Şampiy10
Magazin
Gündem

‘Kuzey Kürdistan’ meselesi ve akiller!

Dün ülke genelindeki tabloya baktığınızda “Çözüm süreci” denen “PKK ile anlaşma” süreci konusunda tamamen birbirine zıt iki durum vardı.. “PKK ile anlaşma” diyorum zira bu sürecin asıl nedeni “terörün bitirilmesi, anaların ağlamaması” olduğuna göre olay “PKK’nın teröre son vermeyi kabul etmesi”dir, gerisi laftır.

“PKK’nın saldırıları hangi talepler sağlanırsa duracak” çözüm dediğimiz şey tamamen bu! Şimdi iki zıt durum nedir ona bakalım..

Geri çekilme yok!

Bu ara başlığı aynen daha önce de kullanmıştım, geçen sürede bir adım ileri gidilmemiş olmalı ki dünkü haberde “PKK’nın yönetim kadrosundan” Duran Kalkan “Şu anda terör örgütünün geri çekilmesinin söz konusu bile olmadığını, tam tersine Iraktaki PKK’lıların Türkiye’ye gelmek istediğini” açıklıyordu.

Hem de şu sözlerle: “Güney Kürdistan’daki (Kuzey Irak) gerillalar Kuzey Kürdistan’a gitmek istiyor. Geri çekilme yok, herkes yerli yerinde ve PKK ‘ateş kes’ konumundadır. O üretilen senaryoların, söz konusu iddiaların hiçbir geçerliliği yok. Ya ‘SOMUT ADIMLAR’ atılır veya önder Apo doğrudan girişimde bulunur. Gerillanın öyle kolay ikna edilmesi mümkün değil”.. Arkasından da “yönetimimiz bunları laf olsun diye veya siyasi üstünlük sağlamak için söylemiyor” demiş.

Kuzey Kürdistan’ın sınırları?

Kendimizi “akil” zannederek (Hükümet seçmezse sayılmaz) açalım; Türkiye’de Kuzey Kürdistan şimdiden ilan edilmiş sayılıyor. Tekrar edeyim; Kuzey Kürdistan’ın sınırlarını da tam çizsinler artık, akiller milleti “neye ikna edeceğini, hangi konuda ‘halkın duygularını öğrenmeye’ gittiklerini” kendileri bile bilmiyor hala..

Başbakan Erdoğan’ın çok emin konuştuğu “silahları bırakıp, sınırlardan geçip geri çekilsinler” konusu için, “barış süreci başarıyla yürüyor” iddiaları için; “üretilen senaryoların hiçbir geçerliliği yok” diyor, “bırakın çekilmeyi, tam aksine Irak’tan Türkiye’ye yeni PKK’lılar gelecek” diyor.

Zaten “çekildik” deseler, bunun doğru olduğunu, tamamının (istediği anda hemen dönecek şekilde) sınırları geçtiğini, Kuzey Irak veya Suriye’ye gittiğini nereden bileceksin? Sınırlarını kontrol edebiliyor olsan bu olaylar yaşanmazdı, değil mi? Ayrıca kim terörist, kim değil hangi ölçü aletiyle anlayacaksın?

Akiller yanlış içinde..

Yukarda (ve daha önce birkaç kez) söz ettiğim gibi; akiller bölgelere gönderildi ama halka neyi anlatacaklarını, “hangi somut çözüm konusunda halkın görüşünü alacaklarını” kendileri de bilmiyorlar, zira ortada çözüm yok, bu sürece başlanan noktada (hatta “daha çok PKK’lı Kuzey Irak’tan geleceğine göre” daha kötü durumda) olduğumuzu PKK açıklıyor.

Buna rağmen akiller “bizim işimiz halkın duygularını öğrenmek” diye dolaşıyorlar. Ege Bölgesi’nde görevlendirilmiş akillerin başkanı, iktidara yakın bir anketçi olan Tarhan Erdem bir gün önce İzmir’de “akillerden Baskın Oran”ın yanlış şeyler söylediğini “Baskın Bey’in kullandığı bazı kavramlar Türkiye için yanlış. Benim kanaatim ‘herkes kendi tanımını’ söylüyor” diyerek kabul etmiş.

Öcalan’ın bırakılmasına zemin..

Diyarbakır’daki akiller ise boyunlarına taktıkları hediye poşularla konuşmuş ve halkla görüşmelerinde “Abdullah Öcalan’ın serbest bırakılmasının ön plana çıktığını” bildirmişler. Şimdi, bunlara baktığımızda daha ilk günden “akil” diye gönderilenlerin yanlış şeyler söylediğini, kendilerinin bile buna tepki gösterdiğini ve Öcalan’ın serbest bırakılması için bir zemin oluşturma gayreti olduğu görülüyor.

Bu “akil insanlar”ın gönderilme nedenlerinden biri zaten “anayasada yapılacak ve kabulü imkansız denecek kadar zor ve büyük değişiklikler” için halkı hazırlamak, iktidara tepkileri azaltmak.. Bir başkası; “milletvekilleri gitse onların karşılaşacağı tepkileri akillerin göğüslemesi”.. Ama..

Ama Tarhan Erdem’in “benim kanaatim herkes kendi tanımını yapıyor” sözü kabul edilemez bir durumu anlatıyor. Ülkenin her bölgesine gönderilen gruplar böylesine ciddi ülke sorununda “ÇOK CİDDİ” yanlışlar yapamaz. Kafasına göre takılamaz. Takılırsa sorun çözeceğine çok daha büyüğünü yaratır. Olup biten de aynen budur!

Tam bir hedef gösterme!

Ege Bölgesi akillerinden Baskın Oran’ın İzmir’de yaptığı ve Tarhan Erdem’in tepki göstererek düzeltmeye çalıştığı konuşmada öyle ifadeler var ki Oran’ın tek tek açıklaması gerekir. Somut bir suçu olmayan (bazıları sadece kitap yazdıkları için) yüzlerce kişi 4-5 yıl hapsedilirken “büyük kitlelerin hayatını tehlikeye atacak” konuşmalara göz yumulması kadar büyük çelişki olur mu?

Anayasadaki ‘özerk bölge’

Akillerden Baskın Oran “Ezilen başka toplum kesimleri silahlı mücadele etmedikleri için dikkate alınmadılar” derken (hangi kesim bu, onu da açıklamalı), “acaba kabahati işleyen; silahlı mücadele eden mi (PKK), yoksa silahlı mücadele etmediği için hakkı verilmeyen mi” de diyor.

