Şampiy10
Magazin
Gündem

Prof. Tayyip Okiç Sempozyumu (6)

30 Haziran dönüş günü. Saat 00.03’te uyandım. Bir daha gözüm uyku tutmadı. Ekenden yaptığımız kahvaltıdan sonra eşyamızı otobüse yükleyip 1995’te katliamın yapıldığı Cerebrenica’ya gideceğiz. Yol üzerinde Sokullu Mehmet Paşa’nın doğduğu Sokolviç köyü yakınından geçtik. Ormanlar ve yeşil bitki örtüsüyle kaplı tepelerden yol aldık. Bol mera var ama hayvan fazla yok. Birkaç koyun. Birkaç büyük baş hayvana rastlıyoruz. Yeterince ziraat de yok. Topraklar ormanla kaplı olmasına karşın tarıma elverişli tarlalar az. Zaten tarımsal arazinin de büyük kısmı boş, ekilmemiş. Gördüğüm ve duyduğum kadarıyla halk, hazırdan yemeğe alışmış, üretci değil. Komünizm egemenliği dönemlerinin genel karakteristiği bu. Yavaş yavaş tarıma geçiş var. Yer yer sebze tarlaları gördüm ama çok yetersiz. Halk da fazla çalışkan veya çalışmaya hevesli değil.

Cerebrenica’da tüyler ürperten bir katliam yapılmış. Bunun amacı Boşnak Müslümanları Hıristiyanlaştırmak, kabul etmeyenleri de göçe zorlamak. 8400 Müslüman’ı vahşice öldürmüşler. Bizi, Boşnak Müslümanların doldurulup öldürüldüğü, canlı canlı yakıldığı, vaktiyle akü fabrikası olan içi boş, hayalet kokan bir binaya götürdüler. Katliamı gösteren bir videokaseti izlettiler. Katliamı yaptıran canavar Sırp komutanın sözleri kulakları tırmalıyor, yürekleri parçalıyor: “İşte Türklerden intikam almanın zamanı geldi.” Ve öldürüyorlar, Türk saydıkları Boşnakları. Çünkü onlar bütün Müslümanların Türk olduklarını sanıyorlar ve Müslümanlığı Türklükle eşit görüyorlar.

Dönüş yolunda rehberimiz bir kiliseyi gösterdi. Yakın zamanda yapılmış bir kilise. Sırplar bu Müslüman köyünü işgal edince bir kadının, zaptettikleri tarlası üzerinde bu kiliseyi yapmışlar. Savaştan sonra kadın, durumu Birleşmiş Milletler’e bildirmiş. Sırpların zorla elinden alarak yaptıkları bu kiliseyi kendi mülkünde istemediğini, mutlaka bu kilisenin kaldırılmasını istemiş. Uluslararası kuruluş da hanımın isteği doğrultusunda karar vermiş. Sırplar, papazlar, aslında 10 bin euro değerindeki bu tarlaya, 100 bin euro vermişler. Kadın razı olmamış. Artıra artıra fiyatı 1.5 milyon euroya çıkarmışlar. “Burası da Allah’ın evidir, sen bu parayla başka bir yerde cami yaparsın” demişler ama asla razı olmayan kadın, “Öldürdükleri kocamı ve oğlumu bana geri versinler, o zaman burayı bedava olarak onlara vereyim. Başka bir şekilde asla olmaz” demiş. Ve çocuklarına da kendisi öldüğü takdirde burayı Sırplara vermemelerini, mutlaka bu kilisenin kaldırılmasını vasiyet etmiş.

Yolumuza devam ettik. Saraybosna’da trafik yoğundu. Saat 17.00 civarında Endonezyalıların yaptırdığı bir camide namaz kıldık. Sonra havaalanına geldik. Saat 23.00’e doğru İstanbul’a döndük. Saraybosna’dan, Bosna Hersek’ten güzel anılar ve hasretlerle... Merhum hocamız Prof. Tayyib Okiç Bey, Allah’ın bol rahmeti ve nurlar içinde yatsın.

Yazının devamı...

