Şampiy10
Magazin
Gündem

Pazarlık!

Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım geçen hafta sonu “Terörün çözülmesi konusunda pazarlık yaptıkları” iddiasına karşılık “Evet pazarlık yaptık. Tek devlet, tek vatan, tek ülke, tek bayrak pazarlığı. Başka pazarlık yok” dedi.

“Biz yaptık” demesi, Hükümet’in PKK ile pazarlık yaptığını söylemesi biraz yanlış mı oldu acaba, yoksa yanlış mı anladık? Hani “terör örgütü ile masaya Hükümet oturmaz, istihbarat kuruluşu oturur” deniyordu da.. Bakan Yıldırım “teröre 400 milyar dolar gitti, bununla 400 tane Boğaziçi Köprüsü yapılırdı” da demiş.

Bu Hükümet 11 yıldır iktidarda olduğuna göre 400 milyar dolarda epeyce büyük rol oynamış demektir. Mesela Oslo görüşmelerinden sonra neden durdurulmadı da çok sayıda gencimizi daha şehit verdik?

Vur-kaç, vur-kal!

Mesela “geçen referandumdan başlayıp seçim sonuna kadar PKK’nın eylem yapmama-sı”nın nedeni neydi ki seçim biter bitmez Öcalan Hükümet’e “çabuk sözünüzü tutun, yeni hükümet kurmanızı bile bekleyemeyiz” demişti? Neden o zaman bugünkü girişim yapılmadı?

Terör örgütü yaptığı “baskın ve cinayetleri” Hükümet’i bugünkü noktaya getirmek için kullandı, hatta “vur-kaç”tan “vur-kal”a geçme nedenleri de, “bu bölge PKK’nın kontrolü altında, Türk askeri giremez” tarzı açıklamaların nedeni de buydu. Maalesef onlarca yıl “Terörle bir yere varılmaz” denmesine rağmen, varıldı sonunda..

Bakan Binali Yıldırım’ın “tek devlet, tek vatan, tek ülke” sözleri bu devlet, bu vatan, bu ülke içinde bir “özerk bölge”ye engel değil. “Yerel Yönetim Yasası’nda değişikliği zaten AB istiyor” dediniz mi, sanki her bölgeye “kendini yönetme yetkisi veriyor” havasını da verdiniz mi olay biter (şimdilik)..

Federasyon ve başkanlık!

PKK artık sık sık “demokratik federasyon olursa kardeşçe yaşarız” diyor, bu da tam Öcalan’ın yıllar önce açıkladığı yol haritasındaki “eğitimi, sağlık sistemi, güvenlik gücü ayrı bir bölge”yi anlatıyor. Finans kaynaklarını Türkiye’den sağlayacak ama Güneydoğu’daki kaynakları kimseyle paylaşmayacak bir bölge.. Bunlar olduktan sonra “tek bayrak” olacağını iddia etmek.. İşte o fazla iyimserliktir.

Ama “federatif” yapıya geçişi “başkanlık sistemi için gerekli” veya “bu yapı ile başkanlık asla diktatörlüğe dönüşmez, aynen ABD’deki gibi olur” filan denirse işte o zaman toplum pek aptal yerine konmuş olacak!

PKK ile aynı cephe..

Yukardaki yazının sonu gelmez.. Zira bugün Başbakan muhalefet partileri CHP ve MHP’nin “İşçi Partisi’nin piyonu veya yedeği” haline geldiğini söylüyor. Geçen referandum ve seçim öncesinde ise hiçbir alakaları yokken, ortada tamamen aksine bir durum varken devamlı olarak muhalefet partilerinin “PKK ve BDP ile aynı çizgide olduklarını” iddia ediyordu.

Şimdi muhalefet partileri bu söylemi; “AKP-BDP-PKK aynı çizgide” diyerek iktidar partisine, üstelik bu kez “gerçeği tam yansıtıyor” vurgusuyla iade etseler ne olacak? İktidar partisinin kendi dışında kalanları yıpratma amaçlı benzetmeler yapması hiç hoş olmuyor.

“Biz sizin gibi ağzımızı bozmayız” derken öte yanda “sicili bozuk”tan “edepsiz”e, “namert”e, “müfteri”ye (gazeteciler için “çapulcu”ya) uzayan hakaretler için ise ne denebilir bilmem!



Dağda kırılan kalpler mi?

Kadın Bakanı Fatma Şahin “çözüm süreciyle dağda kırılan kalpleri birleştirerek huzur ve barış ortamı oluşturulacağını” söylemiş.

Dağda kırılan kalpler derken?? Onlarca askerin gece yarısı karakollara yapılan saldırılarda hayatını kaybetmesinin, geçecekleri şehirler arası yollara mayınlar döşenmesinin, sivil araçlara bile saldırılarak bebeklerin, annelerin ölmesinin, bir gün facebook’ta sevgi mesajları yazarken ertesi gün bir saldırıda şehit olan gencecik askerler.. Bu olayların adı “dağda kırılan kalpler” mi oldu? Yok artık!

Bakan Şahin kendisine yapılan yanlışlarda “bir kadın, bir anne olarak” aşırı hassas ama başka hayatları, başka kadınları-anaları ilgilendiren olaylarda durum çok farklı galiba!



Mardin modeli!

Mardin Bağımsız Milletvekili Ahmet Türk “Türkiye’de Mardin modelini istiyoruz. Arap, Süryani, Kürt, Yezidi ve Ermeni’nin kardeşçe yaşadığı, birbirlerine saygı gösterdiği bir Türkiye istiyoruz” demiş.

İstanbul’da, Konya’da, Bursa’da, Trabzon’da, Adana’da durum Mardin’den farklı mı? Diğer illerin vatandaşları arasında bir çekişme, kavga filan var da biz mi göremiyoruz? Artık ne söylemeye çalıştıkları da anlaşılmaz oldu gerçekten!

Yazının devamı...

Siyaset mi rezalet mi?

Türkiye inanılmaz bir noktaya geldi, artık kimse “bir başkasına saygı gösterme” gereği duymadığı gibi bu en zirveden yapılıyor ve nefret söylemlerinin, TBMM’de bile milletvekillerinin “ana avrat küfretmesi”nin arkası kesilmiyor. Dün Meclis’te Kamer Genç konuşurken yaşananların, edilen küfürlerin ne olursa olsun bağışlanacak tarafı yok. Sokak kavgası bile daha düzeylidir.

Şu anda Türkiye’nin çok ama çok ciddi sorunları var.. Tüm yapısının değiştirilmek istendiği ve bunların “tamamen yanlış örnekler, gizlemeler ve yanıltmalarla” yapılmak istendiği bir dönemdeyiz.

Kürdistan ve Başkanlık!

Mesela PKK’nın Kandil’deki yetkilisi Murat Karayılan sürekli olarak ve açıkça “ancak ‘federasyon’ olursa kardeşçe yaşanacağını yani aksi takdirde terörün devam edeceğini” söylüyor, “PKK Güney Kürdistan’a çekilecek” diyor (Kuzey Kürdistan da Türkiye’deki bölge).. Kürt siyasetçiler artık açıkça “Kürdistan demekten neden korkuyorsunuz” dedikten sonra örnek olarak “Osmanlı korkmadı” diyor.

