Şampiy10
Magazin
Gündem

Mayınları ‘döşeyen’ temizlesin!

Türkiye-Irak sınırında görevli askerler memleketlerine gönderilmeye başlanmış. Teröristler henüz “işte silahları devlete bıraktık, artık terör bitti, bundan sonra öldürerek bir şey elde etmeye kalkmayacağız” demediler. Zaten bunu yapsalar “ülkeyi terk etmeye” ne gerek var, mesele terörün bitmesi ise, böyle de olur ama silah bırakma ağza alınmıyor.

Erler ve çavuşlar tehlikede..

“Ülkeyi terk edeceklerse neden bunca yıldır canlara kıydılar” sorusunun cevabı da yok.. Geri çekilmelerinden söz ediliyor, nereye çekilecekler; Avustralya veya Kanada gibi uzak ülkelere değil herhalde, isterlerse bir gecede geri gelebilecekleri Kuzey Irak veya Suriye’ye. . Ki bunun da anlamı yok.. Ama soru soranlara hakaret gırla gidiyor. Bir önemli mesele daha var..

Akiller bölgelerde dolaşmaya ve toplantı yapmaya başladıktan sonra daha sık duyulmaya başlandı; “PKK’nın döşediği mayınların devlet tarafından temizlenmesi” isteniyor.. Devlet temizlesin demek de tabii “gencecik askerler öne sürülsün, canlarını kaybetme pahasına teröristlerin ‘zaten onları katletmek üzere’ döşemiş oldukları mayınları bulup yok etsin” demek oluyor. Devlet deyince Cumhurbaşkanı, Genelkurmay başkanı veya Hükümet temizleyecek değil.. Olan erlere, çavuşlara olacak yine..

İyi de neden? Bunu istemeye, onların hayatını tehlikeye atmaya kimin, ne hakkı var? Madem ki PKK döşedi, yine PKK temizlesin , hiç değilse “mayınları nereye koyduklarını” daha iyi bilirler.

Son olarak Hakkari Baro Başkanı, “devlete” bildirmeleri için akillere bu isteği iletmiş. Acaba aynı kişi bu isteği PKK’ya iletebilir mi? Doğrusu bu olacak!



Tecavüz, cinayet had safhada!

Artık “kadın cinayetleri” , “çocuk ve kadın tecavüzleri” inanılmayacak şekilde kanıksandı, haberler vahşetten bakılamayacak halde.. İzmir’de, daha 19 yaşında zavallı genç kadın; Pınar Yolver 3 aylık evliyken kocası ve onun ailesi tarafından işkenceyle feci şekilde öldürülmüş.

Kayınpeder o gencecik kızı devamlı tehdit edermiş ama ceza indirimi kesin ya; koca “erkekliğime laf etti” demiş. İnsan kulağıyla duysa inanmaz (zaten kaçarken bir dostlarını arayıp “biz yaptık” demişler) ama hakimler inanıyor, onun için de arkası kesilmiyor.

Uşak’ta “kız yurdu sahibi” yurtta kalan kız öğrencileri taciz ediyor, 16 yaşındaki kız “kendisine yardım teklif ettiği için” evinde kaldığı saz hocası tarafından tecavüze uğruyor. Samsun’da odunla dövülmüş , vücudu, yüzü yara bere içindeki kadın “kocam biri anlarsa ‘inek tepti’ dememi istedi” diyor..

Toplu çocuk tecavüzleri, torunu yaşındaki çocuklara tecavüz eden sapık dedeler, iğrenç olaylar her köşede.. Bu yargı da lütfen anlatır mı, ne zaman “ağır suçluyu ağır şekilde cezalandırıp, suçsuzu bırakmayı” öğrenecekler?

Metro Turizm’in sahibinin “cinayetten ömür boyu hapis” , diğer suçları için de “11 yıl hapis” aldıktan sonra serbest bırakıldığını duyunca sormanın anlamı kalmıyor ama soralım; ADALET ne zaman gelecek?



Muhtaç hayvanlara yardım eden TBMM!

Ah ne olurdu hep birbirini yiyen bir TBMM izleyeceğimize, güzel işleri ortaklaşa yapan, ülke sorunlarında birbirlerine hakaret etmek yerine beraberce çözüm arayan, karşı görüşlere de saygı duyarak ortak noktalarda buluşmayı bilen bir Meclis’imiz olsaydı..

TBMM yönetimi 4 lokantasında “artan yemek ve ekmekleri hayvan barınaklarına gönderme” kararı almış. Bu karara okullar, hastaneler ve bazı genel müdürlükler de destek olmuş. Cumhurbaşkanlığı, Sağlık

Bakanlığı, Kalkınma Bakanlığı da katılmış.. Gözlerim yaşardı inanın..

İmha yasası da kalkmalı!

Keşke hepsi birlik olup TBMM’ye getirilen “sokak hayvanlarını imha yasası” nı da (5199 sayılı sözüm ona “Hayvanları Koruma Kanunu’nda değişiklik tasarısı”) kaldırtsalar.. O dünya güzeli sokak hayvanlarını yok etmek gibi kolay ve en vahşi yol yerine belediyelerin kendi bölgelerindeki, mahallelerdeki hayvanlara “su-yiyecek noktaları” koyması ve “özenle yakalayarak kısırlaştırması, parasız tedavi etmesi” zorunluluğu getirilse.. Bazı üniversiteler, barolar ve Veteriner Hekimler Derneği de bu konuya yoğunlaşmış durumda..

Diğer konuda da aslında pahalı restoranlarda güzelim yemeklerin çoğu çöpe gidiyor, onlar da sokak hayvanlarına dağıtsalar yemekleri (tabii bozulmadan ve sokaklara bazı belediyelerin, mesela Beşiktaş Belediyesi gibi, su noktaları yapan Sarıyer Belediyesi gibi köşeler yaparak..) Ben bu barınaklarda zavallı hayvanların, bebek köpeklerin önüne her gün artık makarnalar konduğunu gördüm, onca yemek dökülürken.. Altlarına gazete bile konmadan buz gibi taşlara yatırıldıklarını, taşla beraber üstlerine soğuk sular sıkıldığını gördüm.