Prof. Tayyip Okiç Sempozyumu (5)

Çok bilgili ve son derece alçakgönüllü olan Prof. M. Tayyip Okiç’te kibirden eser yoktu. Herkesle konuşur, herkesin hal ve hatırını sorardı. Güleç yüzlüydü, şakayı severdi. Özellikle kılıbıklık konusunda asistanlarını birbirine düşürür, onların “Sen kılıbıksın, şöyle yaptın, evde badana yaptın, çamaşır, bulaşık yıkadın, evi süpürdün...” gibi sözlerle birbirlerini suçlamalarından son derece hoşlanırdı. Talebesi ona saygı beslerdi. Ama bu saygı korkudan veya not endişesinden değil, sevgiden kaynaklanırdı. Her talebesinin derdini dinler, hatta mezun olduktan sonra da onların işleriyle ilgilenir, mektuplarına cevap verirdi. “Mektuba cevap vermemek, selam veren adamın selamını almamaya benzer” derdi. Hasılı muhterem hocamız Prof. M. Tayyib Okiç, tam bir insan, gerçek bir Müslümandı. Gerçi geriye, sulbünden bir çocuk bırakmadı ama kendisine dua edecek pek çok talebe bıraktı. Onun güzel adı bu gök kubbede uzun zaman çınlayacaktır. Allah rahmet eylesin.



29 Haziran günü Kulliyyetud-dirasatil-İslâmiyye’ye (İslâm Araştırmaları Fakültesi) gittik. Fakülte dekanı bize bilgi verdi. 1977 tarihinde kurulan fakültenin mezunlarından olan dekanın verdiği bilgiye göre halen 800 öğrencisi olan fakülteye, ülkenin her yanından ve çeşitli İslâm ülkelerinden öğrenci geliyormuş. Türkiye’den de gelenler olduğunu söyledi. Bina, Avusturyalılar zamanında Osmanlı medrese tipi esas alınarak yapılmış. Ortada üstü açık bir avlu. Yağmurdan, kardan korunmak için şeffaf malzemelerle kapatılmış. Sonra imam hatip lisesi statüsünde din eğitimi veren okula gittik. Öğle yemeğini orada yedik. İslâm Araştırmaları (İlahiyat) Fakültesi mezunu olan okul müdürü, bir süre Libya’da da bulunmuş. Arapçası iyi. Yemeğin ardından ben dua ettim, müdür bey de kısa bir konuşma yaptı.

Saat 15.30’da sempozyumun son oturumu yapıldı. Prof. Dr. M. Said Hatiboğlu, hocamız

M. Tayyib Bey’in bazı yönlerini, sözleşmesinin kanuna aykırı biçimde feshedilişini ağlamaklı bir tarzda anlattı. Konuşmasının sonunda hocanın ruhu için dua etmemi rica etti. Ben de Fetih Suresi’nin son üç ayetini okuyup kısa bir dua yaptım. Sempozyumu “Hitamuhû misk: Sonu misk” ile noktaladık. Akşam yemeği için Sarajevo’nun bir varoşunda güzel, nostaljik bir lokantaya geldik. Lokantanın bahçesinden akan suyun kenarında dizilen masalardan birine oturduk. Biraz sonra bardaktan boşalırcasına inen yağmur bizi içeriye kaçırdı. Otele geldiğimizde saat 23.00 olmuştu. Ertesi gün sabahleyin 07.45’te eşyamızı alıp lobiye inmemiz talimatıyla istirahata çekildik.

Yazının devamı...

Prof. Tayyip Okiç Sempozyumu (4)

