Şampiy10
Magazin
Gündem

Bahçeli şaşırdı galiba!

Cumhurbaşkanı Gül konuşmasında “10 yıldır ülkeyi yöneten bir iktidar var. İncinenler var” diyor ve lakin bu olanların 10 yıllık uzun bir iktidar dönemi yaşanmasıyla bir ilgisi yok.

Olay Gezi Parkı’nda ağaçların kesilmesini engellemeye çalışan vatandaşlara gösterilen ağır polis şiddetiyle başladı ama sonunda: “telefonla konuşmanın bile korku haline getirilmesinin, bir parkta iki gencin yan yana oturmasına dahi laf edilmesinin.. Metroda bile “ahlaki davranın” şeklindeki saygısız uyarıların, üniversite öğrencilerinin, işçinin her protestosuna polis şiddetiyle karşılık verilmesi ve arkasından gelen hakaretlerin.. Polisin halka karşı acımasız şiddetle saldırmasına hoşgörü gösterilmesinin, medyadan yargıya kadar ele geçirme hevesi ve baskılarının, kaç çocuk sahibi olmaktan başlayıp “kadınların nasıl doğum yapması gerektiğine” varan baskıların..

Yıllardır bir suç bulunamamasına rağmen cezaevlerinde tutsak edilmiş yüzlerce masum insana karşı duyarsızlığın, tüm hukuksuzluk ve haksızlıkların.. Toplumun milli değerlerine; bayrağından Ata’sına, milli bayramlarına kadar “değersizleştirme” çabalarının, hatta Diyanet İşleri Başkanı’nın “illerin dindarlığı hakkında karar verme yetkisi olduğunu sanmasının” birikiminden doğan dev bir toplum hareketine dönüştü.

Antidemokratik baskı!

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin “MHP bu eylemleri desteklemiyor” diyerek partisini olaylardan soyutlaması “MHP artık şiddet karışan olayların içinde olmak istemiyor” şeklinde yorumlanabilirdi.. Başbakan Erdoğan’ın “iki muhalefet partisinin olaylara benzer tepki gösterdiği, karşı çıktığı” her durumda hiç alakası yokken “MHP, CHP’nin peşine takıldı” veya “ikisi de terör örgütünün peşine takıldı” demesi nedeniyle çekimser kaldığı düşünülebilirdi.. Bu eylemlerin daha da uzaması halinde gerçekten kalabalıkların karşısına Başbakan’ın “zor tutuyorum” dediği kesimler çıkarılabilir ve toplum kesimleri arasında bir iç karışıklık başlayabilir diye düşünerek partisini olayların dışında tutmaya çalıştığını da söyleyebilir ve bunların hepsinde Bahçeli’yi anlamak mümkün olabilirdi.. (Nitekim dün akşam “Rize’de ADD üyelerinin bir otele kapatılması” böyle olayların başlayabileceğini gösteriyor.)

Ama.. Ne olursa olsun, toplum içinden gelen büyük kalabalıkların hiçbir siyasi parti farkı gözetmeksizin el ele baskılara karşı çıkıp “demokrasi” istediği böylesi bir eylemde “İmralı’nın postacısının liderliğini yaptığı Gezi Parkı eylemlerine destek vermiyoruz. Katılmak isteyen milletvekili istifasını verir öyle gider” demesi kabul edilir sözler değildir, hatta bir kabustan farksızdır.

Hangi mantıksa bu?

Bu tür benzersiz bir polis şiddeti görüldüğünde tüm muhalefet partileri sorumlu iktidarı eleştirme ve tepki gösterenlere destek verme hakkına sahiptir, Meclis’te bir muhalefet partisi durumunda olan BDP’nin de ilk anlarda Gezi Parkı’nda şiddet görenlere destek vermiş olması “eyleme katılanların liderliğini” yapmış olması anlamına gelmez, bunu veya “bir başka parti ya da siyasetçinin öne çıkmasını” da zaten o topluluk kabul etmez.

Kullanılacak sözler!

Şimdi Bahçeli bu sözlerinin “toplumun demokratik eylemlerini haksız gösterecek, bunu bile terör örgütüyle ilişkilendirmeye, karanlık güçlerle bağlantı kurmaya çalışacak” kişiler tarafından kullanılacağını beklesin, çok yakında olacak çünkü..

Aslına bakarsanız zaten MHP Lideri’nin yerinde “halkın daha çok sempati duyacağı, daha doğru tepki verebilen bir başka lider” bulunsaydı insanlar herhalde geleceğe, seçimlere daha güvenle bakardı! Çok kişi merak ediyor ve soruyor; Bahçeli daha kaç yıl MHP lideri kalacak, bu partide hiç mi yenilenme, yeni ümitler, yeni seçmenler yaratma isteği yoktur?



Gösteriler bitmedi çünkü..

Bazı AKP milletvekilleri TV’de bu “tarihe muhtemelen Gezi Parkı eylemi” veya “halk hareketi” olarak geçecek olan, ülke çapına ve diğer ülkelere yayılmış gösteriler konusunda “Arınç’la göstericiler konuşup şartları bildirdiler ama gösteriler kesilmedi, bu da işin içinde çözüm sürecini, demokratikleşmeyi engellemeye yönelik karanlık güçlerin olduğunu gösteriyor” demekte.. Bazıları “bu eylemlerin arkasında ABD, İsrail gibi ülkelerin olduğunu” söylemekte..

İyi de bu sözlerin anlamsızlığını gösterecek öyle çok şey var ki bu kez “yanıltmalar zinciri” kurmak da işe yaramayacak gibi.. Birincisi Arınç sadece Gezi Parkı Platformu ile görüştü ve onların taleplerini aldı. Bu hareketin yayılmasında rolü olan çok daha başka (yargıdaki hukusuzluklardan medya baskılarına kadar çok şey) baskıların ve hukuksuzlukların giderilmesi henüz gündeme gelmediği gibi görüştüğü grubun taleplerinin karşılanacağı da hiç belli değil.

Hükümet bitirebilir!

Tam aksine, göstericilerin çoğu hakkında soruşturma açılacağının, iş veya eğitimlerine sekte vurulacağının işaretleri görülüyor. Bu olayların ve uygulanan şiddetin tüm demokratik ülkeler tarafından kınanması da son derece doğaldır, onların TV’leri şiddeti Türk TV’lerinden (Halk TV ve Ulusal Kanal hariç) daha iyi verdi zira..

