Şampiy10
Magazin
Gündem

Artık gerçekleri saklamasak nasıl olur?

Taksim’de yine kalabalıklar toplandı Cumartesi akşamı.. Ellerinde karanfillerle “demokratik bir ülke istedikleri için” sokaklara çıkıp polis şiddetiyle hayatını kaybeden gençleri, demokrasi şehitlerini anmak istiyorlardı, kaldı ki onca kayıptan, olaydan sonra yapılan tüm açıklamalar baskıların toplumda yarattığı öfkenin hiç anlaşılmadığını veya önemsenmediğini gösteriyor gibiydi.. Şiddet “polis tarafından”, tazyikli sularla, dev araçlarla insanlar ve çevre tahrip edilerek yaratılmış olmasına ve zarar bu nedenle ortaya çıkmasına rağmen hala “yaktılar, yıktılar” diye şiddeti bile gösteri yapanlara mal etmek istiyorlardı..

“Her gösteride polis şiddetinin eksik olmayacağı” anlatılmak istendiği için polis yine biber gazını da, tazyikli suyu da eksik etmedi, bu yetkilerden sonra bir de eline “ağır silahlar” verilirse ne olur bunu da verecek olanlar cevaplamalı.. Oysa insanların elindeki karanfiller aynı zamanda “o gençleri öldüren suçluların adalete teslim edilmesi”ni temsil ediyordu, istekleri buydu. Artık Türkiye’de “adalet”ten ne kadar söz edilebilir bilinmez ama adalet istiyorlardı.

Niye 28 Şubat?

Hükümet üyeleri tüm illere ve diğer ülkelere yayılan Gezi gösterileri için birçok ilgisiz nedenden söz ederken bu olaylarla “28 Şubat” arasında benzerlik kurmayı unutmuyorlar. Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ da “28 Şubat’ın sivil yapısını harekete geçirmek isteyen bir psikolojik hareket var (Ö) Bu hareket bir günlük bir hareket değil, mahalli idareler seçimine dönük, İstanbul üzerinden, büyük kentler üzerinden bir hesaplaşmayı kendi içinde barındırıyor” demiş.

İyi de en basit mantık bile “durup dururken mi başladı bu olaylar? Polis 31 Mayıs günü parka saldırıp gençleri hastanelik etmese, halk ve hatta diğer ülkelerdeki Türkler bunları görüp galeyana gelmese, mesela polis Gezi Parkı’na hiç girmese ve Hükümet o gün ‘AVM, Topçu Kışlası’ inadından vazgeçse olacak mıydı? Ayrıca 11 yıldır kaç seçim geçti olmadı da niye şimdi olsun” diye sormaz mı? (İllerde insanlar polisin vatandaşa uyguladığı şiddete, binalara sıktığı gaza dayanamayıp balkonlarından TOMA’ların üstüne saksı attılar, bu bile görülmedi mi diye sormaz mı?).. En basit mantıkla bile “Neden 28 Şubat’la bağlantı kuruyorsunuz, 28 Şubat öncesindeki şartların ve hükümet uygulamalarının benzer olduğuna ve aynı tepkiyi yarattığına mı inanıyorsunuz, öyle midir” diye düşünülmez mi?

Hep mezhep ve etnik ayrımı..

Bozdağ da diğer Hükümet üyeleri gibi her olayı muhalefet partilerine, özellikle de Ana Muhalefet Partisi’ne mal etmeyi, görünen tablo ve görünen sorumlular yerine (hatta bunca kayıba neden oldukları için istifa etmesi gereken üç sorumlu yerine) onları suçlamayı unutmuyor. Demokratik ve laik, her inançtan ve kökenden vatandaşını eşit tutması gereken bir devleti yönetenlerin “Irk-din-etnik köken” ayırımı yapamayacağını, yapılmaması gerektiğini, önemli olanın “dürüst, akıllı, ülkesini ve toplumunu ayrıştırmadan, baskılara baş vurmadan yönetmek” olduğunu göz ardı ediyor. Devamlı bir “Tunceli, Alevi” vurgusu sürüp gidiyor.

Ne var ki, bunlar olunca iyi özellikler kaçıyor mu? Bunlar olursa o insanlar ülkelerini vatandaşlarını sevemez, yönetemezler mi, neden?

Bu aynen “bizim bir Besmelemiz yeter” demeye benziyor, “Besmele” sadece bir kesime mi aittir, bunda ve “Allah”ın adını anmakta, “Allah’u ekber” demekte bile “sizin-bizim” diye ayırım mı olur? Bozdağ Almanya’nın önemine ve “Türkiye’nin AB üyesi olmasını şimdi daha da çok engelliyor olmasına” değinirken Merkel’in Gezi olayları konusunda yaptığı açıklamalar için “Bu içişlerimize müdahale değil midir” diye sordu. Eğer böyle düşünüyorsak, bizim Suriye için aralıksız yaptığımız konuşmalar ve hatta bir iç savaşta kesin taraf olarak “aralarında rakiplerini hunharca katleden terör örgütlerinin olduğu muhaliflere verdiğimiz onca desteği” nasıl açıklayacağız? “Kendi vatandaşlarını öldürtüyor da ondan” mı diyeceğiz?

Sorunu görmek!

Türkiye tam bir karmaşanın içinde ve bu tür “kolaycı” konuşmalar yerine sorunların kökenine inen; “vatandaşa baskılardan, zoraki uygulamalardan kaçınılacağını” anlatan açıklamalar, suçluların cezalandırıldığını ortaya koymak gerekli. Ama zaten olayların bu nedenle çıktığını görmezden gelerek “polis gücünü arttırmaktan, interneti de baskılamaktan, MİT’e operasyon yetkisi vererek toplumu fişlemekten” söz edilirken bunu önermek bile anlamsız geliyor!

NOT: Gezi olaylarında tepki gösterenlerin “sosyalist” diye kategorize edilmesi nasıl mümkün değilse, yazın Bodrum’a gidenlerin edilmesi de değildir. İktidar mensupları da Bodrum’un en lüks otellerinde, yatlarda tatil yapmıyorlar, lüks jetlerle dünyayı birkaç kez turlamıyorlar mı? Boğaz’a karşı içki içmek de, Bodrum’a gitmek de isteyen herkesin hakkıdır, demokrasi öyle diyor.

Yazının devamı...

MİT durduracaksa ‘onu’ durdursun!

Ülkeyi yönetenler türlü karar veremedi, hala da veremiyor; kim yaptı Gezi eylemlerini? Hangi nedenle yaptı?

İktidar kanadından veya yakın medyalarından (ki medyanın küçük bir kesim hariç tamamı) sayısız iddia çıkıyor her gün; “Asıl hedef cumhurbaşkanlığı seçimlerini etkilemek”, “Dış güçlerin marifeti”, “Batı, Türkiye’nin yükselmesini istemedi”, “illegal, marjinal grupların işi”, “terör grupları yaptı”, “28 Şubat’ın sivil ayakları”, “CHP yaptı, hatta eski Türkiye olsa CHP kapatılırdı”, “Şu sanatçılar öne geçti, provoke etti”, “Gezi eylemcileri yaktı, yıktı zarar verdi” ve daha neler neler.. Gerçekle ilgisi olmadığını dünyanın bildiği her şey var..