Prof. Tayyip Okiç, 1974 yılında Erzurum İslâmi İlimler Fakültesi’ne atandı. Ankara’daki evini boşaltmadı. Sömestr ve yaz tatillerini Ankara Sıhhiye’de kiraladığı evinde geçirirdi. Hayatında hiç evlenmedi. Bunun nedenini sorduğumuzda şöyle cevap verirdi: “Benim hayatım çok dalgalı geçmiş, garantili olmamıştır. Bir Allah’ın kulunu sıkıntı içine atmamak için evlenemedim.” Son sömestr tatili için geldiği Ankara’da hastalandı. Vefatından bir hafta önce başkanlığa gelmiş, bu naçiz asistanıyla görüş-müştü. Biz asistanları hocayı hep düşünürdük, hasta olursa kendisine kim bakacak diye... Fakat büyük Allah, gönlüne göre verdi. Onu kimseye muhtaç etmedi. Gerçi bir aydan beri hastaydı ama ayakta geçiriyor, kendi kendisini idare ediyordu. Zaten yirmi yıldan beri şekeri vardı. Ama kendisini korurdu, perhize dikkat ederdi. Fakat son zamanda hastalığı ağırlaşınca hastaneye kaldırmışlar. Ben o gün İstanbul’daydım. Ertesi gün geldiğimde haber verdiler. Prof. Talat Bey’le birlikte hastaneye gittik. “Hocam, biz geldik, Talat ve Süleyman” dedik. “Zahmet ettiniz” diyebildi. Başka bir şey söylemedi. Gözlerini açmak istedi fakat tam açamadı ve bir daha da konuşmadı. Üç gün sonra Allah’ın rahmetine kavuştu.

Prof. Tayyip Bey, çok iyi yetişmişti. Ana dili olan Boşnakça’dan başka Almanca, Makedonca, Bulgarca ve tüm Slav dillerini bildiği gibi Arapça, Fransızca ve Türkçe’yi de mükemmel bilir, bu dillerde hem konuşur hem yazardı. Boşnak, Türk, Fransız ve Arap dillerinde yazıları vardır. Eserlerinin çoğunu Türk dilinde vermiştir. Eserleri titiz inceleme ürünüdür. Dünya yayınlarını izler, İslâm ilimlerinde yayınlanmış eserleri ısmarlayıp getirtirdi. Bütün gazeteleri takip eder, dinle ilgili yazıları kesip saklardı. Kütüphanesi son derece zengindi. Geniş araştırmasına ve lisan imkânına karşın hoca çok yazmadı, az ve öz yazdı.

Türkçe eserleri: Bazı Hadis Meseleleri Üzerinde Tetkikler, Kur’ân-ı KerÓm’in Üslubu ve Kıraati yayınlanmış kitaplarıdır. Fakültede okuttuğu Tefsir Dersleri notları da hacimli bir kitap olmakla birlikte henüz yayınlanmamıştır. Çeşitli dergilerde, her biri başlı başına bir kitap niteliği taşıyan bilimsel makaleleri yayınlanmıştır. Çeşitli bilimsel dergilerde yayınlanmış Fransızca makaleleri bulunduğu gibi Arapça makaleleri de vardır. Merhum hocamızın eli açıktı. Bayramda veya çeşitli vesilelerle kendisini ziyaret eden çocukların eline (o zamanki parayla) 20, 30 lira sıkıştırmadan rahat edemezdi. Tam İslâm’ın emirlerine göre hareket eden bir insandı. Her yıl Ramazan’da bütün fakültenin hoca kadrosuna lüks bir lokantada iftar yemeği vermek âdetiydi.

Yazının devamı...

Prof. Tayyip Okiç Sempozyumu (3)

Tayyip Okiç hocamızın babası Hafız Mehmet Tevfik Efendi 1866’da doğdu. İlk tahsilini doğum yerinde yaptıktan sonra İstanbul’a gitti. 10 yıl İstanbul’da okudu. İlimden ve Kur’ân kırkatinden olmak üzere iki icazet aldı. Reformist düşüncelerinden ötürü bir ara yargılandı. Memleketine döndü. Medresede ders okuttu. Dönemindeki medrese eğitiminde bazı düzeltmeler, yenilikler yaptı. 1910 tarihinde Bosna Hersek Ulema Meclisi‘ne seçildi. 10 yıl reilsul-ulema naibliği yaptı ve 1132’de vefat etti.

