Şampiy10
Magazin
Gündem

Mevlana Halid-i Bağdadi Sempozyumu (5)

Tanıtma Dergisi’nde Van hakkındaki bilgiler şöyle devam ediyor: M.S. 904-936 yılları arasında Van, Abbasilerin taç giydirip kral yaptığı Derenik oğlu Gacik tarafından Abbasilere bağlı otonom bir Ermeni devleti olarak yönetilmiştir. IV. yılda Hıristiyanlığı kabul eden Ermeniler, Müslümanların eline geçen bölgede kendilerine tanınan geniş din özgürlüğü içinde yaşamış, Van ve çevresinde manastırlar (papaz okulları), kiliseler yapmışlardır. Çarpanak Adası‘ndaki Ktoust manastırı, Adır Adası‘ndaki Lim manastırı, Akdamar manastırı, Albayrak Saint Bartholomeus manastır kilisesi gibi birçok dini yapı, inanç özgürlüğünün göstergesi olarak karışımızda durmaktadır.

Akdamar Adası‘ndaki manastır, ortaçağ Hıristiyan sanatının örneklerindendir. Türkiye’nin belli başlı turist çeken merkezlerinden biri olan Akdamar Adası, gölün Gevaş kıyısı yakınlarında, Gevaş ilçesine 5 kilometre uzaklıktadır. Kıyıdan yaklaşık 4 kilometre içeride bulunmaktadır. Çumar yarımadasından kalkan teknelerle, 5 TL ücret karşılığında 15-20 dakikada adaya varılır. Yalnız burada belirtmeliyim ki gemiyi işleten firmanın sahibi beni görünce boynuma sarıldı ve bizim için bir gemi kaldırdı, hiçbir ücret de almadı. Bu tutum, doğu halkının konukseverliğini, dine olan saygısını, Türk-Kürt kardeşliğini gösterir. Kendisine teşekkür ederim.

Kilise Vaspurakan Prensi I. Gagik Ardzuni tarafından 915-921 tarihleri arasında yaptırılmıştır. Ana kiliseye zamanla çeşitli eklentiler de yapılmıştır. Bu yapılar topluluğundan Kutsal Haç Kilisesi, önemini hem mimarisi hem de Tevrat’tan ve İncil’den alıntılanan konuların, gündelik olayların ve av sahnelerinin işlendiği kabartmalardan alır. Kiliseyi farklı yüksekliklerde ve boyutları birbirinden farklı dört kuşak halinde dolanan kabartmalarda değişik konular işlenmiştir. Akdamar Manastır Kilisesi‘nde bütün cephelerin figürleri plastik süslemeleri bölgede ve bölge dışında benzeri görülmeyen bir yoğunluktadır. Halen büyük masraflarla onarılıp meraklıların ziyaretine açık müze olan kilisede, yılda bir gün toplu ibadet yapılmasına da müsaade edilmektedir. Arapların ve Selçukluların himayesinde ve özellikle Osmanlı yönetiminde yüzyıllarca güven içerisinde yaşayan Ermenilerin yaptırdığı Akdamar Manastırı, genel olarak Müslümanların, özel olarak da Müslüman Türklerin engin hoşgörüsünün bir ispatı olarak Artos (Çadır) Dağı‘nın silüeti önünde varlığını devam ettirmektedir.

Yazının devamı...

