-Kur’ân: 13/328).

Çevrenin gençlere baskısı

Bu ayetler, Sad gibi Müslüman olan bir yandan İsra ve Enam surelerinde ebeveyne iyiliği emreden ayetlere uymanın gereğini yapmaya çalışırken bir yandan da kendilerini İslâm’dan döndürmeye uğraşan ebeveynlerinin ısrar ve baskıları karşısında ne yapacaklarını bilemez duruma gelen gençleri, içinde bulundukları psikolojik sıkıntılardan kurtarmak, onları teselli etmek üzere inmiştir. Benzeri ayetlerin çeşitli surelerde yinelenmesi, Müslüman oldukları için ebeveynlerinden baskı gören gençlerin çokluğunu gösterir. Bu gençlerden bir kısmı anne babalarından gördükleri baskı yüzünden Habeşistan’a göç etmek zorunda kalmışlardı (Siretu İbn Hişam: 1/345-352).

Mekke’de genç Müslümanlar, bir yandan çevrenin baskı ve işkencesine uğrarken bir yandan da kendi ailelerinin, ana babalarının baskı ve şiddetine maruz kalıyorlardı. Ayetlerde sıkıntıların sadece yabancılardan değil, kendi ana babalarından da gelebileceğine işaretle umut verilen genç Müslümanlara, anne babalarının yasal emirlerine itaat etmeleri, fakat dine aykırı emirlerine itaat etmemeleri öğütleniyor. Allah’a isyan olan hususlarda ana-babaya itaat gerekmez. Çünkü Allah’a isyan olan hususlarda yaratıklara itaat edilmez.

* DEVAM EDECEK

Yazının devamı...

Anne babaya hizmet, her evladın boynunun borcudur

Bir okurum diyor ki: “Annem 9 yıl önce vefat etti. 80 yaşındaki babam benimle kalıyor. Kendisi evden çıkmadığı gibi benim çıkmama da kızıyor. 49 yaşındayım. Geçen gün köşenizde ana-baba hakkını yazmışsınız. Bu babamın çok hoşuna gitti. Bana da okuttu. Bütün iyi niyetimle babama bakıyor, gönlünü hoş tutmaya çalışıyorum. Yaşlıların da kendisine bakan çocuklarına iyi davranması gerekmez mi? Mecbur kalmadıkça evden çıkmıyorum. Psikolojim bozuldu. Bu konuda babamın etkilenebileceği bir şeyler yazar mısınız?” Ayrıca B. Ö. ve Dr. A. adlı okurlarım da aynı konuyu dile getirmişler.

CEVAP: Anne babanın çocuklar üzerinde hakları bulunduğu gibi çocukların da anne baba üzerinde hakları vardır. Onların geçimini sağlamaları, eğitimlerini yaptırmaları, onları kimseye muhtaç etmemeye çalışmaları gerekir. Annenin, çocuğunu yeterli bir süre (Kur’ân’a göre 2 yıl) emzirmesi gerekir. Hiçbir mama veya yapay besin anne sütünün yerini tutmaz. Çünkü çocuk annenin sütünü içerken aynı zamanda onun bağrından sevgi ve şefkati de içmektedir. Bakıma muhtaç durumda bulunan anne babaya veya ikisinden birine son demine kadar elden geldiğince hizmet etmek her evladın boynunun borcudur. Güçsüzlükten evden dışarı çıkamayan annenin veya babanın, çocuğunun dışarı çıkıp hava almasına bile rıza göstermemesi doğru bir davranış değildir. Çünkü bu tutum, o evladı bunalıma sürükler, hatta isyana dahi sevk edebilir. Bu durumda bulunan insanın, kendisini evladının yerine koyup düşünmesi, ona göre davranması gerekir.

Peygamberimiz ölçüyü belirtmiştir: “Nefsi için istemediğini, başkası için de istememek.” Acaba evde kalan güçsüz insan, kendisini evladı yerine koyup düşündüğünde bakımını yaptığı yaşlı insanın hiç yanından ayrılmamasına, hava almak, çarşı pazardan ihtiyacını karşılamak için dışarı çıkmasına müsaade etmemesine razı olur mu? Olmaz. Bu haksızlıktır. Öyle ise kendisine hizmet eden evladının durumunu düşünüp ona fırsat vermesi, gerektiğinde dışarı çıkmasına gücenmemesi, kırılmaması gerekir. Böyle olursa karşılıklı sevgi artar, yapılan hizmet daha bir gönülden ve sevgiyle yapılır.

* DEVAM EDECEK

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.