Kısacası TBMM’nin bu adımını ayakta alkışlıyorum, hayvanların yaşama hakkını önce onlar korumalı!

Yazının devamı...

Okumayı bilen önce okur, sonra saldırır!

Efendim, dün yazdığım yazının başlığı “Allah Müslüman mıdır” idi ya, mutlaka gelecekti, twitter’da çok tepki gelmiş.. Yazımın altında da tepkiler vardı ama okurlarımız saygılı insanlar olduğu için “kendini şaşırmış, ağzından çıkanı kulağı duymayan” tepkiye rastlamadım, twitter tepkilerinde ise aynen bu şekilde tepkiler de var..

Bakın beyler, hanımlar, açıklamak zorunda hiç değilim ama ben bir lise “din bilgisi” öğretmeninin çocuğuyum, aynı zamanda Fransızca öğretmeni de olan annem Kur’an’ı Arapça okur ve neredeyse ezbere bilirdi, bize de okulda aldığımız bilgiler dışında küçük yaştan başlayarak vermiştir din eğitimini.. Diyanet İşleri eski Başkanı ile yaptığım TV röportajını izleyen bazı İlahiyat Fakültesi asistanlarından “gözlerimizi kapatsak sizin Diyanet İşleri Başkanı olduğunuz kanısına varabilirdik” diyen mesajlar almıştım (teveccüh göstermişler tabii ama durum buydu..)

Beyin ölçmeye kalkmak

Ayrıca ben de her zaman çok ilgiliyimdir kendi dinimle ve din araştırmalarıyla.. Bu nedenle bana “hata yapmışım” gibi saldıran, benim inancımı değerlendirme hakkını kendinde gören ve böylece de “en büyük günahı işlemiş” olan saygısızların (başka kelimeler kullanmayacağım ama kendileri neler söylenebileceğini düşünebilirler) sanki bilmeden yanlış yapmışım havası tam bir balon olarak kalır. Hele de sözüm ona sarkastik cümlelerle “beynime” laf etmeye kalkan hadsizler.. Beynim tartışmaya açık değil, bunun için “dengini bulmak” gerekir ki ayıptır söylemesi, zor biraz..

Çok az kişi var bunu yapacak çapta (onları da biliyorum zaten).

Hiç değilse ilk paragraf yahu..

Başlığı yazmışım ve daha ilk paragrafta, araya yıldızlar koyup ayırarak “ne demek istediğimi” açıklamışım. Diyorum ki; “Herkesi Müslüman kabul edelim, peki Allah Müslüman mı? Son din olsa da, Yaradan’ın ‘belli bir dine ait olduğunu’ kim iddia edebilir?”.. Yani; okuma ve anlama özürlü olanlar için açalım, yazıya girerken; ‘BÖYLE BİR ŞEY İDDİA EDİLEMEZ’ diyorum. Diyorum, zira twitter’da gelen cahilce tepkilerin olabileceğini daha ilk cümleden biliyorum.. Neymiş efendim; “ölünce öğrenir mişim”.. Ölmeme gerek yok , yaşarken biliyorum ben “Yaradan’ın dinler üstü bir güç olduğunu”, pek zeki arkadaşım!

Dini aşağılamak değil

Yazı da bu nedenle yazılmış, mesele “hiç tanımadığım” ama elbette büyük bir sanatçı olarak takdir ettiğim Fazıl Say’ı korumak değil, üstelik kendisine ait olmayan cümlelerin “dini aşağılamak” olarak kabul edilip hapis cezası verilmesi.. O cümleler kime ait olursa olsun aşağılanan bir din yok ortada, “hepsi Allahçı, bu ne çelişki” diyor..

Ben de olaya hiç bakılmamış bir açıdan bakarak ve dünyada “hiçbir dine inanmayan milyonlarca insanın Allah’a inanıyor olmaları”nı hatırlatarak, ‘suç Allah’a karşı işlenmişse mahkemeler mi verecek cezasını, gerekiyorsa Allah verir’ diyorum yazıda.

D.İ Başkanı’nın “İzmirliler’in dindarlık anlayışı” hakkında konuşabildiği, siyasetçilerin aynı şekilde vatandaşlar hakkında “ancak Allah’ın yapabileceği değerlendirmeleri” rahatça yaptığı, dün bazı yorumlarda (bunlar dine karşı suç değil mi sorusuyla beraber) yazıldığı gibi “camilerin altına dükkan yapılarak ticarete alet edildiği, Allah adına dernekler kurup para toplanan ülkede” bu yazıya tepki göstermek sadece “okumadan konuşmak-yazmak-saldırmak”tır. Bize de yakışır doğrusu.. Mesele bundan ibaret, canımı sıkacak yeterince konu varken bir de bunları dinleyemem! Rica edeyim, beyinden filan söz edenler kendi beyinlerini arada bir kullanıversinler.



Gazeteciyi aşağılamanın cezası yok mu?

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ’ye “zihniyle dili arasındaki kayış koptu” deniyor malum.. Hangi lafından dolayı deniyor onu bilmiyorum ama bu sözü söyleyen siyasetçinin aynı gün köşe yazarları için “3-5 çapulcu köşe yazarı” demesini nasıl yorumlamak lazım? Başkası söyleyince suç veya “kayış koptu” ama güce sahip siyasetçi söyleyince “oh ne ala” mı demeli, bu mudur? Bir gazeteci, dünyanın herhangi bir ülkesinde veya Türkiye’de örneğin “3-5 çapulcu siyasetçinin yaptıkları milletin beklentisi olmamalı” diyebilir mi ki, bir siyasetçi dünyanın herhangi bir ülkesinde “3-5 çapulcu köşe yazarı” diyebilsin ve kızdığı gazeteciler için “onlar aslında barış istemiyor” suçlaması yapabilsin?

Açıklansın artık!

“Dünyanın herhangi bir ülkesinde” diyemez ama Türkiye olunca diyebiliyor. Burada “eşitlik” var (!) çünkü, bir karikatür nedeniyle bile gazete ve gazeteci mahkemeye verilir ama açıkça hakaret edilen “gazeteci” hiçbir şey yapamaz.