Mevlana Halid-i Bağdadi Sempozyumu (4)

Halid-i Bağdadi’nin hayatı, Halid-i Bağdadi’ye göre mürit-mürşit ilişkisi, Halid-i Bağdadi’nin etkileri, öğrencileri, edebi yönü, müderrislik (profesörlük) yönü, kelâmi yönü, Kur’ân ve sünnet anlayışı, Halid-i Bağdadi’de ilahi aşk, Halid-i Bağdadi’de hakikatin farklı dillerde anlatımı ve konuları sempozyumun başılca ana maddelerini oluşturuyordu. Benim de katıldığım genel değerlendirme toplantısından sonra sempozyum, Van Müftüsü Nimetullah Arvas’ın ve İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Abdulbaki Güneş’in kapanış konuşmalarıyla sona erdi. Türkiye’nin çeşitli üniversitelerinden, Kuzey Irak’tan, Amerika’dan ve Tataristan’dan gelen 50’yi aşkın bilim adamının katılımıyla başarılı biçimde gerçekleştirilen Mevlana Halid-i Bağdadi Sempozyumu, bu sahada bir ilkti. Başta İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Abdulbaki Güneş ve Van Müftüsü Nimetullah Arvas olmak üzere sempozyumu düzenleyen komisyon üyelerine takdir ve teşekkürlerimi sunarım. Ayrıca bu bilimsel imkanı sağlamakla aydınlanmaya katkıda bulunan ve konferansın açılışını onurlandıran Van Valisi Münir Karaloğlu’na ve Yüzyıl Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Hasan Ceylan’a teşekkür ederim.

Akdamar adası ve kilisesi

13 Haziran Pazar, dönüş günüydü. Ben de akşama doğru dönecektim. Ancak buraya gelmişken Akdamar Adası’nı ve tarihi kiliseyi görmek istedim. Van’a 50 kilometre mesafedeki Akdamar’a götüren geniş asfalt yol, Edremit ve Gevaş ilçelerinin içinden geçiyor. Geçtiğimiz bu ilçeler cennet gibi yemyeşil. Artık Van Denizi denilen Van Gölü çevresinde yükselen dağlar, masmavi denizi adeta kucaklıyor. Takriben 1800 metre yükseklikteki deniz, Van ve çevresine hayat ve güzellik veriyor. Van valiliğince çıkarılan Van’ı Tanıtma Dergisi’nde Van hakkında şu bilgilere yer veriliyor:

Prehistorik çağlardan itibaren yerleşim ve medeniyet izlerine rastlanan Van bölgesine, M.Ö. 1000 yıllarından sonra sırasıyla Urartular, Medler, Persler, Makedonyalılar, Romalılar, Partlar ve Sasaniler egemen olmuşlardır. Bölge Hz. Ömer zamanında İyad ibn Ganem komutasındaki ordularla 640 tarihinde fethedilerek Müslümanların eline geçmiştir. Daha sonra Emevi ve Abbasi devletlerinin egemenliğinde kalan bölge, 10. yıldan sonra Bizans İmparatorluğu’nun egemenliğine ve nihayet 1071 Malazgirt Savaşı’yla da diğer Anadolu topraklarıyla birlikte Türklerin yönetimine geçmiştir.

Yazının devamı...

Mevlana Halid-i Bağdadi Sempozyumu (3)

İnsan ne demek efdal-i mahluk-ı ilahi

İnsan ne demek ekrem-i mahluk-ı ilahi

İnsan ne demek eşref-i mahlukı ilahi

Hakk’ın bir acep fil-i keramatıdır insan.

(İnsan Tanrı yaratıklarının en üstünü, en değerlisi, en şereflisidir. İnsan, Allah’ın en özenli ve değerli yaratığıdır.)

Şeyh Galip, insanın bu potansiyel değerine dikkati çekmektedir:

Ey dil ey dil neye bu rütbede pür-gamsın sen

Gerçi virane isen genc-i mutalsamsın sen

Secde-ferma-yi melek zat-ı mükerremsin sen

Bildiğin gibi değil cümleden akdemsin sen

Ruhsun nefha-i Cibril ile tevemsin sen

Sırr-ı Hak’sın Mesel-i İsi-i Meryem’sin sen

Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen

Merdüm-i dide-i ekvan olan Ademsin sen.

