Şampiy10
Magazin
Gündem

‘Arap Baharı’ değil, ‘kışı’..

Aşağıdaki yazıyı yazdıktan sonra bir haber gördüm; “Suriyeli muhalifler kontrolleri altında tuttukları Halep’te kadınların uygunsuz giysilerle sokağa çıkmalarını ve makyaj yapmalarını yasakladı” diyor. Son günlerde Suriye’den kaçan insanlarla konuştuğum için biliyorum, bu ve benzeri haberleri Suriye’den kim dünyaya veriyorsa tümüyle OYUN, tümüyle YALAN.. Kaçanlar; bir yanda Esad güçlerinin attığı ve Halep’ten sonra Şam’da da gece gündüz yağan ve taş üstünde taş bırakmayan bombalar”dan, diğer tarafta “muhaliflere destek veriyoruz diye gelip şehirleri ele geçiren El Kaide” gibi ortalığı duman eden aşırı dinci gruplardan kaçtıklarını söylüyorlar.

Yani, bugün Mısır ve Tunus gibi ülkelerde görüldüğü gibi “YAĞMURDAN KAÇARKEN DOLUYA TUTULMUŞ” vaziyetteler. Halep’te kadınların El Kaide baskısıyla “BURKA OLMADAN” sokağa çıkamadığını, bırakın makyajı “başörtüsüyle tesettür kıyafetine” bile izin verilmediğini anlatıyorlar.

‘Laik rejiminize sarılın’

“Aman ‘dini siyasete sokmayan laik rejiminize’ 4 elle sarılın, yoksa sonu felaket, sakın bunun aksine ikna edenlere inanmayın, bu aşırı dinciler ortaya çıktıktan sonra geri dönüşü yok” diyorlar. Kısacası arkadaşlar, bugün “türban”ı kadının dindarlığı için işaret sayanlar, dindarlığın giyimle değil “takva” ile gönülden inanmakla ilgili olduğunu ve inanca-ibadete de “ancak Yaradan’ın karar verebileceğini” gizlemeye çalışanlar, sonunda “türban”ın da dindar kadını tarif edemeyeceğini, ancak “burka” giyerlerse dindar sayılacaklarını başka ülkelerden örnekleriyle görüyorlar. Ona göre toplumun “ÇOK DİKKATLİ” olması şart! Camilerde imamların da cemaate tavsiye kılıfında “eşlerinizi örtün, sokağa yalnız bırakmayın, günahı size olur” benzeri baskılar yaptığı haberleri geliyor, Diyanet de görevine baksın ve “kadınlar üzerinden topluma din baskısını” önlesin.

Şimdi daha önce yazdığım yazı.. Yine “Yanlış” diyerek başlıyor ve yaşayanların anlattıklarına dayanıyor.



“Tahrir meydanında 1 milyonu aşkın ‘laik’ muhalif” diyor haberde Mısır göstericilerini anlatırken.. YANLIŞ! “Laik muhalif” değil onlar “aşırı dinci baskılardan yılmış” vatandaşlar topluluğu.. Bu Mısır, Suriye gibi ülkelerde olanları aslında pek yüzeysel biliyoruz. “Tarafsız Suriyeli’ler”den dinlemek lazım mesela, ben son bir haftada dinledim, bilinmeyenleri anlatıyorlar.

- “Arap Baharı” dediğinizde sözünüzü keserek, “Biz ‘baharı’ değil, ‘kışı” diyoruz, Arap Kışı” diyorlar.

- Arap Baharı’nın kısa bir süre olumlu bir değişiklik gibi göründüğünü ama her ülkede “radikal dinci” grupların yarattıkları baskıyla “eskiyi aratır” hale geldiğini..

- Mesela Tunus’ta 1 yıl önce kadınlarda hiç tesettür baskısı olmadığını, şimdi ise “tesettürsüz kadına iş yok” dendiğini.. Müslüman Kardeşler, El Kaide gibi aşırı dinci örgütler ortaya çıkar çıkmaz ülkelerin yüzünün değiştiğini.. Müslüman Kardeşler’in “El Kaide’den daha az tehlikeli” olmasına rağmen işe önce “kadının başörtüsü”nden başlayarak din baskılarını inanılmaz hızla arttırdığını..

Başörtüsü yetmez!

- Suriye’nin Halep kenti tamamen El Kaide’nin kontrolüne geçtiği için orada “başörtüsü”nün yetersiz bulunduğunu, kadınların kesinlikle “burka” giymesi gerektiğini.. Araba kullanmaları ve sokağa yalnız çıkmalarının yasak olduğunu.. Başörtüsüz bir kadın görürlerse “kafa derini yüzeriz” dediklerini..

Konunun özeti şu ki “dindarlık yarışı veya mezhep çatışmaları” işin içine girdi mi, o ülkeden hayır gelmiyor. Siz “başörtüsü kadının dindar sayılması için şart” diyor ve günahlar sizden sorulacakmış gibi baskı yapıyorsunuz, El Kaide geliyor “burka giyecek, baş örtüsü yetmez” diyor. Suriyeli’lerden biri sohbetin sonunda şöyle dedi; “Çoğumuz son zamanlarda şu soruyu tartışıyoruz, neden ‘Hristiyanlar din kavgalarıyla birbirilerini yok etmiyorlar, huzur içinde yaşayabiliyorlar’ da hep Müslüman ülkeler iç ve dışta birbirini kırıyor?. Neden Müslümanlar dini herkesin kendi inançları ölçüsünde yaşamasına izin vermiyor da, dini ‘siyasi güç kazanma’nın en kısa yolu olarak görüyor ve kendi halkına bile acımıyor?”..