Terörün bitmesi karşılığında PKK’nın yaptığı pazarlık, “yeni anayasadan beklentileri” belli.. Her an “vazgeçebileceklerini, hazır beklediklerini” de söylüyorlar.. O zaman bu konularda soru soran veya haber veren-yorum yapanlar neden “çapulcu” olsunlar? Teröristlere bile saygı gösterilirken neden köşe yazarlarına ağır hakaretlere susulsun? Tablo bu iken diğer tarafta “Türkiye’de basın ve ifade özgürlüğü var” diyene kim inanır?

Bütün bu olayların sebebi “çözüm süreci” diye tekrarladığı halde çözümün ne olduğunu bir türlü açıklamayanlar.. Artık açıklasalar da halk bilse, akiller de öğrense.. Bir kaçı laf arasına sıkıştırdı, olmadı, en iyisi Hükümet’in açıklaması; “yeni anayasada” neler olacak? Referandumda halktan başkanlık sistemi yanında neler istenecek? Yeni anayasayı “Meclis yerine iki parti” mi yapacak?

“Barış” ancak böyle geleceğine göre bir an önce bilinsin bari!

Yazının devamı...

Allah Müslüman mıdır?

Ben Müslüman’ım, sen Müslüman’sın, o Müslüman, bizler.. sizler.. onlar da.. Diğer dinlerden, inançlardan olan vatandaşları da bir yana bırakalım ve farz edelim ki çevremizdeki, ülkemizdeki herkes Müslüman.. Peki Allah, o Müslüman mı? Son din olsa da, Yaradan’ın “belli bir dine ait olduğunu” kim iddia edebilir?



Fazıl Say hakkında “kendi yazmadığı” sadece retweet ettiği cümleler nedeniyle verilen 10 ay hapis cezası için AB Bakanı Egemen Bağış “keşke yargı bunu saçmalama özgürlüğü olarak değerlendirseydi” dedi.. Oysa AB Komisyonu Sözcüsü duyduğu anda “Türkiye ifade özgürlüğü konusunda AİH Sözleşmesi’ne ve bu konudaki AİHM kararlarına uymak zorundadır” demişti..

Cumhurbaşkanı Gül ise Muş’ta kendisine sorulduğunda “Şimdi çok daha önemli bir meseleyi konuşuyoruz” dedi. Konuştuğu konu “PKK’nın terörü bitirmesi” ama bunu yapması için terör örgütünün şart koştuğu “yeni anayasa” konusu oldukça karışık ve “PKK’lı teröristlerin serbestçe çıkıp gitmesini” de öngörüyor.

Hangi dini aşağılıyor?

Peki teröristlerin serbest olduğu bir dönemde Fazıl Say gibi dünya çapında bir sanatçının hapis cezası alması “önemsiz” midir? Değildir.. Ömer Hayyam dörtlüğü kendisine ait değil, ceza aldığı diğer cümle de kendisine ait değilmiş, onu da başkasından retweet ettiğini avukatı açıklamış, zaten kendisi de yazarken belirtmiş. Tamam, bu tür bir cümle yazılmamalı, retweet de edilmemeli diyebilirsiniz ama “kim bilir kaç kişiyi öldürmüş” teröristlerin “çözüm adına” serbest dolaştığı devirde “ifade özgürlüğü kapsamında alınması gereken ve zaten başkasının yazdığı cümleler için” 10 ay hapis ne demek?

Bana ait değil dediği cümle şöyle; “Bilmem fark ettiniz mi ama nerde yavşak adi magazinci hırsız şaklaban varsa hepsi Allahçı, bu bir paradoks mu?” Yani yazan şahıs, “magazincilerin yavşak ve adi olanlarının, hırsız ve şaklabanların hep Allah adını dilinden düşürmediğini, inanır göründüğünü” söylemiş. Peki bu cümlede hangi din aşağılanmaktadır?

Dine inanmayan da...

Dünyada kimbilir kaç milyon “hiçbir dine inanmayan ama Allah’a inanan” insan yaşıyor. Müslümanlık’tan önceki dinleri de Allah göndermiş, biz buna inanıyoruz, o dinlere mensup olanlar da aynı Allah’a inanıyor. O zaman “hepsi Allahçı” sözü ile bir dinin veya dinlerin aşağılandığı nasıl iddia edilebilir?

Dün gazetelerde Say’ın “O tweetleri ben atmadım” diyen cümlelerini okurken fark ettim bunu.. Eğer ortada bir yanlış, bir aşağılama, bir suç varsa bu “Allah’a karşı” işlenmiş, bu nedenle de cezasını vermek Türk yargısının görevi değil, ancak Allah değerlendirebilir..

Kısacası, dava baştan yanlış açılmıştır, karar da aynı yanlışın devamıdır!

İyi ki o programa çıkmamışım!

Açıkçası ben Habertürk kanalının çoğu yayınını (gazetesi gibi) beğeniyorum, tabii eleştirdiğim noktalar, yazılar, programlar var ama genelde okuduklarım, izlediklerim arasındadır.. Didem Yılmaz ’ın yaptığı programı da diğerlerine göre daha iyi bulduğum için zaman zaman izlerdim.

Sanatçı politika yapmaz mı?

Hatta bir süre önce beni arayarak programına davet ettiğinde ‘TV Programlarına katılmadığımı ama fikir değiştirecek olursam onun programına katılabileceğimi’ söylemiştim kendisine.. Çarşamba akşamı “Türkiye’nin Nabzı” programına katılan sanatçı Müjdat Gezen’e sorduğu garip soruları, en garip soru karşısında onun verdiği cevaba karşılık sanatçıyı azarlamasını ve sonra programın bir saat iken yarım saate alınmasını, programın tekrarında Gezen’in konuşmalarının sansürlenerek çıkarıldığını duyunca ‘iyi ki katılmamışım’ diye düşündüm.

Onun gibi bir sanatçıya “Bir sanatçı sizin kadar politikayla ilgilenmeli mi” diye sorulmaz, her ülkede halka mal olmuş ünlü sanatçılar siyasi görüşlerini açıkça bildirirler. Ki o da “sanatçı siyaset yapmamalı ise Başbakan neden akil insanlar arasına sanatçıları kattı” cevabını vermiş.