Yani PKK terör yaparak, binlerce kişiyi öldürerek bir suç işlememiş, halka anlattığı bu..

Ve sonra “eğer PKK’ya istekleri verilmezse metro istasyonları ve AVM’ler her gün patlar” diyerek yeni terör hedefini gösteriyor. Aynı konuşmada “akiller yerine Hükümet ve iktidar partisi anlatsa oy kaybedeceği” konuyu laf arasında açıklıyor; “Güneydoğu Bölgesi ‘özerk bölge’ olacaksa, ‘bölge meclisi’ kurulacaksa İzmir de Ege Bölgesinin merkezi olacaktır.”

Kilit sözcükler “özerk bölge ve bölge meclisi”.. TBMM ile aynı haklara sahip olmak isteyen bölge meclisi bunlar.. Bırakın PKK yöneticilerinin artık “özerk bölge”yi de geçip doğrudan “Kuzey Kürdistan” demelerini, diğer bölgelerin böyle bir talebi hiç duyuldu mu?

Halk çok iyi izlemeli verilen mesajları!

Yazının devamı...

Olaylar yayılırsa gaz yetmez!

Nerede bir gösteri veya karışıklık olsa polisin hemen “biber gazına, gaz bombasına, tazyikli suya” sarılması ve öğrencisinden yaşlı kadınlara kadar önüne geleni gazlaması alışkanlık haline geldi.

ODTÜ ’de veya herhangi bir üniversitede öğrenci gösterisi olsa hemen biber gazı, hem de öyle sıkılıyor ki dersliklerde bulunanlar hastanelik oluyor.. Silivri ’de Ergenekon duruşmasına “hukuksuzluğa tepki vermek, yıllardır hapis tutulan değerli insanlara destek olmak için” giden halkın üzerine sıkılıyor, insanlar yere düşüp baygınlık geçiriyor..

Ceza ve yasak!

Her gösteride veya kargaşada aynı şey.. Hopa ’da öğretmen Metin Lokumcu üzerine sıkılan gazdan zehirlenerek öldü biliyorsunuz. Bu olay üzerine Türk Tabipler Birliği (pardon “Türk” kısmını kullanmayacak mıydık?) araştırma yaptı, sonuç şöyleydi; “Metin Lokumcu kimyasal gazdan akciğer hasarı sonunda hayatını kaybetmiştir.. Gaz kullanımında sorumluluğu olanlar cezalandırılmalı, biber gazı kullanımı yasaklanmalıdır”..

Kim dinler, medeni bir ülkede hemen gereken yapılırdı, burada kimse tınmadı tabii, tam gaz “gaza devam”.. Dün Samsun 19 Mayıs Üniversitesi’nde karşıt görüşlü iki öğrenci grubu arasında çıkan olaylarda yine biber gazı kullanıldı, dersliklerde bulunduğu halde gazdan etkilenen öğrenciler hastaneye kaldırıldı.. Ya aralarında kalp veya akciğer sorunu olanlar varsa? Ya aralarında Metin Lokumcu gibi bünyesi bu gazı kaldıramayacak olanlar varsa? Yine sorumlular arazi mi olacak, korunacaklar mı? Nasıl bir ülke oldu burası?

Söylenemeyen sorun ve çözüm!

Yıllardır “Kürt sorunu” adı altında gizlenen, BDP ve öncesinde aynı çizgideki partilerin PKK terörünü destekleyerek sürdürdükleri politikanın; “yeni bir anayasa ile özerk bölge verilmesi, anayasadan ‘Türk ve Türklük, hatta Türkiye Cumhuriyeti”ni kapsayan maddelerin değiştirilmesi, özerk yönetimin devlet idaresine ortak olması ve Öcalan’ın serbest bırakılması” olduğu artık ortaya çıktı..

Yani “bir türlü söylenemeyen sorun” ve “bir türlü söylenemeyen çözüm” artık biliniyor.. Ama bu çözümü halka kabul ettirmenin de öyle “akil insanlar” ekibiyle filan olmayacağı da daha en başta, üniversitelerde çıkan olaylarla anlaşılıyor..

Akiller gül mü koyacak?

19 Mayıs Üniversitesi’nde olayların nedeni; bir grubun “Türksüz anayasa ve Türksüz Anadolu istemiyoruz” sloganıyla imza kampanyası başlatması, karşıt görüşteki bir grubun ise bunu engellemeye çalışmasıymış.. Böyle olaylar çıktığında akil insanlar ne yapacak? Dicle Üniversitesi ’nde Hizbullah ile PKK yanlıları arasında bıçaklar çekildi, araya girip “bıçakların yerine gül” mü koyacaklar?

Böylesine ciddi bir sorunun çözümü aranacaksa bunu “TBMM’deki tüm partiler ortak şekilde” aramalı, bulmalı, toplumu aydınlatma-anlatma görevi de Hükümet’e ait olmalıydı.. Umalım da bu çatışmalar yayılmasın, iyice şiddete dönüşmesin.. Durdurmak için gaz yetmez zira!

Seçimler yaklaşıyor, hangi TV anlatacak?

Yerel seçimler, referandum, milletvekili seçimleri arka arkaya gelecek.. Ama bakıyorsunuz “siyasi gücün etkisi altına girmemiş, baskılanmamış, konuları özgürce tartışabilecek” tek bir kanal yok. Mevcut kanallarda malum kişiler yıllardır papağan gibi aynı sözleri “sen söyle ben dinleyim, ben söyleyim sen dinle” yöntemiyle tekrarlayıp duruyorlar. Nadiren bir- iki istisna çıkıyorsa o da gecenin yarısından, herkes uyuduktan sonra yayınlanıyor.

Oysa ülke sorunları çok önemli, mesela “başkanlık sistemi” başlı başına haftalar boyu ekranlardan anlatmayı gerektiriyor. İş adamı olmayan veya iktidardan çekinmeyen tek bir babayiğit, bir cesur yürek çıkmayacak mı “bağımsız ve özgür bir kanal” yaratacak?

Medya özgürlüğü bu ülkede tümüyle mi tarihe karışacak, medya üzerindeki siyasi operasyonlar sonsuza kadar mı başarılı olacak, merak ediyor insan. Ne korkuymuş be, helal olsun!

Yazının devamı...

Mustafa Balbay ne zaman çıkar?