Çok acı tecrübelerle geliniyor onların noktasına, önceden düşünmek daha iyi değil mi? Düşünelim!

Gökçek savcı mı, hakim mi?

Artık sınırlar gerçekten çok aşıldı, bunlar yapıldıktan sonra yok “Yahudi diasporası”, yok “faiz lobisi vs” diye sebep aranmaz, sebep ortada.. Hani “daha fazla ne yapılabilir, söylenebilir” diye en AKİL insan düşünse bulamaz.

Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek, sanki kendilerine yakın bazı gazetelerin yaptığı yetmiyormuş gibi defalarca sanatçı Memet Ali Alabora’yı kendi kanalına çıkarak hedef gösterdi, sanki ona zarar verilmeden rahat etmeyecek havasında hala devam ediyor. Hala “Mi Minör” oyununu bahane ederek sırf Gezi eylemlerine katıldı, destekledi diye (onun şahsında tüm sanatçıları) korkutup sindirmeye çalışıyor.

Hadi ona da söyle!

Ama İsmail Türüt isimli şarkıcının yazdığı ve söylediği hakaretlerle dolu şarkıda Gezi eylemlerine katılanlara “Bu soysuzların var ya, her tarafta bezi var” demesini görmüyor. Hadi onu da “içerde görsün”, ona da “ayıptır, ahlaksızlıktır, söylediğin laf sana daha çok uyuyor” filan desin..

Hangi devlet pardon?

Ankara Belediye Başkanı son olarak Memet Ali Alabora için “Başına gelecekleri bilmiyor. Devlet onu yakalayacak ve ben onu içerde göreceğim” demiş. Sorulmaz mı şimdi, “başına gelecekleri” sen nereden biliyorsun diye.. “Devletin onu yakalayacağı bir suçu” olsaydı neden haftalardır yakalamadı diye.. Bunca zamandır yakalamayan “devlet”, o istedi diye mi yakalayacak? Kendisi savcı mı, hakim mi, yoksa mahkemelerin, özellikle de özel yetkili olanların “bağımlı” olduklarını duymayanlara da ilan etmekle mi görevli? Aslında o devlet önce “siyasetçilerin ‘bağımsız olması gereken’ yargıya baskı yapması” suçunu açıkça işleyenlere baksa çok daha iyi olur!

(NOT: Devlet dediğiniz şey üç erkten; “yasama, yürütme, yargı”dan oluşur. Türkiye’de bağımsız kurum kalmadığı için “hükümet” anlamına geliyor.)



Bir kap su!

Sık sık hatırlatacağım, sokak hayvanları sıcakta su bulamayıp kavruluyorlar. Lütfen kapınızın önüne boş bir yoğurt kabında su koyun. Bencil ve sevgisiz insanların, steril sosyetiklerin tepkilerine kulak asmayın, o zavallıların size yalvaracak dilleri yok ve çok sayıda “bebek ve hamile hayvan” var, onları koruyun!

Yazının devamı...

BDP’nin Gezi’de, Taksim’de ne işi var?

Diyarbakır’da “Hükümet adım at” sloganıyla, yani “özerk bölge ve Öcalan’a özgürlük” gibi taleplerinin yerine getirilmesi için gösteri yapmış BDP’liler.. Artık “özerk bölge” demek de doğru değil zira Öcalan’ın Barzani’ye mektup yazarak; “Kendisini yalnız Kürt bölgesinin değil, 4 parçalı Kürdistan’ın lideri olarak gördüğünü bildirdiği” bir durumda artık açıkça bundan söz etmek gerekir, dürüst olalım.



Tablo bu iken ve terör devam ederken bakıyorsunuz Gezi Parkı olaylarında birden ortaya BDP de çıkmış. Park ’ta var, Taksim ’de Öcalan posterleriyle birlikte var..

Taksim Dayanışması çağrı yapıyor, amaç; ellerde karanfillerle kayıpları anmak, taleplerini Hükümet’e tekrar hatırlatmak, şiddeti kınamak, suçlu polislerin cezalandırılmasını istemek.. Daha önce Gezi eylemlerinde yaptıkları gibi BDP en önde.. Gezi eylemleri “şiddete karşı” başladığına göre “PKK şiddetini, terörünü, karakol katliamlarını” yıllarca desteklemiş olan BDP’nin “artık şiddete karşı olduğunu” düşünelim desek.. Bakıyoruz; PKK terörü tekrar başladı. Gençleri şiddetten korumak için koştular desek “PKK’yla beraberliklerini düşününce” yine geçersiz.. Ama karanfillerle Taksim’e çağrılan halkın arasında da bu kez “Lice ilçesinde öldürülen, yaralanan şahıslar için devleti (şu durumda tüm erkler elinde olduğuna göre Hükümet’i) suçlayan” BDP milletvekilleri var. Güneydoğu illerinde çıkan olayları devletin yaptığını iddia etmekte ve eylemi “BDP-PKK eylemine” çevirmekteler.

Öyle başarıyorlar ki ajanslar haberi “BDP ve Taksim Dayanışmasının çağrısı üzerine Taksim’de binlerce kişi toplandı” şeklinde veriyor. Ellerinde bayraklarıyla, pankartları, karanfilleriyle Taksim’e koşan binlerce insan “BDP’yle berabermiş” havası yaratılıyor. Eğer bu “bazı siyasetçiler” tarafından Gezi eylemlerine yapılan haksız yakıştırmaları veya “Güneydoğu’da başlayan terörle Gezi eylemlerini benzeştirme” gayretlerini haklı çıkarmak” için yapılmış bir organizasyon değilse nedir?

