Şampiy10
Magazin
Gündem

Reyhanlı bile rakip partiye bağlandıysa pes!

Artık “daha neler duyacağız bakalım” safhası geçildi, duyulmayan, duyulması imkansız olan hiçbir şey kalmadı. Rayhanlı patlaması sonrasında Reyhanlı halkı feveran halinde “bu olayı muhalif denilen, gece Türkiye’de konaklayıp gündüz Esad’a karşı savaşmaya gidenler yaptı” diyordu. Hafızalar zayıftır bizde, hatırlayalım; olay yerinde inceleme yapan milletvekilleri; örneğin İstanbul Bağımsız Milletvekili Levent Tüzel ve BDP Milletvekili Ertuğrul Kürkçü “bütün Reyhanlı patlamadan Suriye Hükümetini değil, Özgür Suriye Ordusu denilen muhalifleri sorumlu tutuyor” demişlerdi. Tüzel “Suriye halkının yanında olmakla çetelerin silahlanmasına yardım edip destek vermenin bir tutulamayacağını, Hükümet’in Suriye politikası nedeniyle sorumlu olduğunu” da söylemişti.

Sığınmacı ile muhalif ayrı!

Başbakan Erdoğan “Suriye’den kaçanların Esed zulmünden kaçarak Türkiye’ye sığındığını, bizim kardeşimiz olduklarını” söyledikten sonra “muhaliflerin yakında Esad’ı indireceklerini umduğunu” da belirtmiş. Esad’ın indirilmesinin çok kolay olmayacağını ABD ziyaretinde anlamış olmalı ama bu sözler Türk Hükümetinin yalnız da kalsa “muhaliflere destek” vermeye devam edeceğini anlatıyor.

Reyhanlı’da saldırıyı diyelim ki (son zamanlarda ekranda da sık sık tekrarlanıyor) muhalifler değil Esad yaptırdı. Böyle bile olsa yine saldırıda “Türkiye’nin baştan beri diğer ülkelerin yapmadığını yaparak, açıktan açığa öne atlayıp muhalifleri korumasına alarak, silahlandırıp savaşmaya göndererek” izlediği yanlış politikanın rolü yok mu? Buna nispet ve tehdit olarak yapması en büyük ihtimal değil mi?

Bitmez belgeler!

Sırf buna kızıp “siz benim iç işlerime karışırsanız, ben de PKK’ya destek veriririm” diyen Esad Suriye’nin Kuzey illerini de PKK’ya bırakmadı mı? Şimdi tablo buyken, Reyhanlı saldırısından sonra konuyla ilgili konuşmadan ABD’ye uçan Başbakan’ın tepkiler sakinleşir sakinleşmez her olayda yaptığı gibi bu saldırıyı da CHP’yle ilişkilendirmeye çalışması, “Reyhanlı’daki saldırıyı yapanlar CHP heyetini Esad’a götürenlerdir” demesi gerçekten inanılmaz bir durum. Ne söylenirse söylensin “sorumluluk” Türkiye’yi kendisiyle tamamen ilgisiz bir savaşa itenlerindir. Mantıkla ilgili tüm yollar bu kapıya çıkıyor!

Kardeşlerin birlikteliği bu mu?

Haberlere göre Güneydoğu’da üzerinde “Kürdistan” yazan tişörtler satılmaya başlanmış. Kürt sorunu adı verilen terör sorununun çözümü bu mu acaba? “Ayırımcılık olmasın, Kürtlerin varlığı kabul edilsin, ana dilde eğitim olsun” sözlerinin aslında varmak istediği nokta ayrı bir devlet mi? BDP’nin, Öcalan’ın açıklamalarından böyle olduğu seziliyordu ama demek ki artık açıkça ortaya konmaya başladı. Demek ki “çözüm süreci” denilen sürecin asıl adı bu. Peki kendini “tüm Kürt vatandaşların temsilcisi” sayan BDP’liler Yaşar Kemal’in dün gazetelerde yer alan “Bir Kürt olarak hiç kötülük görmedim, tam aksine ‘burada cennette büyüdüm’, Türkiye benim köyüm gibi olsun” diyen Yaşar Kemal’i duymuyorlar mı?

Kardeşlerin birlikteliği neden aynı ülkede, aynı haklara sahip olarak birlikte yaşamak olamıyor da “Kürdistan’ın kurulması”na bağlı oluyor? Artık bunu dürüstçe anlatmalarının zamanı geldi değil mi?



HAYTAP ve sokak hayvanları!

Biliyorsunuz HAYTAP Hayvan Hakları Federasyonu her yıl “sokak hayvanlarına ait güzel fotoğraflar”dan oluşan bir takvim çıkarıyor ve hayvanseverler de keyifle kullanıyor. Bu takvimlerden elde edilen gelir de yine sahipsiz hayvanların korunması ve bakımı için kullanılıyor. 2012’de yaklaşık 15 bin takvim satılmış ve 56 bin TL gelir elde edilmiş. Önümüzdeki günlerde bu gelirin nelere harcandığı HAYTAP web sitesinde açıklanacakmış. Bu takvimlerde kullanılacak fotoğraflar bir jüri tarafından inceleniyor ve ilk 13’e girenler bir sonraki yılın takviminde yer alıyor, Koza Yönetim tarafından verilen ödülü de alıyor..

Jüride ben de varım

Bu yıl aralarında fotoğraf sanatçısı Mehmet Turgut, Koza Yönetim Genel Müdürü Levent Alatlı, İFSAK Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Serkan Turaç, Haytap Yönetim Kurulu Başkanı Avukat Ahmet Kemal Şenpolat’ın da bulunduğu bir seçici kurul fotoğraf seçimini yapacakmış. Benim de jüride yer almam teklif edildi, hiç düşünmeden kabul ettim.. Göstermelik dernekler filan kurmadım ama “sokak hayvanlarına yardım sağlayacak her girişimde” büyük bir mutlulukla yer alırım, elimdeki imkanları her şekilde onlar için kullanırım.

Sevgisiz insanlar

Çoğunuzun bildiği gibi sahipsiz hayvanlar için bahçemde özel bir barınağım var ve hiç zamanım olmamasına rağmen bulabildiğim her saati sadece kendi barınağımda değil, ulaşabildiğim tüm noktalardaki “sokak hayvanlarının bakımı ve kısırlaştırmasına” ayırıyorum. Çevremdeki sokaklarda aç-susuz hayvana rastlayamazsınız.. Bahçeme, evimin önüne koyduğum mamalardan tüm sokak hayvanları yararlanabiliyor..