Diğer tarafta “başkanlık sistemi” gibi Türkiye’deki mevcut siyasi yapı ile asla demokratik olmayacak bir sistem “Osmanlı’da da başkanlık vardı” gibi benzetmelerle “padişahlık” dönemine dönüleceğini (sanki şu andaki tek adam yönetimi ve antidemokratik baskılar yetmezmiş gibi) açıkça vurguluyor.

Sanki terör hiç yoktu..

Hükümet’in seçtiği “akiller” arka arkaya çıkıp “ölen teröristlere şehit demek”ten başlayıp, Öcalan’la Atatürk’ü, Demirel’i karşılaştırmaya, PKK’lıların ‘kardeşleri’ olduğuna, Türk Bayrağı’nın adını değiştirme ye varana kadar akıllarına (pardon akillerine) gelen her şeyi söylüyorlar. Yani anladık, çok romantik ve sevgi dolular, terör örgütünü de birden çok sevdiler ve onlarca yıl “bu ülkeye ne acılar yaşatıldığını, terör saldırıları ve döşenen mayınlar nedeniyle yeni evliyken dul kalan genç kadınları, babasız doğan bebekleri” tümüyle unutuverdiler.. Ama milletin sabrını bu kadar zorlamak şart değil herhalde..

Yıllar boyu yaşananlar “terör ve devletin kendini savunması” değil de “iki ayrı devlet varmış ve savaşmışlar, şimdi de barış olacakmış” gibi kabul edilemez herhalde..

Hangi özgürlük eksik?

PKK terörü olmasaydı, terörle olaylar bu noktaya sürüklenmeseydi, bu ülkede aynen diğer etnik kökenlere mensup vatandaşlar gibi Türklerle yan yana yaşamış ve yaşamakta olan Kürtler “özgür değiliz” mi diyecekler, bunun için savaş mı çıkaracaklardı? “Hangi özgürlükleri yok” mesela? Bu sorunun cevabı “ana dilde eğitim” benzeri bir neden değilse nedir? Türkler’le aynı işlerde mi çalışamıyorlar, aynı okullarda mı okuyamıyorlar, TBMM’ye mi giremiyorlar? Yoksa bakan mı olamıyorlar, yurt dışına mı çıkamıyorlar?

Söylemek istediğim; ortada yalanların dolaştığı.. Bu kadar hassas bir dönemde herkesin dikkatli konuşması gerektiği.. Eğer bu süreçten bir sonuç alınacaksa alınmalı ama “bir günde on binlerce şehit unutulsun, terör örgütü zemzem suyuyla yıkanmış olsun” demek de olacak şey değildir.

Yeni Türkiye, yeni Ortadoğu!

Kaldı ki Murat Karayılan “Temel stratejimiz yeni Türkiye, yeni Ortadoğu” diyor , bu “Kürt sorunu” adını verdikleri meselenin Türkiye ile bitmeyeceğini, Ortadoğu’ya “yeni bir şekil” verileceğini bile açıkça söylüyor.. Yani o aklına geleni söyleyecek, her tür ifade özgürlüğüne sahip olacak ama ülkenin muhalefet partileri bile konuşamayacak, insanlar “silah bırakmayı reddeden, vatanına yeni şekil vereceğini söyleyen terör örgütü” karşısında herşeyi unutup gülüp oynayacak, beklenti bu..

Karşı cephe!

Böyle bir süreçte “vatandaşların, medyanın ve AKP ile BDP dışındaki diğer partilerin” tepkilerinin olmaması, “olmaması gerektiği”nin kafalara vurularak söylenmesi kabul edilir şey değildir. Demokrasi de bu değildir.

Başbakan Erdoğan şimdi ta Demirel dönemine, Cindoruk dönemine dönerek eski siyasetçileri ve muhalefet eden tüm siyasi partileri kendilerinin karşısında “aynı cephe” olarak gösteriyor, “tesbih tanesi gibi karşımıza dikildiler” diyor. Peki “anayasayı da kullanarak” ülkede yapılmak istenen değişikliklerle “tüm partilerin ve insanların” aynı görüşte olması zorunlu mudur? Olmayanlar adeta savaş hali gibi “karşı cephe” oluşturmuş mu sayılırlar? İşte bu söylemler olunca medya da, tüm kurumlar da, toplum da ortadan kesilmiş gibi “iki cephe”ye ayrışıyor, ki şu anda tablo aynen budur.

Bir hata..

Sevgili okurlarım, eğer yazılar öncesindeki araştırma sürecini de düşünecek olursanız aynı gün içinde dört beş köşe yazısı yazınca (ki bundan da öte bir oturuşta 6’dan fazla yazı yazıyorum, çoğu sistemde beklemektedir) insanın gözleri bilgisayara şaşı bakmaya başlıyor.. Benim gibi ‘yazıları tekrar tekrar okursam değiştirebilirim’ düşüncesinde olan, “okurlarıyla konuşur gibi, o andaki duygularını yazmayı seven” bir gazeteci ne kadar dikkatli olsa da bu durumda nadiren hata yapabiliyor. İnsanız sonuçta..

29 Nisan Pazartesi, Kamer Genç olayı ile ilgili yazımda “TBMM’nin CHP’li Başkanvekili Güldal Mumcu”dan söz ederken “MHP’li” olduğunu yazmışım. Önemli bir hata tabii ama tamamen şuuraltımda diğer kadın TBMM Başkanvekili Meral Akşener’le karışmasından olan bir hatadır. Sizden ve Sayın Güldal Mumcu’dan özürlerimle düzeltiyorum.

Yazının devamı...

İçerdeki milletvekili, çocuk ve içki!

Başbakan Erdoğan yaptığı son konuşmalardan birinde neredeyse 5 yıldır sürmesine ve milletvekili seçilen tutuklular başta olmak üzere siyasi tutukluların “binlerce kez” hakim karşısına çıkıp ifade vermelerine rağmen bir türlü kesin suç delilleri ortaya konamayan “Ergenekon Davası”ndan, çok çocuk yapılması gerektiğinden ve içkiye yasakgelmesinin ilk adımından söz etmiş.

Halkın oylarıyla seçildiği söylenen hapisteki milletvekillerinin “seçilip de içeri girmediklerini, seçim yapıldığında zaten içerde olduklarını” söylemiş. Tarafsız gözle ve hakkaniyetle değerlendirme yapılacaksa hukuk “şahıslara göre” değerlendirilemez. Bunu söylediğiniz anda “seçim yapıldığında hakkında suç dosyası olan” insanların milletvekili seçildikten sonra dokunulmazlıkları nedeniyle rafa kalkandosyalarına da bakmak gerekir.

867 dokunulmazlık dosyası!