Son olarak BDP Milletvekili Sırrı Sakık Gezi gösterileri için “Bazı kesimler sandıkta yenişemedikleri iktidar partisini farklı alanlarda ‘nasıl devirebiliriz’ anlayışı içinde” dediğine, bir başka BDP Milletvekili Sırrı Süreyya Önder ise gösterilerde hep önde durduğuna göre bu nasıl bir oyundur? Niyet ne, kimi yanıltmak?

Taciz!

Bu sorun yetmiyor gibi, eli karanfilli, kimseye zararı olmayan göstericilere polis yine “boyalı mermiler, biber gazlarıyla müdahale”de bulunuyor. Yetmiyor, içinde turistlerin yemekte olduğu restoranların içine kadar biber gazları sıkılıyor, yine gaz fişeğinden çok kişi yaralanıyor, gençleri “kollarını boyunlarına dolayıp sıkarak” , kızların “kollarını kıracak gibi arkaya kıvırıp sürükleyerek” gözaltına alıyorlar. Hele üniversite öğrencisi kızlar “araca bindirirken polis her şekilde taciz etti” dedikten sonra polisin genç kızlara yaklaşması bile yasak olmalı, burası dağ başı değil. (AB’ye girmeye çalışan ama bu gidişle asla giremeyecek olan bir yer).. Avrupa ülkelerinde “demokratik, barışçıl, etrafa zarar vermeyen” gösterilerde polis erkek vatandaşa da dokunamaz, kenara dizilir ve izler!

Gençlere, özellikle kızlara yapılan şiddet gösterilerinin arkasından kalabalıklar polise haykırarak tepki gösteriyor.. Polisi kendi halkıyla düşman pozisyona getirir ve bunu yaptıkları için bir de üstüne ödüllendirirseniz bu halk o polise nasıl güvenecek? Polis sadece hükümet üyelerini “halktan korumak” için mi var olacak artık?

Çözümü baltalayan kim, bir söyleseniz?

Daha neler duyacak bu kulaklar bakalım.. AKP Sözcüsü Hüseyin Çelik de hiç çekinmeden, sıkılmadan Gezi Parkı gösterilerine katılan bu ülkenin “şiddete ve baskıya karşı” ama dürüst, saygılı insanlarını, bu gösterileri “PKK terörü”yle yan yana koyabildi. Lice’de karakol yapımı sırasında çıkan olaylarda “hedefin çözüm süreci olduğunu, “Büyük Oyun’cuların ortaya çıktığını, Gezi Parkı’nın Kürt versiyonunu devreye soktuklarını” söyledi. İyi de olayları PKK’nın yaptığı ortadayken “kimin hedefi çözüm süreci”? Tam bir trajikomedi yine.. PKK “Cizre’de gençler insiyatif kullanmış” diyerek olayları kendilerinin çıkardığını söylüyor, o “Lice’de örgüt üyesi bir grup, vatandaşları zorlamış” diyor. Tamam ama Lice’de de Cizre gibi “örgüt” ortada işte..

Herkes aptal, birileri akıllı!

Cizre ’de “PKK’lılar insiyatif kullanmış” da aynı sırada Lice’de “karakol yapımına karşı çıkmak için” başkaları mı insiyatif kullanmış? Ne zamanlama bu böyle? Arkasından BDP’lilerin Diyarbakır’da “Hükümet adım at” gösterisi yapmaları ne tesadüf? Önce Öcalan ve PKK yöneticileri “Artık beklemeyiz, 2’nci aşamaya geçildi, çabuk söz verdiğiniz yasal, anayasal değişiklikleri yapın” diyor. Aynı sırada Cizre’de PKK’nın “asayiş timi” dediği polis gücü ortalık yerde “diploma töreni”yle güç gösterisi yapıyor, tabii aynı zamanda polislerini meşrulaştırıyor. Yol keserek araçlara kimlik kontrolü de yapıyorlar.

Tunceli’de krom maden ocağı “silahlı gruplarca” basılıyor (bugüne kadar yapılan terör eylemlerinin benzerini PKK değil de kim yapıyorsa), işçiler kaçırılıyor, araçlar yakılıyor. Tunceli Kanoğlu Köyü’ne kaleşnikoflu saldırı yapılıyor.

Ne Ergenekonmuş be!

Çelik’in “suçlu arama ve suçsuzun (hatta var olmayan hayali örgütlerin, dipsiz kuyu Ergenekon’un filan) üstüne yıkma” çabası buna rağmen, hala sürüyor; “Ergenekon uzantıları, ulusalcı ırkçılar Lice’den büyük oyuna destek çıkarmaya çalışıyorlar” .. Çözüm için PKK ile masaya oturmuşsunuz ve PKK mı çözümü baltalıyor ?

Güneydoğu’daki olaylar için bir “kontra” aranıyorsa; artık devlet= AKP Hükümeti olduğuna ve AKP de bunu (herhalde) yapmayacağına göre bu ancak PKK’nın “gençler insiyatif kullanmış” açıklamasından da anlaşılacağı gibi “PKK kontrası”dır. Daha önce yazdığım gibi Hükümet’e “geleceğe dair işaret” gönderiyorlar. Oyalanmayın diye!

Yazının devamı...

Camiye saygı değil, saygısızlık!