Sinema ve dizi oyuncusu Ceyda Düvenci geçenlerde konuşma yaptığı bir toplantıda “Akil insanları arıyorsak asıl akil adamlar Silivri’de.. Gazeteciler, aydınlar, üniversite hocaları var aralarında.. Düşünceleri nedeniyle orada yatıyorlar. Fikirlerin özgürce savunulduğu, basının özgür bir ortamda ve hiçbir müdahale ile karşılaşmadan görevini yaptığı günlerin bir an önce geri gelmesini istiyorum” demiş. Ülke sanatçılarının, aydınlarının çoğunun karnından konuştuğu ve baskılara boyun eğdiği bir ortamda gerçek bir sanatçı tepkisi duymak ne güzel, bravo Ceyda Düvenci’ye.. Ülkenin en iyi yetişmiş insanlarını Silivri’ye tıktılar, 5 yıla yakın zamandır “tıkmalarına neden” arıyor ve bulamıyorlar. Mesela gazeteci-Yazar ve CHP Milletvekili Mustafa Balbay’ın yıllarını çaldılar, hala hayatının geri kalanını da hapiste geçirmesi için uğraşıyorlar, ailesinin, çocuklarının hayatını kararttılar ama “neden”leri yok!

Bir plaket verilmiş Balbay’a.. Birleşik Kamu-İş Konfederasyonu’nun 5’inci yıldönümü dolayısıyla yapılan etkinlikte kendisi bulunamadığı için (MİLLETVEKİLİ HAPİSTE), plaketi kardeşi Suat Balbay almış ve o sırada Mustafa Balbay’ın gönderdiği mesaj okunmuş;

“Silivri’den ne zaman çıkacağımızı bilmiyoruz ama nasıl çıkacağımızı çok iyi biliyoruz” diyor. Okuyunca iki anlam geliyor akla.. Ya “yaşlanana ve konuşamaz, yazamaz hale gelene kadar bizi buradan çıkarmayacaklar” demek istiyor.. Bu değilse “Öcalan bırakılana kadar çıkarmazlar”..

Kul hakkı yemek..

Bence 3’üncü bir durum daha var; bu yapılan eziyet,işkence eğer hukukta çözüm bulamıyorsa “Allah katında” bulacak ve “çözümü Allah gönderecek”tir, ben buna inanıyorum.. Bu kadar büyük bir günah, yüzlerce kulun hakkını yemek, özgürlüğünü, ailesiyle beraberliğini çalmak, o ailelere de hapsettikleriyle birlikte azap çektirmek cezasız kalmaz..

Sanki millet bugüne kadar dinini bilmiyormuş da, öğrenmeleri “bir siyasi parti sayesinde olmuş gibi” devamlı olarak dinden, inançtan söz edenler, laik bir ülkede siyasetle dini karıştıranlar herhalde “kul hakkı yeme”nin anlamını iyi biliyorlardır, bilmiyorlarsa hemen “OKU”sunlar! Silivri olayı, “özel yetkili” azabı, Türkiye tarihinde silinmeyecek bir kara leke olarak kalacak!

Suçluyu bırakırsanız ‘çocuk tecavüzü’ olur tabii!

İçim parçalanarak okudum yine.. Bu kez de Kocaeli Gölcük’te 13 yaşında ilköğretim okulu öğrencisine 29 alçak, 29 ahlaksız tecavüz etmiş.. İçinde zengin ailelere ait kişiler de varmış. Ve 29 kişiden sadece 8’i tutuklanmış.. Geriye kalan 21’ini tutuklamaya gerek görmemişler demek ki.. Neden acaba, ne verildi karşılığında?

Rezillerin kurbanı!

Vatandaş olarak ben böyle düşünürüm, savcısı-hakimi ya görevini kötüye kullanmış veya altında bir şey var. Gazetelerde haber “aynen N.Ç. olayı gibi” şeklinde verildi, tabii aynen olur, eğer N.Ç. olayı ve benzeri durumlarda “toplu tecavüz” sanıklarını serbest bırakırsanız, hem de ailelerinin utanmaz alkışları arasında bırakırsanız başka reziller de alkış ister. Toplumunuz, çocuklarınız o rezillerin kurbanı olur, suçluyu bırakıp “savcıyım-hakimim” diye dolananlar da seyreder. Kaç kez siyasete girmem için teklif yapıldı hatırlamıyorum ama DYP ve ANAP dahil en az dört beş kez olduğunu söyleyebilirim. Sadece Tansu Çiller defalarca “Sayın Mengi izin verin sizi Meclis’e taşıyalım” demiş ve ben de ‘hayır, ben tarafsız bir gazeteci olarak daha iyi hizmet vereceğime inanıyorum’ cevabını vermişimdir. Babamın döneminin saygılı siyaset anlayışı kalmadığını ve o ortamda çalışamayacağımı bilerek.. (Baba memleketim Adana’dan belediye başkanı adayı olmam için de Adanalılar’dan istek gelmiş, çok baskı yapılmıştır..)

Son zamanlarda giderek daha sık şekilde “keşke siz Dışişleri Bakanı olsaydınız, keşke şu-bu bakanı olsaydınız gurur duyardık, mutlaka siyasete girmelisiniz” sözlerini işitiyorum karşılaştığım insanlardan.. Ve kendimi şöyle yakalıyorum; hayır ben Adalet Bakanı olmalıydım, hele bu ortamda; hakim ve savcılar hakkında karar veren “HSYK tamamen Adalet Bakanlığı’nın yönetimine alınmışken” olsam kim bilir neler yapabilirdim.

Neden oradasın?

Mesela çocuk tecavüzlerinde en ağır cezaları vermeyen, “ensest”ten “toplu tecavüzlere” kadar tek bir suçluyu serbest bırakan hakime ‘neden yaptın kardeşim gel ve açıkla bakalım, burası Dingo’nun ahırı mı, medeni bir hukuk devleti mi? Görevini yapamıyorsan neden buradasın anlat’ derdim. Hakim ve savcılara dava açılmasını önleyecek yasanın kaldırılması için mücadele verir, sorgulanmalarını sağlardım.

Silivri’deki hukuksuzluğun bitmesi, adaletin ortaya çıkması için “ne pahasına olursa olsun” gayret gösterirdim.. İşte böyle mırıldanırken veya çevreme konuşurken buluyorum kendimi..

Adalet Bakanı Sadullah Ergin; Atatürk tişörtüyle okula alınmayan öğrenciler için “Gardrop Atatürkçülüğünü kabul etmiyoruz” demiş. Boş versin gardrobu filan, gençlerin idollerini, kahramanlarını göğsünde taşımasının anlamı bu değildir. O yukarda saydığım konularla ilgilensin, asıl görevi budur çünkü! 13 yaşındaki çocuğa tecavüz eden sapıkların tamamı (yaşına da bakılmadan) cezalandırılmalıdır!