O nedenle daha şimdiden bu eylemlere mantık dışı yakıştırmalar yapmasınlar. Ama elbette gösterilerin “daha da fazla şiddete dönüşmeden”, onlara akıl vermeye kalkarken “Suriye’ye benzemeden, halk kesimleri birbirine düşman edilmeden, can kaybı olmadan” artık son bulması gerekiyor.

Olaylarda yaralanan ve ölen vatandaşlarımız, gençlerimiz varken ne “çiçek çocukları, Hippiler” havası gerekiyor, ne de daha fazla çatışma.. Hükümet ülke çapında bir halk hareketi yaratacak tüm haksızlık ve hukuksuzluklara son vereceğini açıklasın ve olayları bitirsin. Bundan sonra halkı suçlamak, “ekonomiye zarar verdiler” diyerek peşine yine sanki olayı “polis şiddeti” ve “çapulcu” gibi sözler değil de CHP başlatmış gibi onları da eklemek veya “laikler yaptı”, “muhalifler yaptı” demek hiç inandırıcı olmayacak!

Yazının devamı...

Provokatörler sivil polis!

Türkiye’nin neredeyse bütün büyük şehirlerine yayılan Gezi Parkı eylemlerinde “normal şartlar olduğunda sakince eylem yapan vatandaş göstericiler” dışında sanki protestocular kırıp döküyormuş havası yaratmak için özel olarak gelmiş eli sopalı ve polise de-vatandaşa da arkadan saldıran saldırgan grupların bulunduğuna ben de TV konuşmalarım ve yazılarımda değinmiş, “bunların kim olduğunun Emniyet tarafından ortaya çıkarılması” gerektiğini söylemiştim. Taksim’de gösterilere katılanlar arasında bulunan vatandaşlar “bunların sivil polis ve AKP’li gençler” olduğunu, ellerinde bunu kanıtlayacak videoların da bulunduğunu bildiriyorlardı.

Dün VATAN internet sitesinde bu konuda verilen “İzmir Emniyet Müdürü Ali Bilkay’ın açıklaması” haberinde aynı iddia “bazı kesimler bunların AKP’li gençler, bazıları polis tarafından örgütlenmiş kişiler olduğunu ileri sürüyor” şeklinde verilmişti.. Demek ki gösteriye katılıp da bunu gördüğünü ve videoya çektiğini söyleyenler haksız değil. AKP’li gençler konusunda kesin bir bilgi yok ama bu provokatörlerin “sivil polisler” olduğu dün İzmir Emniyet Müdürü tarafından açıklandı.

Ne demek giymemiş?

Müdür İlkay “İzmir’deki Gezi Protestolarına katılanlara müdahale eden eli sopalı, sivil giysili kişilerin sivil polis olduğunu, onlara özel yelek dağıtıldığını ama giymemiş olabileceklerini” açıklamış. Olacak şey değil, bir yandan göstericilere, gençlere arkadan sopayla saldırıp iki tarafı da kışkırtan, diğer tarafta kırıp döken bu polisler için “yeleği giymemiş olabilirler” ne demek?

Polisler de kasklarındaki “tanınmalarını sağlayacak numaraları” bantla veya boyayla kapatıyorlarmış, böylece göstericilere saldıranlar tanınmayacak. Belediyelerin kameraları da kapatılacak, oldu, bitti.

Aynı şiddete devam ettiler!

Bu mesele, “şiddete başvuran polisler soruşturuluyor” dendikten sonra bile polisin her ilde aynı şiddetle, biber gazı ve her yöntemle “ağır yaralayacak şekilde”, acımasızca göstericilere saldırması, böylece olayların daha da artmasına neden olması o illerin valilerinin, emniyet müdürlerinin ve tabii İçişleri Bakanı’nın, sonuçta da Hükümet’in hatasıdır.

İçişleri Bakanı Güler Meclis’te yaptığı açıklamada “Polisin günlerdir görev yapmakta olduğunu hatırlatırım... İşyerlerine, araçlara verilen zararın da görülmesi lazım.. Bırakalım Meclis’i işgal mi etsinler” diyerek “ekonomi ve turizme verilen zarar”dan da söz etmiş. Polisin görevi halka saldırıp hastanelik etmek, yangına körükle giderek olayları arttırmak, eli sopalı özel timlerle kırıp döküp kışkırtıcılık yapmak mıdır? İşyerlerine, araçlara zarar verenin de bu sivil polisler olduğunu göstericilerin kendisi çok önceden anlatmaya başlamıştı zaten..

Bakanlar bisikletle gidiyor!

Ekonomi ve turizme verilen zarara gelince, bundan önce Türk Hükümeti’nin dünya gözünde düştüğü durumu düşünmek lazım, bütün ülke medyaları Gezi Parkı Direnişi adını verdikleri olayı birinci haber olarak gösteriyor..

Daha ilk günden onbinlerce polisi biber gazı ve tazyikli sularla barışçıl şekilde gösteri yapan halkın karşısına sürmeselerdi, Gezi Parkı direnişinin ilk günü ağlar kesilmesin diye onlara sarılanlara tekmelerle saldırıp hastanelik etmeselerdi, Hükümet bu konuda yapılan uyarıları dinleseydi bunların hiçbiri olmayabilirdi. Korkuyorlarsa o orduları Meclis’in etrafında tutarak kendilerini koruyabilirlerdi. “Demokratik, baskı ve ayırımcılık yapmayan, halkına saygılı yönetimler”in olduğu ülkelerde bakanlar işlerine bisikletle gidiyor, halkın arasında, koruma polisi olmadan dolaşıyor.

İçişleri Bakanı “kimliğini gizleyerek saldırıda bulunan sivil polisler” olayını da açıklamak ve bu polisleri görevden almak zorundadır, “polisin tamamını çekmek” dışında tek yapacakları bu!

Gençleri saklandıkları yerden bile çıkararak toplu şekilde saldıran, evlerin penceresine yaklaşıp içeriye gaz sıkan polise hala “görev yapıyor” diyorlarsa, göreve devam!

NOT; Antakya’da 22 yaşında, henüz hayatının baharında başından vurulan (silah veya sopa, fark etmez) Abdullah Cömert’i öldüren kim veya kimler acaba, onu da sorgulayalım.

Güldüren protesto mesajları!