Hatta şimdi bir de tarihinde “bikinili bir kadının bulunmadığı” Taksim meydanında göstericilerin arasına özel olarak getirilmiş gibi karışıveren “bikinili kadın” da katıldı bunlara.. Toplumu “SİZ-ONLAR” diye bölmeyi sürdüren konuşmalarda polis şiddetiyle yakılıp yıkılanların yerine hala “göstericiler yakıp yıktılar, camide içki içtiler” denirken bir de “bikinili çılgınlar” çıktı.. Sanki Gezi eylemi yapan veya şiddete tepki gösteren vatandaşlar “Besmele” çekmezmiş, onlar başka bir dindenmiş gibi “bizim tek bir Besmelemiz oyunu bozar” da çıktı.. Allah “Müslümanlığın sahibi bir partidir” mi demiş acaba?

Şu özeleştiri nerede?

Kısacası “Gezi Parkı’nda ağaçların kesilmesini önlemek isteyen gençlerin üstüne ilk gün aşırı şiddet uygulayan polisin gönderilmesi büyük hataydı, olaylar ‘yaralanan, hastanelik edilen gençlere ülke çapında tepki’den doğdu . Aslına bakarsanız sorumlu Emniyet, Vali ve İçişleri Bakanlığı bu olaylara neden olan kararlarının hesabını vermelidir” gibi bir özeleştiri, sorumluluğu kabul hala yok. Adeta “seçim öncesi parti propagandası, olanları saptırarak halkı yanıltma” çerçevesinde sürüyor hala konuşmalar.

MİT kime operasyon yapacak?

Şimdi yeni projeler “İnterneti de medya gibi iktidar kontrolü altına almak, özgür herhangi bir iletişim alanı bırakmamak, tepkilerini yazan insanları fişlemek” için yapılıyor gibi.. Başka anlam verilemeyeceğine göre yeni MİT yasası, başta internet olmak üzere her özgür alana devlet müdahalesi yapılacağını anlatıyor..

“MİT’e fişleme, izleme, psikolojik istihbarat toplama ve operasyon yetkisi” vermek zaten telefonları dinlenen, zaten hemen tamamının fişlenmiş olduğu söylenen, birbiriyle konuşmaktan korkar hale getirilmiş ve baskılara karşı tepkisini artık gizlemeyen bir topluma yapılıyorsa bunun anlamı nedir? 4 vatandaşımızın ölümüne sebep olan olayları başlatan (ki hala tutuklanmadı suçlular, tuğlayla vatandaş dövdüren ve dövenler) polis şiddeti yetmedi, korku unsuru olarak birde MİT mi çıkarılacak halkın karşısına?

Görevi “istihbarat toplamak” olan MİT’e “Mahkeme kararı olmadan herkesi fişleyip, operasyon yapabilme, evine-özel hayatına müdahale edebilme, keyfi arama yapabilme yetkisi” verilmesi hukuk devletinin tamamen ortadan kalkması, tam bir baskı rejiminin ortaya çıkması değil midir? Bu adımlar halka açık ve net anlatılmalı, gizlice bir gecede Meclis’ten geçirilmesi düşünülmemelidir. Sonra “yargı tarafından MİT’çilerin sorgulanması” da özel yasalarla önlendiği için durum daha da ciddileşiyor.

Sanatçının kılına zarar gelirse..

Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek yine nereden çıkardıysa, kendisine ait Beyaz TV’de “devletin önemli isimlerine (ve kendisine de) suikastler olabileceğini” söyledikten sonra lafı döndürüp M. Ali Alabora’ya getirmiş ve aynen bir gazetede yapılan gibi onu parmağıyla hedef göstermiş, birilerini ona zarar vermek üzere kışkırtmış. Kendisi alenen ve acımasızca kışkırtırken “halkı provoke eden odur, bu işin liderlerinden biri. Devlet yakasına yapışmalı, bu kadar ölen insan var vebali omuzlarında” benzeri skandal sözler sarf etmekten de hiç çekinmemiş.

Bu sözler o sanatçıya gelecek en ufak zararın sorumlusu olarak Gökçek’i; “gazetenin hedef göstermesi”ne, “hesabını soracağız” diyen iktidar mensuplarının hedef göstermesine ortak yapar, hatta en başa da geçirir. Yeter artık, insanları her yöntemle taciz etmek, hatta canına kastetmek “seçilmiş isimler”in yapacağı iş değildir, suçtur. Sevilen sanatçılarımızı rahat bıraksınlar, bu noktadan sonra “korumaları” çok daha doğru! Belli isimler seçerek onlar üzerinden kitleleri sindireceğini sanmak “devekuşu sendromu” ndan başka bir şey değil! MİT “tehdit” arayacak ve operasyon yapacaksa ilk eylemi “hedef gösterilerek tehdit edilenler” için yapsın, yargı bu dehşet olayları nedense görmüyor!

Zülfü Livaneli’ye saldırı!

Ortamı sakinleştirmesi gereken siyasetçiler en düşmanca söylemlerle ülkenin sanatçılarını mikrofonlardan milyonlarca kişinin önünde hedef gösterirse olacağı budur.. O sözlerden “görev çıkaran veya kim bilir gözdağı vermek üzere özellikle gönderilmiş” kişiler Zülfü Livaneli gibi toplumun gözbebeği bir sanatçıya saldırabilir. Ki bu da oldu.

Mersin Mezitli’deki konseri öncesinde “soyunma odası” İspanyol dansçılara verilen sanatçı haklı olarak buna itiraz edince belediye görevlisi olduğu söylenen bir grup tarafından saldırıya uğramış. Yumruklu tekmeli saldırıyla karşılaşan Livaneli “az daha kalp krizinden ölüyordum” demesine rağmen 50 bin izleyicinin bulunduğu konserini iptal etmeyerek tamamlamış. O 50 bin kişi İspanyol grubu değil, Zülfü Livaneli’yi izlemeye gelmiş beyim, odası nasıl figüran bir gruba verilebilir bu ayrı soru ama Mezitli Belediye Başkanı “soruşturma başlatmakla” işin içinden sıyrılamaz.

Aynen Gezi gösterileri sırasında gençleri öldüren polisler gibi bu saldırganların da tutuklandığını Türkiye’nin görmesi gerekir. Bu ülkenin en önemli sanatçılarından biri olan değerli meslektaşıma ‘geçmiş olsun’ derken Melih Gökçek ve onun gibi “sanatçıları hedef gösteren” diğer siyasetçilerin neye sebep olduklarını da görmelerini umuyorum. Kışkırtmanın sonu felakettir, yeter artık!

Yazının devamı...

Biber gazıyla iftar!

Diyanet’in başka işi yok galiba, giderek bu anlaşılıyor. Önce Diyanet İşleri Başkanı’nın “bir ilin tüm insanlarını dindarlığını yetersiz gördüğünü, ‘farklı’ olduklarını söyleyerek ona göre müftü tayin ettiğini” açıklayabildiğini gördük. Dini en iyi bilenlerden biri olması gereken Başkan “yaptığının ‘en büyük günah’ olduğunu” göz ardı ederek bunları söyleyebilmişti. Şimdi de tövbe Yarabbi nereden akıllarına geldiyse, zahir “halka biber gazı seanslarının devam edeceğine” inanıyor olmalılar ki “biber gazı solumanın oruç bozmayacağını” açıklamış Diyanet (sorulsa bile böyle soru olmaz, cevabı da olmaz).