(NOT: Sakın siyaseti düşündüğümü sanmayın, hala düşünmüyorum. Keşke benim gibi hisseden bir bakan olsaydı, tek hayalim bu!)

Yazının devamı...

Orhan Gencebay’ı göreve kim çağırdı?

Efendi sanatçıdır Orhan Gencebay, yıllar onun saygılı, nazik, alçak gönüllü tutumunu hiç değiştirmemiştir.. Elbette milyonlarca seveni de var, hepimiz biliyoruz.. Zaten şimdi “akil adamlar” arasına seçilmesinin nedenlerinden biri bu; milyonlarca kişiyi etkileyebilecek olması..

Ama elbette bu “etkileme” eylemini de hangi nedenle yapacağını, aslında işinin ülkede demokrasiyi, insan haklarını, özgürlükleri tümüyle kaldırması büyük olasılık olan “başkanlık rejimi”ni de içine alacak, ABD’nin Ortadoğu projesinde öngördüğü “bağımsız büyük Kürdistan devleti”nin kurulmasını da başlatacak, yeni anayasada milleti ve devleti “ikiye bölecek”, ülke yönetiminde TBMM etkisiz hale getirilirken “bölge yönetimi” adı altında PKK’yı yönetime ortak edecek referandum için halkı ikna etmek olduğunu bilmesi gerekiyor.

PKK açıkladı

Zira PKK bu şartlar sağlanmadığı takdirde “silah bırakma”nın ve “geri çekilme”nin mümkün olmadığını defalarca açıkladı, kendi içlerinde çekişmeleri hala sürüyor.. Kaldı ki şimdilik silah bırakıp, geri çekilmeyi kabul ettiklerini söyleseler bile bu şartlar sağlanmadığı takdirde “geri çekildikleri” Kuzey Irak veya Suriye’den, İran’dan oradaki PKK kollarının desteğiyle daha kalabalık şekilde geri dönmeleri de hiç zor değil..

Etkisi “başkanlık sistemi”yle iyice sıfırlanmış TBMM’nin yanında (muhalefet partilerinin tüm etkisini yok eden, Meclis’teki tüm milletvekillerinin yerine başkanı koyacak bir sistem) ülke yönetmesi kabul edilse de, İspanya veya İngiltere’de olduğu gibi yeni taleplerle, örneğin “tam bağımsız devlet” talebiyle bir süre sonra tekrar başa dönmelerinin hiç zor olmadığı gibi..

Hükümet çağırdı

Başa dönelim; iktidar partisinin ülke meselelerini çözmek üzere Meclis’e girmiş 550 milletvekili acaba “istediklerini gerçekleştirecek referandum” için memleketi dolaşamıyor mu ki, onlar “yeterince akil” sayılmıyor mu ki 63 ekstra ismin “akil” olarak yurdu dolaşması karalaştırıldı?

İşte burada “milyonları daha kolay etkileyecek” isimler ve “biat etmiş” isimler meselesi ortaya çıkıyor.. Orhan Gencebay “Göreve devletimiz çağırdı, biz de icabet ettik” demiş.. Aslında devlet değil “Hükümet çağırdı” demeliydi, hatta isimlere Başbakan karar verdi ama yine de yanlış yapmış sayılmaz. Şu anda TBMM’deki diğer partiler hiç hesaba katılmadığına, yargı da tamamen iktidar partisi yönetiminde, iktidar partisi de “tek kişi anlamında” olduğu için “devlet= Başbakan” durumu mevcut. (Bir de başkanlık sistemi ni düşünün, o zaman demokrasi ne olur?)

Batsın bu dünya!

Gencebay “Eskiden beri barış ve kardeşlikten yana olduğunu, ‘Batsın Bu Dünya’yı mutlu, barış, aydınlık içindeki Türkiye için söylediğini” anlatmış.. Onun içtenliği belli ve zaten bu söylediğini aklı başında her vatandaş gönülden ister. Ama böyle “demokratik ve huzurlu” bir Türkiye için “ayrı devlet” kurulması ve “başkanlık sistemi” şart mı?

Bunların ikisi mi getirecek barışı, aydınlığı Türkiye’ye? Onlar olmadan neden gelemiyor? İyi düşünmek lazım, Orhan Gencebay ve onun gibi romantik şekilde “iyi niyetle” insanları etkileyecek kişiler daha da iyi düşünmeli!

Eşe Ana’ya iyi bakın!

Ülke yöneten ve milletin parasını “dünyanın en zengin 8 ülkesinden biri gibi” harcayan siyasetçiler ve belediyeler bakmalı asıl “Eşe Ana”ya.. Yalnızca kendinin ve ailesinin “daha çok, daha daha çok kazanmasını” düşünen ve ülkesi için küçük parmağını kıpırdatmayan zenginler bakmalı (özveriyle her tür katkıyı yapanlar da var, onlar elbette farklı bir yerde).. Kendini riske atmamak için ülkelerinin geleceğini tehlikeye sokacak her adıma sessiz kalan, kafasını kuma gömenler bakmalı..

Eşe Ana evladını şehit vermiş, tek bir soba ve televizyonun olduğu bir odada yer minderinde oturuyor. Devletin şehit oğlu için verdiği tazminat ve maaşa 15 yıl hiç dokunmadan 250 bin TL biriktirmiş, onu da “okul yaptırmak üzere” devlete bağışlamış. Haberi duyunca “üç beş yılda Karun gibi zengin olan” siyasetçileri, belediye başkanlarını, görevini kötüye kullanan, yetim hakkına bile el uzatmaktan çekinmeyenleri düşündüm. Yer minderinde oturan, azıcık bir kazançla geçinen bu acılı ana onları kendine getirir mi?

Sanmıyorum, ben “Eşe Ana’nın verdiği parayla yapılacak okulun halka duyurulmasını” istiyorum. O da toplanan birçok bağış parası gibi kayıplara karışmasın!

Ülkesine bir de güzel örnek gösterdiği için helal olsun o anaya!

Her partinin kedisi olsa!