Keşke her vatandaş çevresindeki hayvanların da yaşam hakkını biraz düşünseydi, oysa tam aksine sözüm ona temizliği bahane ederek “yardım edenleri engellemeye çalışmayı görev bilen, hatta hayvanları yok etmeye çalışan sevgisiz ve benciller” çoğunlukta maalesef.

Değerli okurlarım, siz de HAYTAP’a destek verin, alacağınız takvimlerden kazanılacak gelir daha önceki yıllarda olduğu gibi tümüyle sahipsiz hayvanlar için harcanacak. Çorbada sizin de tuzunuz bulunsun!

Yazının devamı...

‘Herkesin başkanı’ olmak!

Müthiş bir film izledim Pazar akşamı, “Kod Adı; Olympus”.. Kuzey Koreli bir terörist grubun Beyaz Saray’a saldırarak ABD Başkanı’nı rehin almalarını ve Başkan’la küçük oğlunun “eski koruması” tarafından kurtarılışını anlatan bir film.

Son derece acımasız terör eylemlerinin gösterildiği (benim de birçok sahnede gözlerimi ve kulaklarımı kapattığım) filmde Koreli terörist başı “ABD’nin tüm ülkelere müdahale ettiğini, kendi siyasetini dayatarak toplumlara acı çektirdiğini” kaçırdıkları Başkan’a söylüyor ki olayın asıl nedeni “ABD’ye yapılacak nükleer füze saldırılarını durdurmak için kurulmuş bir sistemin şifrelerini ele geçirmek” olmasına rağmen sadece bu noktada haklı olduklarını düşünüyor insan. İzlerken “ABD bu filme bile izin vermiş” diye de düşünüyorsunuz, benzeri bizde yapılsa büyük olay çıkar, yasaklanırdı hemen.

Önemli olan ülke, toplum!

Dikkatimi çeken noktalardan biri ABD Başkanı’nın halka mesajlarının, TV konuşmalarının hep “Tanrı hepinizi korusun, Tanrı Amerika Birleşik Devletlerini kutsasın” diye bitmesi.. Gerçekten de ABD başkanları konuşmalarını genelde böyle bitiriyor, yani onlar geçici ama asıl önemli olan “ABD’nin gücünü ve varlığını sürdürebilmesi”. Hemen karşılaştırma yapıyor ve bizde ülke yönetenler için her şeyden önce “kendi güç ve varlıklarını sürdürebilme, her şeyi, her konuşmayı da buna göre ayarlama”nın önemli olduğunu hatırlıyorsunuz. Gelenin bir daha gitmemek hayaliyle geldiğini ve bunun için çalıştığını. Yalnızca “kendisine oy veren ve destekleyenleri halk olarak görüp onlara hizmet” anlayışı olduğunu da..

İmkanı olanlar bu filmi izlesinler, aynı duyguları yaşayacaklarını sanıyorum.

(NOT : Bu arada, ABD Boston’da 3 kişinin öldüğü saldırı sonrası ve hatta Oklahoma’daki hortum felaketinde ölenler için (teşekkürler Selçuk Tınaz) Obama yas ilan ettirdi. Bizde neden Reyhanlı’da hayatını kaybeden insanlarımız için yas ilan edilmedi, hiç değilse TV’lerin üç beş gün eğlence programı yapmaması sağlanmadı sorabilir miyiz? Olay gecesi bile ekranlarda kahkahalar vardı.)

CHP İstanbul’u istiyorsa..

Yıllar oldu, geçen seçim öncesinde de defalarca yazdım, karşılaştığımız basın toplantılarında Kemal Kılıçdaroğlu’nun kendisine de birçok kez sordum; Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’ün CHP’ye geçmesi, bunun için parti yönetiminin açıkça girişimde bulunması gerektiğini, bu konuda neden bir adım atılmadığını.. “Halkın talebi”nin de bu olduğunu.. Nihayet son haberlere göre Sarıgül’ün Eylül ayında CHP’ye geçeceği, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na adaylığının daha netlik kazandığı anlaşılıyor.

Alternatifi yok

İddialara göre Kılıçdaroğlu ve Sarıgül bu konuyu konuşmuşlar ve Eylül ayında adaylık açıklanacakmış. CHP “İstanbul’u istiyoruz” diyor. Eğer samimi olarak istiyorlarsa Mustafa Sarıgül’den daha iyi bir seçim olamaz, aslına bakarsanız İstanbul için onun “bir başka alternatifi” bulmak çok zordur.

Bu nedenle Gürsel Tekin’in kendisine Sarıgül konusu sorulduğunda “CHP yakıtı bitenin yakıt alacağı bir ikmal istasyonu değil” benzeri bir tepki göstermesi gereksiz olduğu kadar anlamsızdır, İstanbul için tartışılamayacak ismin Sarıgül olduğunu şüphesiz kendisi de bilmektedir.

Tek tenkit noktası!

Benim Sarıgül ve Şişli Belediyesi’ni eleştirdiğim tek bir konu oldu bugüne kadar; o da insanlara, vatandaşlara yardım ve hizmeti hakkıyla yapmak için hiçbir gayretten kaçınmayan bir belediyenin “hayvan hakları, onların korunması” konusunda aynı gayreti göstermemesi, hatta (bünyesindeki bir veteriner hekimin yanlış kararları ve hayvan düşmanı birkaç ailenin zorlamasıyla) bazı ciddi hatalar yapmış olmasıydı.

Kendisi dışındaki ilçelerde bile insanların zor gününde yanında olabilen, ellerini tutabilen Sarıgül “sokak hayvanlarının korunması için” de daha çok gayret gösterebilirdi ki gelecekte bu hatayı da telafi edip “sokak hayvanlarının özenle yakalanıp kısırlaştırılarak kontrolsüz çoğalmalarının önüne geçilmesi, mevcut hayvanların (hatta Kurban Bayramlarındaki kesimler, Adalar’daki atların, yük hayvanlarının insafsızca kullanımı da dahil) şiddet görmesinin önlenmesi konusunu İstanbul’dan başlayıp Türkiye’ye yayarak yine onun başaracağını ummaya devam ediyorum. Acımasızca ormanlara atılan, yaralanan, açlığa-susuzluğa terk edilen sahipsiz köpekler konusunda gösterdiği ilgi, sokak hayvanları için Şişli Belediyesi’ne yaptırdığı ve sokaklara dağıttığı su kapları bunun işareti sayılabilir.

Güvenli seçim şart!

Şişli Belediye Başkanı bu tek sorun dışında her konuda kusursuz hareket etmiştir ve bu da ona sadece kendi ilçesinde değil, diğer ilçelerde hatta Türkiye’nin her köşesinde gösterilen güven ve sevgiyle ortadadır.