AB Bakanı Bağış “AB büyükelçilerine gösterdiğini” söylediği ama onlar tarafından “doğru olmadığı” açıklanan iddiasını, “Polis şiddetinden kaçarken Cami’ye sığınan gençlerin içki içtiğini gösteren video ve fotoğrafları” halka da göstermeli, bir bakan sözünü kanıtlamalı demiştik, ses çıkmıyor. Aynen “başörtülü kadına saldırı” iddiasını görüntüleri çıkmadığı gibi.. Böyle bir saldırıya uğradığını söyleyen kadının kayınpederi TV’de “gelinim utanıyor, onun için görüntülerin açıklanmasını istemiyor” demiş. “Çapulcu” imzasıyla gelen birçok mektupta “O zaman görüntüleri acilen savcılığa versinler, biz de (varsa eğer) yapanın hemen yakalanıp cezalanmasını istiyoruz” mesajları var.

Ceza yerine ödül!

Gerçi “protesto gösterisindeki masum gençleri beyninden vurarak öldüren polisler cezalanmadı ve hatta “5 ildeki gösterilerde görev yapan, yani insanları tazyikli-asitli sularla yaralayan polisler arasından 14 binine bin ila üç bin lira arasında ikramiye verileceği” açıklandı. Milletin cebinden “millete zarar verenlere ikramiye” artık nasıl bir halkla inatlaşmaysa yapılacak olan bu.. Bir daha gösteri olursa ödül almak için hepsi daha da çok “gayret” gösterecek, hiç çekinmeden saldıracaktır artık zahir..

Her ne yaparlarsa yapsınlar, siyasetçi en azından yalan söyleyemez, halkı yalanlarla aldatamaz. Bu nedenle “iddialarını” aynen kendileri tarafından söylenen “iddia eden ispatla mükelleftir” sözündeki gibi (bu söz Balyoz, Ergenekon ve diğer siyasi davalarda da hiç hatırlanmıyor) kanıtlanması gerekir.. Bu yapılmadığı takdirde tarihe “büyük iftiralar” olarak geçecek konuşmalar bunlar..

İmam dindar değil mi?

AKP’nin eski Kültür Bakanı Ertuğrul Günay da örneğin “Cami’ye sığınanlar içki içti” yalanının tekrarlanması konusunda aynı şeyi söylemiş; “Can havliyle camiye sığınmış insanlar bu kadar karalama konusu yapılmaz. Bu camiye saygı değil, ayıp ve günahtır” demiş. Bu iddiaların sahipleri (ki ikisi de ülkeyi yönetmekte, dünya önünde temsil etmekteler) herhalde kanıtlayacaklardır, öyle geçiştirilecek mesele değil zira..

Gezi Parkı olayında ailelerin, pırıl pırıl gençlerin katıldığı gösterilerde insanları karalamak, hatta şimdi bir de “PKK’nın yapmaya başladığı terör eylemleriyle benzetme yapmak için herşey söyleniyor. Cami’nin dürüst imamının 6 saat süren baskıya rağmen “Ben din adamıyım, olmayan şeyi söyleyemem” diyerek içki içilmediğinde israr etmesi toplumun hayranlığını kazandı, her yerde bu konuşuluyor. Hatta bir vatandaş geçenlerde “şimdi bu imamın da dindar olmadığını” söyleyebilirler esprisi yaptı. İstenen şeyi söylemediniz mi, emirlere uymadınız mı hemen dindarlığınız sorgulanıyor, iftiralar geliyor çünkü.. Müslümanlıkta en büyük günah olan “kendini Allah’a eş koşma, kulunun inancı hakkında O’nun yerine karar verme” günahının ta kendisi!

Bu günah öyle görünüyor ki seçimler sürecinde bol bol işlenecek, vatandaşların “siz başkasının inancını, camiyle, içkiyle, baş örtüsüyle, mezhebi vs. ile değerlendiremezsiniz, bu hak size verilmemiş” diyecek kadar bilinçli olmasını ummaktan başka yapacak şey yok!

Yazının devamı...

Gezi Parkı’yla başka bağlantı yok mu?

Tüm olaylar dünyanın gözü önünde olmasa Gezi Parkı’nda başlayıp ülke çapında yayılan protesto gösterileri “akla gelebilecek ilgisiz tüm nedenlere” bağlanacak.. Dış güçlerden, illegal örgütlere, faiz lobisinden, darbe girişimine bin çeşit komplo teorisi çıkarıldı ortaya.. Hatta “28 Şubat”la bağlantılı olduğunu, amacın “28 Şubat soruşturması başlamadan önce Hükümeti yıpratmak” olduğunu söyleyenler, yazanlar bile var.

Peki kimse sormaz mı; neden Balyoz, Ergenekon gibi tümüyle sahte belgeler, sahte CD’ler üzerinden yürütülen, “darbe hazırlığı yapıldığı iddia edilen tarihlerde dünyanın en ücra köşesinde bulunan” insanların bile yıllardır hapiste tutulduğu davalarda neden böyle bir tepki ortaya çıkmadı da “28 Şubat davası”nda çıkacak diye.. Hukuka aykırı bulunarak kaldırılmış olan “özel yetkili mahkemeler” zaten suçsuz insanlara yıllardır mahkumiyet gibi tutuklamalar yaşatmış.. Balyoz’da da, 28 Şubat’ta da, 12 Eylül’de de, (27 Nisan muhtırasını unutmayalım, yabancı siyasetçiler ve basın “2007’de darbe” şeklinde söz ediyor, bizde de siyasetçiler istedikleri anda aynı şeyi söylüyor) kısacası tüm davalarda “dönemin genelkurmay başkanları ve Balyoz’da Kara Kuvvetleri Komutanı Yalman” da serbest..