CHP’nin kedisi Şero twitter’da yıldız olmuş, mesajlar müthiş.. Okuyunca “keşke her partinin bir değil, birkaç kedisi ve köpeği olsa, belki ülkedeki sahipsiz hayvanlar için de bir şeyler yapmayı, TBMM’ye getirilen ‘katliam yasasını’ kaldırmayı, onun yerine tüm belediyelerin hayvan koruma ve kısırlaştırma çalışması yapmalarını, topluma hayvan sevgisi aşılamayı sağlayabilirlerdi” diye düşündüm.

Çağdaş bir ülkede yapılması gereken budur. Ve tek bir kedi ve köpeğe sahip olmak bile “hayvan sevgisinin nasıl karşılık bulduğunu ve ne rahatlatıcı bir duygu olduğunu” anlatmaya yeter!

Yazının devamı...

Terör örgütü bırakılırken Silivri neyin nesi?

Ne yapmış bu insanlar, kimi öldürmüş, kime saldırmış, “suçlayanların beş yıldır aramalarına rağmen” bir somut iddia bile bulamadıkları hangi büyük suçu işlemiş de bu skandal olaylar yaşanıyor?

Sahte CD’ler, haham iftiraları (hahamın kendisi bile “devlet bana işkence altında yalan söyletti” demişken) ile zindanlara atılmamak için yurt dışına kaçan Ergenekon sanıkları için Türkiye adına “kırmızı bültenle arama ve yakalama” istediler, ülkelerden gelen cevap “uluslar arası terör örgütü listesinde böyle bir örgüt yok” oldu.. Ama hala tutturmuşlar “terör örgütü, terör örgütü” diye, ülkenin milletvekilinden, dünya çapında ünlü cerrahına, gazetecisinden Genelkurmay Başkanı’na , terörle mücadele etmiş askerlerine kadar değerli insanlarına cezaevi mahkumiyeti çektiriyorlar.

Adalet duygusu olan susamaz!

CHP’nin, MHP’nin milletvekilleri var orada, olmasa bile ortada artık hiç kimseden gizlenemeyecek, adalet duygusuna sahip hiçbir vicdanı susturamayacak bir “hukuksuzluk faciası” var. Ülkenin barolarını, baro başkanlarını bile “Silivri’de açıklama yaptıkları için terörist ilan eden, hapis cezası istemiyle yargılayan” bir de yargı..

Bu insanları “hukuka aykırı olduğu için kaldırılan” özel yetkili mahkemelerde yargılamak “adalet” sayılıyor da 15 bin kişinin ve siyasetçilerin bu hukuksuzluğa tepki göstermek için Silivri’ye gitmesi mi “adaletsizlik” sayılacak? Kim demiş, kim diyebilir, dese bile kim dinler-inanır?

Başbakan Erdoğan “CHP Silivri’de yargıya saldırdı, gereken yapılacaktır” demiş.

Herşey ‘Tek el’de!

Başbakan “başkanlık sistemi getirerek TBMM’nin yerine tek başına söz sahibi olmak, hükümetin yerine tek başına söz sahibi olmak” istiyor. Başkanlık sisteminin bir numaralı şartı “siyasi güçten bağımsız bir yargı” olmasına rağmen Türkiye’de yargı geçen referandumdan sonra en başta HSYK’nın Adalet Bakanlığı bünyesinden seçilmesiyle “yüzde yüz iktidara bağımlı” hale getirildi. Bu da “yargıya da tek başına hükmedebileceğini” gösteriyor.

Fotoğraflara bakın bari!

Zaten olanlar hükümet-yargı ilişkilerini ortaya koymakta.. Peki Başbakan’ın “yargıya saldırdı, gereken yapılacaktır” sözü “kendini yargı yerine koymak, etkilemek” değil midir? Acaba gazetelerdeki “Pazartesi günkü Silivri savaşları”nın fotoğraflarına, TV’lerdeki görüntülere hiç mi bakmıyorlar? Orada polisin ve Silivri’ye giden halkın “gaz maskeli” görüntüleri, polisin coplarla, gazla, tazyikli suyla halka saldırması, aralarında yaşlı kadın ve erkeklerin bulunduğu insanların yerlere düşmesi,hırpalanması açıkça görülmüyor mu?

Halkın en doğal hakkı olan “Silivri’deki hukuksuzluğa tepki, haksızlığa uğrayanlara destek” için oraya gitmek istemesini engelleyen, barikatlar kurduran, tüm yolları kapatıp o soğukta insanları 2 km. yol yürümek zorunda bırakan kim? Hala yetmiyor mu haksız yere yıllardır hapiste tutulan insanlarımızın çektiği, daha ne kadar sürecek bu acımasız güç gösterisi?

Ekonomi “her hatayı örtecek ketçap”mış gibi devamlı hukuksuzluklar, yanlışlar onunla dengelenmeye çalışılıyor.

İnanın yaşadıklarımıza ve durumların çaresizliğine bakınca “Allah bu ülkenin yardımcısı olsun” diye dua ediyorum, işimiz Allah’a kaldı çünkü!

NOT: Bu arada son günlerde MHP ’ye oy vermiş olan kimle karşılaşsam “kendi milletvekilleri için bile ses çıkarmadılar, onu yalnız bıraktılar, bir daha oyumu alamazlar” diyor. MHP’ye duyurmuş olayım.



Korku senaryoları!

Başbakan Erdoğan, Ana Muhalefet Partisi için “Çözüm sürecinin nasılını sorgulayarak, korku senaryoları üreterek sürece engel olma mücadelesi veriyor” dedi grup konuşmasında..

Bir muhalefet partisinin, hele de Meclis’in 2’inci büyük partisinin görevi tam da “olayların nasılını sorgulamak, iktidarın hatalı gördüğü adımlarını eleştirmek” değil midir?

Öyledir. Korku senaryolarına gelince.. Başbakan’ın; terör örgütünün Kandil’den sürekli “geri çekilmeyiz, silah bırakmayız, isteklerimiz yerine getirilmezse savaş çıkarırız” sözlerine (her ne kadar gazetelerde açıkça yazılmıyorsa da) hiç takılmayıp, “nasılın sorgulanmasına ve endişelerin dile getirilmesine” takılması çelişki görünüyor.

Bürokratik oligarşi!

Başbakan Erdoğan “başkanlık sistemi bürokratik oligarşinin belini kıracak” dedi. Zaten cumhurbaşkanlığı, medya, yargı dahil tüm güç iktidar partisinin elindeyken, Meclis’i ve hükümeti “tam göstermelik” hale, sistemi de “tek adam” sistemine dönüştürecek başkanlık sisteminin nedeni nasıl oluyor da “bürokratik oligarşi” oluyor anlamak imkansız..