Eh, demek ki göstericilerin sahur veya iftarda biber gazı yemesiniz mahzuru yok, gönül rahatlığıyla bol miktarda alabilirler. Belki de “gazın oruç bozmayacağı” bahanesiyle başka mesaj veriliyor, zira devamı var. “Huzur bozucu eylemleri İslam dini hoş karşılamaz” deniyor. Gezi Parkı gösterilerine katılanlar “huzur bozucu bir eylem” yapmadıklarına, devletin polis gücüyle, vatandaşlara zarar vererek olayları yarattığı görüldüğüne göre Diyanet bunları Vali’ye, Emniyet’e, İçişleri Bakanlığı’na dolayısıyla Hükümet’e söylüyor olmalı.

Orantısız gücün orantısı!

Görüşlerine saygı duyduğum din bilimcilerden olan Prof. Dr. Saim Yeprem de aynı konu sorulduğunda “orantısız güç denilen kavram”dan söz etmiş ve “Orantıyı kim belirleyecek, ölçüsü nedir” demiş ki ben duyunca inanamadım. Orantının ölçüsü “diğer medeni ülkelerdeki gibi, polisin vatandaşları hırpalamaması, durup dururken üstüne biber gazları, asitli solüsyon, tazyikli su ile saldırarak gözünü çıkarmaması, ağaçlara sarılan gençlerin hayalarını tekmeleyip hastanelik etmemesi, sakat bırakmaması, kafasına ateş ederek öldürmemesi, 200 kişinin karşısına orduyla ve TOMA’larla çıkmaması, gençleri kıskıvrak tutup sakallı ahbaplarına ölesiye dövdürmemesi” olabilir mi mesela?

Siz-biz, biz-onlar..

Diyanet İşleri “biber gazının oruç bozmaması”yla uğraşacağına “hayati zarar gören, yoğun bakımlık olan gençlerden, onlara düşmanca zarar verenlerin dini açıdan değerlendirilmesinden, acımasızlıktan, arkası kesilmeyen yalanlar dan, toplumu ‘din-türban üzerinden’ ikiye bölenlerden, büyük kitlelerin dinine-inancına laf edenlerden (ki bu gruba kendileri de dahidir), mezhep-etnik köken ayırımı yapanlardan, ‘SİZ-BİZ, BİZ-ONLAR’ diye beyin yıkamalarla hala bunca olaydan sonra bile halkı ayrıştırmayı ve kışkırtmaları oy uğruna sürdürenlerden, aslında Müslümanlık’ta ‘mezhep’lerin olmadığından” filan söz etsin, bölmekle değil barışçı olarak huzurun sağlanacağını anlatsın da toplum aydınlansın. Susup susup seyrettikten sonra anlamsız açıklamaların gereği yok.

Hala “bu ilin insanlarını da aşağıladılar, ‘bizim oyumuzla onlarınki bir değil’ dediler, ‘bidon kafalı’ dediler” benzeri bir mankene veya gazeteciye ait münferit yorumları kitlelere, rakiplere mal ederek, gerçek dışı suçlamalar yapılarak bu kışkırtma ve bölünme gayretleri sürdürülüyor. Bu günah değil mi?

Siyaset yapan imamlar!

Aa, bir de.. Cuma namazlarında bazı imamlarının “siyasi yalanları” vaaz gibi yutturduğu haberleri geliyor. Mesela Van’da Zeve Kampüsü Camii imamıyla ilgili iddia.. Bu imam Gezi olaylarında polis saldırısından kaçanların sığındığı Dolmabahçe Camii’ni ve bu olayla ilgili yalanları konu almış,olmadığı kanıtlanmasına rağmen sanki gerçekmiş gibi ‘camide içki içildiğini, camiyi ve dini yıkmak isteyenler olduğunu’ söyleyerek Allah’a sığınmış”.. Bu mudur Diyanet imamlarının görevi, yapacağı iş? Daha önce de imamların erkeklere “eşlerini tesettüre sokma baskısı yaptığı, bunu başaramayanların eşinin günahını kendisinin çekeceği gibi baskı yarattığı” duyulmuş, yazılmıştı.

Diyanet Başkanı Görmez bunları görmek zorundadır. Milletin dünya kadar parasıyla çalıştırılan bir kurum dini siyasete alet edemez. Topluma imamları yoluyla ve açıklamalarıyla; laik devlette olamayacağı gibi “Müslümanlık’ta da olmayan” bir inanç baskısını dayatamaz, yalanları gerçek gibi gösterip dini de kullanarak kitleleri birbirine düşman edemez. Meselenin özeti budur!

Yargı nerede?

İstanbul Valisi’nin konuşmaları genellikle “Emniyet kendisine değil de başkasına bağlı”ymış gibi.. Gezi olayları sırasında onun dostça, ılımlı açıklamalarını duyunca herkes olayları kontrol altına alacağına, polisin şiddetle vatandaşın üstüne salınmasına engel olacağına inanmıştı, olmadı. He ılımlı açıklamanın arkasından ani baskınlar ve yeni şiddetler geldi. Emniyet Genel Müdürlüğü ise adeta tüm olaylardan soyutlanmış gibi, hiç ses çıkmadı.

İstanbul’dan, Ankara’ya, İzmir’den Adana’ya, Antakya’ya o kadar ciddi olaylar, ölümler oldu, sanki Emniyet yok. Vali Mutlu son olarak “Yeniköy Parkı’nda “Duran Adam” eylemine destek veren yüzlerce vatandaşa saldıran ve bazılarını yaralayan “30 kişilik grup” için “araştırılıyor” demiş. Gezi Parkı’nın polis şiddetiyle boşaltıldığı, otellerin-evlerin içine bile biber gazı sıkıldığı, vatandaşların teperden tırnağa asitli sularla yandığı günün gecesinde “bir vatandaşı polislerin tutup birine kiremitle dövdürmesi” olayı için de “1 polisin ve 5 zabıtanın açığa alındığını, incelemenin devam ettiğini” söylemiş. Kasklarındaki numaraları kapatarak saldıran polisler, kapatılan kameralar, sokaklarda göstericilerin peşinden koşan sopalı grupların arasındaki polis aracı gibi konular unutulmuş.

Açığa alınan dönüyor!

Bugüne kadar görüldü, biliniyor ki “açığa alınan polis veya zabıta” ortam değişir değişmez işine geri döndürülüyor. Bu ülkenin cezaevleri “suçu söylenmeden” yıllarca hapse tıkılmış insanlarla doluyken, bu olaylarda ise görüntüler suçluları açıkça gösteriyorken neden böyle uzun sürüyor “gözaltına alma ve tutuklama”lar? Yargıda olması gereken polisler neden gönderilmiyor? Bunları sormak gerekir ama “üst sorumlu” olarak kendilerinin de görevden alınması gerekenlere neyi soracağız ki?

Yazının devamı...

Duran Adam ‘vuran adam’a karşı!

Taksim’de “Duran Adam” protestosuna katılanların karşısına önce “kitap okuyan polisler” çıktı.. Diğer illere hatta Avrupa’ya kadar yayılan “Duran Adam” eylemini sulandırmak mutlaka gerektiği için 2’nci sulandırma; Gezi Parkı’na son polis baskınının yapıldığı Cumartesi gecesi Taksim’e yürüyen kalabalık grupların arkasından ara sokaklardan fırlayıp bir polis arabası eşliğinde onları takip eden “eli sopalı” gruba benzeyen “Duran Adam Duran Adama Karşı” grubu’yla yapıldı.