Mustafa Sarıgül CHP’nin İstanbul adayı olursa ve “oyların daha sonra çöplerden toplanmamasını, kutular halinde değiştirilmemesini” sağlayacak güvenli bir seçim yapılırsa bileğinin kolay kolay büküleceğine inanmıyorum ben. Hakkıyla, yıllardır verdiği emeğin, bir siyasetçide olması gereken ama artık sık rastlanmayan “vatandaşa saygının, sevginin, nezaketin” karşılığı olarak seçilecektir, hiç şüphe yok!

Yazının devamı...

Sadece ‘laik Türkler’ tepkili değil!

ABD’nin dünya çapında okunan etkili gazetesi Wall Street Journal “Türkiye’de içki satışının kısıtlanması ve reklamlarına yasak getirilmesi” konusunu işlemiş. “Türkiye’nin içki tüketiminde 35 OECD ülkesi arasında sonuncu olduğunu, ailelerin sadece yüzde 4.8’inin içki tükettiğini” yazdıktan sonra THY’deki muhafazakar kıyafet ve kırmızı ruj yasağına da dikkat çekerek “Hükümet’in fazla tartışılmadan yasal düzenlemeleri gerçekleştirme eğilimi var” demiş.

Aynı yazıda Hükümetin olumlu adımları da vurgulandıktan sonra demokrasiyle ilgili sorunlar nedeniyle “Başbakan Erdoğan’ın politikalarına desteğin son yıllarda daraldığı, bununla birlikte ‘parçalanmış ve etkisiz muhalefetin Hükümet üzerindeki sınırlayıcı unsurları azalttığı” belirtilmiş. ABD “Başkanlık sistemi”ni desteklerse asıl o zaman Wall Street Journal “sınırlayıcı unsurlar”ın nasıl tümüyle yok olduğunu eleştirmek zorunda kalacak ama geç olacak.

Mesele insan hakları..

“Parçalanmış ve etkisiz muhalefet” meselesini halkın tepkisi olarak birkaç gün önce yazdım biliyorsunuz, “seçimde tüm muhalefet partileri birleşsinler” isteği sıkça duyuluyor ama hepsinin burnu havada, yine yapmayacakları, oylarında artış varsa mutlu olup kenara çekilecekleri malum. Ama şu içki yasağı konusunda iki önemli nokta var.

Birincisi; aslında bu yalnızca “laik ülkede böyle din kurallarına göre yasa, yasak olmaz” meselesi değil. Bir “insan haklarına, yaşamına müdahale” meselesi.. İçki konusundan önce “halkın izlediği TV programlarına, evli çiftlerin 3 çocuktan az çocuk yapmasına, kırmızı ruja” kadar nelere karışıldı.Restoranların açık alanlarında içki yasağı, bira reklamının bile yasağından sonra kim bilir sıra neye gelecek, belki de “evlerde-restoranlarda içki tüketimi”nin kontrolüne..

Gençliğe haksızlık!

Ve sanki bu memlekette gençlik “devamlı alkollü, kafası kıyak” geziyormuş, Türkiye “örnek verdikleri” İsveç veya birkaç Avrupa ülkesi ile kıyaslanabilirmiş gibi bir de gençliğe haksızlık var ortada.. Eğer mesele “gençleri, çocukları korumak” ise çok pardon içkiden önce şu “AİLE İÇİ VE DIŞINDA çocuk ve genç kadın tecavüzlerine ağır ceza verilmesi, suçluların serbest bırakılmaması” gündeme alınmalı değil miydi? Bu konu bir “mahvolan hayatlar”, bir “vahşet” konusu dur ama yıllardır, TBMM önünde gösteriler yapılmasına rağmen hiç ağza alınmadı. Hükümet önce bu garip çelişkiyi açıklarsa çok iyi olacak!



‘İYİ’ olun o zaman!

CHP Grup Başkanvekili Muharrem İnce Washington’da bir toplantıda yaptığı konuşmada “AKP iyi olduğu için orada değil, biz kötü olduğumuz için orada” demiş. Bir siyasetçi, partisinin “Grup Başkanvekili” ise konuşmalarında söylediği sözleri de bir anlamda “partisinin görüşü” olarak söylüyor demektir (aynen bir ‘başbakan’ın da ülkeyi temsilen konuştuğu gibi). Bunu düşünmesi gerekir, aksi takdirde “kendi partisini yıpratmaya çalıştığı” anlaşılır.

Bu ilk akla gelen.. Biraz daha düşündüğünüzde bu sözü “ayıplama duygusu” geliyor. Nedir yani, bu mazeret midir, sempati yaratma amaçlı mıdır veya gerçekçilik mi sayılmalıdır? Bunca zamandır ülkenin “ana muhalefet partisi” siniz, çoğunuz devamlı kazan kaynatıp, kendi parti yönetiminize karşı çıkıp durdunuz. Hala “seçim hilelerini önlemek” veya “ön seçim, dar bölge sistemi” getirilmesi gibi konulara kafa yoracağınıza şimdi de çıkıp “biz kötü olduğumuz için oradalar” diyorsunuz.

“İYİ” olun o zaman.. Elinizi tutan kim? Laf yetiştireceğim veya gündemde kalacağım diye ağzından peynir düşüren karga misali (AKP’de de var bu masala uyanlar) devamlı konuşup duracağınıza çalışın, bu millet anlamsız çıkışlardan, kaynayan kazanlardan bıktı artık!



Mehter Marşı yerine..

Manisa Kültür- Sanat Festivali açılışında 10’uncu Yıl Marşı çalınmış, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç “Mehter Marşı ile başlasa daha anlamlı olurdu... Şimdilik görmezden gelelim” demiş..

“Şimdilik” .. Bu mesajla “bir daha çalınamayacağı” , çalınırsa kim bilir ne ceza verileceği açıkça ortada yani.. Millet “ağır savaştan çıkmış” ülkede, o savaştan başlayarak “büyük kumandan” larının önderliğinde Cumhuriyet başta olmak üzere nasıl bir başarıya imza atıldığını anlatan bu gurur verici marşı da söylemekten çekinecek.

Bülent Arınç her şeyden önce iyi eğitimli bir insan, bir hukukçu olarak bir açılışta söylediği bu sözlerin “anlamlı” olup olmadığını kendisi düşünmeli. 10’uncu Yıl Marşı’ndan sonra Mehter Marşını da istiyorsa bunu söylemeli, 10’uncu Yıl Marşı’nı da “istenmeyen” ilan etmek hiç hoş değil!