Başkanlığını lütfettikleri ikinci oturumda hocam hakkında bilgi vermeyi ve bazı anılarımı anlatmayı gerekli gördüm: 9/10 Mart 1977 gecesi muhterem hocamız Prof. M. Tayyib Okiç Bey‘i kaybettik. Bosna Hersek reisul-ulema (şeyhülislâm) yardımcısı Mehmet Tevfik Efendi‘nin oğlu olan Tayyib Bey, 1902 tarihinde Saraybosna’nın Tuzla sancağına bağlı Graçanitsa kasabasında doğdu. Babasının şeyhülislâm yardımcılığına seçilmesiyle Saraybosna’ya geldi. Burada ilkokulu, rüştiyeyi ve modern ilahiyat koleji olan Okruzna Medresa‘yı bitirdi. Daha sonra İslâm Hukuku ve İlahiyat okulundan mezun oldu. Zagreb Üniversitesi Edebiyat Fakültesi‘nde Latin Dili ve Edebiyatı kursundan diploma aldı. Paris’e gitti. Sorbon Edebiyat Fakültesi‘nden lisans diploması aldıktan sonra Tunus’ta ez-Zeytune Üniversitesi‘nde Arap Dili ve Edebiyatı üzerinde ihtisas yaptı.

1934-1941 yılları arasında Saraybosna’da öğretmenlik yaptı. Bir süre Türkiye’nin Belgrat Büyükelçiliği’nde çalıştı. İkinci Dünya Savaşı patlak verince Almanlar onu gözaltına aldı. Sekiz ay gözaltında kaldıktan sonra 1945’te Türkiye’ye geldi. Beş yıl İstanbul’da Başbakanlık Arşivi‘nde araştırmalar yaptı. 1949 yılının sonlarına doğru Ankara’da İlahiyat Fakültesi kurulunca bu fakülteye öğretim üyesi olarak davet edilip hadis profesörlüğüne atandı. Ertesi yıl hadise ilaveten tefsir dersini de üstlendi. 1950’den 1969 yılına kadar tam yirmi yıl fakültede hadis ve tefsir dersleri okuttuğu gibi 1964’ten 1971 yılına kadar da Konya Yüksek İslâm Enstitüsü’nde tefsir dersleri okuttu.İlahiyat Fakültesi’nin gelişmesinde büyük emeği geçen Prof. Tayyip Okiç, Türk vatandaşı olmadığı için sözleşmeli olarak çalışıyordu. 1969 yılında sözleşmesi yenilenmediğinden İlahiyat Fakültesi’nden ayrıldı, sadece Yüksek İslâm Enstitüsü‘ndeki derslerine devam etti. Fakat iki yıl sonra orayla da sözleşmesi yenilenmedi ve bu yüzden hoca birkaç yıl açıkta kaldı. Türkiye’yi ve Türkleri çok sevdiği için buradan ayrılmak istemiyordu. Bundan dolayı gerek Avrupa’dan, gerek Arap ülkeleri üniversitelerinden kendisine gelen teklifleri kabul etmedi. Sıkıntı içinde yaşamak pahasına da olsa bu memlekette kalmayı, hatta bu topraklar içinde ölmeyi tercih ediyordu.

Yazının devamı...

Prof. Tayyip Okiç Sempozyumu (2)

Ayvaz Dede efsane olsa da dua şenlikleri her yıl Bosna Hersek’in ve dünyanın çeşitli yörelerinden insanların buraya akın etmesine sebep olmaktadır. Ayrıca kasabadaki alışverişi canlandırmakta, başka ülkelerde yaşayan birçok Bosnalının buraya gelip toplum kaynaşmasına, milli birliğin canlı tutulmasına yardım etmektedir. Hava yağmurlu, yollar çamurlu ve binlerce kişinin tırmandığı yol çok kalabalıktı. Ben bu kalabalıkta yürümekten çekindim, gitmek istemedim. Hem efsaneye inanmadığımdan hem de dua için dağlara çıkmaya gerek görmediğimden arkadaşlara gelemeyeceğimi söyledim. Prof. Dr. Mehmet Hatiboğlu, Prof. Dr. Asri Çubukçu ve Prof. Dr. Şerefettin Gölcük de kalmayı yeğlediler. Diğerleri devam etti. Üşümeye başlamıştık. Bir camiye geldik. Nispeten sıcaktı. Öğle vaktine de 2 saat kalmıştı. 4 cüz okudum. Namazı kıldık. Gidenler geri geldiler ama hayli eziyet çektikleri, paçalarındaki çamurlardan ve bitkin hallerinden belliydi.