Şu anda TBMM’de tam “67 ayrı suçtan 867 dokunulmazlık dosyası” var bekleyen.. Bakanlık ve hatta daha üst görevlerde bulunanların “resmi ve özel evrakta sahtecilik, halkı kin ve düşmanlığa tahrik, ihaleye fesat karıştırma, zimmet, kalpazanlık, sahte belge, panik yaratacak şekilde ateş etme, yargı görevi yapanı etkileme, seçim veya imar kanununa muhalefet” ve daha birçok suçtan dosyaları olduğu görülüyor. 4-5 yıldır cezaevinde “özel yetkililer hala suç delili araştırdığı için” hapis tutulan dünya çapında cerrahlar, profesörler, milletvekilleri, gazetecilerin bu şekilde dosyaları var mı?

Zenginler ve çok çocuk..

“Hükümete karşı suç işledikleri” iddiasıyla onlar 5 yıl tutuklu olarak duruşma bekletiliyorsa, örneğin 3 erkten biri olan “yargı”ya karşı suç işleyen milletvekilleri neden dışarıda? TBMM’de bekleyen dosyaların sahiplerinin hepsi bu suçları “seçildikten sonra” mı işlediler, yoksa çoğu “seçildiği için” mi yargıdan kaçabildi? Doğrusu bu cevabın da verilmesi gerekir değil mi?

Başbakan “zengin, para sıkıntısı çekmeyen” vatandaşları kastederek “Biz nüfus artsın istiyoruz, para var, neden çocuk yapmıyorlar” diye sormuş. Bunun cevabı da “demokrasi nedeniyle” olmalı.. Aklı ve eğitimi olan herkes, parası olsa da olmasa da “kaç çocuk istiyorsa, kaç çocuğa zaman ayırıp iyi eğiteceğini ve koruyacağını düşünüyorsa” o kadar çocuk yapar. Hükümetler kaç tane istiyorsa o kadar değil.. Bu soru herhalde dünyada ilk kez bir başbakan tarafından sorulmaktadır. Dünkü haberdi; “CIA Türkiye’nin nüfusunun kendi verilerine göre 80 milyona yakın olduğunu” açıklamış. Türkiye’nin istatistik kurumu TÜİK itiraz etmiş; “5 milyon fazla söylüyorlar” diye.. Ülkenin nüfusu hızla 100 milyona yaklaşırken, naylon barakalarda yaşayan insanlar, kıyafetiayakkabısı olmadığı içinokula gidemeyen çocuklar varken, cinayetten çocuk tecavüzüne hiçbir suç önlenemez iken, işsizliğin azalması için sorumluluk iş adamlarına devredilirken, asgari ücretli iş çağrılarına binlerce kişi koşarken Başbakan’ın zengininden yoksuluna her aileye “çok çocuk” taleplerini sürdürmesi nasıl yorumlanabilir acaba?

Üniversite olayları içkiden mi?

Aynı konuşmada dikkati çeken bir “içki vurgusu” da var.. “Alkolle Mücadele Yasası”ndan söz ederken “üniversiteye gelen genç kafayı bulup geliyor. Kafa kıyak, eline bilgisayar alacağına döner bıçağı alıp arkadaşına saldırıyor” dedi Başbakan. Hiç mi hiç akla gelmeyen bir örnek bu.. Üniversite okuyan herkes bilir ki zaman zaman karşıt görüşlü grupla arasında çatışmalar çıkıyor (tabii Dicle Üniversitesi’nde PKK ve Hizbullah taraftarları arasındaki gibi olanlar bunun dışında.). Ellere döner bıçağı alarak saldırma da yeni bir olay değil.. Çoğu şiddete pek meraklı, TV’deki aile dizilerinde bile kavgadan, silahtan, saldırıdan başka bir şey görmeyenbu millet yalnızca üniversitede bıçaklı saldırı değil aile içinde “elinde bıçakla kadınları doğrayan kocalar”ı izliyor her gün..

Siyasetçilerinin gazetecilere “çapulcu, köpek” benzeri sözel şiddet içeren konuşmalarını duyuyor. Şiddet şiddeti getirir, balık baştan kokar. Hele de “gerçek suçlular” cezasız kalıyorsa.. İçkiye yasak gelecekse nasılsa gelecek, yakında restoranlarda içkileri de sigara gibi kapılarda içecektir insanlar.. Ama üniversite olaylarını “kafaları iyi olduğu için” şeklinde yansıtmanın da geçerli bir örnek olmadığı kesindir!

Kadın eli sıkmayan akil!

Doğu Anadolu akillerinden Abdurrahman Dilipakkadın eli sıkmaz. Onunla birkaç kez aynı TV programlarına katıldığımız için biliyorum, her seferinde unutarak elimi uzatır ve öylece elim havada kalakalırdım. Demek ki dini anlayışına göre “erkeğin kadın eli sıkması” ve tabii aksi olan “kadının erkek eli sıkması” da dindarlık dışı bir davranış oluyor. Yani kadınların “başını örtmesi” de örneğin, onları “yeteri kadar dindar” yapmıyor. Bu anlayışına göre devletimizin en tepesinde olan Cumhurbaşkanı’nın veya Başbakan’ın eşlerinin “el sıkması”da Dilipak’a göre din dışı olmalı..

Nefret söylemi

Öcalan’ı “büyük önder Atatürk’le bile karşılaştırmaya kalkan” akil çıkmıştı, bu akil de onu Türkiye’nin 9’uncu Cumhurbaşkanı Demirel’le karşılaştırmış. “Öcalan’ın söylemlerindeki İslami referansları neye bağlıyorsunuz” sorusuna “Apo dini çevrelere mesaj veriyor, bence Çoban Sülü’den, Nurlu Süleyman’dan daha sahici bir dil kullanıyor” dediği cümlenin tamamını yazmıyorum. Ama eğer başkalarına “nefret söylemi” diye bir suçlama yapılabiliyorsa onun söyledikleri bu söylemin ta kendisidir.

Terörist yüceltilirken..

Aynı konuşmada; din gibi bir konuda Demirel’in konuşmalarını, görüşlerini değerlendirme hakkını (dinine bir baksın bu hakkı var mı) kendinde görürken diğer tarafta Öcalan’ın “Zerdüştlük, ateistlik iddialarına karşı dini değerlere saygılı olduğunu göstermeye çalıştığını” söylüyor.

Hakkında “ateist” iddiası olduğunu söylediği Öcalan’ı sempatik, Demirel’i antipatikgöstermeye çalışıyor, akilliği bu.. Daha kısacık süre önce Başbakan “BDP eğer terör örgütünün peşinden ayrılmazsa onlarla da görüşmeyiz”dememiş miydi? Kendi seçtiği akillerin, hem de Atatürk’e ve ülkenin 9’uncu Cumhurbaşkanı’na zarar verirken “terör örgütünün başı”nı bu kadar yüceltiyor olmalarına ne diyecek merak konusudur. Zıvanadan çıktı bu iş, konuşmasınlar bari!

Yazının devamı...

Kamer Genç kınanmalı ama..