Hani ortada gülecek durum kalmadı ama gencecik çocukların taşıdığı pankartların bazıları gülünmeyecek gibi değil. Taksim’de polise gösterilen “Dur bi dakka, konuşcaz” pankartı.. “Rabbime sordum, ‘diren Gezi’ dedi” pankartı.. NTV’nin sahibinin son bir yıl içinde aldığı restoranların önünde gösteri yapanların elindeki “yandaş pirzola istemiyoruz”, “diren antrikot” yazan pankartlar.. Elbette bu sevimli eylem yöntemi kesinlikle ileri gitmemeli, göstericiler buna çok dikkat etmelidir. Ama bu kadarı öyle yaratıcı ki “pes” dedirtiyor doğrusu!



Protestocular kim?

TV veya gazetelerde ülke çapına yayılmış protestolar konusunda konuşan bazı isimler göstericilerin “AKP’ye muhalif” veya “onlara oy vermemiş” kesim olduğunu ya da “laik kesimin tepkisi” olduğunu söyleyerek çok ciddi bir yanlışa imza atıyorlar. Başbakan Erdoğan ’ın (13-14 yaşındaki çocukların, yaşlı vatandaşların, işçinin, memurun, her mesleğin ve hatta spor klüpleri taraftarlarının katıldığı) direniş konusunda “bunlar hep CHP’nin veya ideolojik grupların işi” demekteki ısrarından farksız bu yanlış yorumlar.

O göstericiler etiket yapıştırılamayacak kadar “her kesimden, her görüşten, her yaştan” ve demokrasinin, haklarının kaybolduğuna, baskıların hızla arttığına inanan, sürekli olarak ülkedeki hukuksuzluk ve hakaretleri gören vatandaşı içeriyor. Bunu hala anlamayanlar dün internet sitelerinde yer alan “33 yaşındaki Bülent Peker’in Başbakan’a mektubu” haberini okusunlar. Bu güne kadar hep AKP’ye oy verdiğini, AKP’li yerel yönetimlere danışmanlık yaptığını anlatan ve “şimdi ne oldu da bir avuç provokatör, darbeci, çapulcu olduk” diye soran Peker niçin bu göstericilerin arasına girmiş ve onlarla aynı tepkiyi paylaşmış. Belki görmelerine yardımcı olur!

Yazının devamı...

Taksim’de telefonlar neden sustu?

Pazar akşamı Halk TV’de “başta İstanbul, Ankara, İzmir olmak üzere birçok ilde devam etmekte olan Gezi Parkı eylemlerini ve bu süreçte özellikle görsel medyanın konuyla ilgili yayına sansür koymasını” yorumlarken Turkcell’le ilgili aldığım bir duyumdan söz ettim.

Taksim Meydanı’nda olanlardan gelen tepkiler “cep telefonlarıyla iletişimin uzun saatler tamamen kesildiğini, yakınlardaki bir başka semte geçer geçmez telefonların net şekilde çalıştığını” bildirmekteydi. Bu olayla karşılaşanlar Turkcell’in özellikle engelleme yaptığını düşünürken, “şirket içinden gelen” bir başka duyumda “bunun da TV’ler gibi kuruma yapılan siyasi baskıyla ilgili olduğu” bildirilmişti.

Sosyal medya ‘bela’ysa..

Söylediklerim bundan ibaretti ve tabii kişisel olarak uzun yıllardır VIP müşterisi olduğum Turkcell’i yıpratma gibi bir kastım olamaz, niye olsun? Bunu ‘acaba TV kanallarından sonra iletişim baskısı oraya kadar mı vardı” endişesiyle söylemiştim ki “sosyal medya” iletişiminin bile “bela” olarak görüldüğü bir siyasi ortamda artık olmayacak şey yoktur diye düşünmek doğal sonuçtur.. Nitekim o gün ve gece Taksim’de olanlar düşünmüş ve tepkilerini belirtmişse bu elbette konuşulacak, yazılacaktır. Bu konuşma üzerine ertesi sabah erken saatte Turkcell’den arayarak bana bir açıklama yaptılar. Aynı konunun internette de dile getirildiğini, “olayda bu şekilde bir kasti ve baskıyla bir engelleme olmadığını, Taksim’de 500 bin kişi toplanıp telefonlarıyla video ve resim de göndermek isteyince kullanım yoğunluğundan şebekede sıkıntı doğduğunu ama bunun iletişimi sekteye uğratmak için aksiyon almalarından olmadığını, Turkcell’in mobil araçlar göndererek iletişimi aksatmamaya çalıştığını” anlattılar. Bir de twitter üzerinden bir resmi açıklama yaptıklarını..

Bu açıklamada “Turkcell’in ‘belli noktalarda iletişimi engellediğine dair’ söylentiler ortaya atıldığı, gelişmelerle ilgili açıklamaların yalnızca kendi hesaplarındaki resmi yazılardan takip edilmesini istedikleri” bildiriliyordu.

İletişim engellenmemeli!

Tam “Benim konuşmam da söylenti havasına sokulmuş, bu kabul edilemez” diye düşünmeye başlamışken Turkcell’den bir telefon daha geldi. “Yapılan açıklamanın benimle ilgisinin bulunmadığını, bu şikayetleri kendilerinin de duyduğunu, halkın bunları konuştuğunu, benim ‘ana duyum kaynağı’ olmadığımı” söylediler. Ciddi bir şirkete yakışan budur.

Zira onların güvenilirliği ne kadar önemliyse benimki de aynı derecede önemlidir, bunca yıllık meslek yaşamımda tek bir kez bile “yalan haber, gerçeği yansıtmayan taraflı yorum” yapmamaya özen gösterdim, bu nedenle de okurlarımla, izleyenlerimle bu durumu paylaşmayı görev bildim. Medyanın büyük kesiminin “olayları duyurmakta sansür uyguladığı” bir dönemde iletişimin, telefon ve sosyal medyanın üzerinde daha da fazla hassasiyetle durulması gerektiğine inanıyorum.

NOT: Taksim’de polise ait “jammer” denilen (yüksek frekans göndererek konuşmaları engelleyen) aletler içeren araçların bulunduğu da gelen duyumlar arasında. Telefonların çalışmaması buna da bağlı olabilir.

Suskunluğun dayanılmaz hafifliği!