İşe bakın ki bu grubun üstünde “her kim yaptırmışsa” bir örnek, göğsünde “Duran Adam Duran Adama Karşı” yazan tişörtler vardı. Ama biz yine de “ORGANİZE BİR HAREKET” demeyelim.. Üçüncü adım bir gün sonra geldi; o kalabalıkların arasına “ancak çıplak uluslararası faaliyet gösteren Ukraynalı Femen grubunun cesaret edeceği şekilde mayoyla” katılan bir kadın çıktı ortaya.. Yine tesadüf bu ya, hemen oracıkta “baştan aşağı beyaz, kusursuz bir tesettür şıklığı içinde” bir başka kadın gelerek bu çıplak provokatör, daha doğrusu “bozguncu” kadına bağırmaya ve onun şahsında “tüm göstericileri” yakıp yıktınız benzeri sözlerle suçlamaya başladı.

Düzmece olaylar!

Size bir şey söyleyeyim mi; bunların hiçbiri “on binlerce gencin, vatandaşların içtenlikle yaptığı” ve başlangıcı da Gezi Parkı’na ilk gün polisin şiddetle müdahalesi ve tazyikli sularla, biber gazlarıyla, gaz bombası kapsülleriyle insanları yaralaması nedenine dayanan protesto eylemlerini sulandıramaz.

Hiçbiri inandırıcı değil, tamamının planlı, düzmece girişimler olduğunu en basit mantık, en sıradan zeka bile görebilir. Her olayda bir “başörtülü olan ve olmayan kadınlar”ı ikiye ayırma, bir tarafı “dindar, inançlı”, diğer tarafı “tam aksi” olarak gösterme çabası var ya, bu halk direnişi de bu noktaya çekilmek isteniyor. Ki ben o “CHP’li olduğunu ama partide aktif bir görevi olmadığını” söyleyen, başını örterek video çektirmiş kadının bile aynı “YANILTMA” çabasına dahil olduğuna inanıyorum.

Bir partiye yıkılacak...

Baştan beri Ana Muhalefet Partisi “bu eylemleri düzenlemiş gibi” gösterilmek istendi, Hüseyin Çelik’in “sandıkta her zaman kaybeden siyasi cenah, sokakta bir şey bulabilirim gibi bir telaşa kapılmıştır” sözleri de aynı hedefi işaret ediyor. Bu yapılamadı, çünkü CHP milletvekillerinin (Yeşiller Partisi Lideri Claudia Roth’dan farksız şekilde) eylemcilere uygulanan şiddete karşı çıkmaları, aralarına girip şiddeti önlemeye çalışmaları dışında olaylarda bir rolü yoktu. Olamazdı da, zira eğer “polis ilk gün Park’a o şekilde girip masum insanlara şiddet göstermeseydi” zaten olaylar patlama yaratmayacak, tepki içinde olan halk yine de bu noktaya gelmeyecekti.

Gelmesine sebep olunduktan sonra, ülke çapına yayılan olaylara “Hükümet dışında bir sorumlu” aramak ve bunu da bir şekilde rakip partiye yıkmak inandırıcılığı daha da hızla yok ettiği gibi, milleti aptal yerine koyma anlamına da geliyor. Aklı başında hiçbir genç kız veya kadın Taksim’de mayo giymez, en radikal görüşteki gençler de yapmaz bunu.. Ve anında karşısına “beyaz tesettür kıyafetli kadın”lar çıkmaz, önceden yazılmış metin benzeri sözleri arka arkaya sıralamaz. Aklı başında hiçbir kadın türbanlı olmadığı halde başına türban takıp “Erdoğan istifa etsin” filan demez.

AP gayet iyi anladı!

“Duran Adam” aslında “Vuran Adam”lara karşı başlattı o eylemi.. Yani ciddi bir nedeni vardı.. Gösterilerin polis baskısıyla önlenmesi, baskılar nasıl gösterilere neden olduysa bu eylem de diğerinin devamıydı. O nedenle, ne CHP’li ol duğunu söyleyerek video çektirip TV’lere gönderen “sahte türbanlı” ne “kitap okuyan polisler”, ne de “mayolu kadın-tesettürlü kadın” ikilisi sonuç vermez.

Nasıl ki o her kesimden tepkili kalabalıklara “solcu, sosyal demokrat, marjinal vs” etiketleri yapıştırılması gülünecek bir durum ise, aralarında türbanlıların da elbette olduğu Gezi eylemcilerini bu kez “Taksim’de mayo giyen uç kadınlar”la özdeşleştirme planı da tam bir komedidir.

Olayları AB anladı, BM anladı, ABD (her nasılsa) anladı ve son olarak Avrupa Parlamentosu’nda Maliye Bakanı Şimşek’in önünde Parlamento üyeleri ayağa kalkıp “Duran Adam” eylemi yaparak desteğini gösterdi. Uluslar arası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) da Gezi Parkı eylemlerine destek için “küresel eylem” çağrısı yapmış.. Bırakınız “dursunlar”! “Yürüyen”in başına gelmeyen kalmadı, kaç genç gözlerini kaybetti, kaçı sakatlandı hatta hayatını kaybetti, yetmez mi insanımızın çektikleri?

Bırakın artık, çekin polisi de bitsin bu iş!

NOT: ITUC ’un Türk Hükümeti’nden talepleri arasında “suçlu polislerin cezalandırılması, toplantı özgürlüğünün teminat altına alınması, barışçıl protestolara katılan vatandaşların derhal serbest bırakılması, sosyal medyanın kullanımına ilişkin yasaklama girişimlerine son verilmesi” gibi maddeler var. Alkışlamayıp da ne yapacaksınız?

Büyükçekmece Belediyesi bu vahşeti durdursun!

Son haftalarda insanlar olarak öyle canımız yandı ki “sahipsiz zavallı sokak hayvanları”nın acılarına değinemedik. Bazı barınaklardan gelen haberleri, sitelerde, sahil kasabalarında hayvanlara yapılanları duydukça TV programımı yapamıyor olmak beni daha çok üzüyor. Söz veriyorum ki başladığım an bu kalpsizleri ekranlardan ilan edeceğim. Son olarak Büyükçekmece Belediyesi Sahipsiz Hayvanlar Bakım Merkezi’nden görüntüler geldi elime.. Zavallı hasta, yaralı, ameliyatlı, bebekli köpekler pislik içinde tahtaların, taşların üzerinde yatıyor. Aç kalan köpeklerin pisliklerini yedikleri, Barınağa METRO grosmarketlerden her gün gönderilen malların bir kısmının büfelere satıldığı gibi iddialar var. Kendim görmeden suçlamayacağım, en kısa zamanda “bazı günler” oraya gidecek, durumu görecek ve yazacağım. Bu günden itibaren her ildeki hayvan bakımevleri HAYTAP dışında benim de baskınlarımı beklesinler. Başlıyorum gezmeye!

Yazının devamı...

Suçluyla suçsuzun yer değiştirdiği ülke!

Biber gazı.. “En doğal hak”..

Halka, gençlere şiddetin alasını uygulayan polis.. “Başarılı, sayısı artacak”..