Yazının devamı...

Cumhurbaşkanı Gül kimden söz ediyor?

Uluslararası İnsan Hakları Kongresi ’nde konuşmuş Cumhurbaşkanı Gül ama maalesef hep geçen seferlerde olduğu gibi “yarım kalmış” havasında konuşmaları , keşke tamamlasa.. Mesela “Kürt meselesinde cesur çalışmalar yapıldığını, Türkiye’nin kararlılıkla bu meseleyi çözeceğini” söylemiş. Terör sorununun çözülmesini terörün bitirilmesini onlarca yıldır bekliyoruz ama nasıl çözüleceği de çok önemli değil mi?

Son günlerde PKK ’nın ve BDP ’nin bu süreçle ilgili konuşmamaya dikkat ettiğine bakılırsa (her ne kadar anayasa hukukçuları bu hükümetin, bu meclisin yeni anayasa yapma yetkisi olmadığını söylüyorsa da) yapılacak “yeni anayasada PKK’nın talepleri karşılanana kadar” seslerini yükseltmemeleri için karar alınmış gibi..

Oldu, bitti..

Türkiye’de artık en önemli konularda kararlar “topluma net şekilde açıklanmadan, onların konuyu iyice anlamalarına fırsat verilmeden” alınıyor. Bu sessizlik uzun süre korunduğu takdirde Kürt sorunu denilen “özerk bölge” meselesi “belediyeler bölgelere ayrılıyor ve hepsine o bölgeyle ilgili her konuda tam yetki veriliyor” denerek ve yine tepeden inme şekilde halledilecek. Öcalan serbest bırakılmadan halledilmeyeceği de zaten belli olduğuna göre o konudaki karar da bitmiş olmalı.. İyi de toplum ne zaman duyacak? Referandum ve seçim öncesinde “oldu-bitti” şeklinde mi? Keşke devletin zirvesinde bulunanlar konuşmalarında bu konuyu yuvarlak cümleler yerine açıkça anlatsalar da “milli irade” biraz öğrense neler olduğunu.

Başı dik gezmek!

Öğrenmeyince, anlamadan verilen oyların da “irade” ile filan alakası olmuyor, “futbol takımı tutar gibi” parti tutarak, seçim öncesi verilen hediye paketlerine, TOKİ sanki devlete değil de bir partiye aitmiş gibi onun ucuza sattığı evlere, partilerin “ben senden dindarım” yarışlarına ya da “hakarette kim daha ileri” yarışlarına bakarak sonuç alınıyor.

Cumhurbaşkanı Gül , konuşmasının çok beğendiğim kısmında “Vicdan sahibi hiçbir siyasetçi, ülkesinde yaygın insan hakları ihlalleri yaşanırken başı dik gezemez” diyor. “Türkiye’nin bu konuda eksikleri olduğunu, uzun yıllar insan hakları derneklerinin eleştirilerine maruz kaldığını” hatırlatıyor. Yine de “en gelişmiş demokratik ülkelerde de eleştirilecek hususlar olduğunu” ekliyor.

Bunlar (son cümle hariç) doğru ama sonuçta Cumhurbaşkanı’nın konuşmasından “Türkiye’yi yöneten iktidarın üyeleri ‘başı dik’ gezebiliyor mu, gezemiyor mu”, onları “vicdan sahibi” sayıyor mu, saymıyor mu bunlar yine karanlıkta kalmış, anlaşılmıyor.

İpuçları..

Anlamak için iki veriye bakmak yeterli aslında, Gül bunları verse çok daha net olurdu. İnsan hakları ve özgürlükleri izleme örgütü “Freedom House” yani “Özgürlük Evi” nin dünya ülkeleri araştırmasında Türkiye “yarı özgür ülke” sayılıyor, bu ne demek? Demokratik seçim sistemine sahip olmasına rağmen demokratik değil.. Baskılar özgürlüğün yarısını götürmüş.

Bir toplumda düşünce ve ifade özgürlüğünün en açık göstergesi olan basın özgürlüğünde Türkiye 178 ülke arasında “son 40” ın içinde.. Altında “Etiyopya” var. Eh, bunlara bir de cezaevine atılmış yüzlerce siyasi tutuklu ve hükümlünün, gazetecilerin, rektörlerin, bilim adamlarının, yaşlı başlı insanların “sahte deliller ve bin çeşit hukuksuzlukla, bilirkişi raporları göz ardı edilerek” yıllardır çektiği aile boyu işkenceleri ekleyin.

“En gelişmiş ülkeler” de Türkiye’de yaşananların onda biri bile olabilir mi hep beraber düşünelim!

Türkçe konuşsak?

Bizim ülkede büyük reklamlarla “Türkçe Olimpiyatları” yapılıyor, birçok ülkeden gençler, çocuklar bu nedenle Türkiye’ye geliyor. TV’lerde onlara ezberletilen Türkçe sözleri, özdeyişleri filan dinliyoruz.

Öte yanda bir “Arapça, Osmanlıca” merakı aldı başını gitti. Bu gidişle baştakilerin söylediklerini anlamak için sözlüklerle gezmek ya da ders almak gerekecek. Cumhurbaşkanı Gül aynı konuşmada “insan eşref-ül mahlukattır” diyor, arkasından Türkçe açıklamasını yapıyor.

Başbakan aynı gün içki yasağından söz ederken “şaribül leyli ven Nehar” diyor, gazeteler tercümesini yazmak zorunda kalıyor. Obama’ya bile Arapça hat hediye ediliyor. Bu yazının son cümlesini yazmayacağım, siz olsanız nasıl bitirirdiniz?

Yazının devamı...

Su ve ayran da tehlikeli!

Bu ülke “eğer o da değiştirilip kaldırılmazsa” anayasasına göre “laik-demokratik” bir ülke.. Yani ne demek; öncelikle vatandaşların yediğine, içtiğine devlet karışamaz. Bu ülkede her din ve inançtan insan “çağdaş ölçülerde” demokratik haklarına sonuna kadar sahip olarak yaşar ve ülke “din kurallarına göre” değil, diğer demokratik ülkelerde olduğu gibi medeni yasalarla idare edilir.

Tıksırana kadar..

Şimdi içkiyle ilgili yasaklar, kısıtlamalar, bira dahil hepsinin TV reklamlarının bile yasaklanması, restoranların açık kısımlarında-bahçelerinde dışarıdan görülecek şekilde içki satışı yapılmaması gündeme sokuldu. Bu konuda “içki içmeyenler” de sesini çıkaramıyor çünkü hemen arkasından “alkolik” damgası yiyeceğini veya “Boğaz’a karşı oturup aksırıncaya-tıksırıncaya kadar içiyorlar” benzeri bir azarla aşağılanacağını ve tabii büyük ihtimalle mimleneceğini, işinin gücünün bile tehlikeye gireceğini biliyor.