Kamer Genç, Kadın ve Aile Bakanı Fatma Şahin’in “Çanakkale Savaşı ve şehitler” için hazırlattığı konuşmada “Atatürk” adı hiç geçmediği için yaptığı konuşma nedeniyle TBMM’den kınama aldı biliyorsunuz. “Atatürk olmasaydı o makamda oturabilir miydiniz? Otursanız da hangi tarikat mensubunun bilmem kaçıncı karısı olurdunuz. Atatürk’ün getirdiği nimetleri inkar etmeyin” sözleri nedeniyle Bakan Şahin “Bir bakan olarak değil, bir kadın, anne olarak bunu üslupsuzluk, hadsizlik olarak değerlendiriyorum. Sizinle aynı çatı altında olmaktan utanç duyuyorum” demiş. Kamer Genç’in çoğu konuşmasında bir milletvekili için “sınır tanımaz, eleştirilebilir” bir üslubu olduğu zaten biliniyor. Ama Meclis’te “sınır tanımaz üslup” sahibi olanın yalnızca Kamer Genç olmadığı da..

Bakana karşı olmaz..

Öfkeye yenik düşmeden bakacak olursak “Atatürk olmasaydı şimdi kimbilir hangi Batılı’nın çizmelerini parlatıyor olurduk” veya “kimbilir kimin 4 karısından biri olurduk” sözleri bundan önce de defalarca kullanılmıştır. Meclis çatısı altında ve bir bakana karşı kullanılması yanlıştır, asıl mesele burada..

Zaten kınama cezasını da oturumu yöneten MHP’li kadın Başkanvekili Güldal Mumcu teklif etmiş. Bununla birlikte ben bu sözün “bir kadın, bir anne olarak” değerlendirilmesinin, Genç’in bir kadın milletvekili tarafından lanetlenmesinin, 100 bin TL’lik dava açılmasının da “olayı fazla büyüterek değerlendirme” olduğunu düşünüyorum.

Milletvekilinin organı!

Eğer değilse gerçekten de Bülent Arınç’ın Milletvekili Aylin Nazlıaka’ya “kürtaj tartışması” sırasında Nazlıaka’nın “vajina bekçiliği yapmayın” sözlerine karşılık; “Kendi organınızdan söz etmenizden utandım. 2 çocuk annesi nasıl olur da kendi organından söz eder” demesi, toplum içinde kullanılan sözlerle değil, hiç duyulmamış şekilde direkt olarak “Nazlıaka’nın şahsını” küçük düşürmesi de kınama almalı, tüm milletvekilleri tarafından kınanmalı, 100 bin TL’lik cezayı hak etmeliydi.

Güldal Mumcu’ya kızmak için soyunma odasını basması da.. Kamer Genç’in üslubu elbette yanlış ve çoğu kez tahammül edilmeyecek kadar ağır ama “etiği, hukuku şahıslara göre değerlendirmek”, benzerlerini yok saymak da çok yanlıştır ve bu giderek alışkanlık haline geliyor.

Deyyus değil Dreyfus!!

O kadar “trajikomik” bir üslupla yazılmış, gerçekten yaşanan velakin her biri bir güldürü sahnesinden farksız olaylar öyle muhteşem espriler haline getirilmiş ki okurken gözlerimden yaş gelene kadar gülüyor, sonra bir anda kendimi ağlarken buluyorum.. Allah sizi inandırsın Mustafa Balbay’ın “Yargıtatör” kitabını okurken durumum aynen budur.

Şimdilerde Kanada’da olan haham Tuncay Güney ’in iddialarıyla başlayan, yıllar sonra aynı adamın “Ergenekon bir oyundu, bitti. Devlet bana işkenceyle yalan söyletti. Hapiste olanların serbest bırakılması gerekir” dediği dava nedeniyle Balbay 4 yıldan uzun zamandır (dile kolay, çocukları büyüdü o zaman içinde) Silivri’de hapis..

Hukuksuzluk uçurumu

Bu süre içinde 6 kitap yazdı, tiyatroya uygulanabilecek şekilde yazılmış olan “Yargıtatör” sonuncusu ve duyduğuma göre çok yakında onu bir oyun olarak izleyeceğiz. Önsözde “oyunda yer alan her sahnenin, onlarca benzerinden harmanlanarak kaleme alındığını..Gerek kendisinin doğrudan tanık olduğu Ergenekon davasında, gerekse Balyoz, Odatv, KCK başta olmak üzere benzer kurguya sahip diğer davalarda yaşananlardan, gerçek olaylardan esinlenerek yazıldığını” anlatmış.

Sonsözde ise “4 yılda yaklaşık 2700 saat hakim karşısında” kaldığını, buna rağmen hala kendisine yöneltilen suçlamaların delillerinin net şekilde gösterilmediğini ..Bu kitabı yazarken Marco Polo ’nun “gördüklerimin tümünü yazmadım, zira inanmayabilirlerdi” sözünü hatırladığını..

“Bir uçuruma yuvarlandığınızda asıl olan uçurumun derinliği değil” diyor Balbay, “sizi kurtarmaya gelenlerin uzattığı ipin uzunluğudur. Bu oyun, Türkiye’nin düştüğü hukuksuzluk uçurumundan bir haykırıştır”..

Ağza alınmayacak ifade!

Bakın şimdi, sayfa 97’de mahkemeden konuşmalar..

Sanık A- (...) Böylesi davalar geçmişte Avrupa’da da olmuştur. Sanıkların hukuk mücadelesi efsaneleşmiştir. O ülkelerin hatta tüm uygar dünyanın hukuk birikimine katkı sağlamıştır. Örneğin Fransa ’da devlete ait belgeleri çalmakla suçlanan Dreyfus uzun yıllar mağdur olmuş, tutuklanmış (...)

Savcı- İtiraz ediyorum.

Başkan- İtirazınız kabul edildi. Buyrun.

Savcı- Sayın başkan, sanık ağza alınmayacak, alınmaması gereken bir ifade kullandı.

Sanık A- Benim ağza alınmayacak bir ifadem olmadı.

Savcı- Kullandı, onu geri alsın.

Sanık A-Benim böyle bir sözüm yok. Sayın Savcı açıklasın.

Başkan- Nedir o söz?

Savcı- Sayın başkan, Sanık A, deyyus davası dedi...

Sanık A- Sayın başkan ben deyyus değil, Dreyfus dedim...

Savcı- Ben itirazımda israrlıyım sayın başkan(...)

Sanık A- Sayın başkan, bu davaya asrın davası dendi. Gerçekten öyle. Değil 20. , 21. asırda daha önceki asırlarda bile böyle dava açılmamıştır(...) İşte Sokrates ’in davası. Aradan 25 asır geçti. Sokrates’i yargılayan hakimler dönemin iktidarının bir aracı olarak anılıyor ama, Sokrates düşüncelerini ifade etme, ödün vermeme mücadelesini kazanan bir filozof olarak anılıyor. Yargıçlar Sokrates’in ölümüne karar verdiler ve bunu uyguladılar. Bugün yaşayan kim? Yargıçların ruhu mu, Sokrates’in ruhu mu ?”

Muhteşem değil mi? Keşke çok daha fazla alıntı yapıp sizinle paylaşabilseydim. Yargıtatör’ü mutlaka okumalısınız!

Yazının devamı...

ABD uzmanları ‘geri dönerler’ diyor!