Türkiye’de sevilen, başarılı sanatçıların çoğu da (sadece kendi işini düşünen sermaye çevreleri ve medyanın büyükçe bir kesimi gibi) son yıllarda “suskunluğun dayanılmaz hafifliği” içinde etliye sütlüye karışmadan yaşamaktaydılar. Sonuçta çevreyle ilgili bir toplumsal tepkinin en acımasız yöntemlerle susturulmak istenmesi, en demokratik haklara açıkça müdahale onların da sabrını taşırdı.. Okan Bayülgen’in Gezi Parkı’nda kitap okumasından başlayarak birçok sanatçı devlet şiddetine uğrayan “protestocu”ların yanında yer aldı.

Tarkan “Bu masum protestocuların yanında yer alıyorum” mesajı yayınladı. Ekranın “Kanuni”si Halit Ergenç ve eşi Bergüzar Korel yüzlerine maskelerini takarak eylemcilerle yürüdüler. Rıza Kocaoğlu, Gonca Vuslateri, Sarp Akkaya, gibi son dönemin başarılı genç oyuncuları günlerce gaz altında pes etmeden destek verdiler, onlara Özgü Namal, Azra Akın, Hande Yener gibi isimler katıldı. (Madonna’dan Ashton Kutcher’a, Bruce Willis’e kadar yabancı starlar destek verirken aksi düşünülemezdi zaten..)

Kıvanç Tatlıtuğ “Aklımız Taksim’de, diren Gezi Parkı. Susmayın. Kimse susmasın. Orantısız kullanılan güç tek bir evladını bile yıldıramayacaktır” tweetiyle katıldı eyleme..

‘Bu kadar nefret?’

Ve Cem Yılmaz.. O da twitter mesajlarıyla destek vererek (ki kendisi mesaj vermeyi hiç sevmediğini bazı oyunlarında espri şeklinde söylemiştir).. “Ahaliyi aptal zannetmenin bir neticesi olacaktı elbet. Bu kadar nefret? Daha iyilerimizi nereden bulacaksınız merak ediyorum” diyen ilk tweetinden başlayarak gösteriye polis şiddetiyle müdahale edilmesine karşı çıktı.

İşte budur.. Elbette hiç kimse bu tür karışıklıkların bizim ülkemizde yaşanmasını istemez, istemiyor ama eğer ortada net, açık bir yanlış varsa, hele de insanlara erkek-kadın-genç-yaşlı-çocuk (gazlardan zehirlenen sayısız sokak hayvanını unutmayalım) farkı gözetmeden şiddet uygulanıyor ve canına zarar veriliyorsa bu durumda da görmezden gelip susulamaz. “Demokrasiye gönülden inanan vatandaşlar ve o toplumun sanatçıları, aydınları” yanlışların önüne dikilmeyi başarırlar.

Maymunları utandırmak

Öyle başarırlar ki “çıkar için üç maymunlar”ı oynayan, cepleri dolduğu sürece kendi küçük çevrelerinde “kurtarılmış bölge mutluluğu” yaşayan duyarsız kitleleri, hatta yalakalık yaparak kaybolmuş şöhretini yakalamaya çalışanları da utandırırlar.

Mesele bundan ibaret..

Yazının devamı...

Biz, onlar.. Birkaç çapulcu ve ayyaş!

Taksim, Beşiktaş sakinleşti, olaylar biraz yatıştı diye sevinerek ve Hükümet’in de artık daha ılımlı ve uzlaşmacı bir tutum içine gireceğini umarak bir günlüğüne geldiğim İzmir’de “Swiss Otel Büyük Efes”ten yazıyorum bu yazıyı. O kadar az tatil yapıyoruz ve arkası kesilmeyen ülke sorunlarından öyle yorgun haldeyiz ki bu sakin ve güzel otelde biraz dinlenir huzur bulurum diye ummuştum ama olaylar ne İzmir’de, ne İstanbul’da tam olarak bitmediği, zaman zaman “Taksim’de gerginlik yine artıyor, Ankara’da göstericiler polisle çatıştı” benzeri haberler çıktığı için hiç de öyle olmadı.

Önce Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın “İstanbul halkından özür dilediği, Mahkemenin Topçu Kışlası’yla ilgili ‘yürütmeyi durdurma’ kararını doğru bulduğunu” söylediği, “Belediye-Kültür Bakanlığı ve bu işte sorumlu olan birimlerin de (polis) halka özür ve açıklama borçlu olduğunu” ifade ettiği konuşmasını duydum. Tamam, demek ki gerçekten yanlış Hükümet tarafından anlaşılmış, bu güzel haber derken..

Üniversitelerin ne suçu var?

Başbakan Erdoğan’ın yaptığı son konuşmalar geldi.. Üniversitelere kızan, “öğrencileri sınava gelirken gaz veya tazyikli su yer, başına birşey gelir” endişesiyle “telafi sınavına girebilirler” açıklaması yapmış olanları “bu eyleme katıl demektir” diye suçlayan (çalışanlarına olaylar bitene kadar izin veren veya işyerini tümüyle kapatanlara ne denecek).. Dev bir orman alanı olan Zekeriyaköy’de yapılmış Koç Üniversitesi ile beton yığını halindeki Taksim’in göbeğindeki tek yeşil alan olan Gezi Parkı’nı karşılaştıran..Taksim’e cami de yapılacağını bildirip “Bunun için CHP ve birkaç çapulcudan izin mi alacağım” diyen.. AKM’yi de yıkıp yerine opera binasıkültür merkezi yapacaklarını vurgulayan cümleler.. Devlet Opera ve Balesi’ni, tiyatrosunu ortadan kaldırdıktan sonra binaya ne gerek varsa?

‘Çok oy alan’ meselesi!

Başbakan bunların arkasından da “Biz 23.5 milyon oy almışız, bizim sözümüz geçmeyecek mi? Demokrasiyse yetki kimdeyse o kullanır. Olması gereken budur” diyor ki işte asıl tehlike ve bütün bu yanlışların, halkla çekişmelerin, “aynı görüşte olmayan herkesi” silindir gibi ezen güç gösterilerinin asıl nedeni de bu anlayış.

Demek ki bir ülkede oyların yarısına yakınını (yüzde 46.6) alan parti “toplumun duygularına, diğer tüm kurum ve kesimlerin büyük tepkilerine neden olsa da” canının istediği herşeyi uygulamakta tam yetkiye sahiptir, geriye kalan vatandaşların ve partilerin görüşleri yok sayılmalıdır, öyle mi? Peki acaba Başbakan’ın iki gün önceki konuşmasında söylediği “çoğunluk da azınlığa dayatamaz, demokrasi bunu gerektirir” sözünü bununla nasıl bağdaştıracağız? Hangisine inanalım?