O kadar “ileri demokrasi” deyiz ki insanların “TV’de hangi programları, hangi dizileri izleyeceği”nden başlayarak” yorgun bir günün ardından bir restoranda oturduğunda ne içeceği bile devlet-hükümet tarafından kararlaştırılıyor. Son yıllarda zaten Türkiye’nin birçok ilinde içki yasaklarının devreye sokulduğu bilinmekteydi artık resmen tüm illerde “gece içki satışı” yasaklanıyor.

İran mı olduk yoksa?

Yetişkin insanların ne içeceğine kimse karışamaz. Dini açıdan da insanların herhangi bir konuda “kendi günahlarının sorumluluğunu” taşımasına kimse karışamaz. Bu yasakların benzeri ancak radikal dinci yönetimlere sahip İran, Suudi Arabistan, Malezya gibi ülkelerde görülebilir, medeni demokrasiye sahip hiçbir ülkede “gençlerin alkol almasını önleme” bahanesiyle restoranların bahçesinde içki içilemez, satılamaz, nargile de içilemez, bira reklamı bile yapılamaz benzeri yasaklar görülmemiştir. Gençlerin alkol almasını istemeyen bir yönetim (ki Batı ülkelerinde böyledir) gece satış yapan dükkanlara “18 yaş altına içki satışı yapılamaz” kuralı ile birlikte sıkı denetim getirir. O dükkanların çevresinde kontrol yapar ama satışı yasaklamaz.

Bakan da tepki göstermiş!

Bu yasak duyulur duyulmaz sosyal medyada tepkiler hızla artmış. AKP Hükümetinin eski Kültür Bakanı Ertuğrul Günay da “Başkasının yediğine, içtiğine karışmak kolay. Marifet insanın kendisini haramdan, haksızlıktan sakınması. Hayırlı Cuma’lar” diye yazmış. Eğer “haram” söz konusu ise insanın kendisinin düşünmesi gerektiğini söyleyerek Hükümet’in bu baskısına karşı çıktığı görülüyor.

“Haksızlıktan sakınma” ile de kimbilir hangi haksızlıkları kastetmiş. Metin Uca’nın yazdığı da ilgi çekici; “Sorun, Reyhanlı’yı alkol yasağı ile unutturmaya çalışmak değil, senin oy verirken ne Reyhanlı’yı ne de alkol yasağını unutmaman” diyor. Gerçekten de daha bir olayın şokunu yaşarken arkasından onu gündemden düşürecek başka bir şokun gelmesi Türkiye’de adeta alışkanlık haline geldi.

Eğer bu alkol yasakları devam edecekse bence “AYRAN VE SU”yu da yasaklamaları lazım. Zira su karışınca ayran rengine gelen rakıyı ayran bardağında veya şişesinde, votka-cin-martini gibi renksiz içkileri su bardağı nda veya şişesi nde rahatça içmek mümkündür. Vatandaşlarını “yalana, sahtekarlığa” yönelten devlet işte bu olsa gerek. Su ile (milli içkimiz olduğu iddia edilen) ayran da yasaklanmalı! AKP, MHP ve içki yasaklarını, arkasından gelecek daha nice yasakları destekleyenler acilen tartışmaya başlasınlar bence!

‘Başkanlık sistemi’ne nasıl karar verecekler?

Vatandaşlar ne yiyip içeceğine karar veremiyor. TV’de ne izleyeceğine, hangi diziyi- programı, hangi haberleri sevmesi gerektiğine de karar veremiyor. Bu kararları onların yerine Hükümet veriyor. Ama daha önce de yazdığım gibi geçen referandumdaki “ancak UZMAN hukukçuların anlayabileceği” , tüm yargıyı, yüksek mahkemelerin yapısını bile değiştirecek, Batı demokrasilerinde görülmeyen bir sistem getirecek, HSYK’yı tamamen siyasi yönetimin elinde tutacak oylamaları yapması ondan isteniyor. Gelecek referandumda da “başkanlık sistemi” gibi Türkiye’de mevcut siyasi ve hukuki yapıyla asla bağdaşmayan, “TBMM’yi feshetme” yetkisi dahil olmayacak yetkileri başkana verecek ve bu yapıldığı takdirde ülkeyi baskının daha alalarına götürecek bir sistem halkın oylamasına bırakılacak.

Herkes “hukukçu” mu, hayır. Herkes “siyaset bilimci” mi, hayır. Herkes “en azından eğitimli” mi, hayır. “Konuyu hiç anlamayan milyonlarca insan” bu ülkede seçmen mi? Evet. Ee, içkisine bile karar veremeyen, bu hakka da sahip olmayan halka bunu neden ve nasıl yapıyorsunuz o zaman?



Hayvan düşmanları her yerde!

Üç gün önce ‘bahar gelince sokak hayvanlarını, yeni doğmuş bebekler dahil yok eden siteler’ olduğundan söz etmiş, Beykoz’da bir sitede yapılanları, özellikle bir evin kapan kurup hayvanları yakalayarak yok etmesini ve HAYTAP’ın bu konudaki yeni kampanyasını anlatmaya başlamıştım. Türkiye’nin her köşesinden telefon ve mektup yağdı, “Biz de aynı durumdan muzdaribiz, bu sitenin adını verin sosyal medyada paylaşalım” diyen mektuplar geldi. Maalesef aynı vahşetin bazı başka sitelerde de sürdüğü anlaşılıyor. Söz konusu siteden gelen tepkiler de yazdıklarımın ne kadar doğru olduğunu ve yıllardır sitede oturan tüm hayvan sever ailelerin büyük üzüntü ve sıkıntılar yaşadığını, bazı hayvan düşmanı evleri mutlu etmek için site yönetiminin bu konuda büyük yanlışlar yaptığını, daha doğrusu suç işlediğini anlatıyor. Bu konuya devam edecek, gerektiğinde sitenin adını ben de açıklayacağım. HAYTAP kampanyasının yayılarak sürmesi gerekiyor.

Yazının devamı...

Halktan muhalefet partilerine..

Son günlerde, hele de “2014’te 3 seçim olabilir” açıklamasından sonra en çok şu talebi duyuyorum karşılaştığım insanlardan; “Muhalefet partileri tüm küçük partileri de toplayarak seçim ittifakı yapsın, madem ki karşılarında AKP-BDP gibi anlaşmış iki parti var, onlar da anlaşsın. Tamamen zıt görüşte olsalar bile durum bunu gerektiriyor”..

