Şampiy10
Magazin
Gündem

‘Kıyak yasa’dan çekilmek doğrudur!

İki gün üst üste yazdığım gibi mevcut haliyle milletvekilleri ve ailelerine zaten fazlasıyla ve “ömür boyu” kıyak yapan yasanın bir de üstüne “estetik operasyon ödemeleri” gibi olmayacak hakları devlete-millete yüklemeleri büyük haksızlıktı ve tepkiler de büyük oldu.

Bunun üzerine MHP, CHP ve daha sonra BDP yasa teklifinden imzalarını çekmişler.. Buna karşılık AKP Grup Başkanvekili Nurettin Canikli ise “Biz attığımız imzanın doğru olduğuna yürekten inanıyoruz. İmzamızın arkasındayız” açıklaması yapmış.

28 Şubat’ta ne oldu?

Atılan imzaların ya da verilen sözlerin arkasında durmak güzel de eğer bu imza yanlış bir kararın, yasanın altına atılmışsa geri çekmeyi bilmek daha da güzeldir. Bu yasa kesinlikle yanlış, hele de Türkiye gibi “milyonlarca yoksulu olan, şehit ailelerinin veya yaşlı insanların teneke barakalarda yaşadığı” bir ülkede toptan yanlıştır.

Mesela 28 Şubat’ta Erbakan ve Çiller’in başında olduğu hükümet MGK bildirisinin altına hiç itiraz etmeden imzayı basmış.. Sonrasında “herşey yolunda, olup bitenlerde bir hukuksuzluk yok” demiş.. Bu imzadan sonra aylarca görevde kalmaya devam etmiş..

Sorumlular dışarıda...

Ama bugün onların sorumsuzluğu yüzünden çok sayıda insan cezaevinde üstelik “iddianame” bile olmadan özgürlükleri ellerinden alınıyor. Hem de aynen 12 Eylül darbesi, 27 Nisan muhtırası veya Balyoz davasında olduğu gibi “asıl sorumlular” serbestken.. Karadayı Paşa dışarıdayken.. Ne büyük haksızlık!

O nedenle muhalefet partilerinin topluma, devlete sorun çıkaracak, haksızlığa neden olacak böyle bir yasada hatalarını anlayarak imzalarını çekmeleri takdire şayandır. Umalım ki AKP de “milletin tepkilerine, hassasiyetine” önem versin ve bu yasayı da “tek parti” olarak çıkarmasın!

‘Karışık çorba referandum’a hazırlanmak!

Artık “başkanlık sistemi” ya da Türkiye’de uygulanırsa ondan farksız olacak “yarı başkanlık” sistemi reklamları her köşeden ortaya çıkar oldu biliyorsunuz. Bunların neden Türkiye’deki mevcut siyasi sistemle son derece yanlış olacağını tüm detaylarıyla daha önce anlattım, hukuki olarak da kitaplardan okuyup öğrenmemiz gerektiğini belirttim. Çünkü bu kez de “parlamenter sistemin başkanlık sistemiyle değiştirilmesi” gibi çok önemli bir konunun başka “çok önemli konular”la aynı pakette, “karışık çorba” halinde referanduma sunulacağı görülüyor.

Herkesin iyi anlaması lazım, zira geçen referandumda biliyorsunuz “memura sendikal haklar”, “darbeleri yargılayacağız” gibi vaatlerin yanında “yargı reformu” adı altındaki (sonucunda “yargı bağımsızlığını” tamamen ortadan kaldıran) maddeler bir arada, halkın büyük çoğunluğunun asla anlamadan “Evet” diyeceği propagandalarla sunulmuştu..

Cumhurbaşkanını halk seçecekti!

Bu konularda değerli hukukçuların, üniversite öğretim üyelerinin görüşlerini alarak yazıyorum. Diyorlar ki; “2007 referandumunu aynı Hükümet halka sundu. ‘Cumhurbaşkanını bundan sonra halk seçsin’ dendi, halk kabul etti. Şimdi aynı iktidar, daha o referandumun uygulanmasına, yeni cumhurbaşkanı seçmesine fırsat vermeden bu kez ‘halk başkan seçsin, başkanın yetkileri cumhurbaşkanından da fazla olsun’ diye yeni bir referanduma gidecek.

Yani Erdoğan ‘başbakan’ ise ona göre, ‘cumhurbaşkanı olmak istiyorsa’ ona göre anayasa ve referandum yapılıyor. Oysa anayasalar ‘kişiye göre’ değil, ‘kurumlar ve ilkelere göre’ yapılır ve ayrıca Sezer ve Gül döneminde ‘cumhurbaşkanı yetkilerinin fazla olduğu ve kısıtlanması gerektiği’ söylenmişken şimdi “başkan yetkileri daha da fazla olsun’ deniyor.

Birbiriyle ilgisiz ve hepsi hayati önem taşıyan (devleti özerk bölge yönetimlerine bölme, başkanlık sistemi gibi) konuları bir arada referanduma sunmak dürüst ve hukuka uygun bir yöntem değildir. Ayrıca bu ağır teknik konuları her anayasa hukukçusu bile bilmek zorunda değilken halk nasıl bilebilir?”

Anlatılan ‘Başkanlık sistemi’ değil!

Bunları anlattıktan sonra “Hükümetin söz ettiği sistemin başkanlık sistemiyle de alakasız” olduğunu söylüyorlar.. Başkanlık sisteminde “muhalefet partileri” sadece seçimde rol oynuyor, daha sonra bir işlevi kalmıyor, bunu biliyoruz..

Onun yerine ABD’de olduğu gibi “GÜÇLÜ VE BAĞIMSIZ” bir yargı , “BAĞIMSIZ” ve yanlışlara tepki verecek bir medya var. (Partiler için de milletvekillerinin halk tarafından seçildiği ve özgür olduğu “disiplinsiz” parti sistemi ve ayrıca başkanın kararlarını veto edebilecek senato).

Parlamentoyu feshedecek...

Ama siz (yarı başkanlık bile olsa) eğer “cumhurbaşkanı aynı zamanda parti başkanı olsun, milletvekili adaylarını da belirlesin” diyorsanız , “başkan isterse parlamentoyu fesheder” diyorsanız bunun hiçbir sistemle alakası yoktur. “YASAMA VE YÜRÜTME TEK KİŞİ” haline gelecektir. İşte uzman hukukçular bunları anlatıyor.. Bilerek dinleyelim “siyasetçilerin anlattıkları”nı, yoksa yine “yetmez ama evet”çiler çoğumuzu yanıltabilir!