Hani demokrasi “yüzde 1’in bile özgürlüklerini garanti altına alan, hak ve görüşlerini hesaba katan” rejimin adıydı?

Sadece Gezi Parkı değil elbette..

Gerçi burada bir de Türkiye’nin tüm illerine, hatta Los Angeles’ten Londra’ya kadar diğer ülkelere yayılmış, yüzbinlerce vatandaşın katıldığı bir büyük tepkiyi “azınlık” olarak gösterme veya göstericilerin hepsini “rakip parti” görme hatası var ki Gezi Parkı olayında tablo hiç de böyle değildi..

Konunun özeti şu ki; tüm konuşmalarda bir “biz-siz, biz-onlar, çoğunluk-azınlık” benzeri ayırımcılık göze çarpıyor. Sanki ülkede “iki düşman kutup” varmış veya bu isteniyormuş, toplum baskılardan, dayatmalardan bıkıp tepkisini gösteriyle ortaya koyamazmış gibi..

Gezi Parkı’nda gençlerin, çevrecilerin masum bir tepki direnişiyle başlayıp polis şiddetiyle büyüyen olaylar işte bu “asla empatiye yanaşmayan” tutumun, ülkedeki tüm haksızlık ve hukuksuzlukların, medyadan üniversitelere, iş dünyasına, hatta bilim adamlarına kadar her kesimin üzerindeki baskıların, “iki ayyaşın yaptığı yasa” veya “birkaç çapulcuyu mu dinleyeceğim” benzeri sözlerin unutulmamasının ve başta gençler olmak üzere toplumda yaratmış olduğu tepkilerin sonucudur. (Bu sözler gündeme düştüğünde sosyal medya tepkilerini okumak bunu anlamaya yeterli)

Sanatçı Mehmet Ali Alabora’da “Mesele sadece Gezi Parkı değil arkadaş” mesajını yazarken hiç şüphe yok bunu kastetmişti. Mehmet Ali Şahin’in “darbeye zemin hazırlamak” iddiası ise artık “yetti darbeniz” dedirtecek kadar sıkıcı bir buluş, hala suç delili bulunamayan yüzlerce insan gerçekten de yetmedi mi yoksa?

Yazının devamı...

‘Çok ciddi boşluk’ var mı gerçekten?

Ortada “ABD ve AB ülkeleri medyalarının, en büyük TV kanalları ve gazetelerinin, ülke yöneticilerinin” bile tepki gösterdiği, gaz fişeklerinin-tazyikli suların 12 vatandaşı yoğun bakımlık, ameliyatlık ettiği bir fahiş yanlış var. Bu yanlış; polisin halka acımasızca, beyin kanaması geçirtecek, gözünü çıkaracak, komaya sokacak şiddetteki saldırıları gözlerden kaçacak gibi değil ve zaten İçişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı da “polis şiddetini” kabul ediyor.

Başbakan Erdoğan ise dün öğlen saatlerinde (ki hala gösteriler tüm şiddetiyle devam etmekteydi) yayınlanan konuşmasında “olayları durdurmak üzere polisi hemen geri çekeceklerini” açıklaması gerekirken, bırakın Türkiye’nin 19 ilini, Boğaz Köprüsü’nden yürüyen on binlerce insanı, Berlin ve Londra’daki Türklere kadar sıçramış tepkileri bile “ana muhalefet partisi”ne bağlıyor ve “Türkiye’de çok ciddi muhalefet boşluğu var... Gerilimi arttırmak için çok ciddi tahrik yapılıyor.. Mesele ağaç değil, gelinen nokta ideolojiktir.. İstanbul Belediye Başkanlığı’nı nasıl alabiliriz diye düşünüyorlar” diyordu. Aslında toplumun “açık kalan her boşluğu” kapattığını gösteren bir protesto olayını da “iki parti rekabeti” ne çevirmek olacak şey değil.

Böyle bir durumda; bir kenarda beklerken bile tazyikli suyla havaya fırlayıp beyin üstü yere çakılan ağır yaralı vatandaşlara, şiddetten, gazdan kaçamayan 80’lik teyzelerin, kalp hastası (yanındaki torunu da astım hastasıymış) insanların beddualarına bakması bile olayların “siyasi rakiplerine veya ideolojiye bağlanamayacağını, toplumun doğal tepkisi olduğunu” göstermeye yeterdi. Başbakan Batı’dan gelen tepkilere de kızmış, “bize nasihat edenler kendine baksın” diyor ama asıl bu cümleyi yakında “Suriye, Türk Hükümeti’ne söylerse” hiç şaşmayalım!

Yazmıyor, yazmıyor!

İnstagram’da bir karikatür vardı, çocuk elinde gazeteyle koşarken şöyle bağırmakta; “yazmıyor, yazmıyor”.. Türkiye’de “AB’yi, ABD’yi, Uluslar arası insan hakkı örgütlerini, dünya çapında sanatçıları” bile tepkiye sürükleyen ciddiyetteki olayları olanca gerçekliğiyle duyurmayan medyaya cuk oturmuş doğrusu.. Sadece “yazmıyor” değil, “göstermiyor, yayınlamıyor” da demeliydi karikatürdeki çocuk.

Haberleri adım adım vermesi gereken, “halkın haber alma özgürlüğünü” koruması gereken özel kanallar komedi programı, dizi veya belgesel yayınladılar. Buna rağmen dün Hükümet’ten “uyarıyı” aldılar. Peki görevlerini yapmayacak ve haksız baskılara boyun eğeceklerse, ünlü sinema sanatçısı Bruce Willis’in ta Hollywood’dan attığı tweet’te “herkes bildirsin, Türkiye’de basın çalışmıyor, insanlar sokaklarda ölüyor” diyeceği kadar vahim bir tablo yaratacaklarsa medyayı neden işgal ediyorlar. Başka işleri de olduğuna ve “o işleri tehlikeye girmesin” diye, korkularından böyle davrandıklarına göre (belki “rica” havasında “uyarı” da olmuştur) sadece o işleri yapsınlar, kanalları da rahat bıraksınlar.