Öte yanda “onların komutasındaki en genç subaylar” bile hapiste..

28 Şubat’ı Çiller’e sorun!

Gezi olayları eğer halkın polis şiddetine, yaralanan, hayatını kaybeden insanlara bağlı olarak büyümediyse, şiddet devam ettikçe yıllardır süren diğer baskılar ve yanlışların da etkisiyle insanların tepkisi artmadıysa, 28 Şubat’a bile bağlanabiliyorsa o zaman “28 Şubat’ın asıl sorumluları kim” sorusunu önce TV’lerde tartışsınlar.. Yalnız “taraflı, militan gibi çalışan akademisyen ve gazeteciler” değil, tarafsız bilim adamları ve dönemin deneyimli siyasetçileri konuşsun.

Dönemin Başbakan Yardımcısı Çiller “gerçekleri” anlatmadı, kendini mağdur gibi gösterdi ama örneğin DYP eski bakanı, milletvekili Yalım Erez anlattı. Darbeler konusunda 27 Mayıs’tan bu yana en deneyimli siyasetçilerden biri olan Hüsamettin Cindoruk anlattı. O dönemde Çiller’in danışmanı ve en yakınındaki isim olan Mehmet Bican “28 Şubat’ta devrilmek” isimli kitabında anlattı. Ortada darbe yok, Milli Güvenlik Kurulu’nda alınmış kararların uygulanması var ki Hükümet aylarca (Çiller Erbakan’ın koltuğuna zamanından önce geçmek isteyene kadar) yerinde kalmış ve memnuniyet ifadeleriyle bu kararları uygulamış. Peki, kararların altına imzayı basan Çiller’in, dönemin hükümetinin sorumluluğu yok, dönemin Genelkurmay Başkanı’nın yok da “sebebini anlamadan” hapsedilmiş insanların mı var?

Komplo teorisi bulmak kolay...

MGK kararlarının uygulanması darbe sayılacak, bir de üstüne Gezi protestoları “bu dava öncesinde hükümeti yıpratmak için” yapılmış olacak. Halkı bile darbeyle suçlamak için “özel komisyonlar” kurulacak, “tencere tava çalan vatandaşlara” bile ceza ödetilecek, sanatçılar tehditle köşeye sıkıştırılacak .. Bu anlayışa göre “olayların arttığı görülürken hala polis ordularını halkın üzerine göndermek” ve “suçu sabit polisleri koruyup, şiddeti sözle ve eylemle teşvik etmek” konusunda da çok komplo teorisi üretilebilir.

Mesela “BOP” denebilir, bu konuyla BDP-PKK ve çözüm süreci ilgisi denebilir, o sürecin toplumdaki tepkilerini biraz unutturmak, soğutmak denebilir, “polis gücünü daha da arttırmak için neden” bulunduğu söylenebilir ki bunları düşünenlerden mektuplar geliyor.

Komplo teorilerine Türkiye’de bir kesim hala inandırılabilse de Batı alemi yutmuyor, o nedenle bir yandan “AB süreci yürüyor, bir şey olmadı” derken diğer tarafta bunları yapmayalım, parlamentolarında alay konusu oluyoruz!

PKK işaret veriyor!

Artık PKK’nın yaptığı terör saldırılarının haberlerinde “PKK” adı neredeyse hiç kullanılmıyor, enteresan bir değişiklik.. Masum vatandaş “terör örgütü üyesi” muamelesi görürken terör örgütünün tanımı değişti.

Şırnak’ın Cizre ilçesinde PKK’nın “asayiş timi” dediği ve resmen polis gücü olan timler alenen gösteri yaptı, yolları kapatıp halka kimlik de sordu.. Cizre Emniyet Müdürlüğü bu time operasyon düzenlemiş, haberde “polis kendisine Molotof, taş atan ‘göstericiler’e biber gazı ve basınçlı su sıktı” diyor. “Göstericiler”.. Yani adeta “Gezi Parkı göstericileri”n-den farksızlar, ne iş?..

Günü kurtarmak..

Tunceli’de krom maden ocağını “silahlı bir grup” basmış, şantiye binası ile 6 aracı yakmış, bazı işçileri kaçırmış. Yine haberde “göstericiler”.. Tunceli’nin Kanoğlu Köyü’ne kaleşnikoflu saldırı olmuş, “kimliği belirsiz kişiler”.. Yani aman “terör bitti” derken terörün sürdüğü, verilen sözler yerine getirilmediği takdirde de süreceği anlaşılmasın.. İyi de bunu “günü kurtarmak” dışında kime ne faydası var?

PKK yöneticileri önce “Cizre’deki olayları “PKK’lı gençlerin kendi insiyatifini kullanarak yapmış olabileceğini” söyleyip “abartmaya gerek yok” dediler. Dün ise “Kanoğlu Köyü’ne kontra birlik tarafından saldırıldığını” açıkladılar. Kısacası PKK “daha fazla beklemeyeceklerini, oyalamayı kabul etmeyeceğini anlatmak üzere” Hükümet’e işaret veriyor. Ki bunu birkaç gün önce “Biz bu süreci AKP iktidarı ‘terör bitti diyerek’ oylarını arttırsın diye başlatmadık, oyalıyorlarsa sonucu felaket olur” diyerek açıkça söylemişlerdi de..