Bu iki partinin de “aman diğeriyle birlik görünmeyelim” gayretinde olduğu bilindiği için bana uzak ihtimal gibi geliyor ama yine de büyük kitlelerin hayali gibi görünen bu talebi duyurmak istedim.

Halkın sevdiği ve oy getirme ihtimali olan isimlerin ve tabii ki “Mustafa Sarıgül’ün CHP’ye davet edilmesi” konusu da önemli. CHP bir seçime daha bunu yapmadan giremez, bu da halkın talebi unutmasınlar!

Seçime hazırlık için anamuhalefet partisi halkla iletişime geçmeye başlamış, bundan da önce “Seçim hilelerini önleme” çalışması yapsalar daha da iyi olur. Secim yaklaşıyor denmesine rağmen bu konuda neden hiçbir haber duyulmuyor anlaşılır gibi değil!

BDP başkanlık desteğinden vazgeçti!

BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş kısa süre önce “AKP başkanlık sistemi dayatmasını Türkiye’nin, Komisyon’un gündemine taşımaktan vazgeçmeli” dedi. BDP daha önce “başkanlık sistemine destek verebileceklerini” açıklamış, hatta bu sistemi milletvekilleriyle övme girişiminde bulunmuşlardı.

Acaba ne oldu, neyi anladılar da vazgeçtiler, keşke onu da açıklasaydı!

Bir de 1982’den bu yana yarısından çoğu TBMM tarafından değiştirilmiş olan Anayasa için “darbe anayasası, sivil anayasayla değişsin diyoruz, CHP ve MHP karşı çıkıyor” söylemi iktidar partisi ve BDP tarafından çok tekrarlanıyor. İyi de “asıl karşı çıkılan ne, hangi değişiklik yapılmak isteniyor da muhalefet partileri karşı çıkıyor”, bu nokta hep gizli..

Zurnanın zırt dediği nokta da bu zaten!



Tam 26 kız yurdu!

Bu ülkede bir “yaptığı küçük bir iyiliği bin kez tekrarlayanlar” var, bir de “sessiz sedasız dünya kadar iyilik yapanlar”.. İkinci gruba öyle hayranım ki..

Bir süre önce Özyeğin Üniversitesi ve bünyesinde yeni açılan Cordon Bleu mutfak sanatları okulu ile ilgili bir yazı yazdım hatırlayacaksınız... Daha sonra Hüsnü Özyeğin ’le “eğitim ve kadına karşı şiddet olayları ilişkisi” hakkında uzunca bir konuşma yaptık.. Bu konuşmada onun sadece üniversite açmadığını, yıllardır ülkenin her köşesinde kız öğrenciler için çok özel eğitim yatırımları yaptığını detaylarıyla öğrendim.. Gerçek hayır sahipleri bu faaliyetlerini gizliyorlar ama internete girdiğimde de 2006’da “1 yılda 4 okul, 6 kız yurdu açtığını” gördüm.

Yurt olmazsa okumuyor!

Hüsnü Özyeğin; “En önemlisi kadınları eğitmek.. Eğitim ve ekonomik bağımsızlık kadına güç verecek en önemli çözüm” görüşünde, bu nedenle de “kadınların eğitimine yatırım yapmanın” doğru adım olduğuna inanıyor. Kızların “kalacak yurt olmadığında ilköğretimden sonra evlerine döndüklerini” görünce Vakıf olarak ortaöğrenim kız yurtları açmaya başlamışlar.

Ve inanılır gibi değil; 19 tanesi Hüsnü Bey’in eşi Ayşen Özyeğin’in adına olmak üzere tam 26 “orta öğrenim kız öğrenci yurdu” açmışlar. Muş, Siirt, Bingöl, Ardahan, Amasya, Tokat, Şanlıurfa, Ağrı, Batman, Mardin, Artvin, Yozgat, Giresun, Ordu, Samsun, Adıyaman, aklınıza neresi gelirse.. Çoğu uzak ilçelerde olmak üzere..

BM ve AB projeleri

Ayşen Özyeğin biliyorsunuz aynı zamanda çocuklara okul öncesi eğitim veren, “7 Çok Geç” gibi önemli projeleri başarıyla sonuçlandıran AÇEV’in (Anne Çocuk Sağlığı Vakfı) kurucusudur.. 1993’ten bu yana Birleşmiş Milletler ve AB ile de projeler yürüterek Türkiye’de okul öncesi eğitimin kökleşmesini sağladılar, çocuklarla birlikte ana babalarını bile (çocuğa özgüven verecek eğitimi kazandırarak) eğittiler..

Aşkla çalışmak..

Ülkesine bankacılıktan başlayarak birçok konuda “ilk”leri getiren Hüsnü Özyeğin ile eşi Ayşen Hanım’ın dikkat çeken özelliği hiç durmadan çalışmak ama her işi de aşkla, tutkuyla ve güleryüzle yapmak.. Ben buna “iyilikleri sessizce yapma”yı da ekliyorum. Onlara büyük teşekkür borçluyuz.

Yazının devamı...

Cezaevinde ne zamana kadar unutulacaklar?

Başta Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ olmak üzere yüzlerce insan “Balyoz, Ergenekon, 28 Şubat” gibi siyasi davalarla ilişkilendirilerek cezaevlerine tıkılıp unutturuldu.. Bu insanların yalnız kendileri değil aileleri, çocukları da yıllardır bin çeşit sıkıntıyla yapayalnız uğraşıyor. Onların gece yarıları evleri aranarak alınıp kabuslara itildiği günlerde gazeteler, TV’ler korkutucu manşetler ve senaryolarla çıkıyor, olaylar bir saat bile gündemden düşmesin ve “inanmayanlar da inandırılsın” diye bir kısım gazeteci ile bir kısım akademisyen TV programlarında masal ve suçlama yarışına giriyordu.

Delil, tanık, gemi...

“Fransız İhtilali” dönemindekine benzer bir hava öyle ustalıkla yayıldı ki yüzünün kızarmamasıyla, hiç utanmamasıyla ünlü bazı isimler ekranlardan “Bu darbe iddialarına inanmayanlar da darbecidir” suçlamaları yapacak cesareti buldu. Yıllar geçtikçe tutuklama ve mahkumiyetlerde kullanılan “delil”lerin sahte olduğu, “gizli tanık” denilen isimlerin çoğunun tanıklıkla alakası olmadığı, iddianamelerde en önemli kanıt sayılan CD’lerin “sonradan hazırlandığı” ve daha birçok önemli olay ortaya çıktı.