Bu anlaşılmaz sözcükler yerine halka daha net açıklamalar yapılmalıdır.

İşte bu nedenle Türkiye’de “referandumdan, halk oylamasından niye çekiniyorsunuz ki” diyenler haksızdır.

1-Aslında son derece zor anlaşılacak teknik-bilimsel konularda bu cafcaflı laflara kanarak insanların yanlış karar vermesi çok kolaydır. (Ki yargı referandumunda aynen bu olmuştur.)

2-Millet zaten vekillerini her partiden seçip Meclis’e göndermişken Meclis yerine referandumu koymak bir ülkeyi ciddi ve yanlış sonuçlara götürür.

Bürokratik oligarşi açıklanmalı!

Yazının devamı...

Bilmeyen akiller ‘pişmanlar’ olacak!

Bundan sonra “başkanlık” sisteminde artık “muhalefet partileri” tümüyle etkisiz hale gelecek, hatta tamamen ortadan kalkmaktan farksız olacaklar, orada hiç şüphe yok. Sadece onlar değil, hükümetin, yargının (ve elbette o baskı ortamında medya nın tamamının) karar vericisi de tek başına “başkan” olacak.

Okurlarımızdan Korhan Korman yorumunda “Merak ediyorum bu kadar AKP milletvekilinin hepsi mi huzurla uyuyor geceleri” demiş olup biteni kastederek..

Uykusu kaçanlara çözüm!!

Aynı gün, dün AKP “bu kararlar nedeniyle uykusu kaçacak milletvekilleri” için de hemen çözüm (!) üretmiş.. Anayasa oylaması TBMM’de “gizli oy”la yapılmayacak (ki uykusu kaçanların oyu da kaçmasın, ne oy verdikleri izlensin); “açık oylama ve iki tur oylama yerine tek tur”..

Sonra.. Sonra 330 oy “kabule yetmeyeceği” için “referandum”.. Ve üstelik Cumhurbaşkanı “veto” etse bile yine de Hükümet’e “referanduma gitme” yetkisi..

Milli irade ve robot yöntemi

Dün yazım ‘Bu oyunların başrolünde referandum var, unutmayın’ diye bitiyordu, anında doğrulanmış oldu.. Muhalefet partileri karşı çıksa da “milli irade tarafından bu görev için seçilmiş, hatalı kararların önünde durması gereken” bu partiler böylece sistemin dışına itilmiş, referandum “TBMM yerine geçmiş” oluyor.

Peki “milli irade”yi dilinden düşürmeyenler “milli iradenin seçtiği yüzlerce muhalefet vekilini” dışlıyorsa, bunun yanında “kendi partisinin tüm vekillerinin oyunu da ‘açık oylama’ ile baskı altına alıyorsa” demokrasi nerede kalmış oluyor?

Bırakın “başkanlık sistemi”ni, şu anda bile “tek kontrol edici”, kendi milletvekillerini bile açık oya zorlayarak “onları yeniden aday göstermeme” korkusuyla robot haline sokan Hükümet’in başı değil mi? Mevcut durumda cumhurbaşkanı yetkilerinin “gereğinden fazla” olduğunu Cumhurbaşkanı Gül söylemişken bu yetkilerin kat kat fazlasını bir “başkan”a vermek veya bir siyasetçinin bu kadar yetkiyi istemesi olacak şey mi?

Göstermelik TBMM!

Uzun lafa gerek yok; yeni anayasa ile getirilmek istenen sistemde sadece “başkan” ve “referandum” var.. Başkan (her kim olursa) canının istediğini yapacak, göstermelik olarak kalmış TBMM ayağa kalkarsa referanduma gidecek. Yani “referandum-halk oylaması” Meclis’in karşısında Demokles’in kılıcı durumunda.. Buna demokrasi deniyorsa “evrensel demokrasi tarifini” de AKP referandumla değiştirsin o zaman!.. Normal olarak diğer partilerin seçimlere hiç katılmaması daha doğru, AKP ile BDP-PKK birlikte yönetsinler ülkeyi.

Neden BDP’nin başkanlık sistemi için desteği şart? Çünkü hem BDP bu destek karşılığında yeni anayasada “Bölge yönetimi, bölge başkanı” diyerek istediği bölgeyi alıp ülke yönetiminde “TBMM’yle ortak” konuma yükselecek, Öcalan serbest bırakılacak, diğer talepleri yapılacak, hem de..

Kürt aday çıkmayacak

Hem de eğer referandumla başkanlık seçiminde (başka yolu yok zira) Erdoğan’ın karşısına bir Kürt aday çıkarılırsa, “gerekli oyu alması tehlikeye gireceğinden” bu tehlike ortadan kaldırılacak. Aynen “yargı reformu” diye yapılan geçen referandumda “BDP’nin katılmayarak oylarının AKP’ye akmasını sağladığı” gibi..

Seçilen akiller listesindeki isimlerin çoğu asıl görevinin “AKP’ye referandumu kazandıracak şekilde halkı ikna etmek” olduğunu biliyor, çünkü zaten iktidar partisinin propagandacıları gibi çalışan isimler.. Ama geri kalan (ve konu ile sonuçlarını bilmeden ortaya atılan) birkaç isim ki aralarında halkın sevdiği sanatçılar var, bunların “ne yapmakta olduklarını, ellerine verilen bilgilerdeki yanlışları” öğrenmeleri lazım.

TV’ciler nerede?

Mesela önce bu akiller listesine neden “tarafsız siyaset bilimciler ve hukukçular” yerine “iktidarın projesinin reklamını yapacak” kişilerin veya sanatçıların seçildiğini kendilerine sorsunlar. Bu gibi önemli olaylarda kapı kapı gezmek yerine “TV’lerde TARAFSIZ-DÜRÜST bilim adamlarını konuşturarak, onların diğer ülkelerdeki örnekleri anlatmasını sağlayarak” bir anda milyonlarca kişiyi aydınlatacak programcıların veya TV’de eleştiri yapacak tüm isimlerin neden ortadan kaldırıldığını (medya baskısını ve geride kaç haber programı kaldığını) düşünsünler.

Sonra da “başkanlık sisteminin Türkiye’ye neden uymadığını” anlatan (en iyilerden biri Doçent Dr. Ekrem Ali Akartürk’e ait) kitaplar ile “BDP’nin yeni anayasa önerisi”ndeki maddeleri dikkatle okusunlar. Yoksa akil seçildiklerine sevinirken sonunda “pişman” olacaklar.