Murat Karayılan’ın Kandil’den yaptığı açıklamada “Türkiye ‘Kürt kartını’ AB’den alsın ki Avrupa Kürtleri ve PKK’yı kullanamazsın” cümlesi var. PKK’nın bugüne kadar “AB tarafından kullanıldığını” söylüyor.. Tabii AB yalnız değil bu “kullanma” konusunda, başrolde yıllardır hep ABD vardı..

Dün PKK’nın kısa süre öncesine kadar “Geri çekilme öyle kolay bir karar değil, önce Hükümet’in yeni anayasada neler yapacağını görmemiz lazım” dediğini, aynen toplumun ve muhalefet partilerinin söylediği gibi “Hükümet devamlı ‘çözüm’ diyor ama çözümün ne olduğunu söylemiyor” dediğini, ama ne olduysa bir iki gün içinde birden “çekiliyoruz, süreç başladı” noktasına geldiğini yazmıştım.

Ayrıldığı gibi döner..

Ki Karayılan’ın bile bu konuda “CHP haklı, ne olduğunu bilmek istiyor ama açıklayan yok” anlamında sözler sarf ettiği biliniyor. Aynı yazımda, PKK liderlerinin “silahlar bırakılırsa PKK sonuçta BDP olarak geri dönecek” dediğini de hatırlatarak “demek ki geri çekilenler bir süre sonra geri dönecekler. Zaten Öcalan’ın yol haritasında söz ettiği ‘kendi güvenlik gücü olan özerk bölge’nin o güvenlik gücü içinde PKK’nın da olacağı bellidir” demiştim.

ABD’li uluslar arası ilişkiler uzmanları da bu süreci değerlendirmişler. “Geri çekilme sürecinde topun Erdoğan’ın sahasında olduğunu, bundan sonrasını Hükümet’in atacağı adımların belirleyeceğini” söylemişler. PKK’yı yakından izleyen Aliza Marius isimli uzman BBC’ye “Hükümetin PKK’nın taleplerine cevap vermesi gerektiğini, aksi takdirde PKK militanlarının Türkiye’den ayrıldığı gibi geri gelmesinin her zaman mümkün olduğunu” söylemiş. Hani bizler de bunun olacağını, gidenlerin bir şekilde mutlaka geri geleceğini biliyoruz ama görüldüğü gibi baskı sadece PKK’dan gelmiyor, ABD’li uzmanlar da “tehdit”ten geri kalmıyorlar.

Şimdi geliyoruz PKK’nın taleplerine.. Bakalım “çözüm” adı verilen “yeni anayasadaki yeni şartlar”ı ne zaman duyabileceğiz!

CHP için PKK empatisi!

Eğer CHP kendi içinde kaynayan kazanı durdurmazsa başı dertten kurtulmayacak, görüşüm bu.. Bir o yana bir bu yana yalpalayarak, her kafadan bir ses çıkarak siyaset olmaz. Bir baksınlar bakalım, diğer partilerde “ülkenin en önemli sorunu”n-da her kafadan ayrı ses çıkabiliyor mu? Tamam “milletvekilinin, bir parti yöneticisinin özgürce görüşünü açıklaması” demokrasilerde önemlidir ama sanki kendisi anket yapmış gibi ve sanki “çözüm” denilen şey belliymiş gibi “partinin tabanının yüzde şu kadarı ‘çözümü’ destekliyor” veya “desteklemiyor” diye yüzdeler vererek konuşmak da olacak şey değildir.

Olacak şey ise mesela bir iktidar partisi milletvekili “parti politikasının tam aksi yönünde” bir anket açıklasın, baksınlar ne oluyor. Neyse.. Bu parti iç kaynamasını durduramıyor, zira milletvekili seçiminde baştan hatalar yaptılar, geriye kalanlar da toparlamıyor, tam aksine intikam alır gibi, en eski milletvekilleri bile her ortamda çekiştirdikçe çekiştiriyorlar kendi partilerini..

Hem azarlıyor, hem ‘katıl’ diyor!

PKK’nın “TBMM çözüm sürecine katılmalı” şeklindeki tepkileri enteresan. Hükümeti bu konuda PKK’lı Duran Kalkan da eleştirmiş. “Hükümet ‘CHP sürece katılsın’ diyor, empati yapalım, CHP ‘bize kimse bilgi vermiyor’ diyor. ‘Size kredi açalım’ diyor. ‘Senin kredin batsın’ cevabı veriliyor ve ardından tekrar ‘CHP sürece katılsın’ deniyor, AKP işleri kolaylaştırmıyor” demiş.

Hani “çözümün ne olduğu” Hükümet tarafından açıkça anlatılmadan muhalefet partileri bu alışverişte yer alır mı bilemeyiz ama PKK’nın bile empati yaptığı bir konuda iktidar partisi TBMM’yi nasıl bu kadar dışlayabiliyor, esaslı bir çelişki doğrusu!



Gazeteci misin, özel yetkili polis mi?

İnsan okurken gözlerine inanamıyor, yazarlık ne kadar kolaylaştı Maşallah! Öyle köşeler var ki işinin “haber vermek veya herhangi bir konuda görüş bildirmek” olduğunu unutuyor, adeta kendine “Hükümet adına onu bunu tehdit işlevi” veriyor.

Savcıyı hakimi bile “çözüm sürecinde şunu yaparsanız işiniz biter, bu olayı yargılarsanız mesleğiniz son bulur, Hükümet taviz vermez” filan diye baskılıyor.. Doğrudur, HSYK artık tümüyle Adalet Bakanlığı ’nın emrinde ama HSYK’yı Bakanlığın da yerine bu hanımlar-beyler mi yönetiyor acaba?

Bu kadar meraklılarsa “özel yetkili savcı ve hakimlerin yıllardır yarattığı hukuksuzluğa” tepki verselerdi. Onları destekleyip şimdi bu tehditleri savurmaları iyice enteresan.. Daha neler izleyeceğiz bakalım!

Yazının devamı...

Silahla geri çekilme olur mu?

Dün yazdığım noktadan bir adım ötede değiliz.. PKK’nın Kandil’deki liderleri ve son olarak da Duran Kalkan “Geri çekilme Sonbahar’dan önce olmaz, o zamana kadar da Hükümet’in ‘çözüm’ dediği şeyin ne olduğunu, somut adımları, yeni anayasada yapılacakları görmemiz lazım” derken bir gün içinde “geri çekilme süreci başladı” dendi.. Adeta bir tiyatro gibi ama yine de insan umutlanmak istiyor.

Sonra bakıyorsunuz PKK’nın Kandil’deki yöneticilerinden Murat Karayılan’ın açıklamalarına ve bunun zorluğunu görüyorsunuz.. Sanki Türkiye’deki binlerce PKK’lı kısacık sürede Kandil’e dönecekmiş ve “bir daha da hiç gelmeyecekmiş” gibi bir hava yaratılıyor. Karayılan; “PKK öteden beri kullandığı güzergahları kullanarak disiplin içinde çekilecek” diyor.. (Bari uzaktan izlese de şu güzergahları öğrense TSK.. Her ihtimale karşı yani..) Yani “taleplerinin tümü yerine getirilmediği anda” aynı güzergahlardan geri dönmesi çocuk oyuncağı..