Dünya devi MİCROSOFT firmasının artık “kimsenin red edemeyeceği font açıklaması” dahil bunların hepsi göz ardı edildi, o gazete ve TV’lerin, kadrolu gibi hiç susmadan senaryo yazanların cevvalliği bitti, hepsi birden susuverdi.. Milli Savunma Bakanı’nın kendisi bir önergeye cevaben yaptığı açıklamada kumandanın hapsedilmesi için “suç konusu olan geminin o tarihte Yassıada ve İmralı’da olmadığını” söyledi (ki diğer iddialarda da neler olduğuna örnektir), bu da hiç söylenmemiş sayıldı.

28 Şubat ve Cindoruk!

28 Şubat’ta MGK kararlarının altına dönemin hükümeti imza atmış, bu kararlardan sonra hükümet aylarca göreve devam edip sonra “Erbakan’la Çiller arasındaki ‘sırayla başbakanlık’ sorunundan dolayı” değişiklik yapılmış. Erbakan da Çiller de o sıralarda “her şey teamüllere uygun, hiç sorun yok” demişler. Yani ortada yıllar sonra insanları hapsedecek “HUKUKİ BİR NEDEN” yok ve bunu Hüsamettin Cindoruk dahil DYP’de görev yapmış birçok siyasetçi açıkladı.

Deneyimli hukukçu Cindoruk “Ben olaya tamamen hukukçu olarak bakıyorum. Hükümet ‘o bildirgeyi kabul etmiyorum, istifa ediyorum’ deseydi ve asker bunun üstüne yönetime el koysaydı o zaman bir suç ortaya çıkmış olacaktı. Şimdi darbe teşebbüsü laf olarak var, maddi bir delil yok. Örneğin İsmail Karadayı’nın ifadesini alacaklarmış. Ne diyecek adam? Biz bir bildiri hazırladık, sivil hükümet de kabul etti diyecek” açıklamasında hukuken haksız mıdır? Açıkça ortada, değildir.

Darbe teşebbüsü ne demek?

Ve sonra “darbe teşebbüsü” denerek tutuklanan insanlara yapılan haksızlığı teşebbüsün ne demek olduğunu açıklayarak anlatıyor: “Teşebbüs fiili hukukta net olarak açıklanmıştır. Teşebbüs edenler, beklenmedik bir engelle karşılaşıp fiili tamamlanmayanlardır. 28 Şubat’ta ne gibi bir engelle karşılaşılmış da asker darbe yapamamış.”

Şimdi bu durum tabak gibi net şekilde ortadayken hangi hukuka göre Tansu Çiller mağdur sayılıyor ve onlarca kişiye “suçlu” denerek cezaevinde 14 ay mahkeme bekletiliyor ve tam günlük duruşmalardan sonra tutukluluklar devam ettiriliyor? Hangi hukuki nedene dayanarak?

Tam aksine Erbakan da, Çiller de “sivil hükümet”i yönetenler olarak görevlerini yapmamışlardır, ortada suç da yoktur.

Asıl sorumlular dışarda!

Ve tabii, Balyoz’dan 28 Şubat’a, 27 Mayıs’tan 12 Eylül darbesine, 27 Nisan muhtırasına kadar her dönemin “genelkurmay başkanları”nın, asıl sorumluların “sorumlu tutulmaması” ayrı bir hukuk skandalıdır. Hala cevaplanmayıp unutturulan skandal..

Katillere ‘iyi hal’..

Adaletsizliğin diğer tarafında en büyük trafik cinayetlerini işleyenlerin; mesela gencecik Dilara Sarıkaya’yı kanlar içinde bırakıp kaçan ve ‘tam kusurlu’ bulunmasına rağmen serbest bırakılan kamyon şoförü, 2012 yılbaşı gecesi Yasemin ve Seyit Turan çiftine çarparak ölümüne neden olan ve cezası 3 yıla düşürülen çöp kamyonu şoförü, çocuk yaşta kızlara (son örneklerden biri Diyarbakır’da bir korucunun kızına tecavüz eden 8 sanığın hepsi birden tutuksuz yargılanıyor) toplu tecavüz suçlularının “duruşmalardaki iyi haline” bakarak hafif cezalarla salıverilmeleri var.

Katiller, tecavüzcüler “duruşmada iyi hali görüldü” diye nasıl bırakılabilir, bu ne kabustur? Onlar bile bırakılıyorsa nasıl oluyor da sadece özel yetkili hakimler-savcılar “yıllardır somut bir suçu bulunamayan” gazetecilerin, bilim adamlarının, rektörlerin, askerlerin ve elbette İlker Başbuğ’un “iyi hal”ini bir türlü göremiyorlar? Güler misin, ağlar mısın bile diyemiyorum bu şaşkınlığa!

Donizetti ödülleri!

Salı akşamı klasik müzik dergisi Andante’nin Çiğdem Simavi tarafından kurulan KÜSAV (Kültür ve Sanat Vakfı) ve Beyoğlu Belediyesi işbirliğiyle düzenlediği “Donizetti Klasik Müzik Ödülleri” törenindeydim. Bu yıl 4’üncüsü yapılan ödül törenine Osmanlı Sarayı’na bando şefi olarak gelip hanedana müzik dersleri veren ve hayatının geri kalanını sarayda geçirerek “paşa” ünvanı alan İtalyan besteci Guiseppe Donizetti’nin adının verilmesi baştan beri bana çok hoş bir buluş olarak gelmişti. Bu kez hikayesini daha dikkatle dinledim ve İstanbul’u çok seven, hayatını Beyoğlu’nda kaybeden, mezarı da İstanbul’da olan bu ünlü bestecinin adının gerçekten en iyi seçim olduğunu düşündüm.

Ödül kazananların hepsinin yüzlerinden okunan heyecanını onlarla birlikte yaşadım ama “Yılın Opera Solisti” seçilen Mardinli soprano Pervin Çakır’ı dinlerken gözlerime, kulaklarıma inanamadım. “Benim hikayem Diyarbakır’dan başlayıp İtalya’ya gider” diyen, “operanın ne olduğunu bilmezken kendini içinde bulduğunu” söyleyen Pervin Çakır’ın sesi, tekniği, aryaları tamamen hissederek söylemesi kusursuzdu.

Bu ödüllerin başlaması için çalışmış olan Monik İpekel ve arkadaşlar , onlara destek veren kurumlar çok doğru bir iş yapmışlar. Osmanlı’da bile takdir edilen klasik müzik ve opera, bale gibi sanat dalları bugün geri plana itilme dönemindeyken, bunları yaşatmaya çalışan müzisyenleri teşvik etmekten daha doğru bir girişim olamazdı!