Olayların yalnızca Halk TV ve Ulusal Kanal’da dakika, dakika olanca gerçekliğiyle gösterilmesi medya adına büyük utançtır çünkü, buna hakları yok!



Tencereli eylem!

Cuma gecesi saat 2.30’da (ben her zamanki gibi cin misali ayaktayken) Bebek’te oturan bir arkadaşım aradı. Saat 1.30 sıralarında aniden evlerin pencereleri açılarak tencereler çalınmaya başlanmış. Kısa süre sonra büyük kalabalıklar sokağa inerek protesto yürüyüşüne başlamış. Aynı eylemler İstanbul’un Kadıköy yakasından başlayıp onbinlerce insanın Boğaz Köprüsü’nden geçmesiyle sürdü.

Tencere çalarak başlayan yürüyüşler Adana ve diğer illerde de (Konya’dan Mersin’e çok sayıda ilde) devam etti. Artık bir de “özgün tencere eylemi” var Türkiye’nin. Meğer ne tepki birikmiş toplumda..

Baskı, hakaret ve haksızlığa sonsuza dek susulmayacağı görülüyor mu acaba?

Hangisi hayvan?

Bu arada.. Gezi parkı kedi ve köpeklerin de çok sayıda bulunduğu, barındığı bir yer.. Aman onlara da “güvenli, sığınabilecekleri bir köşe” kalmasın, kim bilir kaçı o sıkılan gazlar, sular yüzünden öldü gitti.

Olayları TV’de izlerken polislerin biber gazı ve tazyikli suyu gördükleri kedi ve köpeklere zevk için sıktığını da gördük. Sadistçe, kasten..

Ve şöyle düşündüm; Acaba “gerçek hayvan” hangisi bunların?

Lanetliyorum, savunmasız canlıları öldürenleri Allah kahretsin, elleri kırılsın diyorum.

Yazının devamı...

Gezi Parkı’nda devlet şiddeti!

“İçki içen evine gidip karısına şiddet uyguluyor” denmişti devletin zirvesinden.. Taksim Gezi Parkı’nın da sevimsiz bir taş yığınına çevrilmesine karşı çıkan, ağaçlara sarılarak kesilmesini önlemeye çalışan gençler dün “devlet tarafından uygulanan şiddetle” ağır yaralanmış olarak hastanelerin yoğun bakımlarına kaldırıldılar.

Çevreyi korumaya çalışan vatandaşların kurduğu çadırlar sabahın 5’inden başlayarak yakıldı, her şey yerle bir edildi, polisle vatandaşlar arasında adeta bir savaş yaşandı.

Düşmana saldırır gibi...

Hazal Tunca isimli üniversite öğrencisine tekme atan polis gencin testislerinin yırtılmasına neden olmuş, Hazal ameliyata alınmış. Filistin asıllı Türk bir kadın polisin attığı gaz bombası kapsülü başına isabet edince komaya girmiş. Kadının yatırıldığı çimlere başından akan kan, kenarda duran bir erkeğe tazyikli su sıkılınca havaya fırlayıp takla atarak başını beyin kanaması geçirecek şiddetle yere çarpması, sabaha karşı parkta uyuyan insanların gaz bombasıyla uyandırılması, özellikle genç kızlara ve kadınlara tazyikli su sıkılması TV haberlerinde dehşetle izlenen görüntülerdi. Aynı şekilde BDP ve CHP milletvekillerinden ciddi şekilde yaralanan ve diğer vatandaşlarla beraber hastaneye kaldırılanlar var, bir vatandaşın da tazyikli sudan (böyle olaylarda su sıkmak prensibimizdir diyenler duysun) gözü çıkmış.

Gezi Parkı’ndaki polis şiddetinden kaçanlar yine polis tarafından kilometrelerce; Dolmabahçe’ye, Harbiye’ye kadar kovalandılar, biber gazı sıkıldıkça taş, sopa ve şişeler atarak cevap verenler oldu.. Taksim’de merdiven korkulukları ve kaçarken üzerine çıktıkları duvar yıkıldı, yaralanan gençler ambulanslarla hastaneye taşındı.

Acımak, çekinmek yok!

Parkın yakınındaki Divan Otel’e ve diğer otellere sığınan vatandaşları tazyikli su ve gaz hortumlarıyla kovalayan polis biber gazını öyle acımasızca sıktı ki sadece kaçanlar değil, otel personeli ve müşterileri de etkilendi, saatlerce kendine gelemeyenler oldu. Gümüşsuyu Askeri Hastanesi önünde “polisle asker de karşı karşıya geldi”, bir polis “gelecek sefere buraya da gaz bombası bırakacağım” deyince tartışma yaşandı. İnanılır gibi değil!

Bütün bu “savaş hali”ne rağmen polisi geri çekmemek, “aman vatandaşa, gençlere zarar gelmesin” dememek, komaya sokulan insanlara bakıp endişe duymamak nasıl bir yönetim tarzıdır, benzeri hangi demokratik ülkede görülebilir acaba?

Önce kendine bak!

Kendi halkına karşı en ufak anlayış göstermediği gibi bu çapta bir şiddeti reva gören Hükümet’in artık “başka ülkelerde halkına şiddet uygulayan” devlet başkanlarını eleştirme hakkı filan olabilir mi? “Önce kendine bak” demezler mi adama?

“Mahkum edecek nedenler yıllardır bulunamadığı halde” hapse atılan ve 5 yıl sonra hala, israrla çıkarılmayan hasta ve yaşlı rektörler, bilim adamları, askerler ve gazeteciler yetmezmiş gibi dünyaya artık bu olaylarla da mı rezil olacağız? Ortadoğu’nun karmaşasına bir de böyle mi benzeyeceğiz?

Nitekim “Uluslar arası Af Örgütü” hemen barışçıl göstericilere karşı biber gazı ve aşırı güç kullanılmasını kınayan, suçlu polislerin soruşturulup cezalandırılmasını isteyen bir açıklama yayınladı.

Hep ‘provokatör’ masalı!

Sebep ne Gezi Parkı’nda polisin halka hücum etmesine? Medeni ülkelerde şehirlerin göbeğinde bile adım başı rastlanan, yüzyıllar boyu korunan yemyeşil alanların acımasızca yok edildiği, dünya mirası güzelim İstanbul’un bile gökdelenlerle, adım başı AVM’lerle taş yığınına dönüştürüldüğü ülkede vatandaş “Taksim civarında nefes alacağı tek yeşil alan”ı korumak istiyor.. Belki de şuuraltında benzer kararlarla Taksim ve Beyoğlu’na başka müdahalelerin olacağını hissediyor.