Yazının devamı...

Söylediği birbirini tutmayanlar!

Kandil’deki PKK liderlerinden Murat Karayılan “Muhalefet partileri de sürece dahil olmalı ama iktidar işi zorlaştırıyor. Kılıçdaroğlu ‘ne olduğunu bize anlatın, gerekiyorsa destek verelim’ dedi, Başbakan ‘desteğin senin olsun’ cevabı verdi, bunu yapıyor sonra da ‘muhalefet çözüme karşı çıkıyor’ diyorlar, önce ‘çözüm’ sözüyle ne kastettiğini anlat” şeklinde bir açıklama yapmıştı.

Aradan zaman geçti ve bu zaman içinde iktidar partisi devamlı olarak “MHP ile CHP’nin İşçi Partisi’nin peşine takılarak çözüm sürecinde tespih tanesi gibi iktidarın karşısına dizildiği” benzeri suçlamaları tekrarladı.. Oysa iktidar dışındaki tüm partiler böylesine “belirsiz”, “ne olup bittiği Meclis’e de, topluma da açıklanmadan yürütülen” bir sürece (ki yıllar önce ‘açılım’ sürecinde aynı şeyler yaşandı) itiraz hakkına sahiptir. Bunu yaptıkları için birbirleriyle “tespih tanesi” benzeri bağlantılar kurmak haksızlıktır.

Hangi ‘süreci’ tıkıyorlar?

Başbakan Erdoğan son grup konuşmasında yine “süreçle ilgili görüşebileceğini” söyleyen Ana Muhalefet Partisi Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’na “Sabah söylediği akşam söylediğini tutmayan biriyle konuşmanın anlamı yok” dedi. Peki, bu “çözüm süreci” denilen süreci anlamaya çalışan, bilgi isteyen Ana Muhalefet liderine böyle söyledikten kısa süre sonra, daha önce yapıldığı gibi “CHP ve MHP süreci engellemeye çalışıyor, karşı çıkıyor” denirse bu “sabah söylediğiyle akşam söylediği birbirini tutar” demek mi olacak?

Ortada “terörün bitmesi” için kabul edilir bir plan-proje olsa ve açıklansa kimse karşı çıkmaz ama Karayılan’ın kendisinin bile itiraz ettiği şekilde “Muhalefet partileri neler olduğunu (üstü kapalı şekilde) Kandil’den öğrenecek” ise, “sürecin ne olduğu gizleniyorsa” siyasetçilerin veya yağ çekmeyi görev bilen köşecilerin onlara “süreci tıkıyorlar” demesi de komedi ötesi bir durumdur.

Kıyak yasaya çok tepki var!

Halkın tepkileri hiç göz önüne alınmadan milletvekillerine kıyak yapan yasalar hep çıkarılıyor ve bazıları “bu özel, bu ayrıcalıklı hakların olması gerektiğini, böylece milletvekillerinin tasasız bir şekilde işlerine yoğunlaşabileceğini” filan söylüyor, yazıp çiziyor.

Oysa bundan önce milletvekillerinin “başka bir işi de aynı zamanda yürütmeleri” pek görülmemişken artık bunu açıktan açığa yapanlar var. Ve üstelik bizde ne yazık ki gözler kolay kolay da doymuyor. Söylemiş olayım ki hele bu sefer, bir de üstüne “milletvekilleriyle ailelerinin estetik operasyon harcamaları”nın bile devlet tarafından karşılanacağı duyulunca yasa herkesin diline düştü.

Yetim hakkı yemek..

Dün yazıma gelen yorumlardan biri örneğin; “CHP o öneriden hemen imzasını çeksin. Hem dokunulmazlığımızı kaldırın, hem kıyak.. Nerede kaldı onur” diyordu..

Bu yasa mutlaka düzeltilmeli.. Her ne kadar TV’lerde, haberlerde, konuşmalarda hayat toz pembe görünüyor gösteriliyorsa da yoksulu bu kadar çok bir ülkede “yetim hakkı yemek”ten farksız zira!



Orhan Gencebay yazmamış, söylemiş!

Efendim, kısa süre önce Orhan Gencebay’ı bir TV programında izlemiş ve programda çalınan, kendisinin söylediği “Gelin Birlik Olalım” isimli şarkıyı çok beğenerek sözlerinden de alıntı yapmıştım.

Şöyle bir cümle geçmiş yazımda; “Orhan Gencebay’ın yıllar önce yazdığı ‘Gelin Birlik Olalım’ o kadar güzel bir şarkı ki keşke bu güzel ülkeyi terörle, kavgayla hayatları karartmadan o şarkıyı herkes örnek alabilseydi”.. Neden böyle yazdığımı hatırlıyorum, yanılmıyorsam Gencebay “Bu şarkıyı terörün en yoğun olduğu 2000 yılı öncesinde yaptığını” söylemişti, şarkı sözü de yazdığı için bunun sözlerinin de ona ait olduğunu düşündüm.

Gönderdiği mektupta “Çıktığı günden beri VATAN okuduğunu, benim de tüm yazılarımı takip ettiğini” belirten Avukat Ebru Safi “Gelin Birlik Olalım” isimli şiirin Şair Cemal Safi’ye ait olduğunu, Orhan Gencebay tarafından bestesi yapılıp yorumlandığını bildiriyor.

“En geç 3 gün içinde, köşenizde aynı puntolarla yayımlamanız, aksi takdirde yasal yola..” filan demiş sonunda.. Tehdide hiç gelemem, aslanlar gibi gider kendimi savunurum, Allah mahcup etmesin şimdiye kadar (25 yıldır) dava kaybettiğim de görülmemiştir. Sadece durumu anlatsa “sanatçıya saygımdan” hemen düzeltme yapardım zaten.

Cemal Safi’nin şiirdeki sözlerini beğendim ama Ebru hanımın tarzını hiç beğenmedim, kusura bakmasın.

Yazının devamı...

Milletvekili ailelerinin ‘estetik’ harcaması!

“Anayasa karşısında tüm vatandaşlar eşit haklara sahiptir” deniyor ama milletvekillerinin “daha eşit haklar”a sahip olduğu tartışılmaz. Zaten Türkiye gibi “çöplükten, pazar yerinden artık yiyecek veya kağıt toplayan” insanların, bu şekilde büyüyen ve “tek tişört”le yıllar geçiren çocukların, yüzbinlerce işsiz-aç ailenin bulunduğu bir ülkede neden “bir kez milletvekili” seçilenlerin ömür boyu aynı maaşı aldığı ve tüm hizmetlerden ücretsiz yararlandığı anlaşılır bir mesele değildir.