Yazının devamı...

‘Gençliği’ de kaldıralım mı?

Daha önce okullarda okutulan “Andımız” için kampanya başlatan Mazlum-Der Diyarbakır Şubesi şimdi de “19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı adı altında icra edilen tören ve etkinliklerin ‘ideolojik eğitimin öğrencilere benimsetilmesi’nin bir başka aracı olduğunu iddia ederek, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nin kaldırılması için” kampanya başlatacağını (bir de “alternatif hitabe” ile birlikte, Atatürk’ün benzersiz beynine, vizyonuna alternatif de bulmuşlar) açıklamış.

O kalplerde yazıyor!

Kutlamaların statlardan meydanlara taşmış olmasının meselenin özünde “okullu olmayanları da bu sürece dahil etme işlevi gördüğünü” belirtmişler. Hangi sürece? “İdeoloji benimsetme” sürecine herhalde.. Yani bu toprakların düşmandan kurtarılması için mücadelenin başladığı günü halkın kutlaması, en önemli milli bayramlarımızdan birinde gösterilen coşku “ideolojik” öyle mi?

Hep aynı şey oluyor, önce bir yerlerden bu sesler çıkıyor, toplum duymaya alıştırılıyor, etrafa korku salınıyor ve sonra bakıyorsunuz insanlar İstiklal Marşı’nı, ya da Gençliğe Hitabe’yi bile ürkerek okumaya başlamış. Önce “T.C., bayrak, Atatürk heykelleri, büstleri, Atatürk’ü Çanakkale Savaşı’ndan bile çıkarma” konularıyla uğraşıldı, Anayasa’dan neredeyse “Türk” sözcüğünü silme noktasına gelindi, şimdi sıra Gençliğe Hitabe’de.. Bu rezaletin benzeri başka bir ülkede görülmüş müdür arkadaşım?

Çok şükür ki bu milleti, bu gençliği korkutmak kolay değil, üstüne gidildikçe “milli değerlerlerine ve tüm değerlerine” daha sıkı sarılıyor ama mümkün olmasa da denendiği muhakkak.

Madem ki ortada bu kadar açık ve net bir “ırkçılık” örneği var, o zaman şunu söylemek lazım; Atatürk’ün “Ey Türk Gençliği, birinci vazifen Türk Cumhuriyetini, Türk istiklalini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir” diyen Hitabe’si o gençliğin tüm hücrelerinde yazıyor.

Onu kaldırmak için “gençliği kaldırmak” gerekir ancak.. Hiiç zahmet etmesinler!

NOT: Bir yandan “aman çözüm sürecinde provokasyon olmasın” deyip diğer tarafta provokasyonun alasına imza atmak değilse nedir bu yapılan?



Hayvan katili siteler!

İnanılır gibi değil, çeşitli illerden mektuplar, telefonlar geliyor, baharla birlikte doğan kedi ve köpek yavrularının anneleriyle birlikte toplatıldığını, onlara zarar verildiğini anlatan tepkiler. Bunlar arasında İstanbul’da bazı semt ve siteler, örneğin Beykoz’da ünlü bir site başlarda yer alıyor.

Sitede uzun yıllardır oturan hayvan severler yönetimin sokaklardaki kedi ve köpekleri toplayarak ortadan kaybettiğini (belki uyuttuğunu), uzak ormanlara, parklara, barınaklara attığını zaman zaman bildirirlerdi, son haftalarda iyice arttı şikayetler..

Evcil hayvanları öldürüyor mu?

“Ömerli Barınağı” bu sürgün yerlerinden biri imiş.. Geçen Pazar şikayetlerin artması üzerine araştırma yaptım ve bu sitede zavallı sokak hayvanlarının toplatılması şikayetlerinin yanında “hayvan düşmanı” bir evin komşu evlerdeki evcil hayvanlar, insanların “çocuğu gibi büyüttüğü kediler” de dahil “kafese kapatıp onları bir şekilde yok ettiğini” öğrendim. Site yönetimi ev sahibi kadının “kafesi kendilerinden istediğini ve verildiğini” açıkladı, komşu evlerdeki kedilerin kaybolmaya başladığı tarih ile aynı tarihte..

Düşünün ev sahibi de çocuklu bir aile üstelik, çocuklarına hayvan sevgisi vereceklerine yaptıklarına bakın.. Ve bu “anne” kedileri nereye bıraktığını veya öldürüp öldürmediğini bile söylemiyor ki insanlar bakıp büyüttüğü evcil hayvanlarını arasınlar.

Özel polis olmalı!

Türkiye’de çocuk ve kadınları bile koruyabilen bir emniyet sistemi olsaydı dönüp “Medeni Batı ülkelerinde hayvanlara zarar verenleri anında yakalayıp mahkemeye sevk eden ‘HAYVAN PO-LİSLERİ’ var, bu hayvan düşmanı yaratıklar ağır cezalar alıyor, bizde de olmalı, zavallı sokak hayvanları da korunmalı” diyebilirdik. Bunu henüz diyemiyoruz ama neyse ki “Hayvan Hakları Federasyonu HAYTAP” bundan sonra sadece “hayvanlara kötü davranan” belediyeleri değil, böyle siteleri de facebook, twitter sayfalarında ve medyada deşifre edeceğini açıkladı. (Duyarlı gazetecilerin bu konuda yardımı gerekiyor, “yeni doğmuş yavruların annesiz bırakılarak, çöplüklere atılarak öldürülmesi” de dahil bu vahşeti önlemek için en azından bunu yapabilirler.)

Steril sosyetikler

Bence “hayvan düşmanı siteler, sokaklar hatta evler” açık adresleriyle birlikte medyada liste halinde verilmeli.. Ancak böyle olursa hayvan düşmanı acınacak insanlar ki çoğuna “steril-bencil sosyetikler” diyorum ben, sokak hayvanlarını yok etme veya ormanlara-parklara atma yerine “kısırlaştırarak yerine bırakma” yolunu seçecek, kendilerinde bu hakkı görmeyeceklerdir.

Bu sitede hayvanlara zarar veren villaya “yakalama kafesi”ni veren yönetim o kedilere ne yapıldığını en kısa sürede (evin bahçesinin kamera kayıtlarını izleyerek) ortaya çıkarmadığı takdirde “sitenin adını ve bu evin numarasını” ben de yazacağım. Site sahibinin kendisi gerçek bir “hayvansever” ve çok nazik bir insan olduğu için bunu üzülerek yapacağım ama “yönetim” sorumludur!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.