(Ey gönül, neden bu kadar gamla dolusun, dertlisin, tasalısın? Yıkık, döküksün ama tılsımlı bir defÓnesin -Eskiden parayı ve mücevherleri, dikkati çekmemek için harap yerlere gömerler, bulunmaması için de üfürükçülere tılsım yaptırırlar ve artık buna dokunmak isteyenin karşısına büyük bir yılanın çıkacağına inanırlardı. Ayrıca burada, “Ben kırık gönüllerin yanındayım” anlamındaki kudsi hadise de işaret vardır- Meleklerin secde etmeleri emredilen, değeri yüceltilmiş bir varlıksın, bildiğin gibi değil, sen her varlıktan daha olgun, daha ilerisin. Ruhsun, Cebrail’in üflemesiyle ikizsin (sen de tıpkı İsa gibi Cebrail’in üflemesiyle yaratıldın).

Tanrı’nın sırrısın, Meryem’in oğlu İsa gibisin. (Hz. İsa, melek Cebrail’in, bakire Meryem‘e üflemesiyle, annesinin karnında oluşmuş ve babasız olarak yaratılmıştır. Al-i İmran Suresi’nin 59’uncu ayetinde İsa’nın yaratılışının, yine babasız olarak topraktan yaratılan Adem’in yaratılışına benzediği belirtilmektedir ki beyitte bu ayete de işaret edilmektedir. Kendine bir güzelce bak, sen âlemin özüsün, varlıkların gözbebeği olan insansın.)

Takriben bir saat süren konuşmamı, Halid-i Bağdadi’nin hayatından bir kesit sunarak kapattım. Ertesi gün yani 12 Haziran 2010’da asıl sempozyum oturumları başladı ve yoğun biçimde, akşam takriben 08.30’a kadar sürdü. O gün öğleden sonra saat 13.30’da başlayan ve Halid-i Bağdadi’nin edebi yönünün tartışıldığı oturumun başkanlığını yaptım. Konuşmacılar Gorgia (USA) Üniversitesi’nden Prof. Dr. Alan Godlas, Kuzey Irak’tan Prof. Dr. Muhammed Sabir Ubeyd, Abdulcebbar Kavak ve Abdülhadi Timurtaş’tı. Oturumun değerlendirmesini Prof. Dr. Yakup Çiçek yaptı. A ve B salonlarının her birinde beşer oturum halinde sürdürülen toplantılarda değerli tebliğler sunuldu. Güzel değerlendirmeler yapıldı.

Yazının devamı...

Mevlana Halid-i Bağdadi Sempozyumu (2)

Sempozyumun yapılacağı Kültür Merkezi’nin salonu doluydu. İstiklal Marşı, Kur’ân okunuşu, valinin konuşması, İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Abdulbaki Güneş’in, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Prof. Dr. Hamza Aktan’ın konuşması ve Van Müftüsü Nimetullah Arvas’ın edebi tonlu ve canlı hitabının ardından açılış konferansını vermek üzere kürsüye davet edildim. “Tasavvuf ve Toplumsal Hayata Etkileri” konulu konuşmamda İslâm tasavvufunun temel kaynağını, Hz. Peygamber’in henüz peygamberlikle şereflendirilmeden önceki çeşitli aralıklar 5 yıl süren yalnızlık sevgisini, riyazet dönemini, Hira Mağarası’na çekilip günlerce orada Rabbi ile baş başa kalışını, nihayet bu Rabbine çekilme dönemlerinden birinde kendisine ilahi hitabın gelmeye başladığını, arkadaşlarının da Allah’a olan sevgi ve bağlılıklarını, ibadeti ihsan derecesinde yani Allah’ı görürmüşçesine yapmaya çalıştıklarını, Hz. Peygamber’den sonra özellikle

3. Halife döneminin ikinci yarısından itibaren önemli mevkilerin Emevi soyundan gelenlerin eline geçmesiyle hoşnutsuzlukların zulüm ve kargaşanın artması yüzünden bunalan halkın Hasan-ı Basri gibi kimi zahid insanların çevresinde kümelenip huzur aradıklarını, onların ibadetlerini ve yaşam tarzlarını taklit ettiklerini, zamanla onların dini yaşam tarzına tarikat dendiğini ve bu zahid kişilerin adlarına tarikatlar nispet edildiğini anlatmaya çalıştım.