İnanmazlarsa geçen referandum öncesi “Evet” için çalışıp da hemen sonra yargıda yapılanları görünce pişman olan Demokrat Yargı Derneği Başkanı Hakim Orhan Gazi Ertekin’in yazdığı “Yargı Meselesi Hallolundu-Yargıçların Eşekli Demokrasiyle İmtihanı” kitabını da okuyabilirler..

Bu pişmanlıkların geri dönüşü yok.. Baskılara boyun eğiveren medya grupları da aynı pişmanlığı ilerde paylaşacak!

Yazının devamı...

Bunlar ‘bölünme’ önerisi değilse nedir?

AKP yeni anayasanın başlangıç ve son hükümlerine ilişkin önerilerini TBMM Başkanlığı’na sunmuş. Sonunda TBMM’deki diğer iki büyük parti kabul etmeyince nasılsa “referanduma” gitmeye kararlı olduklarına göre “TBMM Başkanlığı’na sunma”nın ne anlamı var bilinmez.

Bu önerilerde Anayasa’nın “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” denilen ilk 3 maddesi (deneyimli Anayasa hukukçularının “bu Meclis mevcut anayasaya göre seçilmiştir, yeni anayasa yapma yetkisi yoktur” demelerine rağmen) değiştiriliyor. Ve “ilk 3 maddenin değişririlemeyeceğini” anlatan 4’üncü maddeye ise öneride hiç yer verilmemiş.

Muhalefet kalkıyor!

Mesela buna göre önerideki “Türkiye Cumhuriyeti insan haklarına dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” tanımı da ilerde istenirse kolayca değiştirilebilir. Zaten “laik ve hukuk” sözcüklerinin mevcut durumda da bir anlamı kalmadı, kolay olur.

“Türk milleti egemenliğini ‘yetkili organları’ eliyle kullanır” maddesi ise öneride “seçtiği temsilciler aracılığıyla ve ‘halk oylamasıyla’ kullanır” olarak değiştiriliyor. Mevcut anayasada ‘Yetkili organlar’ sözü zaten “TBMM’yi ve hükümeti” yani “seçtiği temsilciler”i anlatıyor.. Bu madde ise; “referandumun devamlı olarak TBMM yerine konmasının ciddi sorunlar yarattığı dünya siyasetinde görülmüş olmasına rağmen” açıkça “muhalefet partilerini halkın temsilcisi ve ülke sorumluluğunun ortağı olmaktan çıkaracak” bir adım..

Hükümet ‘Başkan’dır!

Zaten arkası da gelmiş; Yürütme yetkisi “hükümet” tarafından değil, “başkan tarafından kullanılır” diyor. Muhalefet partileri yerine “halk oylaması”, “hükümet” yerine “başkan” ..

TBMM’nin karar vereceği konular halka sorulacaksa “seçim yapmaya” ne gerek var?

Adı niye demokrasi ki?

Tüm yetki ve maddi-manevi tüm imkanları elinde tutacak parti ömür boyu orada oturacak nasılsa.. Pes yani, demokrasi adına daha beteri olamazdı, devlete niye “demokratik” denecek?

BDP’nin “Öcalan tarafından hazırlandığı” daha önce görülen yeni anayasa önerileri de açıklandı. Kürtçe’nin 2’nci resmi dil olması, terör yerine “savaş” dedikleri; yıllar süren yıkımın zararının devlet tarafından verilmesi, mayınlanan arazilerin düzenlenmesi gibi maddeler yanında “bölünme” de açıkça görülüyor..

Bölge meclisi başkanı!

“Yasama yetkisi TBMM ve bölge meclislerine aittir”.. “Yürütme görevi, cumhurbaşkanı, bakanlar kurulu ve bölge başkanlıkları tarafından yapılır”.. Yani? Çoğul olarak “özerk bölgeler” olacak gibi söylense de aslı “tek bir bölge” için yazılmış.. BDP ve PKK’nın hakimiyetindeki bölge (sınırlarını da söyleseler iyi olur) ülke yönetimine ortak olacak.. “Yürütme” maddesinde “başbakan” sözcüğü yok çünkü “başkanlık sistemine geçilmiş” kabul ederek yazmışlar önerilerini.. AKP “Başkanlık için BDP’nin desteğini” istedi, onlar da yukardaki “özerk bölge ve ülke yönetimi ile resmi dile ortak olma” karşılığında desteği veriyorlar.

Kilit rol; referandum

ABD’nin “Büyük Kürdistan’ı kurmak için” Türkiye üzerindeki oyunu bu ülkeyi de Ortadoğu’nun “karıştırdıkları diğer ülkeler”ine çevirecek, demokrasi de “başkanlık”la kaybedilecek ve çok yazık olacak.. “Referandum” bu oyunların başrolünde, unutmayın!

Obama’nın telaşlı hazırlığı!

Birkaç gün önce İngiliz Financıal Times gazetesi yazarı David Gardner “Yüksek riskli strateji” dediği bu süreç için; “Erdoğan Irak’ın ve Suriye’nin Kürtlerini bir Türk küresine çekmeyi planlıyor... Bu sürecin Ortadoğu için de etkisi büyük... Erdoğan’ın ‘bölge çapında var olan sınırları ortadan kaldırabilecek’ bir Kürt ipliğini çekiyor olabileceğini söylemek abartılı olmaz” diye yazdı.

Beyaz Saray daveti

İyice anlamaya çalışalım ve özellikle de “masanın karşısında oturanlar”ın neler söylediğini hiç dinlemeden veya anlamıyormuş gibi yaparak konuşan-yazanlar, atılan adımların sadece “barış için, toplumun huzuru için ve makul adımlar olduğunu” iddia edenler anlamaya çalışsın; Financıal Times yazarı “ABD’nin Ortadoğu’daki planlarının gerçekleşecek olmasını ve bu projesinde Türkiye’ye verdiği rolü” ve olup bitenin “Ortadoğu’da sınırları ortadan kaldıracağını” daha net nasıl anlatabilirdi?

ABD Başkanı Obama’nın sözcüsü “16 Mayıs’ta Obama’nın Başbakan Erdoğan’ı Beyaz Saray’da bir akşam yemeğinde ağırlayacağını” açıkladı.. Önce Başbakan’a telefon açıp, telefonu Netanyahu’ya vererek onları barıştırması, İsrail’-in bunca zaman “Ne özrü, özür dilememiz söz konusu değil” dedikten sonra birdenbire “Türkiye’den özür dilemeye” karar vermesi, arkadan ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin kısa süre içinde tekrar Türkiye’ye gelmeye karar vermesi ve şimdi de “Beyaz Saray’da Türk Başbakanı ile yemek”.. (Pardon “Türk” tanımını kullandım alışkanlıkla, o yok artık değil mi?)