Olayların ardından yapılan resmi açıklamalarda yine aynı masala sığınılmış; “onlar yalnız gösterici değil, arada siyasi rant sağlamak isteyenler var”.. Kim bunlar, herhalde “muhalefet partileri” kastediliyor. Eh kardeşim diyelim ki haklısınız, Suriye’de “öldürdüğü insanların yüreğini söküp yiyen” Esad muhaliflerini bile korur kollarken kendi muhalifine ölümü reva görmen kabul mü edilecek?

Bu şiddete mazeret olamaz, “dünya çapında, tarihe geçecek bir skandal”dır!

(İstanbul Valisi “Taksim’de müdahale söz konusu değil” demiş. Polisle halk köşe kapmaca oynuyorlar demek ki!)

Yazının devamı...

Gezi Parkı için Günay konuşmuş!

Memlekette tam anlamıyla bir “kaynayan kazan” durumu hakim.. Suriye sınırında askerlere ateş açılıyor, ABD’li siyasetçiler ise Esad muhalifleriyle görüşerek ve sınırlarımızı daha büyük tehlikeye açacak şekilde yangına körükle giderek “onlara silah yardımı” yapacaklarını söylüyor .. PKK’nın geri çekilmesi “göğüsler gerilerek” anlatılır, reklamı yapılırken PKK’nın Kandil lideri Murat Karayılan “Çekiliyoruz ama ‘savaş olasılığını dikkate alarak’ eğitime başladık. Zaten çekildiğimiz yer Kandil, 30 yıldır buradayız. Burası Kürdistan, güçlerimizin çekilmekte olduğu topraklar da (ağırlıklı olarak Güneydoğu Anadolu) yine Kürdistan” diyor..

Susarsan olacağı budur!

Ülke geleceği açısından en önemli yasaların bir gecede Meclis’ten geçirilmesi, muhalefet partileri dışlanarak sürüyor. Ülke içinde halkla polis her konuda karşı karşıya getiriliyor, ona tam yetki veriliyor ve vatandaşın en doğal hakkı olan tepki, gösteri hakkı biber gazıyla, tazyikli suyla cezalandırılıyor. Öte yanda en büyük suçlar cezalandırılmıyor.

Taksim Gezi Parkı’nın kaldırılarak yerine AVM ve kışla yapılması kararına en doğru şekilde tepki veren doğa dernekleri ve vatandaşlara, nöbet tutan ve destek verenlere polis baskınları dün de devam etti. Yaşlı başlı kadınların gaz sıkan polise “niye gazlıyorsunuz oğlum” dediği haberler arasındaydı. Kültür ve Turizm eski Bakanı Ertuğrul Günay da bakanlıktan ayrıldıktan sonra bazı konularda twitter üzerinden verdiği tepkilere devam etmiş. Fuzuli’den, Sezai Karakoç’tan yaptığı alıntılarla..

Türkiye’nin trajedisi!

“Söylesem faydası yok, sussam gönül razı değil”.. “Ne yapsalar boş, göklerden gelen bir karar vardır”.. “Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır, yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır” benzeri twitler bunlar.. İyi ama Günay bakanken yapılan yanlışlara halk tepki verdiğinde onların yanında olmuş muydu, yoksa en iyi halinde bile “ne şiş yansın, ne kebap” tutumunda mıydı?

Şimdi hala bakan olsa aynı tepkileri verecek miydi? Cevap hayır.. İşte “Türkiye’nin trajedisi” burada başlıyor. Kişisel menfaati olan herkes “ülke zararına olacak” her adıma göz yumuyor, kendi çevresinde olaylardan uzak yaşamanın yoluna bakıyor. Ama “demokrasi ortadan kalkarken, baskılar giderek artarken” susanlar, ancak ellerindekini kaybedince konuştuklarında gerçekten de “söylesem faydası yok” noktasına gelinmiş oluyor.

Ertuğrul Günay’a “geçmiş olsun” demek lazım, artık “gönlü razı olsa da, olmasa da” dediği gibi fark etmez. Bu yanlışlara tepkisini her zaman ortaya koyan vatandaşlarla kendisi, ne söylerse söylesin aynı kefede değildir!

Bir gecede yasa çıkarma modası!

Yine hayati önem taşıyan bir yasa apar topar, bir gecede, tartışılmadan, tepkiler bile görülmeden Meclis’ten geçiriliverdi. Ve “Devlet adına arama ve işletme ruhsatı alma hakkı TPAO’ya aittir” hükmü yeni yasadan çıkarıldı. Böylece, dünyadaki tüm örneklerin aksine (dünyadaki petrol rezervlerinin yüzde 80’i devletlerin kontrolünde) TPAO’nun “özelleştirilmesi”nin önü açılırken petrol arama işi de “özel şirketlere” verilecek duruma getirildi.

Son on yılda Türkiye’de üretilen petrolün “yüzde 71”ini, doğal gazın “yüzde 56”sını TPAO karşılamış. Ne kadar önemli bir işlevi olduğunu ve “bu gücün devlet elinde olması”nın önemini düşünün. Şimdi artık örneğin Güneydoğu’daki petrolü isteyen bir özel şirket çıkaracak. Oysa ABD’li araştırma şirketleri bile “Güneydoğu’nun altının petrol denizi olduğunu” söylemişlerdi.

Yeme de yanında yat!

Eh “Güneydoğu’nun Kürdistan olduğu” da artık açıkça söylendiğine, üzerinde “Kürdistan” yazan tişörtler bile satıldığına göre “petrol denizi” nerede kalacak ortadadır. Biz zaten petrolün çoğunu dışarıdan alırken bir de üstüne Türkiye’nin “ham petrol ihracatı” üstündeki sınırlamayı kaldırmışlar ki “yeme de yanında yat”..

Petrolü ele geçirmek için bin dolap çevirenler adına “Biz istedik bir göz, Allah verdi 2 göz” durumu.. Vatana, millete hayırlı olsun. Muhalefet partileri hala TBMM’ye giderek kime gösteriş yapıyorlar, ne fonksiyonları kaldı acaba? Bıraksınlar topluca Meclis’e gitmeyi, olsun bitsin!



‘Darbeci padişah’ın adı köprüde!