Sonra Mevlana Halid-i Bağdadi’nin Medine ve Mekke’de karşılaştığı iki kişiden gördüğü kerametleri, Hindistan’dan gelen bir dervişin yönlendirmesiyle Hindistan’a gidip Şeyh Abdullah-i Dehlevi Hazretleri’nin hizmetine girdiğini, şeyhine olan sadakatle hizmetini ve ondan beş tarikten irşad icazetiyle Süleymaniye’ye döndüğünü anlattım. Tasavvufun temel amacı insanı olgunluğa eriştirmek, ruhunun taşıdığı potansiyel güce ulaşmaktır. Çünkü Yüce Allah, insanı en güzel biçimde yaratmış (Tin: 5) ve insana çok değer vermiş, çok ikramda bulunmuştur (İsra: 70). O kadar ki insan, taşıdığı örtülü değer yüzünden meleklerin secdesine (kendisine hizmet etmesine) mazhar olmuştur (Sad: 73; Araf: 11; Taha: 116; İsra: 61; Hicr: 29; Kehf: 50; Bakara: 32) Cenabı Hak, yüce sıfatlarıyla insanda tecelli etmiştir.

Yazının devamı...

Mevlana Halid-i Bağdadi Sempozyumu (1)

10 Haziran 2010 Perşembe sabahı saat 05.30’da Van’da düzenlenen Mevlana Halid-i Bağdadi Sempozyumu’na katılmak için Bodrum’dan Van’a gitmek üzere Ankara’ya, oradan da 09.20’de kalkan uçakla Van’a gittim. Sempozyum 11 Haziran’da başlayacaktı. Uçakta, Marmara İlahiyat Fakültesi’nde öğretim üyesi olan Prof. Dr. Halil Çiçek de vardı. Prof. Dr. Abdulbaki Güneş ve Halil Çiçek’in damadı bizi karşıladı. Kahvaltıyı Halil Hoca’nın damadının evinde yaptık.

Akşamleyin de Prof. Abdulbaki Güneş’in evinde sohbet ettik. Van Yüzyıl Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Peyami Bey, Prof. Dr. Halil Çiçek vardı. Sohbetin ardından Abdulbaki Güneş beni üniversitenin konuk evine getirdi. Geceyi orada geçirdim.

Ertesi gün cumaydı. Sabahleyin bir yıl önce kurulmuş olan “Akademisyenler Derneği”nin açılışı varmış. Dernek üyeleri benim de katılmamı rica etmişler. Vali ile birlikte derneğin açılış kordelasını kestik. Önce vali kısa bir konuşma yaptı. Ardından da benim birkaç söz söylememi istediler. İlmin ve ilim adamlığının değerini anlattım. Bilim adamlarının sorunlarını çözmek üzere kurulmuş olan derneğe başarı dileklerimi belirttim.

1979’da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde talebem olan ve şimdi Yüzyıl Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi’nde öğretim görevlisi olan Dr. Mustafa ile birlikte, merkezi bir camide cuma namazı kıldık. Dr. Mustafa Bey’in damadı olan İmam Yunus’un arabasıyla Van Deniz İskelesi’ne gittik. Van-Tatvan arası tren taşıyan gemiyi gördük. Biz vardığımızda gemi hareket etti. Oradan Van kalesine gittik. Kale, maalesef hayli harap ama manzarası son derece güzel. Kaleden Van çok güzel görünüyordu. Yeşil ve modern bir kent.