İnkar edilen olayları ve yalan iddiaları tabak gibi ortaya koyan görüntüler, fotoğraflar “sahte ..

Bırakın silahı, polisin aşırı şiddetine karşı bile elini kaldırmayan barışçı göstericiler “yıktı, yaktı, polis yaraladı”.. Ama yaralı polislere ait veya “türbanlı kadına saldırdılar” denen olaya ait tek bir görüntü yok..

“Göstericiler camide içki içti” iddiası.. Caminin imamı ve video görüntüleri ile “yalan” olduğu ortaya çıktı ama hala en zirveden tekrarlanıyor. Gözaltına alınan doktorlar.. “Doktor değil, sabıkalı”..

Gözaltına alınan avukatlar.. Onlar da muhtemelen “Avukat değil”dir..

Türk televizyonları ülkelerinde olan büyük olayları vermeye korkar ve bir utanç tablosu yaratırken, elbette hangi ülkede olsa bunları yayınlayacak olan ve tarafsız yorumlarla yayınlayan CNN International, BBC hatta Reuters Haber Ajansı ve tüm yabancı medya “marjinal, kötü niyetli, provokasyon yapıyor”..

Türkiye’de Gezi direnişi haberlerini veren iki-üç TV kanalı “ideolojik.. O değilse, provokatör..

Gezi Parkı eylemlerine destek veren sanatçılar.. “Provokatör.. Onlardan hesap sorulacak”.. Aynı zamanda taraftar gazetelerde hedef gösterilecekler ama bunu yapanlara hesap sorulmayacak..

Friedman ve Roth’u da tutuklayacak mısınız?

Eh, pes derler adama.. Ki bizden önce, olay yerinde bulunan yabancı siyasetçiler, gazeteciler diyor bunu.. Alman Yeşiller Partisi Lideri Claudia Roth Gezi Parkı’na polis baskınını içinde olarak yaşadı, biber gazı yedi, hırpalandı ve her şeyi tüm açıklığıyla anlattı. Türk Jinekoloji Derneği 14 Haziran’da “Sağlık Bakanlığı’nın eylemler sürecindeki tutumunu, ‘ambulanslarla eylemci mi taşıyacağız’ demecini ‘insanlığa ve hekimlik onuruna yakışmaz’ diyerek eleştiren, hekimlerin Gezi Parkı eylemcileri yaralandığında da tedavi etmelerinin görev olduğunu bildiren” bir açıklama yayınladı.

NewYork Times’ın ünlü yazarı Thomas Friedman da “Gezi Parkı’na baskın yapılıp boşaltıldığı Cumartesi günü İstanbul sokaklarında olduğunu, protestocularla birlikte yürüdüğünü” anlattığı köşe yazısında: “Anne babalar yıldırılırken çocukların korkularının yok olduğunu, Gezi gençlerinin ‘gerçek bir muhalefet’ haline gelme amacıyla Twitter’ı haberleşme ağı, Gezi Parkı ve Taksim’i ise ‘kendi parlamentoları’ olarak kullandığını, Erdoğan’a ‘geri çekil’ diyen gençlerin enerjisi ile sarsıldığını” vurgulamış.

Dün Gezi Parkı protestolarıyla ilgili olarak gözaltına alınan 28 vatandaşın “toplantı ve gösteri yürüyüşü kanununa muhalefet”ten tutuklanarak yargıya sevkedildiği duyuruldu.. Peki bu vatandaşları tutukladıklarına göre, onlarla yürüyen Thomas Friedman ve eylemcilerle biber gazı yiyen Claudia Roth’u da tutuklamayı düşünüyorlar mı? Kanun ise bu kanun herkese işlemeli, hadi tutuklasınlar, adam ilan etmiş “yürüdüm” diye..

Duran Adamlar’dan polise ders!

Taksim meydanında ve ülkenin her köşesinde “Duran Adam” protestosu hızla yayılırken Taksim Meydanı’ndaki polisler de “oturup kitap okumaya” başlamışlar. Eylemci gençler “orantısız zekaları”yla herkese çok şey öğrettiler, bakın polis bile “şiddet yerine barışçıl şekilde oturup okumayı” akıl etti onlara bakarak.. Toplumun haksızlıklara, baskı ve şiddete tepkisiyle ortaya çıkan bu direnişi (üstelik katılan halkın TOMA’lardan, asitli sulardan bile korkmadığını gördükten sonra) kırmak için “TUTUKLAMA”yı çözüm görmek, hala provokasyonun, haksızlığın alasını sürdürmek, hala “gözdağı” vermeye çalışmaktır.

Bir yandan; başta yapılsaydı olayları önleyebilecek olan “Gezi Parkı’na çiçek dikme” işlemi yapılırken diğer tarafta gösteriye katılan insanları tutuklamak çelişkinin de ta kendisidir. ABD Ankara Büyükelçisi Ricciardone AKP Genel Merkezi’ne gidip, gösterilerde uygulanan şiddet için “İfade ve toplantı özgürlüğünü” hatırlatırken “TUTUKLAMALARA” ne derler artık bilinmez. Bu gidişle “sadece durmak” da suç kapsamına alınacak, gidiş o gidiş!

Balbay ve Özkan’dan çağrı!

Yıllardır Silivri’de “hüküm giymedikleri halde” tutuklu olarak hapsedilen, kendileri ve aileleri büyük mağduriyete uğrayan gazeteci ve CHP Milletvekili Mustafa Balbay ile gazeteci Tuncay Özkan 21 Haziran için meslektaşlarına bir çağrı mektubu yazmışlar.

Şöyle diyor: “Sevgili meslektaşlarımız, Silivri Mahkemesi hukuk kurallarını, usul yasalarını hiçe sayarak vermiş olduğu kararı açıklayacağı tarihe hazırlanıyor. 21 Haziran Cuma günü son bir kez daha hukuksuzluklara karşı itiraz hakkımızı kullanmaya çalışacağız.

Haham’ın itirafı!

O gün 5 yıllık yargılama süreci boyunca yaşanan hukuk dışı uygulamalara ilişkin genel bir dökümü sizlerle paylaşmak istiyoruz. Sağduyu sahibi hiç kimsenin bu zulme kayıtsız kalamayacağını düşünüyoruz. O gün sizi Silivri’ye davet ediyor, gerçeklere tanıklık etmeye çağırıyoruz. Mustafa Balbay, Tuncay Özkan”..

Yalnızca “Ergenekon sürecini yalan iddialarıyla başlatan haham Tuncay Güney”in “Ergenekon bir projeydi, bir oyundu, bitti. Devlet beni kullandı, verdiğim ifadeler geçersizdir, hapistekiler suçsuz, serbest bırakılmalı” dediği açıklaması bile onların çalınan yıllarının nasıl dev bir haksızlık-hukuksuzluk olduğunu anlatmaya yeter.

Onları hapse tıkan “özel yetkili mahkemeler”in “hukuka aykırı oldukları için kaldırılmaları ama hala bu davalarda karar vermelerine izin verilmesi” bile hukuksuzluğun boyutunu göstermeye yeter. Aslında zaten hepsi “YETER” bu haksızlıkların.

Devletin “vatandaşına işkence etmek” gibi bir görevi olmadığına göre yıllardır “delil arama” lar, “sahte delil” eri gerçek kabul etmeler yeter. Bu zulüm gerçekten yeter artık. 21 Haziran’da onların çağrısını unutmayın!