Madem ki “siyaset yapmaması gerektiğini” düşünüyorsunuz, o zaman da “Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz? Milliyetçi mi, ulusalcı mı, laik mi, Kemalist mi” diye sorulmaz.. Kaldı ki zaten bir milliyetçide bunların hepsi bir arada olabilir, kime ne? Gezen bu soruya karşılık “Siz hakim misiniz, yargıç mısınız, insanları böyle kategorize etmek hoş değil, bu soru şeklini kabul etmiyorum” demiş (SÖZCÜ, 19 Nisan).

Uzatmayayım, Müjdat Gezen “12 Eylül dahil Türkiye’de böyle bir sansürün uygulandığı döneme tanık olmadım” diyor. Medya adına bir kez daha ne üzücü bir durum!

Yazının devamı...

Özal’ın şehit sayılması..

Turgut Özal’ın ölümünün 20’inci yılında kabrinde yapılan anma töreninde Semra Özal; “Eşim görev başında öldürüldü. Şehit kabul edilmesini istiyorum, bütün gayem bu” demiş. Allah rahmet eylesin ben Turgut Özal’ı (her hükümet döneminde olduğu gibi yazılarımda eleştirsem de) severdim, Semra Hanım’ı da severim. Ama ölümünden sonra yıllarca “tahlil yapılması için saç telini vermeyen” de Semra Özal’dı, otopsiye izin vermeyen de kendileriydi..

Onca yıl sonra “mezar açılsın, otopsi yapılsın” diye ortaya çıkmalarının sebebi yalnızca “şehitlik” konusu değil herhalde, yoksa bunu daha önce düşünürlerdi.. Başka nedenler vardır mutlaka ama sonuçta önemli bir mesele de 20 yıl sonra Emekli Tuğgeneral Hüseyin Ersöz’e “Özal’ın zehirlenerek öldüğü” öne sürülerek dava açılması..

YARGIYA MÜDAHALE!

“Ergenekon vardır, işte kanıtı” der gibi.. Sanki “günah keçisi” seçilmiş gibi, kabak onun başına patlamış gibi.. AKP Milletvekili Mustafa Şahin 17 Nisan’da “Ersöz’ün elinde kan izleri var, Özal şehit kabul edilmeli” diyor, ertesi gün Semra Hanım “şehit kabul edilmeli” diye tekrarlıyor..

Ersöz’ün “Özal’ın katili olduğu, Özal’ın bütün o doktorlar heyeti raporlarına rağmen zehirlenerek öldüğü” kanıtlandı, dava bitti mi ki Şahin ve Semra Hanım bu kadar emin konuşuyor ve kendilerini yargı yerine koyuyorlar?

Artık bu ülkede garip olaylara hiç şaşmamak lazım! Olmayacak şey kalmadı!

Silahlar ABD’ye..

Perşembe günü Milliyet’in manşeti; Kürt sorununda dünyanın sayılı uzmanlarından biri olan Prof. Barkey’in “Silahlar güvenilir bir güç olan ABD’ye bırakılabilir” sözü vardı. Gerçi PKK bugüne kadar silah bırakmaktan söz etmedi, hatta Kandil ve BDP bu süreçte “silah bırak” demenin hiç de gerçekçi olmadığını söylediler ama..

Ama eğer şimdi PKK “Öcalan emredince bırakırız” diyorsa belki gerçekleşir. Kaç silah vardır, hepsi mi bırakılır orasını “silahları sayacak olanlar” düşünmeli. ABD’ye bırakılmasına gelince; PKK’nın silahlarının “ABD’den gelen” silahlar olduğu daha önce sıkça yazılıp çizildiğine göre silahlar “geldikleri yere” dönecekler demektir.



Akillere akıl veren Şeyh!

Herhalde onların “kendi akıllarının yetmeyeceğini” düşünmüş olmalı ki Mardin Kızıltepe ilçesinde Şeyh Seyda Selahattin Seydaoğulları akiller grubuna akıllar vermiş. Bunlar arasında;

“Tarikat ve cemaatlere devletten mali ve her türlü teşvik.. Medrese eğitiminin canlandırılması ve Diyanet’e bağlı bir kuruma dönüştürülmesi (Diyanetin kendi kurumları da yetmemiş)..

Dini ve ahlaki eğitim verecek ‘kadın geliştirme evleri’nin açılması (sadece kadınların ‘ekstra din ve ahlak eğitimi’ne ihtiyacı var demek ki.. ‘Töre cinayetleri önlensin’ diyeceğine).. Din adamlarından irşat heyetleri oluşturulsun ve bu heyetler dolaşsın, sürece faydası olur.. Vee ‘Molalar bu süreçte daha aktif duruma getirilsin, barış elçiliği yapsın.”

Hepsinin özeti daha kolay olurdu aslında; “Cumhuriyet öncesi döneme geri dönülsün, herşey eski tas, eski hamam olsun”.. İran’ı filan tarif ediyor zira! Bir de “ruhban sınıfı gibi bir mollalar takımı olsun” dense eksik kalmayacak!

PKK’lılar mağarada mı oturuyor?

Haberler şöyleydi; “PKK’lılar insansız hava araçlarına görüntü vermediler, mağaralardan çıkmadılar”.. Sözü edilen Türkiye’deki PKK’lı sayısı 1500 imiş.. Kandil’den “Iraktakiler de Kuzey Kürdistan’a (Güneydoğu Anadolu) gelmek istiyor”açıklamaları yaptığına göre belki şu anda çok daha fazla..

Peki bunların hepsi mağaralardan çıkmadan, devamlı orada mı yaşıyor? Üstelik Hükümet “isteyen PKK’lılar rahatça sınır dışına çıkabilir” dediği halde mi? Hepsi sadece bej üniforma benzeri PKK kıyafetleriyle mi geziyor? Aynen “sınır dışına çık” deyince 1500’ü birden koşacakmış ve tek tek sayılabileceklermiş gibi, halkın arasına kolayca karışmaları ya da bu süreçte aileleriyle oturuyor olmaları imkansız mı?