Zor tırmanılan kaleye çıkmak için bana yardım etmek istediler. “Siz kendinize bakın” dedim. İnişte, kalenin hemen eteğinde gürül gürül buz gibi akan iki lüleden su içtik. Oradan Mustafa bizi evine götürdü. Öğle yemeği yedirdi. Yemek lezzetliydi ama mantıya katılan acılı sos boğazımı yaktı, gözlerimi yaşarttı. İkindi namazını kıldık ve sempozyumun açılışında bulunmak üzere Kültür Merkezine gittik.

Yazının devamı...

Yönetimde Şii iddiaları

SORU: Şia kaynaklarında geçen şu iddiaların doğruluk payı nedir: 1- Hz. Ali, ilk 3 halifeye istemeyerek mi biat etti? 2- Hz. Ömer, Hz. Fatma’nın evini Hz. Ebubekir’e biat etmediler diye yakmaya kalkmış mı? Hatta (haşa) Hz. Fatma’ya “bu iş (hilafet) babanın getirdiğinden (risalet) daha önemlidir” dediğine dair de rivayetler var. Bu rivayetleri tarih kitaplarında bile olduğununu söylüyorlar. Bunların doğruluk payı var mı? 3- “Acaba Şia haklı mı” diye düşünceler de geliyor aklıma. Hakikate en yakın Sünniler midir Şiiler mi? (Barış Yılmaz)

CEVAP: Hz. Ali’nin 3 halifeye istemeyerek biat ettiğini bilmiyorum. Ancak hilafetin kendisine verilmesi gerektiğine inanıyordu. Herhalde bundan ötürüdür ki, Hz. Fatıma Ebubekir’e biat etmemiş, Hz. Ali de ancak eşi Fatıma’nın vefatından sonra yani Ebubekir’in halife seçilmesinden altı ay sonra biat etmemiştir. Tarihlerin tesbitine göre Hz. Ali, hilâfetin kendisine verilmesini umuyor ve bekliyordu ama Peygamberimiz böyle bir şey yapmadı, yerine birini atamadı. Tam tersine bu işi Müslümanların seçimine bırakarak bir anlamda siyasi yönetimde demokratik bir sistemi, seçim sistemini istedi.

Hilafet meselesi İslâm’ın ruhu değildir. Yönetim kimin elinde olursa olsun önemli değil, önemli olan din hükümlerinin ödünsüz uygulanmasıdır. İlk iki halife bunu titizlikle uygulamışlardır. Hz. Ebubekir halife seçildiği zaman Allah ve Elçisi’nin buyruklarına uyduğu sürece Müslümanların, kendisine itaat etmeleri gerektiğini ama onların yolundan ayrıldığı takdirde kimsenin kendisine itaat etmesi gerekmediğini vurgulamıştır. Kanaatime göre hilafetin, ilk başta Hz. Ali’ye geçmemesi çok isabetli olmuş, böylece babadan oğula intikal eden bir saltanat sisteminin kurulması önlenmiştir. Ama Emeviler bunu maalesef saltanata çevirdiler. Hz. Ömer, İranlı köle tarafından vurulduğunda ölüm yatağındayken oğlu Abdullah’a, şayet kendisini yönetime seçerlerse bunu üstlenmemesini öğütlemiş, oğlunun “Niçin?” sorusuna, “İyi ise bize geldi, kötü ise bizden gitti” demiştir.

Hz. Osman yönetiminin birinci bölümü iyiydi ama ikinci bölümünde işler çoğunlukla Emevilerin eline geçince bozuldu. Sonra hilafet Hz. Ali’ye geçti ama onun beş yıla yakın hilafet dönemi de iç savaşlarla geçti. Yani ne Osman’ın ne de Ali’nin yönetimi, ilk iki halifenin yönetimleri kadar başarılı olmadı. Ben bağnaz bir insan değilim, ne Sünni taraftarıyım ne de Şii. Gerçeğin tarafıyım. Ben, insanları tanrılaştıran anlayışa karşıyım. Önemli olan kişiler değil, sistemdir. Her insan da Allah’ın kuludur. İslâm’ın kabul edilmiş inancı şöyledir: “Hubbul-hatenenyn tafdiluş-şeyhayn” yani iki damadı (Osman ile Ali’yi) sevmek fakat iki büyüğü (Ebubekir’le Ömer’i) üstün görmek. İşte benim görüşüm budur. Siz Şii mi olmak istiyorsunuz, Sünni mi kalacaksınız hiç önemli değil, önemli olan adam olmaktır. İşte dinin özü bu: Adam olmak.