Mesele gayet net, o nedenle Hükümet artık “akillerle toplantı” lara, onların gülücüklerle süslenmiş açıklamalarını dinlemeye son vererek esasa gelmek zorundadır.. Tutulamayacak sözlerin daha büyük tehlikeler yaratacağı baştan belliydi ama belki kimsenin bilmediği çözüm yöntemleri vardır. PKK bile “hala çözüm duymadık” diyerek teröre başladığına göre, vatandaşlarımıza, askerlerimize yeni zararlar verilmeden bunları açıklama zamanı geldi! (NOT: Kaçırılan işçileri kim kurtaracak?)

Yazının devamı...

AB, polis şiddeti ve önerge!

Ülke içinde her konuda önce ağza geleni söyleyip arkasından toparlamaya çalışmak alışkanlık oldu, eskiden siyasetçiler bunu yapamazdı, büyük ayıp sayılırdı ama artık “ayıp” yok, yalan bile serbest.. Ve lakin aynı şeyi “demokratik ve kendine de, toplumlara da saygılı” ülkelere kabul ettirmek öyle kolay olmuyor.

AB-Türkiye Karma Parlamento Toplantısı’nda parti grupları Türkiye’nin bu çelişkili açıklamalarını, özellikle AB Bakanı Egemen Bağış’ın sert şekilde eleştirmişler. Yeşiller Grubu “Gezi Parkı ile ilgili polis şiddeti nasıl soruşturulacak? Gezi Parkı olayları Türk sivil toplumunun ne kadar canlı olduğunu gösterdi. İnsanlar ayağa kalktı” demiş. Alman Hristiyan Demokrat Grubu’ndan Renate Sommer “Türkiye’nin bir dostuyum. Hükümete şunu söylüyorum; AB Bakanı Bağış tüm AP’ye saldırıda bulundu. Ben büyük saldırıya uğradım. AB ve AP üyelerine özür borçlusunuz” derken, İngiliz Andrew Duff “Mesajların hiç hoş olmadığını, Bağış’ın baş müzakereci konumunda sürekli agresif ifadeler kullandığını, bu üyelik konusunu içtenlikle sorguladıklarını” belirtmiş.

Örgüt üyesi başka?

Diğer üyeler arasında “Başbakan Erdoğan’ın ‘dış komplo’dan söz ettiğini oysa bu olayın ‘derin bir başkaldırı olduğunu, bu insanların kendilerinin temsil edilmediğine ve saygı görmediklerine inandığını” söyleyenler var. AB Türkiye’den kendilerine saygısızlık yapıldığını söyleyerek özür bekliyor, ya bu ülkenin kendi vatandaşları ne yapsın? Bırakın özrü, hepsi suçlu (!), neredeyse hepsi “illegal örgüt üyesi”, Sağlık Bakanı Müezzinoğlu hala yeminine sadık kalarak “şiddet sonucu yaralanlara karşı” görevini yapan doktorlar ve sadece insani vazifesini yapan oteller (bir tanesini vurgulayıp duruyorlar, yazıktır, ayıptır) için “Gezi Parkı eylemleri sırasında yaralananları tedavi eden doktorların sorgulanacağını, otelin otoparkında yasa dışı şekilde revir kurulduğunu” söylüyor..

Karakolda çekilmiş

Polis kurşunuyla hayatını kaybettiği açıkça, kanıtıyla ortada olan Ethem Sarısülük’ün bile “örgüt üyesi olduğu” iddiası atılmış ortaya.. Eh, Genelkurmay Başkanlığı yapmış, Hükümetle yıllarca beraber çalışmış olan İlker Başbuğ’un “terör örgütü liderliği” ile suçlanabildiği ülkede bu da olacak elbet. Ama ailesi çıldırmış tabii duyunca ve o söz konusu edilen fotoğrafın “taşeron firma aracılığıyla 2012’de Hakkari’de yapılan jandarma karakolunun inşaatı sırasında çekildiğini” açıklamışlar. Müslümanım diyene büyük günah değil mi bu yalanı atmak, insanlık bu mu? O kalabalığın içinde polis örgüt üyesi mi kovalıyor? Diyelim ki öyledir, PKK ve El Kaide’ye kadar her tür örgüt üyeleri ülkede sınırsız özgürlükle dolaşırken niye?

Ve AKP “Gezi Parkı olaylarının TBMM’de tüm boyutlarıyla araştırılması” için önerge vermiş. “Şiddet kültürü yerine barış içinde yaşamanın, sorunlarımızın ‘hukuk sınırları içinde’ dile getirilmesinin görev olduğu” belirtiliyor. CHP’nin aynı konudaki önergesi 18 Haziran’da TBMM’de neden iktidar tarafından reddedildi o zaman? Ayrıca bir yandan “Polisimiz Taksim’de destan yazdı” derken hangi hukuktan veya araştırma dan, hangi barış kültüründen söz ediliyor?

Cami videosu nerede?

İşte bu çelişkiler yurt içinde çekinmeden yapılıyor, doktorların, otellerin başına dert sarılırken, göstericiler terörist diye damgalanırken “TBMM araştırması” da istenebiliyor ama Batı bunları yutmuyor maalesef. Egemen Bağış’ın AB büyükelçilerine gösterdiğini söylediği ama onlar tarafından doğrulanmayan “Camide içki içildiği ile ilgili video ve fotoğrafları” halka da izletmesi bekleniyor!

Çoban, bidon kafa filan..