Ama böyle gelmiş, böyle gidiyor.. Genel başkanların uygun gördüğü şekilde oy kullanan, TBMM çatısı altında çoğu “kötü örnek” davranışlar sergilemekten çekinmeyen vekiller milletin-devletin kesesinden neden bu haklara ömür boyu sahip olacak? Aileleriyle birlikte on binlerce kişinin masrafı az yük müdür devletin üstünde?

Burun mu, yağ aldırma mı?

Bu kadarı yetmezmiş gibi bir de “kendilerinin ve ailelerinin estetik operasyon masrafları” da ücretsiz yapılacakmış. Eşleri veya kızları mı böyle uygun gördüler acaba? Bir “burun estetiği” kaça yapılıyor açıklasınlar millete mesela? Ya da “yağ aldırma”, “karın germe” operasyonu..

Bu vekillerin çoğunun eşi, kızı “doğum yaptım, karnım sarktı, ben de isterim” derse, bunu neden millet ödeyecek? Hukuku hiçe sayarak meslek yanlışı yapan “hakim ve savcılara dava açılmasını” önlemek için çıkarılan yasa ne kadar yanlışsa, hakimlerin yaptığı hatalar AİHM’den döndüğünde tazminatları milletin ödemesi ne kadar yanlışsa bu “estetik yasası” teklifi de o kadar yanlıştır.

Hatta tam bir skandaldır, daha neler duyacağız bakalım!

Tecavüz cezası böyle olur!

Suçlu ya ceza verilmeyen, suçsuza ise en ağır cezaların verildiği (hatta mahkumiyetten beter tutuklulukların yaşatıldığı) bir ülke oldu Türkiye.. Daha dün yazdım “yargı böyle hukuksuzluklarla yürüyecekse ‘Türkiye demokratik bir hukuk devletidir’ cümlesini Anayasa’dan çıkarsınlar” diye..

Kadın tecavüzlerinde bin çeşit hafifletici neden arayarak ağır cezalar vermekten kaçınan, neredeyse “tecavüze uğrayan kadınları suçlu çıkaracak” hale gelen mahkemeler, çocuk tecavüzlerinde (toplu tecavüzde bile) suçluların hepsini serbest bırakıyor. Bunu yaparken hala utanmadan “çocuğun rızası var mı” sorusunun tartışıldığı davalar görülüyor..Öğretmenlerin, polislerin, kaymakamların karıştığı toplu tecavüz olayları duyuldu, sapıklar işlerini bile kaybetmediler.

İdamla yargılanacak

Dün “ABD’de 10 yıl önce 3 sapık kardeş tarafından kaçırılarak 10 yıl bir evde tecavüze uğrayan 3 kadın”ın kurtarılma haberi vardı gazetelerde. Suçlu kardeşlerin “adam kaçırma, alıkoyma, çocuk tecavüzü ve işkence” suçlarından İDAMLA yargılanması isteniyormuş.

İşte ceza böyle olur ve ancak böyle olursa bizdeki gibi “en ağır suç” sıradan olay haline gelmez. Bizde TBMM kendi kavgalarıyla ve kıyak yasalarıyla meşgul olduğu ve yargının yanlış kararlarına ses çıkarılmadığı için ne kadınlar, ne çocuklar güvence altında, suçlular cennetine döndü memleket!



Modacı olmak artık hayal değil!

Gerçek bir modacıdan, dünya çapında ustalar tarafından yetiştirilmekten söz ediyorum. Biliyorsunuz gençler için Türkiye’de oluşan yeni imkanları onlara duyurmak, dikkatlerini çekmek benim için önemli.. Bu nedenle; dünyanın en eski ve en önemli moda okullarından biri olan ESMOD’un VAKKO işbirliğiyle Türkiye’de açılacağını duyduğumda da heyecanlandım ve açıklamanın yapılacağı toplantıyı kaçırmadım.

Yabancı hocalar, staj ve burs!

ESMOD tam 172 yıl önce Paris’te küçük bir terzinin yaratıcılığıyla doğmuş, bugün dünya genelinde 22 okulu var. Öyle okullar ki, mezunları ilk yıllarda bile Chanel, Chloe, LV, Polo, Balmain, Dior gibi ünlü firmalarda çalışabiliyor.

VAKKO’yu aynı şekilde küçük bir şapka dükkanıyla başlayarak kuran Bay Vitali’nin en büyük arzusu da “VAKKO adına bir moda okulu açmak” imiş ve işte babası gibi sınırsız hayaller taşıyan Cem Hakko sonunda “VAKKO/ESMOD Moda Akademisi” ile onun bu isteğini de yerine getirmiş oluyor.

Hocaların hepsi yabancı. . Öğrencilerin “Vakko’da staj” imkanı var. Ve yetenekli olup da maddi imkanı yetersiz olan öğrencilerin burs alması da mümkün.. Bu konuyu özellikle sordum ve “Vitali Hakko” adına burs verileceğini de öğrendim.

İlk yıl 50 öğrenci alınacakmış ve yaş sınırı da yokmuş..

Eh gerisi “yetenekli ve modacı olma hayali taşıyan” her yaştan (!) gençlerin bu okula müracaatına kalıyor. Haydi rast gele!

Lütfen trafikte hayvanlara dikkat edin!

Yollar, özellikle “çevre yolları” arabaların çarparak umarsızca bırakıp gittiği köpek ve kediciklerle dolu.. Geçerken görüyoruz ailece gözlerimizden yaş boşanıyor. Dayanılır gibi değil..

Aynı şekilde veterinerler de arabaların çarptığı ve insaflı insanların getirdiği hayvanlarla dolu. Kimi komada, kiminin kol kasları fırlamış, iki kolunu veya bacağını birden kesmişler, öylece bitkin yatıyor.. O hayvancıklar bilmeden yollara çıkıyorlar, araba çarpana kadar da ne yaptıklarının farkında değiller, çoğu kez çarpıldıktan sonra uzun süre can çekişiyorlar.

Lütfen çevre yolunda bile dikkat ederek sürün araçlarınızı, başkalarını da uyarın, fren yapamayacak hızla gitmek şart değil. Biraz vicdanlı olalım, onların da canı acıyor. Acılar içinde kıvranırken ağrı kesici bile isteyemiyorlar, unutmayın!

Yazının devamı...