Ben bu tür haberleri hiç mi hiç anlamıyorum arkadaşlar, anlayan var mı?.

Yazının devamı...

Metiner “PKK’ya silah izni’ verdi!

AKP’liler de hiç şüphesiz Milletvekili Mehmet Metiner’in aşırı zekasından ve ataklığından yararlanıyorlardır, aynen milletin geri kalanı gibi.. Yani öyle ki, her ağzını açışta ayrı bir cevher, ayrı bir vecize çıkıyor..

Silivri’ye tıktığımız zaman..

Mesela bundan önceki cevheri Uludere Komisyonu’nda MHP Milletvekili Yusuf Halaçoğlu’na oturduğu yerden telaşla laf yetiştirmeye çalışırken ağzındaki peyniri düşürerek “Genelkurmay Başkanı’nı Silivri’ye tıktığımız zaman itiraz ediyorsunuz ama” demesiydi.. Daha önceki mümtaz vecizelerin hepsini yazmayayım.

Ama “Akiller Grubu”nun İç Anadolu temsilcilerinin karşılaştığı son tepkiyi yazayım, çünkü orada bir kez daha (Üniversite Bölüm Başkanı’nın önceki gün yaptığı gibi) bu ikisinin karıştırılmaması istenmiş. Grup “Türk Harp Malulü Gaziler, Şehit, Dul ve Yetimler Derneği”ni ziyarette büyük bir protestoyla karşılaşmış ve “Kürt vatandaşlarla PKK’nın karıştırılmaması” vurgulanmış.

‘Kürtistan için yapabilirsiniz’..

Dernek Başkanı “Bunu yapan milletvekillerinin Meclis’te olmasından üzüntü duyduklarından” söz etmiş.. “Bunu yapan” derken BDP milletvekillerini kastediyordu ama AKP Milletvekili Metiner beterini söylemiş dün..

Kürtlerle PKK’yı özdeşleştirerek onlara “Bağımsız bir Kürdistan için silah kullanabilirsiniz ama ana dilde eğitim, demokratik özerklik, bunlar için silah kullanılmaz” diyor.. Yani;

1- Demokratik özerklik adı altında “bir bölge”nin zaten verileceğini açıklıyor.

(Ki “çözüm” denilen süreçte sorun yaratan ve tartışılan zaten “ana dilde eğitim, kültürel haklar” gibi konular kesinlikle değil, bunlar..)

2- Demokratik özerklik dediği “Özerk bölge”nin sonunda kısa bir zaman içinde “Bağımsız Kürdistan Devleti” noktasına gelineceğini açıklıyor.

(Ki bu da “Batı dahil” diğer ülkelerdeki örneklerden bellidir ve PKK ile BDP de birçok kez bu devletten açıkça söz etmiştir.)..

Neden yargı karşısında değiller?

Yukardaki 2 noktanın yanında asıl önemlisi bu “bağımsız Kürdistan” hedefi için “silahlı terör yapılabileceğini, bunun kabul edilir olduğunu” söylüyor. Biliyorsunuz Hükümetin bakanları Fazıl Say konusunda “Ne yapalım, yargı karşısında her vatandaş eşittir” dediler iki gün önce..

Madem ki “herkes eşittir” ve Fazıl Say bir “Ömer Hayyam” dörtlüğünü retweet etti diye dünya çapında sanatçımıza 10 ay mahkumiyet verilmiştir, o zaman Baskın Oran ve Mehmet Metiner gibi terör örgütüne “silahlı saldırı” hedefi gösteren, ülkeyi tehlikeye atan konuşmalar yapan kişiler neden mahkumiyet almıyor? Bu nasıl eşitlik?

Milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılmasından söz edildiğine göre bu söz tutulmalı ve Metiner bu konuşmanın hesabını yargıya vermelidir. Baskın Oran da tabii.. Aksi takdirde; bir de “seminere katıldı” diye (hatta hiç katılmayanlar da) yüzlerce kişiye yıllarca hapis cezası verildiği ama “dönem komutanlarının, muhtıra veren ve darbe yapanların korunduğu” hatırlanırsa herkes bu “eşitlik” lafına güler geçer!

CHP sürece katılmazsa??

BDP Grup Başkanvekili Pervin Buldan konuşmasında Öcalan’la görüşmelerini anlatırken onun sözlerini aktarmış. Artık Anayasa ve tüm yol haritaları Öcalan’dan soruluyor ya o da partilerin geleceğine filan da karar veriyor, olacağı bu.. Demiş ki; “CHP bu sürece katılmazsa kendini bitirir” ..

O zaman kehaneti bırakarak şunu da açıklamalı; “Bu süreç” lafı her yerde ama sürecin pazarlığı nedir, süreç sonunda “ne üzerine” bir anlaşmaya varılacak? Kandil’dekiler sık sık “Önderimize saygılıyız ama geri çekilme olmaz, önce yasal olarak sorun çözülmeli” açıklaması yaparken nasıl bir çözüm bu?

Aynı referandumda..

Şöyle; Aynı referandum içine “başkanlık sistemi, Kürt özerk bölgesi, Türk vatandaşlığının tanımının değişmesi ve bu vatandaşlık tanımı yerine ‘Türk’ün bir etnik grup gibi anayasaya girmesi” benzeri bir çok madde daha önce yargı referandumunda olduğu gibi çorba halinde konacak..

Yani sen “bu maddelerin birini kabul edeceksen” hepsini de kabul etmek veya tam aksi bir durumda bırakılacaksın.. Peki tüm vatandaşlar ve ülkenin seçilmiş muhalefet partileri “hayati konularda” bu emrivakileri neden kabul etmek zorunda olsun?

Yalnız CHP değil, MHP de kabul etmiyor, kim ve neden ötürü sorumlu tutabilir onları? Bu nasıl siyasettir, nasıl ülke yönetimidir, terör örgütünün başı mı anayasayı belirleyecektir, artık gerçekten ipin ucu kaçtı!

Yazının devamı...

Akiller millete savaş tehdidi yapıyor!