PKK gidip AKM’nin üstüne kendi bayrağını asmış, göstericiler ne yapsın PKK’yla mı çatışacak, Başbakan sanki onların hatasıymış gibi “bayrağın yanına o paçavra asıldı” diyor.. Gezi Parkı’nda PKK da gitmiş bir köşede yer tutmuş, göstericiler ne yapabilir, Başbakan “yasa dışı örgütlerle beraberlerdi” diyor.. Bir manken yıllar önce TV’de “çobanla benim oyum bir mi” demiş veya bir yazar “bidon kafalı, göbeğini kaşıyan” demiş yazısında, bunları milyonlarca insana mal ediyor. “Bizim oyumuzla Kayseri’deki Ahmet’in oyu bir değil dediler” diyor. Özneyi bulun, kim dedi? Yok ortada..

“Başörtülü kadına saldırdılar” deniyor, kim yaptı, her köşe, her yol kamera dolu ama tek bir görüntü yok ortada.. Artık olsa da ben gördüğüme bile inanmaz haldeyim, ya siz?

Bir de “Gezi Parkı konusunda mahkeme kararını bekleyeceğiz, bizim istediğimiz karar çıksa bile halk oyuna başvuracağız” söylemi var.. “Biz böyle demiştik, Gezi eylemleri neden sürdü” diye soruluyor. Siz hep “Topçu Kışlası” dediniz, kaç genç gitti hala da diyorsunuz. Ve mahkemenin “yürütmeyi durdurma kararı”nı da eleştirip “herkesin adımlarını dikkatli atması lazım, hele hele yargı” demiştiniz. Durum böyleyken ve HSYK tamamen iktidara bağımlı hale gelmişken hangi mahkeme verebilir hoşlanmayacağınız bir kararı?

Bitmez, bitmiyor, insanın beyni duruyor, bugün de bu kadar..

Mehmet Alabora’nın açıklaması!

Zirveden hedef gösterilince açıklama yapmak zorunda kalıyor Memet Ali Alabora.. İlk Gezi Parkı baskını ve çadırların yakılması üzerine o duygusallık içinde aklına “Emek Sinemasının yok edilişi, Şehir Tiyatroları’nda oyunların bile ‘bürokratlar tarafından seçilmesi’ne benzer değişiklikler, Devlet Tiyatroları’nın kapatılacak olması” gibi konular da gelmiş.. Ki herkesin geldi, o şiddet diğer yanlış ve baskıları da hatırlattı insanlara. Attığı tweetin “siyasi olmadığını” belirtiyor Alabora.. Siyasi olsa ne olur, bu ülkede demokrasi olduğu iddia ediliyorsa her meslekten insanın “siyasi hatalara tepki gösterme hakkı” da vardır. Sanatçılarımızın bu şekilde baskılanması devam eden büyük yanlışlardan biridir. Memet Ali Alabora merak etmesin, belirttiği konularda üzülmekte haklı ama Türkiye ve dünya onu gayet doğru anladı zaten!

Yazının devamı...

Doğru söyleyin, yalana alıştınız mı?

Okurlarımadır başlıktaki soru.. Dikkat edin bakın artık “yalanla gerçeği ayırmakta” çok zorlanıyorsunuz.. Biliyorum zira ben bu konuda kendimi iyi yetiştirdim, daha doğrusu öyle çok yalanla karşılaştım ki yetiştirmek zorunda kaldım.. Ayıptır söylemesi adeta turnusol kağıdı gibiyimdir, şıp diye ayırırım yalanı, bakışından,ses tonundan anlarım söyleyeni.. Ben bile zorlanıyorsam, başkaları da aynı durumda diye düşünüyorum.

Mesela; masamın üzerinde kesilmiş bir gazete haberi (hatırladığıma göre Milliyet’ten ) var, en az 10 gündür atamıyorum. Bakıp bakıp düşüncelere dalıyorum ‘gerçek ne’ diye, çok önemli konu çünkü.. Diyor ki; “25 askerin şehit olduğu Afyon’daki cephanelik patlaması davası sanığı Albay Veysel Özbay mahkemede ‘olayın kaza olduğuna inanıyor musunuz’ sorusuna ‘o bende kalsın’ cevabını verdi. Bu sözler üzerine bazı şehit yakınları fenalaştı. Albay Özbay daha sonra ‘7 saattir ifade veriyorum, yorgunluktan sürçülisan ettim. Kaza olduğu açık’ dedi. Bu olay üzerine mahkemeyi Karagöz Hacivat oyununa benzeten şehit yakınları, davanın sivil mahkemede görülmesini istedi. Avukatların reddi hakim talebi reddedildi”..

Hangisi doğru?

Bu nasıl bir dehşet durumdur, 25 şehitin aileleri için.. Ve aslında tüm Türkiye için.. Bir asker 7 saat zorluk karşısında sözlerini karıştıracak kadar yorulmaz, “böyle durumlarda dayanıklı olacak şekilde”, esir alındığında bile yorulup sözünü şaşırmayacak şekilde eğitim almıştır çünkü, dağlarda 15-20 saat terörist kovalıyorlar icabında.. Peki o zaman ne demek istedi “o bende kalsın” sözüyle?

Yani Afyon’daki olay başka bir şeydi de gizlendi, dil onu mu sürçtü? Terör saldırısı mıydı, TSK’nın bir ihmali mi vardı da açıklanmadı? Oyuncak mı 25 can, suçlu varsa cezalandırılmalı değil midir? Aynen Gezi olaylarında hayatını kaybeden gençler konusunda suçlu polislerin cezalanması gerektiği, bunu önlemeye kimsenin hakkı olmadığı gibi?