İki ananın feryadı!

O kadar çok yazacak önemli olay var ki gönlümden kocaman sayfalar geçiyor, bitmek bilmeyen.. Ama öyle bir imkan yok ne yazık ki, kısaltarak yazmaya başlayalım. İki annenin farklı acılar, farklı duygular içinde ve farklı şartlar altında söylediği sözleri alacağım bugün önce, iki “dürüst ve gerçek kadın”ın..

Birincisi karşılaştığı olay sonrasında “yüreğim şimdi daha çok yandı” diyen şehit anası.. Oğlu Teğmen Cengiz Evranos Mardin’de PKK çatışmasında şehit düşmüş. Balıkesir’de “akil insanlar” toplantısını dinlemeye gitmiş, içeri alınmamış. Kapıda halkın yaptığı protesto eyleminin içinde kalmış ve birçok şehirde olduğu gibi üzerlerine yine biber gazı bombaları atılmış. Fotoğrafta ağlıyordu şehit anası Fikriye Evranos ..

‘Çocuğum için adalet’!

“O gün eyleme değil, akil insanları dinlemeye gitmiştim. Vatanın bölünmez bütünlüğü, bayrağımızın özgürce dalgalanması için aslan gibi oğlumu toprağa verdim fakat o salona layık görülmedim.. Bize de bir masa ayırabilirlerdi... Bu da yetmiyormuş gibi biber gazı altında kaldım, bizi yerlerde süründürdüler. O gün yüzüm yandı, gözüm yandı ama yüreğim daha da çok yandı.”

Devam ediyor: “Biz de barış istiyoruz ama çocuklarımız için adalet de istiyoruz. Çocuklarımıza kurşun sıkanlar ellerini kollarını sallayarak sınır dışına çıkacak, PKK’ya kurşun sıkan kahraman Türk ordusu bir bir Hasdal’a, Hadımköy’e tıkılacak. Olacak şey mi bu?”

‘Düşmanlık yok ki barış olsun’

“Ben çocuğumu şehit verdiğimde ‘vatan sağolsun’ dedim ama vatanımı kaybettiğimde hiçbir şeyim kalmayacağı için şimdi mücadelenin en ağırını vereceğim... Ben Doğulu’yum, bana göre Doğulu, Batılı yoktur. Kimsenin kimseyle ‘düşmanlığı’ yok ki ‘barışa’ oturuyoruz. Bizim tek düşmanımız PKK’dır.”

Bu yüreği yanık ana “terör”ün “savaş” olarak, “terörü bitirme süreci”nin “barış” olarak anılmasındaki yanlışı ve daha birçok haksızlığı, hatayı anlatıyor.

PKK-Kürt ayırımı!

İkinci anne PKK yöneticilerinden Cemil Bayık’ın annesi Reyhan Bayık.. Amcası “Biz onu adam olsun diye okuttuk, onu Allah islah etsin” derken anne “Yeter artık askerimiz ölmesin, çile çekmesin, rahat etsin istiyoruz... Akan kan dursun, kötülük olmasın istiyoruz.. Terör bitsin ama oğlum gelse onu kabul etmem. Bu kadar çile çektikten sonra onu ne bağrıma basacağım. Ona mesajım da yok” demiş..

PKK ile “Kürt vatandaşlar”ın birbirine karıştırılmasının, özdeşleştirilmesinin, PKK’yı “Kürtlerin sözcüsü-temsilcisi” gibi göstermenin yanlışlığını bir “PKK liderinin annesi” ancak bu kadar güzel anlatabilirdi.. Hemen PKK’yı “kardeş” yapıp helalleşmekten söz edenler, TV’lerde-gazetelerde “35-40 bin kişinin ölümünden sorumlu” örgütü Kürtlerin temsilcisi yapanlar, PKK’lı ailerinin bile terörü “Kürt sorunu” olarak görmediğini, kendi oğluna karşı “askerleri” savunduğunu görünce bir özeleştiri yaparlar mı acaba? Akla karayı karıştıran siyasetçilere, gazetecilere, akademisyenlere iki önemli ders bunlar.. Alabilen yürekli insanlara tabii!

‘Hukuk devleti’ kalksın o zaman!

Dün yazmış olacaktım ama tatil günüm olduğu için bugüne kaldı.. Deniz Kurmay Albay Koray Eryaşa Balyoz Davası’da 16 yıl hapis cezasına çarptırılmış. “Çarpma” uygun sözcük çünkü cin çarpmasından farkı yok. “Hukuka aykırı” bulunarak kaldırılan ama ne hikmetse Balyoz, Ergenekon ve benzeri siyasi davalara bakmaya devam eden özel yetkili mahkemeler “bilirkişi raporlarını ve çürütülen suçlamaları” hiç dikkate almadan kararları veriyorlar.

Bir yalan, bin yalan

Koray Eryaşa’nın ceza sebebi “komutanı olduğu TCG Kılıç Hücumbotu ile 5-7 Kasım 2002 tarihleri arasında İmralı’ya ön keşif yaptırmış olması”.. Ön keşif de “iddiaya göre” planlanan darbede tutuklanacak kimselerin Yassıada ve İmralı’ya sevki için çalışma kapsamında yapılmış. Eryaşa mahkemeye o tarihte geminin Çanakkale’de olduğunu bildirmiş ama “sahte CD’lerle ilgili bilirkişi raporlarını” dinlemeyen mahkeme sanık itirazı dinler mi, dinlememiş tabii. CHP de “geminin o tarihlerde nerede olduğunu” Milli Savunma Bakanı’na soru önergesiyle sormuş.

Bu zulüm bitmeli!

Bakan İsmet Yılmaz buna karşılık “TCG Kılıç Hücumbotu’nun o tarihlerde Çanakkale Nara’da liman ziyaretinde bulunduğu tespit edilmiştir” açıklamasını yaptı. Bu ne demektir? Özel yetkili mahkeme önyargı ile, “uzun mahkumiyetler verme” kararına baştan sahip olarak, araştırmadan, sanık itirazlarını da dikkate almadan, “gerçekle ilgisi olmayan” iddilalarla bu ağır cezaları vermiştir. Yani, bu skandalın benzeri diğer bütün sanıklar için de geçerlidir.

Microsoft firmasının yaptığı “Balyoz metnindeki font 2007’den sonra piyasaya sürüldü, daha önce kullanılmış olması imkansızdır” açıklaması bile tek başına tüm sanıkların serbest bırakılmasına yeterdi aslında.. Aynen Ergenekon Davası’nı başlatan haham Tuncay Güney ’in “Ergenekon bir oyundu bitti, devlet bana baskıyla bunları söyletti, vicdan azabı çekiyorum” açıklamasıyla o davanın düşmesi gerektiği (ama her nedense duymazdan gelindiği) gibi..