Yazının devamı...

Ne adadıysanız onu yapmalısınız

SO­RU: Bir sıkın­tım var­dı, adak ada­m›fl­t›m. fiim­di ada­€›­m› ye­ri­ne ge­tir­me za­ma­n› gel­di. Va­k›f­lar­dan bi­ri­ne adak ni­ye­ti­ne ba­€›fl yap­sam ka­bul olur mu? (Tol­ga Ka­bil)

CE­VAP: K›­z›­lay’a ba­€›fl ya­pa­bi­lir­si­niz. An­cak be­nim ka­na­ati­me gö­re siz ne ada­d›y­sa­n›z onu ya­pa­cak­s›­n›z. Kur­ban kes­me­yi ada­m›fl­s›­n›z. O hal­de ken­di­niz kur­ban ke­se­cek ve­ya bi­ri­ne pa­ra ve­rip kes­ti­re­cek­si­niz. Ver­di­€i­niz kim­se­nin, kur­ban­l›k al›p kes­tir­di­€in­den emin ol­ma­l›­s›­n›z. Bu­nun için ba­fl›n­da bu­lu­na­cak­s›­n›z ve­ya bir ve­ki­li­niz ba­fl›n­da bu­lu­na­cak. Ma­dem kur­ban kes­mek si­ze zor ge­li­yor­du ni­çin kur­ban ada­d›­n›z? Bafl­ka fley ada­ya­bi­lir­di­niz. Oruç gi­bi, sa­da­ka gi­bi... Ama siz kur­ban kes­me­yi ada­d›­n›z. Sö­zü­nüz­de du­run. Ve­ri­len söz­de dur­mak di­ni­mi­zin en te­mel pren­si­bi­dir. ‹s­ter­se­niz bek­le­yin, kur­ban bay­ra­m›n­da bir kur­ban al›p kes­ti­rin. Hem bay­ram­da kur­ban kes­mifl olur­su­nuz hem de ada­€›­n›z ye­ri­ne ge­lir.

“Türkçe namaz› hangi kitaptan ö€renirim?”

SORU: Türk­çe na­maz k›­l›­n›­fl›­n› te­fer­ru­at›y­la ve uy­gu­la­ma­l› ola­rak hangi dini eseri alarak ö€­re­ne­bi­li­rim? (Ze­ki­ye Ku­muk)

CE­VAP: Türk­çe na­maz di­ye bir ki­tap bil­mi­yo­rum. An­cak yaz­d›­€›­m›z “Aç›k­la­ma­l› Ye­ni Dua Mec­mu­as›” ad­l› eser­de na­maz­da oku­na­cak su­re ve du­ala­r›n hem oku­nufl­la­r›, hem de Türk­çe an­lam­la­r› ya­z›l­m›fl­t›r. ‹s­ter­se­niz onu al›p sa­de­ce Türk­çe­le­ri­ni oku­ya­rak na­maz k›­la­bi­lir­si­niz. Ama Arap­ça­la­r› ve ma­na­la­r›y­la bir­lik­te okun­ma­la­r› da­ha iyi­dir.