İzet Begoviç’in kabrine gittik

Geri döndüğümüzde saat 23.00 olmuştu. İstirahata çekilmenin zamanıydı. Ertesi gün yani 28 Haziran’da sempozyum oturumları başlayacaktı. Saat 09.00’da sempozyumun yapılacağı Kültür Merkezi salonuna geldik. Açılış, protokol konuşmaları... Ardından saat 13.00 sırasarında mezarlığa gittik. Önce Bosna Hersek’in ilk cumhurbaşkanı Aliya İzzet Begoviç’in kabrini ziyaret ettik. Kabrin yanında lacivert giyimli ve bereli bir asker dimdik ayakta, eli göğsünde, saygıyla bekliyordu. Bosnalı hafızlar Kur’ân okudu. Ben de dua ettim. Duada bilge başkan Aliya İzzet Begoviç’in zihinlere kazınması gereken bir cümlesini kullandım: “Allah’a and içerim ki bir daha asla köle olmayacağız!”

Dört profesör tebliğ sundu

“Ya Rabbi” dedim, “Senin uğrunda canı pahasına cihad eden, İslâm toplumunun özgürlüğü için hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan Aliya İzzet kulunu Peygamberine komşu eyle. İslâm tapusunu taşıyan bu toprakları bir daha zalimlerin saldırısına maruz bırakma, Müslümanları koru...” Daha sonra

M. Tayyib Okiç’in kabrinin bulunduğu mezarlığa gittik. Hocamın kabrinin başında Yasin-i şerif okudum, dua ettim. Gelenler de gönülden “amin” dediler. 15.00’te oturum başladı. Oturum Başkanı Prof. M. Hatiboğlu idi. Üç Bosnalı bir de Türk profesör tebliğ sundular. Tebliğlerde hocamız Prof. M. Tayyib Okiç’in yetiştiği aile ortamına değinildi.

DÜZELTME: Dünkü yazımda Mostar Köprüsü’nün Sinan tarafından yapıldığı yanılgısı vardı. Köprüyü Sinan’ın öğrencisi Mimar Hayrettin yapmıştır. Yıkanlar ise önce Müslüman Boşnaklara yan çıkan, sonra onları arkadan vuran Hırvatlardır. Düzeltir, bu yanılgıdan ötürü okurlarımdan özür dilerim.

Yazının devamı...

Prof. Tayyip Okiç Sempozyumu (1)

26 Haziran tarihinde Saray Bosna’da muhterem hocamız Prof. Tayyip Okiç anısına bir sempozyum düzenlenmişti. Ben Güllük’teyken Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Görmez telefon edip, “Eğer o tarihte bir programınız yoksa hocamızın toplantısına katılmanızı istiyoruz” dedi. Ben de “Memnuniyetle” dedim. 26 Haziran’da sabah 08.00 uçağıyla Bosna Hersek’e geldim. Bizi havaalanından doğrudan Mostar’a götürdüler. Yol boyu dağlar, ormanlar vardı. Irmak kenarından kıvrıla kıvrıla gidiyorduk. 3 saatte ancak Mostar’a gelebildik. Asfalt yol, bölünmemiş, geliş-gidişli ve dardı. 33 yıl önce gördüğüm Mostar, biraz daha modernleşmekle beraber eski yapısını korumuş. Camiler daha özgür. Neredva Irmağı’nın üzerinde Sinan’ın kurduğu köprüyü derinden akan ırmağın bir kıyısından izledik. Rehberimiz bize köprü ve Mostar hakkında bilgi verdi.


Alt kemer 112 taşla bağlanmış

Köprü, 1992’de başlayan savaşta Sırplar tarafından yıkılmış. Ama Türkiye’nin finansıyla Türk mimar ve mühendisler tarafından yeniden eski taşları kullanılarak aslına uygun yapılmış. Bu onarım sırasında, köprünün alt kemerinin 112 taşla bağlanmış olduğu fark edilmiş. Her bir kıyısında birer gözetleme kulesi yükseliyor. Anlaşılmış ki, Sinan bu taşların sayısıyla Kur’ân surelerinin sayısını temsile çalışmış. Köprüyü bağlayan 112 taş 112 sureyi, kenarlardaki 2 kule de Kur’ân’ın son 2 suresi olan Felak ve Nas surelerini temsil etmiş. Felak ve Nas sureleri kötülüklerden Allah’a sığınma sureleridir. Âdeta 2 sure Kur’ân’ı şeytanlardan koruma sureleri durumundadır. İşte Felak ve Nas sureleri nasıl Kur’ân’ı şeytanlardan koruma anlamı taşıyorsa bu 2 kule de İslâm köprüsünü küffar saldırısından koruma görevini üstlenmektedir. Bu da Sinan’ın dehasının yeni keşfedilen ayrı bir yönüydü.