Yazının devamı...

Polis sayısı arttırılsa ne fark eder?

Başbakan Erdoğan haftalar boyu süren Gezi Parkı olaylarından sonra “polis gücünün arttırılacağını” söyledi, Gezi Parkı’na ilk gün milyonlarca polis gönderilmiş olsaydı durum değişecek miydi? Parkta ağaçların kesilmesini önlemek için onlara sarılmış gençlerin, hatta simgeleşen “kırmızı elbiseli genç kız” gibi elinde beyaz çantasıyla öylece duranların üstüne gaz ve tazyikli su sıkan polis sayısı daha fazla olsa ne olurdu? Parkta hiçbir tepki göstermeden gazı yiyen, hayalarına tekmeyi yiyip ameliyatlık olan gençlerin sayısı artardı o kadar..

Yangın körüğü büyürse...

Ülkenin bütün şehirlerine yayılan, ABD’deki, Avrupa’daki Türk vatandaşlara varıncaya kadar sokaklara döken ve yalnızca “yanlış politika” ile “polisin aşırı güç kullanmasından” kaynaklanan tepkiler yangına daha da büyük körüklerle giderek mi söndürülür, bu mu umuluyor? Dev gibi TOMA araçlarının önüne bile dikilecek, elleriyle araçları durdurmak isteyecek kadar büyük bir patlama noktasına gelmiş milyonlarca insan (Türkiye’nin 78 ilinde toplam ‘1 milyon gösterici vardı’ iddiası sadece İstanbul için bile geçerli olamaz), karşılarına daha fazla polis şiddeti çıktığında korkup kaçmayacağına, kaçmadığı görüldüğüne göre hala yanlış politikanın, büyük halk kitleleriyle inatlaşmanın sürdürüldüğü ortada değil mi?

Sokaklardaki milyonlarca vatandaşın “polise ezdirileceği” söyleniyor olamayacağına göre bu sözün anlamı nedir? Geldiği söylenen “ileri demokrasi”nin tarifi Ziya Paşa’nın “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” dizeleri mi olacak? Üstelik iş kötekle kalmıyor, ülkenin gençleri ölüyor, sakat kalıyor, kadınlarına-çocuklarına asitli solüsyonlar sıkılıyor ve sonra konuşmalarda bunlardan söz bile edilmiyor, tam aksine “polis övülüyor, teşvik ediliyor”..

Polis tuttu, sakallı vurdu!

Aslında tabii polisin içinde de “insaflı ve yapılan yanlışın farkında olan”lar bulunduğuna şüphe yok.. Böyle olanlar zaten “kendi uyguladıkları şiddet”ten bile utanıyor, bunu da “emri verenlere öfke duyduklarını” söyleyerek açıkça anlatıyorlar. Aralarında kendini TV’de “yere düşmüş kadını tekmelerken” gördüğünde “bu ben miyim” diye dehşete düşenler olduğunu da.. Polisin de ruh sağlığı kötü emniyet ve valilik yönetimiyle, yanlış emirlerle bozulmuş durumda.. (Ki gerçek demokrasilerde ne o Müdür ne de Vali yerinde kalamazdı.)

Ama.. Ama bu durum yaptıklarını unutturmaz tabii. Mesela geçen Cumartesi gecesi bütün TV kanalları “UTANÇ VERİCİ” şekilde dizilerine, spor programlarına, içinde haber olmayan “haberler”i-ne devam eder, LYS sınavı ve hatta Brezilya gibi konularla ekranlarını “MEŞGUL” ederken Halk TV “aniden ‘bir semt’ten fırlayan ve Allahuekber diye bağırarak göstericileri kovalayan eli sopalı, bıçaklı kalabalık gruplar”ı veriyordu ki “Taksim’e yürüyen gençlere bu şekilde saldıracakları” görüntüsü dehşet vericiydi. CHP’nin bir ilçe merkezine de saldırarak camları kıran bu grubun benzeri Trabzon’da da ortaya çıktı.

Aynı akşam (yanılmıyorsam İstiklal Caddesi’nde) tüyler ürperten bir görüntü daha vardı; siyah tişörtlü ufak tefek bir genç “polisler tarafından” kıskıvrak tutuluyor ve beyaz gömlekli, sakallı bir adam ağzına gözüne yumrukları-tekmeleri aralıksız indiriyor. Ta ki yere düşüp bayılma noktasına gelene kadar. O arada da dönüp “çekme” diye kameramana ya da çeken vatandaşa bağırıyor. Düşünün, polis “korumakla görevli olduğu vatandaşı” kendisi dövdürüyor (herhalde ekranda görünce kendi de inanamamıştır yaptığına..) Ve aynı gece polis tarafından dövülen “bayraklı ve pembe türbanlı genç kız”..

Provokatör ararken..

Hani video görüntülerinin “yalan olduğunu” açıkça gösterdiği, Cami İmamı’nın da bunun olmadığını anlattığı “göstericiler camide içki içtiler” türü iddialara hala devam ediliyor da o iddiaların ispatı yok. Aynen Vali’nin önce “kasığından vuruldu” dediği polise dün “midesinden vuruldu” denmesi gibi.. Sanki “göstericiler şiddet yapmış da polis mecbur olmuş” havası.. Bunları doğrulayan tek görüntü yok ama kafasına yediği darbeler veya gaz kapsülleriyle komaya giren ya da hayatını kaybeden gençlerin vurulma anı, o gencin ve genç kızın dövülme anı görüntüyle sabit..

Şimdi siz, “yetkisini aşarak bunlara sebep olanlar derhal cezalandırılacak” demek yerine “çok başarılı oldular, sayılarını arttıracağız” derseniz ne olmuş oluyor? Kız-erkek demeden vatandaşı döven, dövdüren, öldürenleri, asitli su sıkanları korumak toplumu provoke etmek değil midir ki “cezalandıracak provokatör” aranmakta, özgür iradeleriyle gösterilere katıldıkları için ülkenin GENÇ SANATÇILARI bile zirveden “hesap soracağız” diye ya da gazetelerle” tehdit edilmektedir?

Duran adamlar artınca...

Bir gösteriye katılan veya destek verenleri cezalandırmaya kalktığınızda bu zeki kuşak ortaya “DURAN ADAM” olarak çıkıyor ve kısacık sürede bu direnme tarzı hızla yayılıyor. Onları da “sabit şekilde durma, POLİSE pasif direniş” suçundan gözaltına aldırırsanız kendiniz bile açıklayamaz, bu kez dünyayı güldürerek tepkiye sürüklersiniz. Kamuya ait meydanlarda, yollarda ayakta durulamaz diye bir yasak mı var? Başbakan Erdoğan, bütün diğer ülkelerin de “organize olmadığını, tamamen doğal bir tepkinin yayılması olduğunu” gördüğü olaylar için “organize, örgütlü yapıldı” demekle kalmadı, “medya, sosyal medya da hazırdı” dedi.

‘Medya hazırdı’ ne demek?

Nasıl yani, medya bu direnişin olacağını önceden mi biliyordu? Sosyal medyada her kesimden ve yaştan insan durup dururken “hadi sokağa çıkıp hep birlikte hava alalım, direniş yapalım” mı dediler? Peki bunca yıldır medyadan yargıya ve “bağımsız olması gereken her kurum” siyasi güce bağımlı hale getirilir, gazeteciler işten attırılır, canların istediği her yasa anında çıkarılır, özel hayatlara bile müdahale edilirken neden demediler, izahı var mı?