Kaza namaz› hakk›nda

SO­RU: Ha­ne­fi­ler­de ka­za na­maz­la­r›n­da ikin­di ve yat­s› na­maz­la­r›­n›n ilk sün­net­le­ri ha­riç di­€er na­maz­la­r›n sün­net­le­ri­nin ka­za­s› olur mu? Bunu aç›klar m›s›n›z? (Vey­sel Onur)

CE­VAP: Sa­de­ce farz na­maz­la­r›n ka­za­s› olur. Sün­net na­maz­la­r›n ka­za­s› ge­rek­mez. Ama k›l­mak is­te­yen is­te­di­€i ka­dar na­fi­le k›­la­bi­lir. Sün­net na­maz­la­r›n hep­si na­fi­le na­maz­lar­d›r. Pey­gam­be­ri­mi­zin ken­di ba­fl›­na k›l­d›­€› na­fi­le na­maz­la­ra sün­net de­ni­lir.

SO­RU: Kur’ân-› Ke­rîm’i bir ba­flu­cu ki­ta­b› gi­bi oku­mak is­ti­yo­rum. Her za­man ab­dest­li ol­mu­yo­rum. Ne yap­ma­l›­y›m? (Ali Ge­dik)

CE­VAP: Kur’ân oku­mak için ab­dest al­mak ge­rek­mez. Ab­dest al­mak na­maz için ge­rek­li­dir. ‹s­te­di­€i­niz za­man Kur’ân oku­yun.

Yazının devamı...

Kâinatın yaratıcısı için her millet bir isim kullanır

* DÜNDEN DEVAM

Görüldüğü üzere ayetlerde Allah için ilah yani Tanrı kelimesi kullanılmıştır. Öyle ise kullanan kişi, bu adla kâinatın yaratıcısı Allah’ı kastederek Tanrı diyorsa bunda bir sakınca yoktur. Ama putları, uyduruk Tanrıları kastediyorsa elbette Kur’ân bunu reddeder. Çünkü “Lailahe ilallah: Allah’tan başka Tanrı yoktur.”

Kâinatın yaratıcısı için her millet bir isim kullanır. İngilizler God, Almanlar Gott, Farslar Khoda, İzid kelimesini kullanırlar. Hatta besmele Farsça’ya “Benam-ı izid bahşende-i mihriban: Bağışlayan, esirgeyen Allah’ın adıyla...” şeklinde çevrilmiştir. Her millet yaratan için bir isim kullanırken Türkler de Tanrı demişlerdir. Bu kelimeyi bu kadar soğuk yapan nedir bilmiyorum. Halbuki Yunus Emre, Tanrı kelimesini çok kullanır.

Çün can ağdı Hazret’e

Yarağ et ahirete

Tanla turan taate

Tanrı evine ir gider.

(Artık canın son nefese doğru yaklaştı. Ahirete hazırlık yap. Tan vakti ibadete kalkan camiye erken gider.)

Sorucu gelür yer yırtup

Sorar Tanrın kimdür deyu

İş bu canum anı duyup

Sünüklerüm sıza durur.

(Sorucu yeri yırtarcasına gelip “Tanrın kimdir” diye sorduğunda canım onun sözünü duyunca kemiklerim sızlar.)

Ey Tanrı’yı bir bilenler

Can Hakk’a kurban kılanlar

Ölü degildür bu canlar

Işk gölünde yüze durur.

(Ey Allah’ı bilip canını Hakk’a kurban edenler. O’nun uğrunda ölen canlar ölü değildir, aşk gölünde yüzmektedirler.) (Bkz. S. A. Mecazdan Hakikate İlahi Aşk, s. 152)

Süleyman Çelebi de Mevlid’de, “Tanrı’dan yüzbin dürud ile selam” diye Tanrı ismini kullanmıştır. Son zamanlarda bağnazlık arttı, kuru sofular, işin özünde değil kabuğunda gezinmektedirler. Muhyiddin ibn Arabi’nin ifadesine göre bütün kâinatı Allah’ın isim ve sıfatlarından ibaret gören insan-ı kâmil, bütün inançları kendinde toplar. “Yaratıklar, Tanrı hakkında çeşitli inançlara bağlandılar. Ben ise onların bütün inandıklarına inandım” (Fusus, 2/289).

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.