Daha önce yazdığı kitapta “Atatürk’ün yaptıklarını, Cumhuriyet’in kazandırdıklarını, anayasaya konmuş olan ifadeleri” öven Baskın Oran biliyorsunuz şimdilerde “Cumhuriyet baştan yanlış kuruldu, biz yeniden kuracağız” demeye başladı.

Ama Hükümet tarafından Ege Bölgesi’ne gönderilen “akiller” den biri olarak yaptığı konuşmada “Bu süreç başarılmazsa metrolar, AVM’ler her gün patlar” diyerek teröre toplu hedefler gösterdi.

Pazarlık masası

Terör örgütü silah bırakmadan “pazarlık masası”na oturma hatası baştan yapıldığı için artık öyle bir noktaya gelindi ki gerçekten PKK’nın başta “özerk bölge” olmak üzere talepleri karşılanmadığı takdirde terörü arttıracak olmaları ortadadır. Aynen bu “özerk bölge”nin de kim ne derse desin kısa süre sonra “bağımsız devlet” talebine (bakınız İspanya örneği) varacağı gibi..

Ama durum budur diye, halka “çözüm süreci anlatmak ve onları alıştırmak, tepkileri azaltmak üzere” gönderilen bir AKİL “savaş çıkar, her gün metrolar, AVM’ler patlar” tehdidiyle insanlara korku mu salacaktır?

Yine ‘Savaş çıkar’..

Aynı şeyi İç Anadolu Bölgesi “AKİL”lerinden Celalettin Can yapmış.. “Kendim de Kürdüm” dediği konuşmasında “Bir savaş çıkar, sınırlar yeniden çizilir” cümlesi yer almış.. Baş kısmı ne olursa olsun akil bunlarla halkı terörize edemez, böyle bir yetki kimseye verilemez.

Nitekim konuşmayı yaptığı üniversitenin Uluslararası İktisat Bölüm Başkanı Doç. Dr. Mehmet Alagöz “Savaş kimle kim arasında çıkar, Türk-Kürt kardeştir. Kürt ile PKK’yı ayırın” diyerek tepki göstermiş.

Can ise hatasını açıklayamamış.. Açıklayamaz zira hem savaş “iki ayrı devlet arasında” olur, buradaki durumun adı “terör”dür ve her ülkede böyle adlandırılmıştır, hem de gerçekten “Kürt” ile PKK’ yı aynı göstermek, terörle özdeşleştirmek hatadır.

Sonuç olarak, bazı akiller ne dediğini bilmiyor, ya akillikten istifa etsinler veya görevden alınsınlar!

Özel yetkililer Microsoft’a ne diyecek?

Bu davaya bakan “özel yetkili” hakimler, savcılar biliyorsunuz “BİLİRKİŞİ RAPORLARINI” görmüyor, duymuyor gibi davrandılar. Sanık sandalyesine oturtulan talihsiz insanlar ve avukatları yıllardır “bizim bir suçumuz yok, bu iddialar sahte CD’ler üzerine kurulmuş, işte ispatı” diyerek onlarca delil sunduğu halde onları hiç dinlemeden 15-20 yıl hapislere mahkum ettiler.

Bu “iddiaların sahteliğini gösteren deliller” arasında “2003 yılında hazırlandığı öne sürülen Darbe Planı”nda henüz o yıllarda konmamış sokak isimleri, kurulmamış şirketler de vardı, “2003’te henüz kullanılmaya başlanmamış” olan, 2007’de kullanılmaya başlanan bir yazı-harf tipi olan “calibri font” da.. Ve bilirkişi raporları bunları defalarca ortaya koymuştu. Sonunda; iddia CD’lerde kullanıldığı görülen bu fontun “ne zaman kullanıma girdiği” dünya devi yazılım firması Microsoft’a sorulmuş.

Gelen cevap; “Calibri fontu piyasaya 2007’de çıkmıştır, daha önceki tarihli bir belgede kullanılması imkansızdır” .. Şimdi o CD’lerin “2003’te değili, 2007 sonrasında hazırlandığı” dünya çapında bir belgeyle kanıtlanmış oluyor.

Suçu olmayan insanlara ömür boyu hapis veren özel yetkili mahkemeler ne yapacak? Ya Yargıtay, o da bu raporu mu görmezden gelecek? Balyoz Davası ve uydurma delillere dayalı tüm siyasi davalar için, aslında “Türk yargısının geldiği üzücü nokta” için bu rapor ibret olmalıdır!



AİHM kapısı kapatılamaz!

Ben “hükmün açıklanması ertelendiği için” Fazıl Say’ın hakkında çıkan 10 ay hapis kararını temyiz etmeye, yani Yargıtay’a gitmesine, bu nedenle AİHM’ye gitmesine de imkan olmadığını hiç duymadım. Dün Hürriyet’te Mehmet Yılmaz’ın yazısında gördüm.

Hukukçulara sordum, bunu duyup emin olana rastlamadım. Ama eğer onu çaresiz bırakmak ve mutlaka mahkum etmek için bu da yapıldıysa “pes” yani.. Uzun yıllardır AB’ye bizi alsınlar diye bekleyen bir ülke AİH Sözleşmesi ölçülerine uymak zorunda olduğu gibi, hukuksuzlukla karşılaşan vatandaşlarına “AİHM kapısını tamamen kapatma” hakkına da sahip olamaz.

Ben Fazıl Say’ın yerinde olsam bu durumu kesinlikle AB’ye ve AİHM’ye duyururdum, Demirperde dönemi bile bittiğine göre olaylar demir perde arkasına gizlenmemeli!

Yazının devamı...

AİHM Fazıl Say kararını bozar!

Fazıl Say “Ömer Hayyam’ın dizelerini internette yazdığı için” dava açıldı ve sonunda ona 10 ay hapis cezası verdiler. Bu ceza uygulamaya konsa da konmasa da sonuç olarak “dünya çapında bir sanatçı”ya mahkumiyet verilmiş oluyor. Gerçekten tüm toplum adına utanç verici, üstelik dünyaya karşı utanç verici bir durum.

Ki AB Komisyonu Sözcüsü duyar duymaz “AB Komisyonu Türkiye’yi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve AİHM kararları doğrultusunda ifade özgürlüğüne tam saygıya davet ediyor” demiş.