Bayram değil, seyran değil eniştem bizi niye devamlı öpüyor sormaz mısınız? Bu ABD denilen asla doymaz dev, kendi çıkarları için gözünü kırmadan milyonlarca insanı yok edebilen bencil ve acımasız devlet “bizim iyiliğimiz” için karşılıksız bir şey yapmayacağına göre “tam şu sırada” bu telaşı nedir?

Bir durup düşünelim yahu, tek yapmamız gereken bu!

Yazının devamı...

Yılmaz Erdoğan PKK’yı ikna edebilir mi?

Bu “çözüm süreci, barış süreci” denilen süreçte Türkiye’yi dolaşarak (Türkiye demek serbest miydi, yoksa o da mı sakıncalı) konuşup halkı ikna edecek “akil adamlar-kadınlar” listesi açıklandı.. Aradan birkaç “gerçekten tarafsız gözle ve iyi niyetle, halkın kendisine sevgisinden yararlanarak bir fayda sağlamaya çalışacak” ismi çıkarırsanız geriye kalanların neden “hangi nedenle akil” oldukları belli değil.. Ya da “belli” ..

Ama burada ortaya çıkan en önemli soru işareti daha önce de yazdığım gibi “acaba halkı ikna gayreti”nin bir anlamı var mı? Açalım; halkı ne zaman ikna etmeniz gerekir; ortada “büyük bir sorun” vardır ama artık sonunda “çözülme aşaması” tamamlanmıştır.. “Sorun” denen şeyi çözmek için karşı karşıya gelen taraflar anlaşmıştır ama halkın bu “farklı, kabul edilmesi zor” anlaşmaya alıştırılması, tepkilerinin önlenmesi gerekmektedir (ki eğer işin içinde “oy” meselesi olmasa, bu da yapılmazdı, bugüne kadar en alışılmayacak, en haksız-hukuksuz konularda bile halkın görüşü alınmadan karar verildi).. Bu durumda konuyu “hiç bilmeyen veya sadece propaganda yapacak” kişilerden değil, daha çok “konunun uzmanı, bugünü ve geleceği görebilen” insanlardan bir heyet kurar, gönderirsiniz.

Hangi konu çözüldü?

Merak ediyorum, acaba “iktidarın akil adamları” arasında “PKK ile Hükümet hangi konularda kesin bir anlaşmaya vardı, biz halkı neye ikna edeceğiz” diye soran oldu mu Dolmabahçe toplantısında?

Bu iş öyle “ben de dağa çıkarım, teröristlere ‘yapmayın, etmeyin’ derim” diyenlerin fantezi konuşmalarıyla olacak gibi değil.. Başbakan “terör örgütü silah bırakıp başka ülkeye gitsin” derken onlar önce “yeni anayasada özerk bölge, Öcalan’ın affı, Türk tanımının değişmesi, hatta ‘devletin-milletin bütünlüğü’ tanımının çıkarılması” gibi taleplerin gerçekleşmesini şart koşuyor, bu durumda bile Başbakan’ın isteğinin ve ger “öyle hemen olmayacağını” söylüyorlar.

En büyük iyilik!

Terörün en yoğun olduğu dönemlerde Hakkari Dağ ve Komando Tugayında Tümgeneral olarak görev yapan Osman Pamukoğlu ise “PKK Türkiye’den çekilmez, çekilse bile belli unsurlarını bırakarak gider. Gitmesi de marifet değil, istese bir gecede dönebilir. Şimdiye kadar Kuzey Irak’a giden PKK’yı bulabildiler mi ki şimdi bulacaklar” demiş.. Bütün bu çelişkili verilere rağmen biz yine de “akil adamlar” içinde bazı isimlerin bir şeyler başaracağına inansak.. Mesela dün Ertuğrul Özkök, sanatçı Yılmaz Erdoğan’ın kendisine 7 yıl önce gönderdiği ve “Dizlerimin üzerine çöktüm ve ağlıyorum.. Yalvarıyorum.. Kimin elinde bu kanı durduracak güç varsa ne olur durdur bu işi” diyen duygulu mektubunu tekrar yayımlamıştı. Şimdi Yılmaz Erdoğan’ın elinde o güç için küçük de olsa bir fırsat var; acaba halkı iknadan önce PKK’yı “silah bırakıp teröre son vermek” için ileri sürdüğü şartlarda bir değişiklik yapmaya ikna edebilir mi?

Bu olmadıkça halkı ikna edecek bir neden de olmayacak çünkü.. Ve ben isteklerini tamamı verilmedikçe “PKK’nın iknası” için dirhem şans da görmüyorum!

Kürtler ve PKK!

Kürt vatandaşlarımızın çoğu ile PKK terör örgütünü birlik gibi göstermekten kaçınırım ben.. PKK’nın şehit ettiği kaç askerimiz Kürt evlerden çıkmış, Kürt analar ağlamıştır arkalarından.. İkisi özdeşleşemez..

Bakmayın şimdi o kanlı ve acımasız teröre “kendi içimizden çıkmış insanların isyanı” gibi süslü tanımlar bulma çabalarına.. Madem ki “kendi içimizden çıkmış”, neden Başbakan “silah bırakıp çekip gitsinler bu ülkeden” diyor, onu açıklasınlar.. Madem ki bu ülkede yaşamayacak ve gideceklerdi, PKK neden onlarca yıl, binlerce genç cana kıydı, onu açıklasınlar?

Marşım, bayrağım!

“Analar ağlamasın” denerek başlanan ve “barış” sözünün dilden düşmediği bir süreçte PKK hala neden “50 bin kişiyle savaş çıkarırım” diyerek savaştan ve yine öldürmekten söz ediyor, terör örgütünü meşrulaştıranlar onu açıklasınlar.

Bir okurumuz soruyor; “yapılan anketlerde Kürtlerin yüzde 93’ü ‘İstiklal Marşı benim de marşım, Türk Bayrağı benim de bayrağım, Türkiye Cum-huriyeti benim de devletim’ dediğine göre ‘Kürt sorunu’ diye çırpınanlar ve ülkeyi bölmeye çalışanlar kim?”

Haydi “kendi insanının isyanı” diyen ve olayı tüm Kürtlere mal edenler bir de bunu cevaplasınlar!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.