Ayvaz Dede Dua Şenlikleri

Mostar’da 45 cami, bir hayli hamam ve medrese varmış ama komünizm döneminde ve son savaşta camiler kundaklanarak yıkılmış. Şimdi 20 kadar cami var. Akşam döndüğümüzde saat 12’yi geçiyordu. Sabahleyin 04.30’da Ayvaz Tepe Dua Şenlikleri’ne katılmak üzere yola çıkacaktık. Ancak 3 saat uyuyabildik. 27 Haziran günü otobüsle yola koyulduk. Dua tepesi, Travnik kentinden sonraki bir kasabaya yaya 7 kilometre mesafede bir dağ üzerinde bulunuyor. Rivayete göre bir vakit yağmur yağmamış, sular kesilmiş. Ayvaz Dede isimli bir ermiş, bu tepeye çıkmış. 40 gün dua etmiş. Nihayet kaya yarılıp dağın öbür tarafındaki ova görünmüş. Halk da suya kavuşmuş. O gün bugündür burası, her yıl halkın toplanıp dua ettiği yer olmuş.

Yazının devamı...

İnsanın yaratılışı (3)

Necm Suresi: “O yarattı iki (cinsi oluşturan) çifti: erkeği ve dişiyi. Atılgan nutfe(sperm)den” (Necm: 23/45-46). Demek ki ceninin erkek veya dişi olmasını belirleyen menideki nutfedir (yani modern deyimiyle sperm). Bunun seçimini yapan da yaratanın kendisidir. İlahi kudret, erkek çocuk yaratmak dilerse, erkil karakterli spermi yumurtacığı aşılamakla görevlendirir. Kız çocuk yaratmak dilerse dişil damgasını taşıyan meni hayvancığını bu işle görevlendirir: “Dilediğine dişiler bahşeder, dilediğine erkekler bahşeder. Yahut onları çift yapar (hem erkek, hem dişi verir). Dilediğini de kısır yapar” (Şûra: 62/49-50). Gelelim bazı kendini bilmezlerin, sözde bilime aykırı buldukları ayetlere: “5- İnsan neden yaratıldığına bir baksın: 6- Atıgan bir sudan yaratıldı. 7- Belle kaburga kemikleri arasından çıkan (bir sudan)” (Tarık: 36/5-7).

Bu ayet, insanın, sulbla teraib arasından tazyikle atılan bir sudan yaratıldığını ifade etmektedir. Müfessirlerin genel kanısına göre sulb, omurganın kuyruk sokumuna yakın kısmıdır. Teraib ise iki yandan en alttaki dörder kaburga kemiğidir. Ayette insan suyunun, belle alt kaburga kemikleri arasından yani karın boşluğu arasından çıkan bir sudan yaratıldığı bildirilmektedir. İnsanın sıvısını yapan ve taşıyan üreme sistemi, alt karın boşluğunun arka kısmındadır. Ayet-i kerime, atılan suyun sulbla teraib arasından çıktığını söylüyor. Bilim de spermlerin erkeğin husyelerinde, yumurtanın da kadının yumurtalığında oluştuğunu söylemektedir. Bilimin söylediğiyle Kur’ân‘ın ifadesi arasında bir aykırılık yoktur. Ayet, atılan suyun sulbla teraibden değil, bunların arasından çıktığını söylemekle gerçeğin ta kendisini ifade etmiştir. Çünkü meni, husye bezlerinde üretilirse de sulbla teraib arasından geçen boşalma yoluyla dışarı çıkmaktadır.



Nur Suresi 30-32. ayet


SORU: İkiz kızlarım var. Başlarını kapatmalarını istiyorum. Akraba çevremizden tepki almaktan korkuyorlar. Ne yapayım?