Ömer Hayyam’ı mahkum edin!

İranlı şair ve filozof Ömer Hayyam öleli 882 yıl olmuş.. O dizeler yazıldığı günden bu yana her yerde binlerce kez kullanılmış, söylenmiş, yazılmış.. Ama Fazıl Say kullanınca dava açılıyor, mahkumiyet veriliyor. Bunun “güvenilir, kabul edilir bir sonuç” olduğuna hangi aklı başında insan inanır?

Benim de defalarca yazdığım “Başbakan Erdoğan’a okuduğu şiir nedeniyle verilen mahkumiyetten hiç farkı yok” yorumu (ki ‘Ömer Hayyam’a da dava açacak mısınız’ sorusunu da sormuştum) sosyal medyada bu karara gelen tepkiler arasında en çok rastlanan tepkiydi. Yine “Sen Beni de Fazıl Say” sloganı dava açıldığı zaman olduğu gibi hızla yayıldı..

Herkes eşit mi?

Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik ise kendisine bu mahkumiyet kararını soran gazetecilere “Ben kuşkusuz kimsenin söyledikleri nedeniyle yargıyla muhatap olmasını istemem. Ama yargı karşısında sanatçı, kültür adamı, sıradan vatandaş, politikacı hepimiz eşit durumdayız. Ortaya çıkan sonuç yargı kararı” demiş. Konuşmasına başlarken de “Türkiye’de ifade özgürlüğüyle ilgili alanın her geçen gün büyüdüğünü” belirtmiş.. Pardon, “ifade özgürlüğüyle ilgili alan” derken?? Acaba yazdıkları, söyledikleri nedeniyle hapislerde çürümekte olan insanları, gazetecileri nereye koyacağız?

Bunları ne yapalım?

“Herkes yargı karşısında eşit” derken dokunulmazlıklar nedeniyle TBMM’de bekletilen yüzlerce dosyayı, “12 Eylül Darbesi’ni yapmış, 27 Nisan Muhtırası’nı yazmış isimler” mahkum edilmezken “darbe yapmamış, muhtıra yazmamış ve ikna edici bir suç kanıtı bulunamayan”, sadece ülkesi için çalışmış ve çoğu gencecik insanların hapislerde çürütülmesini nasıl unutacağız?

Şu anda bile “suç anlamında” konuşmalar yapan, toplumu tehlikeye sokacak şekilde “kalabalık mekanları terör hedefi gösteren, terörist liderlerinden barış güvercini gibi söz eden”lere susulmasını nasıl açıklayacağız?

Türk yargısının büyük kısmı artık bağımsız değildir ve Fazıl Say’a verilen karar da güvenilir değildir. Say, AİHM’ye gittiği takdirde bu davayı kesinlikle kazanacaktır ve maalesef Türkiye bir kez daha ceza alacaktır. Bunu “AİHM’de Türk mahkemelerine karşı dava kazanmış bir gazeteci” olarak söylüyorum.

(NOT: Sahi neden hala bana “TCK değişikliklerini yapan hukukçularla ilgili” bir yazım nedeniyle verilen haksız cezada ödediğim parayı devlet iade etmedi, davayı 5 yıl bekledim, bunu da aylardır bekliyorum. “Borç için sıkıştırıyor gibi” olmasın ama fazla bekletmesinler!)

Gencebay haklıysa Kayahan da haklıdır!

Hükümetin karar verdiği akiller grubundan iki isim Baskın Oran ve Orhan Gencebay.. Kendilerine verilen görev aslında “Hükümet açıklasa görebileceği tepkileri önlemek ve onlardan önce halkı alıştırmak”.. Ama topluma “halkın PKK ile yapılan anlaşmalar konusundaki duygularını anlamak ve Hükümet yerine onlara olup biteni anlatmak” olarak açıklanıyor ki ne olup bittiği hiç belli değil, masanın iki tarafındakiler birbirini yalanlar gibi konuşuyor..

Cumhuriyeti kendi kuruyor

Şimdi bakalım; Baskın Oran bu görevle gittiği İzmir’de yaptığı konuşmada, sanki yeni anayasayı Hükümetle birlikte (TBMM yok çünkü) kendisi yazıyormuş gibi “Cumhuriyet baştan yanlıştı.. Başımıza bela olan ‘ulus devlet’ten kurtuluyoruz.. Cumhuriyeti yeniden kuruyoruz” diyor..

Kusura hiç bakmasın, hem (cahilce demeyeyim) Türk ulusu tanımı sanki “vatandaşlık bağıyla bağlı tüm etnik kökenleri, soyları” değil de “belli bir etnisiteyi” anlatıyormuş gibi hukuktan habersiz şekildeki konuşması tümüyle YANLIŞ.. Hem de eğer bunlar söyleniyor ve Cumhuriyet bile “Oran ve aynı anlayıştakiler tarafından” yeniden kuruluyorsa insanların bu topraklar için savaşıp Türkiye Cumhuriyet’ini kuran “Atatürk ve silah arkadaşlarına saygı”yı her an hatırlamasından daha doğal bir hakları olamaz.

Bu nedenle efendim; tarafsız gözle bakıldığında Kral TV Müzik Ödülleri gecesinde Orhan Gencebay’ın tüm iyi niyetiyle “barıştan-kardeşlikten söz etmesi”ne kadar takdire şayan ise, Kayahan’ın tüm iyi niyetiyle “Atatürk ve silah arkadaşlarını anması” o kadar takdire şayandır.

Birine saldırıp, diğerini övenler “kendi politikalarını” dayatmış oldular.

Yazının devamı...

Merhum Ecevit’e ne yapacaksınız?

Son Ergenekon duruşması sırasında Silivri’de çıkan olayları hatırlayalım. On beş bin kişinin otobüslerle hukuksuzluğa karşı çıkmaya gitmesi nedeniyle polise kurdurulan barikatlar, sıkılan biber gazları, tazyikli su.. Gaz maskeli insanlar, jandarma ve polisin sert tutumu..