Üçüncü köprüye padişah “Yavuz Sultan Selim”in adının verileceği açıklandığından bu yana tepkiler durmak bilmedi. Aleviler’e yaptıkları nedeniyle onlar büyük tepki içinde.. “Bilimsel eğitim yapan medreselerden bütün bilim derslerini kaldırdı, Mısır’dan dinci hocaları getirip Anadolu’daki aydınlığı yok etti” diyen bilimle ilgili herkes büyük tepki içinde..

“Osmanlı’yı batıran padişahtır” diyenler tepki içinde.. Ama en çok da “DARBE KARŞITI OLANLAR” tepki içinde.. “Kendi babasına askeri darbe yaparak iktidara gelmiş bir padişahın adı nasıl verilir” diyorlar da başka bir şey demiyorlar.

Gerçekten, darbelerle mücadele ediyoruz diye “darbenin ihtimali bile olmayan” dönemlerin yargılandığı, bu tür hiçbir olayla ilgisi olmayan yüzlerce askerin, sivilin 5 yıldır hapse tıkıldığı bir ülkede “darbeci bir padişah” neden seçilir? İzahı var mı?

Mehmet Yılmaz’ın yazdığı gibi; neden gurur duyulacak, milyonlarca turistin eserlerini görmeye geldiği Mimar Sinan değil, neden Kanuni Sultan Süleyman değil de özellikle o?

Yazının devamı...

Ödül verilecek avukata eza çektirmek!

Her şehirde olması gereken, buna rağmen devletin açmadığı kadın sığınma evlerinin en güzelini; Mor Çatı Kadın Sığınma Evi’ni yıllar önce açmış.. Hayatını bu ülkede şiddete uğrayan, önlenmediği için çığ gibi büyüyen “kadın ve çocuk tecavüzleri”ni önlemeye adamış, uzun yıllardır kadın hareketinin başını çekmiş, Türkiye çapında ünlü bir kadın avukattır Canan Arın.

Hangi ülkede olsa gurur duyulacak, her fırsatta ödüllendirilecek isimlerden biri.. Antalya Barosu’nun düzenlediği bir toplantıda “çocuk gelinler ve önlenmeyen çocuk tecavüzleri” hakkında yaptığı konuşmada herhalde düşünce ve ifade özgürlüğüne güvenerek “Hz. Muhammed’in Hz. Ayşe ile olan evliliğinden ve Cumhurbaşkanı Gül’ün evliliği”nden söz etmiş. Ve sırf bu nedenle yıllardır hakkında açılan dava ile endişe içinde yaşatılıyor.

Hakaretle alakası yok!

Peki bu ülkede “yaşlı adamların küçücük çocuklara tecavüz olaylarında” bazı gazete ve köşe yazarlarının (aslında yanlış olmasına, din bilimciler tarafından ‘Hz. Ayşe evlendiğinde en az 17 yaşında olduğu’ verilerle açıklanmasına rağmen) bu örneği vererek çocuk tecavüzüne bile mazeret aradıklarını duymadık, görmedik mi? Bunlara ses çıkarılmadığını bilmiyor muyuz?

Cumhurbaşkanı Gül konusunda (burada durum zaten farklı, arada fazla yaş farkı yok) daha önce “evlendiklerinde eşinin henüz reşit olmadığı” yazılmadı mı? Hayat hikayeleri yazılsa-ki daha önce kendileri tarafından da söylendiğini hatırlıyor gibiyim) bu anlatılamaz mı, zaten bilinmiyor mu? Bugün de birbirini seven gençler ailelerinin izniyle hala reşit olmadan nikah kıyabiliyorlar, bunu bir konuşmada söylemek neden hakaret veya suç kabul edilsin? Gerçekten anlaşılır, kabul edilir gibi değil. (Yargının bazı davalarda yanlış kararlar verdiği devletin zirvesindeki isimler tarafından da söylendi biliyorsunuz.)

Siyasetçi hakaretleri!

Kabul edilir gibi değil çünkü “gerçek demokrasiler”de başkanların, başbakan veya cumhurbaşkanlarının en açık şekilde ve her konuda eleştirildiklerini, hatta özeleştiri yaptıklarını biliyoruz, Margaret Thatcher ve diğer örneklerde olduğu gibi filmler bile en açık, net eleştirilerle yapılıyor, kimse alınmıyor, hakaret saymıyor.

Hele bizim gibi her konuda herkesin, siyasetçiler başta en ağır hakaretlerden çekinmediği, topluma kötü örnek sunmaktan gocunmadığı, Deniz Feneri gibi ağır suç içeren bir davanın cezasız kapandığı bir ülkede “bir kadın hakları savunucusunun konuşması”nın bu kadar büyütülmesi, hapis cezası istemiyle yargılanması olacak iş midir? İfade özgürlüğü nerede kaldı acaba?

Konuşmaktan korkar hale gelen topluma bir de bu örnek eklenmez İnşallah!

Demirel’e baş sağlığı!

Süleyman Demirel benim için “Türkiye’nin 9’uncu Cumhurbaşkanı” olmasından ve Türk siyasi tarihine “yıllarca zirvede kalmış önemli bir siyaset adamı” olarak geçmesinden çok daha fazla anlam taşıyor.

Babamın aynı partide uzun yıllar birlikte görev yaptığı, Meclis çatısı altında beraber çalıştığı Demirel’i ve eşi Nazmiye Hanım’ı ilk kez yakından gördüğümde sanıyorum ortaokula yeni başlamıştım. Sonra yıllar içinde defalarca onlarla aynı toplantılarda bulundum, aynı masada yemek yedim, defalarca babamla birlikte (ve sonra gazeteci olarak röportaj için) evlerine gittim.

Her ikisini de dünyanın en nazik, en düşünceli insanları olarak hatırlıyorum. Nazmiye Hanım her zaman güler yüzü ve tatlı diliyle akıllarda kalmıştır. Onun yıllarca rahatsız vaziyette yatağa bağlı kalmasının Demirel için ne büyük üzüntü ve eksiklik olduğunu da biliyorum. Dün gece geç saatte Nazmiye Demirel’in hayatını kaybettiğini duyduğumda 2008’de sevgili annemi kaybettiğim zaman hissettiğime benzer duygular içine girdim, çok üzüldüm.

Sayın Demirel’e başsağlığı, Nazmiye Hanım’a da Allah’tan rahmet diliyorum, mekanı cennet olsun.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.