CEVAP: Nur Suresi’nin 30-32’nci ayetleri size yol gösterir. Başı kapatmak Kur’ân’ın emridir. Allah’ın emri, insanların değerlendirmesinin üstündedir. Kur’ân “Allah’tan çekinmen, insanlardan çekinmenden daha önemlidir. Çekinmene en layık olan Allah’tır” (Ahzab: 37) buyurmaktadır. Yaratanın hatırı, yaratılanın hatırından önce gelir. Bu duyguyu kızlarınıza aşılayın. Ama süslenmek meşru ölçüde kadının tutkusudur. Ona engel olmak da doğru değildir.

Yazının devamı...

İnsanın yaratılışı (2)

Kur’ân-ı Kerîm’in anlattığı insanın yaratılış aşamaları, modern bilim tarafından da doğrulanmıştır. Embriyoloji konusunda önemli bir eser yazmış olan Amerikalı bilim adamı Prof. Dr. Keith L. Moore, Kur’ân-ı Kerim’in insan yaratılışı hakkındaki açıklamasını modern bilime uygun bulmaktadır: “Ortaçağda bilim çok yavaş ilerledi. Bildiğimize göre Embriyoloji konusunda ortaçağda pek az bilimsel görüş ileri sürülmüştür.

Ancak Kur’ân müstesnadır. Müslümanların mukaddes kitabı Kur’ân-ı Kerîm insanın, erkekle kadının salgılarının karışımından (karışık bir nutfeden) yaratıldığını, meni hayvancığının, bir tohum gibi rahme yerleşip döllenmeden itibaren altı gün içinde rahmin cidarına asılıp filizlenmeye başladığını, spermin kan pıhtısı görünümüne geldiğini söyler. Ayrıca embriyonun bir sülük görünümü aldığını ve çiğnenmiş ete benzediğini de belirtmektedir. Daha önce henüz bir canlıya benzemeyen embriyo, 40-42 gün içinde insan olmaya başlar.

Kur’ân, embriyonun üç karanlık içinde büyüdüğünü söyler: 1- Dış karın cidarı (maternal anterior duvar), 2- Rahim cidarı (utarus duvarı) 3- İç rahim zarı (amnio corionic membrane) olabilir. Kur’ân’da doğumdan önce, anne rahminde insanın gelişme aşamaları hakkında öyle açıklamalar vardır ki, bunlarda itiraz edilebilecek herhangi bir aksaklık yoktur.”

(Keith L. Moore, The Developing Human. Clinically Oriented Embriology, s. 8, Philadelhia / London / Mexico City / Rio de Jenairo / Sydney / Tokyo 1982).

Şimdi modern bilim verilerinin ışığı altında Kur’ân’ın, insan yaratılışı hakkındaki ayetlerini açıklamaya çalışayım: “Kendisi dökülen meniden bir nutfe (sperma) değil miydi?” (Kıyamet: 31/37). Kur’ân-ı Kerîm’den nutfenin üç çeşit olduğu anlaşılmaktadır:

1- Erkil nutfe: Erkeklik bezi olan husyenin salgıladığı meni sıvısı içinde bulunan spermlerdir.

2- Dişil nutfe: Kadın yumurtalığının ayda bir salgıladığı yumurtacıktır.

3- Emşac nutfe: Spermle onun döllediği yumurtacık karışımıdır [Fertilised (döllenmiş) Ovum].

“Kendisi dökülen meniden bir nutfe (sperma) değil miydi?” ayetinin nutfeyle meniyi birbirinden ayırması ve nutfeyi meninin bir parçası sayması bilimsel bir mucizedir. Ayet, Allah’ın iki zevci yani erkeği ve dişiyi atılan meninin nutfesinden yarattığını belirtmiştir. Çünkü ayette, “Ondan iki (cinsten oluşan) çift(i), erkeği ve dişiyi var etti” (Kıyamet: 37/39) buyurulmuştur. Ayetteki min cer harfi, baz (cüz, bir parça) ifade eder. Onun bir parçasından demektir. Onun zamiri, nutfeye değil meniye gitmektedir.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.