Silivri Başsavcılığı çıkan olaylarla ilgili olarak bazı CHP milletvekilleri, İşçi Partisi, Türkiye Gençlik Birliği (TGB) ve Atatürkçü Düşünce Derneği yöneticileri hakkında soruşturma başlatmış.

Sebep bulmakta zorlanıyorlar

Okuyunca üzerinize afiyet gülmekten yine gözlerimden yaş geldi.. Soruşturmanın nedeni İstanbul Barosu Başkanı Ümit Kocasakal ve Baro yöneticilerine açılan soruşturmayla aynı; “Yargı görevini yapanı etkilemeye teşebbüs”.. Yanında “halkı kanuna aykırı toplantı ve yürüyüşe kışkırtmak”, “suç işlemeye tahrik” filan da var üstelik.. On beş bin kişi ülkenin her yanından gelmiş ama onları bu kişiler “yürüyüşe-gösteriye-suça tahrik” edecek yani.. Sanki hepsi bebek, hemen inanacaklar.

“Yargı görevi yapanı etkileme” daha da komik.. Bu “hukuk dışı bulunarak kaldırılan ama nedense yalnızca Ergenekon-Balyoz türü davalardan kaldırılmayan” özel yetkili mahkemeler aynı şeyi iktidar partisi yapınca hiç etkilenmiyor ama “herhangi bir muhalefet” grubu varsa işin içinde, anında etkilenmiş oluyor. Ve hatta kendi meslektaşlarının, barodaki hukukçuların “hukuksuzluk son bulmalı, adil yargılanma herkesin hakkıdır” demesi bile onları kolayca etkiliyor, dava açıveriyorlar.

Katledilen hayatlar

“Siz bu kadar narin ve kırılgansınız da, 4-5 yıldır hapiste tuttuğunuz halde hala somut kanıt bulamadığınız insanları neden ‘çok dayanıklı olmak zorunda’ bırakıyorsunuz” diye sormak lazım..

Dünya çapında bir başarıya sahip ve Türkiye’ye “organ nakli” konusunda büyük hizmet vermiş olan Prof. Dr. Mehmet Haberal “tutukluluğunun 5’inci yılına ”girmiş.. “Zamanım katledildi, yaşamım gasp edildi” diyor. Yaratılan “sanal bir örgüt” le hayatının çalındığını anlatıyor. HAKSIZ MI? Gerçek teröristlerin baş tacı edildiği memlekette koskoca profesör veya koskoca Genelkurmay eski Başkanı “TUTUKSUZ” yargılanamaz mıydı ?

Muhalefet de içeri..

Gazeteciler içerde veya baskı altında, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın bile “yargı siyasi kuşatma altında” dediği gibi “yargı” bağımsız değil, büyük ölçüde taraf olmuş durumda.. Bağımsız kalan veya karşı çıkan hukukçulara dava açılıyor, susturuluyor. Ve sıra geldi “muhalefet partilerine”.. Başkanlık

sisteminin (veya yarı başkanlık, adı fark etmez aynı kapıya çıkacak) Türkiye uygulamasının muhalefet partilerini tümüyle ülke yönetiminden çıkarıp etkisiz kılacağı biliniyor. Ama artık onu beklemeye de gerek kalmayacak.. CHP milletvekillerine “dokunulmazlıklarını kaldırırız” dendi, soruşturma da açıldı.

Dikensiz gül bahçesi

Arkasından Başbakan Erdoğan, Devlet Bahçeli’ye olan kızgınlığı sonunda “3’lü koalisyon dönemindeki ekonomik kriz de sorgulanacak” dedi.. Diğer davalardaki gibi bir suç iddiası bulunursa o dönem hükümetinin başında olan merhum Bülent Ece-vit için ne düşünecekler, merak ediyor insan.. Bu gidişle muhalefet partileri de Silivri’ye konursa zaten her tür muhalefet ortadan kalkmış olacak.. Dikensiz gül bahçesi işte, yeni sisteme, yeni anayasaya filan hiç gerek yok!

Diyanet Başkanı; dediğimi yap, yaptığımı yapma!

Kutlu Doğum Haftası toplantısındayaptığı konuşmada Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez “Müslümanlar diğer Müslümanlara saygı göstermiyor... İslam aleminin özeleştiriye ihtiyacı var” demiş.

Bütün İslam alemini bilmem.. Tamamı Mehmet Görmez’in sorumluluğunda mı ki böyle söylüyor onu da bilmem ama Türkiye’de bazılarının özeleştiriye ihtiyacı olduğu kesin.

Mesela; insanları ayıran, onların dindarlığı hakkında yorum yapma hakkını kendinde gören, bir ilde yaşayan insanların “farklı dindarlık anlayışı olduğunu” söyleyebilenler gibi.. Diyanet Başkanı kendisinin diğer Müslümanlara saygı gösterdiğine inanıyor mu, merak konusudur.



Müzik Ödülleri ve Atatürk!

Kral TV Müzik Ödülleri gecesinde Orhan Gencebay “Gelin Birlik Olalım” şarkısının sözlerini okumuş, barıştan, sevgiden söz etmiş ve ayakta alkışlanmış..

Mustafa Ceceli’nin ödülünü vermek üzere sahneye çıkan Kayahan da “Mustafa Kemal ve silah arkadaşları için alkış” istemiş ve o da ayakta alkışlanmış. Şimdi “ne gerek var müzik ödülleri gecesinde siyasi konulardan söz etmenin” diyenler çıkacaktır.

Bence doğru değil, çünkü yaşadığımız normal bir zaman değil.. Sanatçılar ülkelerinin böylesine zorlu bir döneminde görüşlerini açıklayabilir, bu tür jestler yapabilirler.

Tabii, meclislerin, iktidarların, hükümetlerin yerine “en önemli ülke sorununu” halka anlatma veya halkın duygularını ölçmekten söz etmiyoruz..

Barış mesajlarından.. Atatürk’ün ve kurduğu Cumhuriyet’in bile tartışılır hale getirildiği günlerde, bu ülkenin kurucusunu anmaktan söz ediyoruz. Bence gayet yerinde olmuş Gencebay ve Kayahan’ın mesajları!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.