Misilleme silahla olur!

Açıklamanın devamında: “Çekilme sırasında Türk ordu güçlerinin de aynı duyarlılık ve ciddiyetle hareket etmesi” isteniyor, “herhangi bir saldırı olursa geri çekilme derhal duracak ve PKK misilleme yapacak”..

Bu konuşmalarla dünyaya hangi mesaj verilmiş oluyor: Sanki bugüne kadar PKK “o güzergahlardan” yüzlerce teröristle sızarak asker-sivil binlerce kişiye suikast yapmamış, doğacak bebekleri bile babasız bırakmamış da “karşılıklı iki ordu savaşmış” gibi.. Sanki Türk ordusu “durup dururken operasyonlar” düzenlemiş ve kanlı olayları o başlatmış gibi.. Ve günler önce “sınırlardan askerler çekilmemiş” gibi..

Şimdi bu şartlarda elbette asker orada olsa bile “geri çekilen teröristlere” dokunmayacaktır ama “derhal misilleme yapar” dendiğine göre Başbakan Erdoğan’ın “silahlarını bırakıp ülkeyi terk etsinler” sözü yerine getirilmiyor, silahlar elde-belde gidiliyor.

‘Aynı beklenti’yle ateşkes..

Haydi terör örgütünün “ateşkes” yapması sevindirici diyelim ama bunu daha önce “referandumdan seçim sonrasına kadar” zaten yapmışlardı, ne farkı var? Beklenti o zamankiyle aynı, o zaman da “seçim sonrasına kadar zaman veriyoruz, yoksa tekrar teröre başlarız” deyip başlamışlardı, şimdi de zaman veriyorlar. Nitekim “Geri çekilme birinci aşama .. İkinci aşamada ‘anayasal çözüm’ü bekliyoruz. Üçüncü aşama; Öcalan dahil herkesin özgürleşeceği süreç, ancak ondan sonra silahlar bırakılabilir” diyorlar.. Silahlar bırakılınca da “PKK’nın BDP olacağı”nı zaten iki gün önce söylediler. Demek ki neymiş; “geri çekilen”ler bir süre sonra “geri dönecek”ler..

Başkanlık ve özerklik..

Yine de Karayılan’ın anlattıklarını açmaya devam edelim: 2’inci aşamada bir yandan “başkanlık sistemi” gündeme oturur ve gerekenler yapılırken diğer yanda “özerk bölge” konusu halledilecek.. 3’üncü aşamada Öcalan serbest bırakılacak ama öte yanda özerk bölge ile “herkesin özgürleşmesi” denilen talep karşılanacak.. Hükümet bir kez daha seçime kadar bu süreçleri uzatıp sonra yine politika değiştirmeyecekse zaten “özerklik” konusu filan bitmiş..

Ama “sorun” büyük ihtimalle Kuzey Irak-Türkiye-İran ve Suriye’yi kapsayacağı bilinen “tam bağımsız devlet” noktasına kadar bitmez. Veya belki de “gelirini devletten sağlayacak” ama “bölgenin petrolünü” de sahiplenecek bir özerk bölge “bağımsız devlet”ten daha karlıdır, bilinmez.. Dün “Güneydoğu’dan petrol fışkırıyor.. Şırnak-Silopi yakınlarında petrol bulundu” haberi vardı. Bu kadar bereketli ve ABD (ve İsrail) için de çok stratejik bir bölge, bağımsız devlet şartlarında ama adı “özerk bölge” olarak yönetilse fena mı?

Neticede adı “barış süreci”.. Karşı çıkılmamalı ama “yakın gelecekte nelerin olacağı” konusunda beyin jimnastiği yapmaya yasak yok herhalde! Sorun ve çözüm denilen konuların yıllardır söylenegelen “dil, kültürel haklar, Kürt kimliğinin tanınması” gibi daha anlaşılır talepler olmadığı “binlerce canın yok edilmesi”nden belli değil miydi zaten!

Çölaşan’a hiç yakışmıyor!

Daha önce de benzerini yaptı, sanıyorum kitabında da yaptı ve ben yine yazdım, hatırlıyorum.. Emin Çölaşan VATAN gazetesine sataşmayı ve onu bulunduğu çizgiden farklı bir yere oturtarak “tüm rakiplerden kurtulmayı” seviyor. Kendini “en kusursuz, en dürüst, en bağımsız, en.. en.. en..” görürken, kendisi gibi “gazetecilik ilkelerinden, bağımsızlığından” ödün vermeyen ve üstelik bunu ondan “daha saygılı, daha demokratik, evrensel basın kurallarına daha çok uyan” bir üslupla yapan meslektaşlarını yok saymayı her nasılsa o pek duyarlı vicdanına sığdırabiliyor.

Ben SÖZCÜ gazetesini takdir ederim, medyanın ağır baskılar altında kaldığı bir dönemde özgürce gerçekleri yazabilen bir gazete olarak takdiri hak ediyor ama bunun gibi eleştirdiğim noktalar da var doğrusu, çok fazla detaya girmeyeceğim. Söyleyeceğim şu ki; VATAN diğer gazetelerin ve SÖZCÜ’nün de karşılaşmadığı çok badireler atlattı, buna rağmen bizler “demokrasiye, basın özgürlüğüne saygılı, her tür baskıya direnen- direnmek için mücadele veren kalemlerimizi, dürüst ve şeffaf çizgimizi” koruduk..

Bu durumda Emin Çölaşan hangi hakla VATAN’ı “yandaşlar” gibi bir genellemenin içine alabiliyor? Medya üzerindeki baskıları bilmesine rağmen bunu yaparken “gazetedeki tüm meslektaşlarına” vereceği zarar yüzünü ve ruhunu kızartmıyor? Problemi nedir? Eğer “PKK’nın çekilmesi için son 24 saat” gibi bir haber varsa ve VATAN bunu manşet yapmışsa ona ne oluyor, bunun neresi yandaşlık? Bin kez de olsa o yazdıkça ben de yazacağım; Emin Çölaşan “satır aralarına sıkıştırdığı haksızlıklarla” ayıp ediyor, bunca yıllık deneyimine de hiç yakışmıyor, bu kötü alışkanlığından vazgeçmeli..

Hırsın (mesleki de olsa) bu kadarı zararlıdır, aman dikkat!

NOT; Yazdıklarım “bugünkü şartlar için” geçerlidir, siyasi baskıların artması ve mevcut durumun değişmesi söz konusu olursa bizler de o gazetede olmayacağız demektir zaten!


Yazının devamı...

‘PKK sonunda BDP olacak’sa çekilme nedir?

“Çözüm olacak” vaadi elbette bunca yıldır binlerce gencimizin hayatına mal olan terörün bitmesini sağlayacaksa buna kimse karşı çıkmaz.. Ama ortada hiçbir şekilde anlaşılamayan, PKK’nın dahi anlamadığı bir tablo var ki kendileri de bunu söylüyorlar.