Gezi Parkı’nda başlayan tepkilerin (görülmek istenmese de) dünya çapında bir direnişe dönmesinin tek sebebi “ilk gün Gezi Parkı’ndaki polisin gençlere uyguladığı aşırı şiddet”tir. Bu haksızlığı izleyen on binlerce insanın aynı anda bir duygu patlaması yaşamasıdır, yıllardır baskılar altında gizlenen “toplam tepkiler”in dışa vurumudur. O insanların aynı siyasi görüşe sahip olduğunu, aynı partiye oy verdiğini filan söylemeye araştırmacıların bile hakkı yoktur.

Ki bunu en uzman sosyologlar, hukukçular da açıklıyor, BM de söylüyor, görmeyen gözler görmeli artık!

Lütfen onlara su verin!

Türkiye’nin her köşesindeki sevgili okurlarım, havalar ısındı ve yağmursuz havalarda sokak hayvanları için su bulmak çok zorlaştı. Açlıktan ve hastalıktan ölürken şimdi “susuzluktan” da ölüyorlar. Lütfen vicdanınızı dinleyin, kendinizi “susuzluktan kurumuş” düşünün, onlara acıyın ve kapınızın önüne “BİR KAP SU” koyun. Büyük sevap kazanırsınız!

Yazının devamı...

Doktorlara gözaltı dünya çapında olay yaratır!

Dün “Taksim’e gidecek herkesin terörist kabul edileceği”ni, Çarşı Grubu lideri de dahil olmak üzere bazı kişilerin evlerine baskınlar yapılıp gözaltına alındıklarını, Cevahir AVM’ye kaçan bir grup göstericiyi kovalamak üzere polisin içeri daldığını ama binlerce vatandaşın büyük tepkisiyle karşılaşınca çıkmak zorunda kaldığını duyduktan sonra ‘daha ne olsun ki, fazlası söylenemez, yapılamaz’ derken Cumartesi günü Gezi Parkı’na yapılan polis eyleminde yaralanan insanların sığındığı Divan Otel ’in içine hala gaz bombaları atıldığı ve asitli su sıkmaya devam edildiği görüldü..

Hatta akşam saatlerinde Teşvikiye Camii’ne sığınan göstericileri kovalayan polisin cami bahçesine bile gaz bombası attığı haberi duyuldu.

Divan, Ramada, Ceylan Otel gibi çevrede bulunan oteller zaten sadece olay mahalline yakın konumda oldukları için kaçanların ve yaralı insanları akınına uğradı haftalardır.. Kapalı otoparkları dahil göstericiler buralara sığındılar, otellerin hepsi maddi-manevi büyük sıkıntılar yaşadılar..

En insani görev!

Bu oteller kapılarını açmak istemeseler bile o insan akınının karşısında duramazlar başka mesele kapılarını “aralarında parkta aileleriyle bulunan (çoğu gezmeye geliyor, gözlerimle gördüm) bebeklerin, çocukların olduğu” yaralı veya gazdan boğulma noktasındaki vatandaşların sığınmasına, tedavilerinin orada yapılmasına izin vermemeleri mümkün müdür? Asıl bu durumda “sizin insanlığınız nerede kaldı” diye sormak gerekmez mi, sorulmaz mı, vatandaş boykotuyla karşılaşmaz mı?

Ve ayrıca, polis ordularını halkın üstüne salmanın amacı “göstericileri dağıtmak” olduğuna göre polis bu gencecik insanları, bebekli anneleri, parka gezmeye gelmiş vatandaşları ta otellerin, AVM’lerin içine kadar neden gazla, plastik mermi vs. ile kovalıyor?

Bırakın otelleri, yaralıların tedavi edildiği Alman Hastanesi ’ne bile polis TOMA’larla kapıya dayanarak neden müdahale etti?.. Gezi Parkı eylemlerinde ve son baskınında yaralanan insanları tedavi eden doktorların da görüş bildirmiş avukatlar gibi “KELEPÇELENEREK” ve “göstericilerle birlikte hareket ettiler” denerek gözaltına alınması ise gerçekten bardaktaki son damla olmalı. Dünyayı da ayağa kaldırmak için bundan iyi adım düşünülemez.

Bu ‘kimyasal’ nedir, açıklanmalı!

Bakın şimdi, Vali her ne kadar “içinde kimyasal yok, ilaç var” dese de Vali’nin artık gerçekleri gizlemek için en alakasız açıklamaları yaptığını bilmeyen kalmadı. İlaç da “kimyasal” dır o başka mesele, hangi ilaç bu? Kimyacılar da öğrensin, hatta bu “ilacı” versinler analiz edilsin..

Çünkü asitli solüsyon sıkılan kadınların bacaklarının, sırtlarının nasıl yanmış olduğu fotoğraflarla, çekilen görüntülerle ortada (aynen Dolmabahçe Camii’nde göstericilerin içki içmemiş olduğunun görüntüleri gibi.. “İçki içilmedi” diyen imama ne olduğu bilinmiyor ama bu olayın görüntüleri yayımlandı) ..

Susmaları için mi?

Fotoğraflarda asit nedeniyle oluşan yaraların görülmesi bir yana, tedavileri yapan doktorlar “yakan bir asit sıkıldığını” biliyorlar. Durum bu kadar ciddiyken, daha önce gaz bombası veya polis kurşunuyla hayatını kaybeden, gözü çıkan gençlere yenileri eklenmişken, henüz 14 yaşındaki Berkin Elvan gaz bombasıyla başından ağır yaralanmış ve komadayken doktorlar ne yapmalıydı acaba? Hipokrat yeminlerini unutmaları mı öneriliyor?

Yoksa gözaltında onlara “asitli solüsyon sıkıldığını söylememeleri” mi telkin edilecek? Ya da “konuşmamaları için” onlar da yıllarca hapse mi tıkılacaklar? Hiçbir şeyin değişmeyeceğini, insanlara göz dağı vermek için bunların yapıldığını anlatmıyorsa ne anlatıyor bu gözaltılar ve saldırılar?

Polis durdurulmalı!

Yazımı yazdığım saatlerde hala TV’lerde ve internette “Beşiktaş, İstiklal Caddesi, Karaköy ve birçok noktadan çıkan on binlerce vatandaşın Taksim’e doğru yürümekte olduğu” ve polisle çatışmalar çıktığı bildiriliyordu. Cumhurbaşkanı Gül’ün toplumu yatıştıracak, polisi durduracak ve olayların daha da kötü sonuçlara varmasını önleyecek bir girişimde bulunması tek çözüm gibi görünüyor. Çoğumuz daha ilk günden TV’lerden “polisi çekerseniz olaylar büyümez, vatandaşla kavga yerine uzlaşma aranmalı” uyarıları yaptık, biraz dinlenseydi bu noktaya gelinmeyecekti. Zararın neresinden dönülse kardır.

AKP Milletvekili Ertuğrul Günay bile Hükümet’e “Bırakın meydanlarda protesto etsinler. Ölüm, acı, gözyaşı olmasın” diye çağrı yapıyor. Daha çok gencimizi kaybetmeyelim!

Yazının devamı...

‘4 genç fidan’ için referandum!