27 Mayıs, 12 Eylül darbeleri, 27 Nisan muhtırası mahkum edilmezken, tam bir yıldır Sincan Cezaevi’nde “sadece iddianame bekleyerek hapsedilmiş olan” 28 Şubat tutuklularına yapılan zulmün bitmesi gerektiği gibi.. Eğer Türkiye’de yargı, adalet sistemi bu haksızlık ve hukuksuzluklarla yürütülecekse Anayasa’dan “Türkiye demokratik bir hukuk devletidir” tanımını derhal çıkarsınlar, inanan kalmadı çünkü!

Yazının devamı...

Her petrol kuyusu başında bir devletçik!

Bizim en başarılı, en deneyimli siyaset bilimcilerimizin “çözüm”le, “süreç”le ilgili yorumlarını pek duyamıyoruz, sesleri çıkıyorsa da fısıltıyla çıkıyor ama Mısırlı, Kahire Üniversitesi’nden bir akademisyen; Prof. Dr. Nadye Mustafa “Ortadoğu ile ilgili” bir açıklama yapmış.

Özetle; “Ortadoğu’da etnik ve bölgesel farklılıklar kullanılarak ülkelerin parçalandığına” dikkat çekmiş ve “bölgede büyük devletlerin bırakılmayacağını” söylemiş. Mısır’da, Libya, Cezayir ve Tunus’ta, Sudan, Yemen ve Arabistan’da ‘mezhepsel kartların’ oynandığını, Toplumsal olarak uyanık ve dikkatli olmak gerektiğini vurgulayarak, düşünür, gazeteci, akademisyen ve vatanseverler bu projenin karşısında olmazsa hepimiz kaybolup gideceğiz” demiş.

Türkiye ile ilgili olarak da; “PKK’nın silah bırakma tartışması ile İsrail’in özür dilemesinin aynı zamana denk geldiğini, bu zamanlamanın soru işaretleri doğurduğunu, bunun Irak ve bölgedeki gelişmelerle bağlantılı olduğunu” söylüyor Mısırlı Profesör..

“Bölgede büyük devlet kalmayacak, her bir petrol kuyusu başında bir devletçik kurulacak” diyor. Bölgeye genel bakışta ABD ile AB’nin ortak plan-projeleri böyle görünüyor demek ki.. Mısırlı akademisyene de “süreci baltalıyor, onun için bunları söylüyor” derler mi bilemeyiz.

Okmeydanı’nda Suriyeliler!

Güney sınırlarımızdan girip orada Suriye-Türkiye arasında özgürce cirit attıkları biliniyor Suriyeliler’in.. Ama doğrusu İstanbul’da aynı özgürlükle cirit attıklarını ben yeni duydum.

Okmeydanı’nda oturan bir tanıdığım Cumartesi günü “Burayı bir görmelisiniz. Suriyeli kaynıyor, öyle kalabalıklar ki şaşar kalırsınız” dedi. Ve daha ben bir şey söylemeden ekledi; “Seçimde oy kullanmaları için her ile ve ‘oy sıkıntısı olan’ ilçelere dağıtılmışlar. Orada yaşıyor gibi gösterilerek oy kullandırılacakmış bunlara..”

Şüphe!

Şimdi, bu iddia ne kadar doğrudur emin olamayız ama söyleyen bir vatandaş ve “birçok vatandaşın şüphesini” yansıtıyor. Daha önce “yeni doğmuş bebeklerin veya hayatta olmayan insanların ismiyle kart çıkarılarak, 8 daireli apartmanlara 500 seçmen göstererek, 5 milyon seçmenin birden ortaya çıkıp aynı hızla kaybolduğu durumlar yaşarak” seçimler yapıldı bu ülkede. Seçmenlere “işaretlenmiş kartlar” verilerek “boş kartı alıp, dolu olanı atmasının söylendiği” bile sıkça dile getirildi. (Oy kullananın ‘oyunun görünmeyeceği ama kart değiştirme de yapamayacağı şeffaf bölmeler’ bile düşünülmeli.)

CHP’nin Ankara Çankaya’daki Parti Meclisi’nde “bir itiraz üzerine” tekrar yapılan sayımda bazı üyeleri oylarının örneğin 500’den 300’lere düştüğü biliniyor. İlçe Seçim Kurulu bir “parti meclisi” seçiminde oyları yarı yarıya eksik veya fazla sayabiliyorsa bilgisayarlı oy toplama sistemiyle genel seçimde örneğin 20 milyon oy aldığı görülen parti gerçekte 10 milyon oy almış olabilir, yarı yarıya hata olabilir. Bu da gösteriyor ki bilgisayarlı toplama sistemi büyük bir risk taşımakta..

Seçimler ve referandum hızla yaklaşırken “vatandaşın huzur ve güvenle seçime gidip oyunu kullanacağı” şekilde bir sistemin getirilmesi son derece önemli. Hatta en öncelikli görev olmalı tüm partiler için.. Eğer sonsuza kadar kavgayla zaman tüketme niyetinde değillerse!



Mayın şehitleri!

Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz bugüne kadar “1 milyon 150 bin 300 metrekare” alanın TSK birlikleri tarafından temizlendiğini, 2004’ten 2011’e kadar mayın nedeniyle “204 askerimizin şehit olduğunu, 742’sinin yaralandığını” ve daha bu temizleme işleminin 2024 yılına kadar süreceğini anlatmış. Yani daha 11 yıl TSK mayın temizleyecek, kimbilir kaç genç askerin hayatı tehlikeye girecek, kaçı hayatını kaybedecek.

PKK mayınlarını kim temizleyecek?

Daha üç gün önce Ağrı Dağı’nda devriye gezen 21 yaşında gencecik iki asker; Mustafa Altan ve İbrahim Özkıdır mayın patlaması sonucu şehit oldu. Önemi yok mudur bu hayatların? Tarihten olayları çıkarıp hesap soranlar bugün askerleri koruyamıyorsa hesabı nasıl sorulacak?