Mesela diyelim ki bir hafta-on gün önce “Bu şartlarda geri çekilme imkansız, önce Hükümet’in attığı somut adımları görelim” diyen Kandil’in Duran Kalkan’ı on gün içinde birden bire “çekiliyoruz” noktasına nasıl geldi? Bir yandan bunu söylerken aynı konuşma içinde Hükümet’e “adına çözüm süreci diyorlar ama neyi çözeceklerini tanımlayamıyorlar, iktidarın net bir çözüm politikası yok” diyor.

‘Silahsız alan’ mı neresi?

Yani iktidar partisinin aynen bunu söyleyerek “nedir bu pazarlık açıklansın” diyen herkese, muhalefet partileri dahil “bunlar çözüm istemiyorlar” suçlaması yaparken PKK “Hükümet çözümün ne olduğunu açıklamıyor” diyor.

Peki, PKK “çözümün ne olduğunu” bilmiyorsa, “neye karşılık” geri çekiliyor? Ve geri çekildiği yer neresidir? Duran Kalkan bu “geri çekilme” masalının da gerçekten masal olduğunu açıklamış VATAN’da Ruşen Çakır röportajında.. Diyor ki; “Sen BDP’nin terörden beslendiğini, BDP olmasa terörün bu kadar sürmeyeceğini söyledin. Şimdi terörün tasfiyesi diye proje başlattığına göre BDP’yi de mi tasfiye edeceksin. Tam aksine BDP asıl aktör olarak ‘silahlı alan’dan ‘silahsız alan’a geçtikten sonra PKK ‘BDP olacak’tır. Bunun başka yolu var mı?”

Öncelikle sormak lazım; neresi bu silahsız alan? PKK “silah bırakma”yı kabul etti de toplum mu duymadı?

AB listeden çıkarmış!

Avrupa Konseyi de 23 Nisan’da PKK’yı “terör örgütleri” listesinden çıkarmış.. Aynı gün Mardin’de Yukarıocaklı Köyü’ne “silahlı bir PKK’lı grubu” gelerek “odun kömürü işletmeciliği” yapan köylüleri tehdit etmiş. Jandarma özel timleri köyde operasyon yapmış.

AB PKK’yı neye bakarak listeden çıkarmış olabilir? “Silah bırakıp, bir daha terör yapmayacaklarını” söylemediklerine ve “silahla köy basmaya” devam ettiklerine göre? “Geri çekilme” masalına mı acaba?

Siyasette ve her yerde!

Eğer Duran Kalkan’ın dediği gibi “PKK bu çözümün sonunda BDP olacak” ise “geri çekilme” dedikleri neyin nesidir? Millete masal anlatmak, oyalamak değilse adı nedir?

Zaten Hükümet’le pazarlığın konusu olan ve “yerel yönetim yasası” ile başlatılacak olan “özerk bölge”nin “kendi savunma gücü” olacağı yıllar önce Öcalan’ın “yol haritası”nda açıklanmıştı.. Bu savunma gücünde PKK olmayacak mı? Duran Kalkan’ın “genel af olmadığı için 300 PKK yöneticisini kenara koydun. Geriye kalan onbinlerce insan ne olacak. Bunlar siyaset yapacak” sözü de gayet net anlatıyor, “PKK’nın siyasette ve her yerde olacağını” değil mi?

Bunların hepsi gayet net ve hala net olmayan tek şey var; PKK’nın da söylediği gibi “iktidarın çözüm politikası”.. Yani bütün olayın merkezi, en önemli nokta. Bu belli değilken “akiller niye dolaşıyor, ne anlatıyor” diye soranlara nasıl kızabiliyorlar inanılır gibi değil!

Çocuk Bayramı’nda vurun çocuklara!

Mersin’in Mezitli ilçesinde “Muhittin Develi İlköğretim Okulu” öğrencileri ve velileri 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı nedeniyle bayraklarını almış, Atatürk tişotlarını giymiş ve yürüyüş yapmışlar. Vay efendim, sen misin yürüyen, okul yönetimi “Bizim bilgimiz dışında.. Okul yönetiminin tasvip etmediği bir durum, bilsek izin vermezdik” diyerek tutanak tutturmuş.

Acaba neyi ve neden tasvip etmezlermiş? 23 Nisan “Çocuk Bayramı” olduğuna göre çocuklar yürümekte, bayrak taşımakta bile neden özgür olamıyor? Atatürk bu bayramın anlamını böyle mi düşünmüştü acaba, okul yönetiminin bu işgüzarlığına, öğrencileri ve velileri tedirgin etmesine ne gerek var? Tek cevap; “korku” olmalı.. Ne olursa olsun, bu okulun yönetimine yazıklar olsun.

Otistik çocuklar...

Aynı şekilde Adana Otistik Çocuklar Derneği Başkanı Fehmi Kaya’nın “otistik çocukların temel özelliğinin beyinlerinde inanç alanının gelişmemesi” olduğunu anlatırken “otistik çocuklarla ateistler arasında bir bağlantı var” demesi inanılır gibi değil.

Hem de kendi memleketim Adana’da oluyor bu rezalet.. Hata, dil sürçmesi filan değil, düpedüz “ortama uyma, otistik çocukları kullanarak fırsatçılık yapma” olayı.. Fehmi Kaya’nın derhal o görevi bırakması gerekir. Yazıklar olsun!



İnsana da, hayvana da vahşet!

Tekirdağ’ın Çorlu ilçesinde 16 yaşındaki “görme ve zihinsel engelli” kız çocuğa 34 yaşında bir kazık, bir sapık tecavüz etmiş. Sonra da 36 ve 28 yaşında iki sapık daha çağırmış tecavüz için.. Kızın 20 yaşındaki ağabeyi kardeşini kapattıkları eve gelmiş, ona da tecavüz etmişler.

Hayvan katili belediyeler!

Ağır suç işleyenlere ceza verilmeyen, suçsuz insanlara ise her tür cezanın uygulandığı ülkede tüyler ürperten vahşet bununla kalmıyor. Sinop’un Türkeli ilçesine bağlı Güzelkent beldesinde belediye sahipli ve sahipsiz 15 hayvanı zehirleyerek öldürmüş, sonra da cansız bedenlerini presli çöp kamyonuna atarak ezmiş. Yamyamdan ne farkları var acaba? Bir “katlettikten sonra yemedikleri” eksik!.. Edremit Akçay’da da hayvan zehirlemelerin artarak sürdüğü haberleri geliyor.

Yakında bu belediyelerin hepsini halka duyuracağız, haberleri olsun. Yok mu bu ülkede “vahşeti durduracak” bir güç, bir ses, bir nefes yahu! İnsanlığımızdan utanır olduk!

Yazının devamı...

Küçük Nermin hasta olmasa bari!

23 Nisan Salı günü yazamadım, tatil günümdü, buna rağmen zaman bulsam yine de yazmak istiyordum ama olmadı maalesef.. Ama aynen çocukluğumda annemin her “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı”nda beni uyandırırken söylediği gibi “Bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan” diyerek uyandım.. Nur içinde yatsınlar, bize bugünleri armağan eden Atatürk ve silah arkadaşlarına dualar ettim..