Yüz binlerce vatandaş seller, sular gibi sessizce sokaklara aktı.. Kesilmeyen yağmurlarla seller, sular Park’ı götürdü, derme çatma çadırlardaki yüzlerce genç geceleri gündüzlere katıp birer ““özgürlük abidesi” gibi dimdik durdu, "gerçeklerin hasır altına itilmesine” razı olmadı, eğilmedi..

Olayları çarpıtan, tarihten hiç alakasız olaylarla benzetmeler yaparak insanları aldatmaya çalışan medyaya da, hakaret yememek, hedef gösterilmemek için bütün o süreçte de üç maymunları oynayan, gözü “borsa”dan ve kendi ailesinin, şirketlerinin çıkarlarından başka bir şey görmeyen kesimlere de, “ne şiş yansın ne kabap” hesabıyla yapacağına-söyleyeceğine karar veremeyip komik durumlara düşenlere de esaslı bir ders verdi.. “Biz böyle bir nesil istemiyoruz, şöylesi olacak” diyenlere “Biz gerektiği gibiyiz, heykel yontar gibi bizi yontamaz, marjinal etiketi yapıştırmaz, çapulcu diyemezsiniz” dedi..

Kindar değil, kararlı!

Adil, vatandaşı ve özellikle gençleri yok saymayan, onların üstüne her üniversite protestosunda devlet gücüyle gitmeyen, polis şiddetiyle hayatını kaybeden gençler için de hukuku çalıştıran, aklına geldiğinde veya hedefine ulaşmak için her gün olmayacak yasalarçıkarmayan, işine öyle geliyorsa “mahkeme kararlarını” bile görmezden gelmeyen, korku altında sessiz, etkisiz, sindirilmiş bir toplumyaratmak için insanları cezaevlerine tıkmayan, kısacası “baskıyla yol almayan” demokratik bir yönetimistediğini ortaya koydu. Son duruma bakalım; Gezi Parkı eylemcileri “istekleri gerçekleşene kadar” parktan çekilmemeye karar verdiler ama haksızlar mı? Ne değişti ki onların kararı değişsin? Tamam Başbakan ve Vali eylemcilerin temsilcisi olan (arada olmayanlar vardı, nasıl karıştılarsa) gruplarla görüştü ama kararından vaz geçti mi, geçmedi.

‘Yetmez ama hayır’!

“Mahkeme kararını bekleyeceğiz, sonunda referandum da yapacağız” dedi mesela..Hükümetin artık inatlaşma noktasına getirdiği, dünyanın işe karıştığı böyle bir durumda artık hiçbir mahkemenin, hakimin “iktidarın istemeyeceği” bir karara imza atamayacağını, hepsinin HSYK ile Adalet Bakanlığı’nın emrine sokulduğunu insanlar bilmiyor mu?

Referandum yapılacak olsa yine “devletin tüm imkanları ve bütün medya” ile, ülkedeki tüm ‘billboard’lar ile haftalarca beyin yıkama ve yanıltma yapılacağını, yine yeminli “yetmez ama evet”çilerin piyasaya çıkacağını (geçen referandumdan sonra çoğu gerçekleri anlasa da) bilmiyor mu? Oyların yine “bilgisayarla toplanacağını”, “parmak boyası” da kaldırıldığı için sandıkların güvenli olmayacağını görmüyor mu? Gerçekten samimi olunsa, hala Kışla maketleri göstermek yerine kısacık bir “madem ki toplumda dayatmalara böyle büyük tepki ortaya çıktı, Topçu Kışlası’ndan vazgeçtik, zaten devlet opera-bale-tiyatrosu kalmadığı için opera binası da gerekmez, Gezi Parkı’na dokunmayacağız”cümlesinin söylenebileceğini ama söylenmediğini halk anlamıyor mu?

Eylemler sürecinde ortaya çıkan o süper zeki espriler bile bunların kolayca görülmesini, “üç koyun gütmek”le “akıllı bir toplumu yönetme” nin benzerliği olmadığını fark etmeyi sağlamadı mı?

RTÜK’ten orantısız ceza!

Nereye gitsem Ulusal Kanal’ın da Halk TV gibi çok izlendiğini görüyor, takdir ifadeleri duyuyorum. Ne enteresan ve komik bir çelişkidir ki izleyici takdiri arttıkça RTÜK cezaları artıyor. RTÜK basın ilkelerine, halkın haber alma hakkına saygı gösteren, görevini yapan kanallara “içki bardağını buzlamadın, al sana 150-160 bin TL ceza” diye ceza ayarlamaya kalkacağına haber yayınlamayan kanalları cezalandırmalı.

Polisin “orantısız güç” kullanmasından farksız şekilde sadece “haberleri sansürsüz yayınlayan” kanallara “orantısız ceza” kesince kimsenin RTÜK’ü takmayacağı, güveni iyice yok eden bir hava çıkıyor ortaya.. Devletin, milletin kaynaklarıyla ayakta duran veya zengin patronlara sahip kanalların ancak ödeyebileceği yükseklikte cezaları zorla ayakta duranUlusal Kanal, Halk TV, Cem TV, TV EM gibi kanallara keserseniz “iyi niyet”e kim inanır ki?

Ayrıca, bugün “içki bardağı buzlanmadı” diye İslami dikta rejimlerine uyacak cezalar kesen bir kurumun yarın “askılı elbise veya şort giymiş kadın görüntüsü” için de ceza kesebileceği gelmez mi akla? RTÜK yaptığının “Gezi Parkı eylemleri’ne neden olan haksızlıklara örnek nitelikte” olduğunu ve tepki topladığını bilsin!



Gökçek ve twitter!

nkara Belediye Başkanı Melih Gökçekbugüne kadar kendisine hakaret ettiği iddiasıyla ‘Twitter’da tam 800 kişiyimahkemeye vermiş. Cuma günü onunla ilgili bir haber vardı; “Bir saat içinde 14 Twitter kullanıcısına ‘mahkemede görüşürüz’ demiş.. Belediyenin avukatları sağolsun, bin kişi de olsa “mecbuuur” bakacak, ne yapacak?

Kürtaj ve genelev!

Ama Gökçek kadın takipçileri dahil insanların kimliklerini, adreslerini, iş yerlerini hatta telefon numaralarını açıklıyor ve bulamadıkları için de “bir metot geliştirdik hepinizi buluruz” tehdidi yapıyor, kendi yazmış.. Aynı tweet’te “Rica ediyorum, tartışın ama hakaret etmeyin. Hakaret ahlaksızlıktır, acizliktir” diyor.

Çok pardon ama acaba Twitter’da (kürtaj tasarısı tartışılırken) yasaya tepki gösteren bir genç kıza kızarak “sen kaç kez kürtaj oldun” diyen kimdi? Bu hakaretin alası değil mi? O genç kıza ne demek istemiş oluyor bu sözle?

Genelevlerin kapatılması tartışılırken kendisiyle farklı görüş ileri süren kıza “Genelevde mi çalışıyorsun ki bu kadar ilgilisin” diye soran kimdi? Burada ne demiş oluyor? Yaptıkları “kadına karşı sözel şiddet”in, hakaretin, hatta resmen “taciz in ta kendisidir. Kesinlikle “yargılanmayı”, “mahkemede görüşme” yi hak eder.

Melih Gökçek şimdi “hakaret” etmenin başka hangi tanımlara layık olduğunu da yazsın, öğrenelim!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.