Sınırlara TSK tarafından konulmuş olan mayınları TSK temizlesin tamam da, PKK devamlı “ordu mayınları temizlesin” derken kendi döşedikleri mayınları neden unutuyor? TSK’nın mayınları da İran, Irak, Suriye sınırlarına “PKK terörü nedeniyle” konduğuna göre aslına bakarsanız hepsini PKK’nın temizlemesi gerekir. Haydi bu yapılmıyor ama hiç değilse kendi koydukları mayınları kendilerinin temizlemesi sağlansın. Ayrıca, PKK silah bırakmadığına ve “yeni anayasada talepleri yerine getirilmezse hemen savaş durumuna geçeceklerini” defalarca söylediğine göre sınırlardan TSK’nın ve tüm güvenlik önlemlerinin acilen çekilmesi de ayrı bir çelişki değil mi? Yine “analar ağlamasın” diye geliyor akla bunlar, üç gün önce iki gencin anaları ağladı da!

Yazının devamı...

Örgüt üyesi olmak ne kolay!

Bugüne kadar gazetecisinden, Genelkurmay Başkanı’na, bilim adamından, rektöre kadar “terörist” suçlamasıyla karşılaşan yüzlerce insanın hayatından yıllar çalındığı, kendilerinin ve ailelerinin onurunun zedelendiğini gördük. Hem de “bilirkişilerin hatta dünya çapındaki Microsoft firmasının sahte olduğunu açıkladığı deliller”le, hem de “hukuka aykırı” olduğu söylenerek kaldırılan “özel yetkili mahkemeler”le..

Yufka yürek sızlamaz mı?

Şimdi de elinde “biber gazına önlem” olarak “dibinde birkaç damla bulunan (fotoğrafta görülüyor) sirke şişesi” taşıyan 17 yaşındaki kızı da “Molotoflu örgüt üyesi, militan” yaptılar ya, bu etiketin insan üzerine yapıştırılmasının ne kolay olduğunu sanırım bilmeyen kalmadı.

Ama asıl çelişki İstanbul Valisi’nin “Benim gibi bir yufka yürekliye faşist demelerini kabul edemem” sözünde yatıyor. “Bir yüreğe sahip olmak” tabii önemlidir ama valiler için daha önemlisi “vatandaşın demokratik haklarını bilmek ve onların güvenliğinden sorumlu olmak”tır. Duygudan önce “görev bilinci” gelir böyle işlerde..

Polisin kafasına yakın mesafeden attığı biber gazı fişeğiyle ağır yaralanan iki genç kızdan biri olan lise öğrencisi Dilan’ın babası “Kızımın herhangi bir örgütle ilişkisi olduğunu kanıtlayamazlar. Valinin onu suçlayan sözleri acımızı iki kat arttırdı. Kızımın terörist gibi gösterilmesinden sonra onun geleceğinden endişe duymaya başladım. Vali bu beyanları yaparken elini vicdanına koysun” diyor.

Acaba yufka vicdanlı Vali Mutlu Bey, kendisine söylenen sözü “kabul etmez”ken, daha 17 yaşındaki genç kızın ve ailesinin “terörist” suçlamasını nasıl kabul edebileceğini düşünüyor mu? Onun geleceğine silinmesi güç bir kara iz bırakmak “yufka yüreğini” sızlatıyor mu?

Sadece meraktan soruyorum, çünkü artık sorular bile bu olaylar karşısında anlamını yitirdi!



Anayasa için kimin acelesi var?

TBMM Başkanı Cemil Çiçek yeni anayasa için; “Vatandaş sonuç bekliyor, işi geciktirme imkanı yok. Güneş batmak üzere. Karanlığa kalmadan bu iş bir an evvel yapılmalı” demiş. Tam bir bilmece-bulmaca gibi bu anlatım..

Güneş, karanlık, vatandaş!

Hangi güneş batıyor, hangi karanlıktan söz ediliyor? Yeni anayasa için hangi vatandaş bu kadar acele içinde?

Tamam yeni anayasa yapılacak ama “milletin iradesi” denilen Meclis, oradaki partiler hiçbir konuda bilgi sahibi değilken, PKK’lı Karayılan bile “çözüm diyorlar, çözüm nedir kimse bilmiyor, muhalefet partileri süreç dışı bırakılıyor” derken.. Ortada “getirilmek istenen başkanlık sistemi” gibi çok ciddi ve “Türkiye’ye uymayacağı ve tam baskı sistemine döneceği” neredeyse tüm hukukçular ve siyaset bilimciler tarafından açıklanan bir değişiklik varken anayasa aceleye getirilir mi?

Polemik değil,küfür-hakaret!

Meclis Başkanı’nın sözleri sadece “PKK’nın acelesi”ne yorulabilir ki onun acele ettiği konu elbette önce tüm topluma açıklanmalıdır. Anayasa her vatandaşın hayatını, ülkenin geleceğini yakından ilgilendiren bir toplumsal sözleşme olduğuna göre şimdiye kadar önemli değişiklikler çoktan açıklanmalıydı.

Bu yapılmıyor, süreç devamlı olarak Meclis içi kavgalarla, milletvekillerine ana avrat küfürlerle, partilere “bugünle değil, geçmişle ilgili” saldırılarla, birbiriyle tamamen zıt partileri “ilişkilendirerek puan kaybettirme” çabalarıyla yürütülüyor. Bir yanda “temiz siyaset”ten söz edilirken öte yanda hiç görülmemiş yalan ve iftiralar uçuşuyor.

‘İktidar anayasası’’ olmamalı!

Bence Cemil Çiçek tam aksine “Anayasa aceleye gelmemeli, toplum ne yapıldığını PKK’dan önce veya en azından PKK’yla birlikte öğrenmeli.. Başkanlık sisteminin Türkiye’nin mevcut siyasi yapısı ile bize uyup uymayacağı da iyi anlaşılmalı, bu hayati bir konudur, demokrasiyi-rejimi ilgilendirir. Yapılacak anayasa ‘BİR VEYA İKİ PARTİ’nin anayasası’ olmamalı, meşruiyeti tartışılır olmamalı” dese daha doğru olacaktı. O bunu söylemesi gerektiğini bilecek kadar deneyimli bir siyasetçi..

“Güneş veya karanlık” asıl bu tür hatalarla gündeme gelecektir zira!



Görünmez kaza!

Bu da gerçekten görünmez kaza.. Cumartesi günü ilk yazımda ara başlıklardan birinde “milletvekili değilse?” içinde “millitvekili” olarak geçmiş sözcük.

Benim gönderdiğim yazıda bu hata yok ama büyük harflerle yazdığım ara başlıklar baskıya geçerken “küçük harf”e çevrildiği sırada harf hatası ortaya çıkmış.