Hâlâ takdir edemeyenler

Sonra “onların ‘en ileri medeniyet’i ülkeye kazandırmak üzere kurduğu” bu Cumhuriyet’in ne sıkıntılarla karşılaştığını, hala badirelerden kurtulamadığını ve büyük kesimlerin “dünyada mezhep kavgalarına düşmemiş, bölünme tehlikeleri yaşamamış” tek Müslüman çoğunluklu ülke olmamızı onların kurduğu “laik-demokratik rejime” borçlu olduğumuzu hala takdir edemediklerini düşündüm.

Kurdukları TBMM’nin devamlı kavga halinde olduğunu, hiçbir ülke sorununu birlikte halledemediklerini, “milli irade”nin o TBMM’deki bütün partiler demek olduğunun hala anlaşılmadığını görselerdi kim bilir ne hissederlerdi diye düşündüm..

Ağlayan Başbakan..

Son haberlere baktım; “Başbakan Erdoğan Anıtkabir’deki törene ‘hala devam eden soğuk algınlığı’ nedeniyle katılamamış” haberini gördüm.. Her toplantıya katılabiliyor, konuşmaları aralıksız sürebiliyorsa “TBMM’nin kuruluş yıldönümüne” de ülkenin Başbakanı olarak katılmalıydı derken bu kez “23 Nisan nedeniyle çocuklarla yaptığı görüşme”nin haberine ilişti gözüm..

Her 23 Nisan’da olduğu gibi “Başbakan koltuğu”na oturan küçük öğrenci Nermin ağlayınca ona sarılarak teselli etmiş Erdoğan.. Anıtkabir’deki törene katılamayacak kadar hasta olmasına rağmen bu toplantıya katılıp çocuğa sarılması garip göründü.. Demek ki fazla hasta değil, eğer öyleyse umalım da Nermin hastalanıp derslerinden geri kalmasın!!

Okula gidemeyen özgür

Başbakan Erdoğan geçici Başbakan Nermin’e “Dünyada öyle çocuklar var ki sizin imkanlarınıza sahip değiller. Elbiseleri, ayakkabıları, evleri hatta gidecekleri okulları bile yok. Dünyadaki o çocukları anımsamanızı rica ederim. Bugün biz yoksul ülkelerden farklı konumdaysak bu bizim gayretimizin neticesi” demiş.

Ekonomi’de iyi durumda olduğumuz hep tekrarlanıyor ama “yoksulluğu bitirmiş” bir ülke olmadığımız, milyonlarca işsiz- parasız insanımızın olduğu, çöpten kağıt- pazar yerlerinden artık yiyecek toplayarak yaşayan ailelerin, kıyafeti ve ayakkabısı olmayan öğrencilerin olduğu da yadsınamaz, unutulamaz. Son olarak bunu “hep aynı tişörtü giydiği için arkadaşlarının alay etmesi nedeniyle 1.5 aydır okula gitmeyen 9 yaşındaki Özgür” haberiyle görmedik mi?

Gerçekleri halktan saklamadan..

Dedesi ve ninesiyle “4 yıldır onların yaptığı naylon branda barakada yaşayan” Özgür ve kim bilir daha onun gibi kaç çocuk, kaç yaşlı vatandaşımız aç ve açıkta.. Haber duyulunca yardımsever insanlar ve “Aile Bakanlığı” yardım etmiş ama ne kadar yeter o yardım? Ya diğerleri, onlara kim yardım edecek?

Eğer gerçekleri saklayarak ve çözüm aranmadan yürümeye devam edilecekse vay hallerine o yoksulların! O “tek tişörtlü çocuklar”ın.. Bu yetmezmiş gibi hiç düşünmeden, uyarıları dinlemeden bir de “okullarda önlük yerine serbest kıyafet” getirilince çocuklar için tam felaket oldu.

Hükümetler diğer partilerle kavga yerine elbirliğiyle bu ülkenin çocuğunu-yaşlısını- gencini korumak, her tür çözümü üretmek zorundadır. O “23 Nisan’da çocukların oturtulduğu koltuk” bu anlamı taşır.

“Koltuğa geçtin, şimdi astığın astık, kestiğin kestik” anlamını değil!



Gencebay’ın şarkısı!

Orhan Gencebay’ı Pazartesi akşamı Siyaset Meydanı’nda zevkle izledim.. Bazı akillerin neredeyse yeni anayasayı kendileri yazacakmış gibi kendi, ideolojilerini şehvetle anlatmalarına karşılık (ki aralarında Ermeni soykırım iddiasıyla ilgili olarak özür dileyen, bu noktada Başbakan’la da ters düşen çok isim de var, Erdoğan “özür dileyecek bir olay yok” demişti) Gencebay “siyasetle ilgisi olmadığını, yaptığı işin tamamen bir gönül-duygu işi olduğunu, ülkede barış hakim olsun diye dolaştığını” anlattı.

“Milletin iradesi Parlamento’dadır, terör sorununu çözecek olan Meclis’tir. Onlar görevini yaparsa akillere iş düşmez. Halkımızın sağduyusu da her sorunu çözer” diyen, bunu da en nazik şekilde “Meclis’teki canlarımız” ifadesiyle dile getiren Gencebay tarihten müziğe her konudaki bilgisiyle doğrusu takdire şayandı.. Ülke sorunlarını çözmesi gereken Parlamento varken 63 kişilik grubu halkın karşısına çıkarma konusu da zaten tepkilerin nedeniydi..

‘Gelin birlik olalım’

Keşke terör sorununun çözümü onun iyi niyetle söyledikleri kadar kolay olsaydı.. Dün VATAN’da çıkan Ruşen Çakır röportajında “geri çekilmeye hazır olduklarını ama Sonbahar’dan önce olmayacağını” söyleyen PKK’lı Duran Kalkan daha birkaç gün önce “geri çekilme söz konusu değil” demişti.. Şimdi de “Çözüm için Türkiye’nin mevcut durumunda köklü siyasi değişiklikler olması gerektiğini, yeni anayasanın buna göre yapılması gerektiğini, Hükümet’ten somut adımlar beklediklerini” söylüyor..

Hükümet’ten beklenen “somut adımlar” nedir, bunların PKK’ya açıklanması ama halkın bilmemesi normal midir örneğin? PKK nereye, hangi ülkeye çekilecek, bir daha “bağımsız devlet” talebiyle teröre dönmeyeceğine nasıl inandıracak?

Orhan Gencebay’ın yıllar önce yazdığı “Gelin Birlik Olalım” o kadar güzel bir şarkı ki, keşke bu güzel ülkeyi terörle, kavgayla, hayatları karartmadan o şarkıyı herkes örnek alabilseydi.

“Mehmetçik değil miydi Lazı, Çerkezi, Kürdü..” diyen..

“Gelin birlik olalım yarın çok geç olmadan.. Nefreti yok edelim.. Barışta buluşalım, mutlu Türkiye için” diyen o şarkıyı..

Keşke bu kadar yalın ve sade olsaydı sorun.. Orhan Gencebay’ı gönülden kutluyorum.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.