Okurlarımdan ben özür diliyorum.

Yazının devamı...

Milletvekili ‘delinin teki’ de oldu!

Partiler arası rekabet, çekişme her hükümet döneminde olmuştur ama hiç bu kadar nefret söylemine, ağır sokak hakaretlerine dönmemiştir. Ne Türkiye’de ne de dünyanın başka bir ülkesinde .. Yalansa çıkıp yalan desinler. Şimdi yazacaklarımı olayın her iki tarafı da “AKP, CHP, MHP, BDP” veya hangi partiden olurlarsa olsunlar aynen böyle yazardım..

Selama karşılık hakaret!

TBMM’de kendisine “daha önce birçok kez, birçok kişi tarafından söylenmiş” Atatürk’le ilgili bir sözü tekrarladığı için “bir kadın olarak, bir anne olarak utanç duydum” diyen, bu yüzden Meclis’te büyük olay yaşanan AKP’li Kadın ve Aile Bakanı Fatma Şahin uçakta CHP Milletvekili Aylin Nazlıaka ile karşılaşmış. Bakan’ın yanında Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay da varmış. Nazlıaka onları görünce gülümseyerek “Günaydın” demiş. Bakan Şahin ise “Ne günaydını, sana günaydın filan yok. Kimsin kendini milletvekili sanıyorsun” cevabını vermiş. Atalay bile dayanamayarak (herhalde “bir erkek, bir eş, bir baba olarak” durumdan mahcup da olmuştur) Bakan’ı sakinleştirmeye çalışmış.

Millitvekili değilse?

Ama o önüne dönerken “delinin teki” diye ilave yapmaktan geri kalmamış. Şimdi tabii, her ikisi aynı şartlarda milletvekili olduklarına göre Nazlıaka “milletvekili değil” de, “kendini öyle sanıyor” sa Bakan Şahin de aynı durumdadır. Aslında daha önce Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç tarafından cinsiyet ayırımcılığı içeren ağır bir hakaretle karşılaşmış olan bir başka kadın siyasetçiye (hangi partiden olursa olsun) normalden bile daha nazik olması, belki de “Meclis’te kadınlara hakaret” konusunda fikir alışverişinde bulunmaları beklenirdi. Bu tarz bir davranışı neden seçmiş, Nazlıaka ona ne yapmış da bu sözleri hak etmiş bilmiyoruz. Ama durum gerçekten çok acı ve çok ümitsiz hale geldi. Bakan Şahin’i bugüne kadar nazik biri olarak tanımıştık o da “hele de bir kadın ve anne olarak” bir başka kadın siyasetçiye bunu yapıyorsa gerisi neler yapmaz ki?

Masumiyet karinesi!

Düşünün gazeteci ve milletvekili Mustafa Balbay “4 yıl hapis yatıyor ve bu ‘mahkum edilmiş’ olarak değil, ‘tutuklu’ olarak.. 2700 saat hakim karşısında kalıyor ama hala kesin suç delili söylenemiyor. Prof. Dr. Mehmet Haberal yıllardır aynı durumda, ağır hasta olmasına rağmen bu hiç göz önüne alınmayan ve son derece acımasız şekilde hapis tutulan Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu yıllardır aynı durumda..

Genelkurmay eski Başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ bir yıldan uzun zamandır tutuklu.. Onların ve diğer siyasi tutukluların, mahkumların herhangi bir suçu olduğuna artık neredeyse kimse inanmıyor ama “özel yetkili mahkemeler” bir neden bulup içeri attı mı orada unutuluyorlar.. Bu “bir neden” ise genellikle “cebir ve şiddet kullanarak hükümeti indirmeye çalışmak veya görevini yapmasını engelemek” .. On yıldan fazla zamandır iktidardalar, şimdiye kadar bundan daha keyifli iktidar süren görüldü mü, hayır.. Bundan daha fazla “yargısıyla, medyasıyla ve tüm kurumlarıyla” herşeye sahip olan, yorulduğu yere han kuran iktidar görüldü mü, hayır.. Peki nereden çıktı bu “cebir ve şiddet”, “indirmeye çalışmak” vs? Haham’a, Hilmi Özkök’e, Aytaç Yalman’a, Yaşar Büyükanıt’a sormak lazım ama hepsi “tatilde”ler!



Sarıgül doğru söylemiş!

Geçen Pazartesi gazetede Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül ’ün Balıkesir’de yaptığı bir konuşma vardı.

Diyor ki: “Akıllı olan az konuşur. Bizim akıllılar çok konuşup az dinliyor. Halkımıza gidip barışı anlatıyorlar. Soruyorum size halkımız savaşta mı? Anadolu insanı ne zaman birbirine küstü de şimdi barışıyor. Anadolu insanının barışı öğrenmek için aracılara ihtiyacı yok, biz bu değerleri Hacı Bektaşı Veli ’den, Yunus Emre’den, Mevlana ’dan öğrendik”..

Olayın özeti budur.. Terör olmasaydı kimsenin “barış” tan söz etmesine de gerek olmayacaktı! Hele de Meclis’te siyasi çözüm fırsatı veren parlamenter sistem içinde. Bir Kürt partisi de varken!

İran ne diyor?

Geçen Cumartesi “Tahran radyosunda yapılan yorum” haberdi.. Bu yorumda “ABD ve AB tarafından desteklenen PKK’nın ‘demokratik konfederasyon ve demokratik özerklik’le İran-Irak-Suriye ve Türkiye topraklarındaki Kürt bölgesini özerkleştirme ve daha sonra birleştirme planı kurduğu .

PKK’nın “özgürleşme”den söz ederken Kürt bölgesinde kendisinden başka örgütlere izin vermediği, PKK muhalifi Kürtlerin ortadan kaldırıldığı, PKK-AKP uzlaşısında ABD ile AB’nin rol oynadığı anlatılıyor, ABD’nin “Büyük Ortadoğu Projesi, BOP” tan söz ediliyordu.

Özet olarak, İran kendi topraklarında kurulacak Kürt devleti için taşıdığı endişeyi anlatıyor, Türklerin de hiç değilse “neler olduğunu, ne tür anlaşmalar yapıldığını” sorma ve öğrenme hakkı olmalı değil midir?

Yazının devamı...

Hiçbir şeyden anlamayan halk!

Ülkede olup bitene bakınca “hangi birine bakacaksın ki” noktasına geliyor insan.. Sonunda da “bırak dağınık kalsın” noktasına..

Hani o fıkradaki gibi; adamın kafasında iki tel saçı varmış, berber “hangi yana tarayayım” diye sorunca “bırak dağınık kalsın” demiş ya, aynen öyle.. Son günlerde gelen e-postaların çoğunda insanların olayların gidişinden duyduğu “endişe ve moral bozukluğu” var.

Ne bitmez örgütmüş!

Onbinlerce polis.. Taksim’le ilgisiz semtlerde bile her yere sıkılan biber gazları.. Tazyikli sular, iptal edilen vapur, metro, otobüs seferleri.. Kafalarına yakın mesafeden sıkılan gaz fişeklerinden ağır yaralanan, kafatası kemiği kırılan lise öğrencisi Dilan Alp.. Daha da ağır yaralanan, koma halinde olan Meral Dönmez.. Zora gelince mazeret olarak “örgüt üyesi” suçu atmak işe yarıyor ya, 17 yaşındaki yaralı öğrenciye “o örgüt üyesi” diyen İstanbul Valisi..

Dilan’ın babası emekli işçi Ali Ekber Alp; “Daha önce ben de Taksim’e gittim 1 Mayıs’ta. Yüz binlerce kişi gitti, polis olmayınca hiçbir olay çıkmadı. Vali kızımın ‘örgüt üyesi’ olduğunu iddia etmiş. Hemen araştırsınlar, kayıtlardan çıkmayınca tükürdüğünü yalayacak mı? Bizim sülalede örgüt mensubu insan yoktur. Savunma olarak yalana başvuruyor. Bu olayın peşini bırakmayacağım” demiş.

Milli içki; biber gazı!

Levent’ten Beşiktaş’a inen ve Taksim’e de gayet uzak olan Barbaros Bulvarı’nda oturanlardan arayanlar oldu.. “Anadolu yakasına geçmek için U dönüşü yaparken bile arabamıza biber gazı sıkıldı, kalbimiz sıkıştı, öleceğiz zannettik” diyorlar.. Maşallah milli içki “ayran” değil, biber gazı, doyurana hatta patlatana kadar içiriyorlar vatandaşa.. Yani bira bile sağlığa zararlı ama çoluk çocuğun kafasında patlatılan gaz fişeklerinin zararı yok.. İçki-sigara TV’lerde buzlanıyor (yakında sıra dövme, kırmızı ruj ve sarı saça gelir mi dersiniz) ama biber gazını buzlamaya gerek yok..

Bu arada unutmadan söyleyeyim; “İstanbul Valisi herhalde gelecek seçimde milletvekili adayı olacak, bu işgüzarlık başka türlü açıklanamaz” diyenler de var.

Bayram kutlayamaz, dizi seçemez!

Şimdi.. Görülüyor ki ülkeyi yönetenler bu halkın “Bahar Bayramı” veya “İşçi Bayramı” kutlamayı bilmediğine inanıyor. Daha geçenlerde Kadın ve Aile Bakanı Fatma Şahin İngiltere’de bir soru üzerine “Halkımız en çok şikayet ettiği TV dizilerini izliyor. ‘Zararını görüyorum ama izlemeye devam ediyorum. Bize yardım edin’ diyor” şeklinde bir açıklama yaptı.. Demek ki halkımız Arap ülkeleri dahil birçok ülkenin büyük paralar ödeyerek satın aldığı dizileri seçmeyi de bilmiyor.

Halkımız “kaç çocuk yapacağını, çocuğunu nasıl doğurması gerektiğini, içkinin-sigaranın zararını, hatta saç rengi ve rujunun yaptığı işe uygun olup olmadığını” bile bilmiyor.

Hukuka gelince uzman!!

Ama bunları bilemeyen halkın önüne “yargı reformu, darbe araştırması yapılacak” diyerek son derece karışık bir (torba) referandum ve arkasından yine bir referandumla ancak uzman hukukçuların anlayacağı “başkanlık sistemi” ve bir çok hayati değişiklik içeren “yeni anayasa” sürülebiliyor.

Peki; katılacağı gösteriye, bir gösteride nasıl davranacağına, hangi diziyi izleyeceğine, doğuracağı çocuğa, içeceğine (gazoz,meyve suyu, rakı, biber gazı, ayran), dudağına ne süreceğine karar veremeyen, bunları bilmeyen halk bunlara nasıl karar verecek? Haydi hep birlikte bu soruyu UZUUUN, UZUN düşünelim!!

Bu nasıl dokunulmazlık?

Meclis’te CHP Milletvekili Kamer Genç “daha önceki konuşmasında söylediği cümlenin hakaret kastı taşımadığını” anlatırken ona AKP Milletvekili Zeyid Aslan tarafından çok ağır hakaretler edildi biliyorsunuz. Onun annesini de içine alan “en ağır, daha ağırı yok” hakaret ve kendisine “piç kurusu”ndan başlayıp yine en ağırına giden diğer küfürler acaba bir iktidar milletvekiline söylense ne olurdu? Söyleyen kişi “kadınlardan” özür dilemiş, kadınlardan önce Kamer Genç’e kabul ettirmeli özrünü, ettirebilirse!

Daha önce Genç’in “Atatürk olmasa şimdi kim bilir şimdi hangi tarikat mensubunun kaçıncı hanımı olacaktınız, onun yaptıklarını küçümsemeyin” sözünü söylediği (tarafsız gözle bakalım, küfür var mı?) Bakan Şahin “Kamer Genç’le aynı çatı altında çalışmaktan utandığını” söylemiş, bir başka milletvekili Genç’i “lanetlemiş”, TBMM Başkanlığı anında kınama vermişti.

Edep, adap meselesi

Zeyid Aslan da “parti grubundan geçici çıkarma” cezası alacakmış, yazımı yazdığım saatlerde cezası henüz kesin belli değildi ama edilen küfürler geçici değil fazlasıyla kalıcı.. Başbakan Erdoğan, Kamer Genç’in (onun sözleri de TBMM’de söylenmemeliydi ama) sözü için “bir anne ve eşe yönelik adap ve edep dışı sözler” diyorsa bu da bırakın edebi filan “bir anne ve eşe yönelik insanlık dışı sözler”dir.

Bunlar da söylenebiliyorsa kimse artık “TBMM’nin saygınlığından” filan söz edemez. Ama.. Gazetecilere “çapulcu”, Cumhurbaşkanlığı yapmış ve ülkenin tarihine geçmiş bir siyasetçiye “koyun” denebilen yerde zaten söz edilse de ne anlamı olur ki?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.