Polis deyince.. Gezi protestolarında vurulan iki polis için İstanbul Valisi “biri ayağından, diğeri kasığından” vuruldu demişti, ertesi gün Başbakan “biri ayağından, diğeri midesinden” dedi, Hangisi doğru belli değil ama önceki gün öğrendik ki video kayıtlarında “göstericilerin arasına karışan eli silahlı biri” vurmuş. Vali’nin bu yaralama olayını açıkladığı tarih “16 Haziran”.. Üç gencin gösterilerde hayatını kaybetmesinin üzerinden günler geçmiş, tepkiler sürüyor.. Gezi Parkı boşaltılmış, son olaylar sırasında.. Göstericilerin arasına karışan kim, bulunmalı değil mi? Sorular bitmiyor, görüyorsunuz.. Daha çok var.

Camide içki içildi mi, nerede?

AB Bakanı Egemen Bağış, AB elçileriyle Gezi brifingi yapmış. AB ülkeleri ve medyaları “gösteriler sırasındaki şiddeti kınadılar” ya herhalde bu toplantı “gerçekleri anlamaları için” yapılmıştır. Toplantı sonrasında Bağış yaptığı açıklamada “Camide alkollü içecek tüketildiğine dair görüntüler AB elçilerine izletilenler içinde vardı” diyor.. Bunun üzerine gazeteciler büyükelçilere soruyorlar. Birinin cevabı; “Böyle bir görüntü yoktu”, diğerinin cevabı “Teneke kutulu bir fotoğraf vardı”, bir başkası “Camiden görüntüler gösterdiler ama içinde içki içen yoktu”.. Yine dehşet verici bir durum var ortada..

Bağış sıradan vatandaş değil, içerde dışarıda bu ülkeyi temsil eden bir bakan.. Üç büyükelçinin “yoktu” dediği şeye nasıl “vardı” diyebiliyor? Acaba “duyduğuna kolayca inanan kitleleri” inandırma veya “duyan insanların dini duygularını provoke etmek, Gezi eylemcilerini ‘dine inanmıyor’ göstermek” gibi bir niyet mi var? Yok ise neden böyle konuştu? Başbakan’ın da “Cami imamı ‘kesinlikle içilmedi’ dedikten sonra” hala aynı konuyu tekrarlaması “olmayan bir şeyi elbirliğiyle var gibi göstermek” mi, nedir bunlar?

Hemen izletin!

Yapılacak tek şey kalıyor; AB Bakanı Bağış, büyükelçilere gösterdiği ve “var olduğunu” söylediği içki sahnelerini TV’lerden hemen halka da izletsin. Nasılsa hepsi iktidara ait, SHOW TV ile Skytürk de TMSF’ye geçince tamam oldu, nedense tüm devlet kurumları gibi TMSF de iktidar partisinin kurumu halinde, bu kanalları da derhal ortama uydurdular, kadroyu yerleştirdiler. Muhalefet partileri bu “yine eşitliğe tümüyle aykırı, yine beyin yıkama gibi propagandaya müsait ” tabloyla seçime girmeyi kabul ederse zaten kendi kaderlerini yazacaklar demektir.

Başa dönelim, hemen izletsinler cami görüntülerini, elinde “tek bir kola kutusu” olan gençten başka kim ne içmiş? İnsanların can havliyle şiddetten kaçarken o şaşkınlıkla elindeki kutuyu atamaması bile mümkündür ama camide içki içilmediğini herkes söylüyor, içeni göstersinler. Egemen Bağış bir de “Gezi direnişinin aylar, yıllar önce planlandığını” söylemiş, bunu da kanıtlarsa iyi olur. Malum, AKP Ankara Milletvekili Haluk Özdalga da “faiz lobisi ve benzeri komplo teorilerinin somut belgeyle açıklanması gerektiğini” söyledi, bekliyoruz.

NOT: Şimdi SPK “Faiz lobisi” avına çıkmış. 20 Mayıs-19 Haziran arasında yapılan işlemleri inceliyormuş. Ekonomi bilenler buna da gülüyordur herhalde, elbette “dünya çapında yayılmış, ülkeyi sarsan ve tarihte görülmemiş bir olay” ortaya çıkarsa insanların yatırımlarına ona göre işlem yapıp para kaybetmemeye çalışacağı açık değil midir? Sorumlular kenara çekilince “bir günah keçisi” gerekecek tabii..

Yazının devamı...

Penguenler bile suçlu!

AKP Ankara Milletvekili Haluk Özdalga “gerçekleri gördüğünü” anlatan ve Hükümet’in olaylara farklı açıklamalar bulma gayretini eleştiren bir açıklama yapmış. Büyük cesaret doğrusu, AKP içinde Başbakan’ınkini desteklemeyen görüş bildirmek “parti dışında” olup da gerçeklerden söz edenler kadar, hatta daha büyük risk taşıyor. Adına “milli iradenin tercihi” denilen ve lakin “genel başkanların tercihi”nden başka bir şey olmayan seçimler için büyük tehlike ama her şeyi göze alıp doğrulardan sapmayanlar hala var, şanstır ülke adına.

“Haberciyim” diye geçinenlerin bile yağcılık yapmak, bir avanta kapmak için; adı üstünde “CNN International”, yani “Uluslararası CNN”e, tüm ülkelerdeki olayları ekipler-kameralar göndererek yakından izleyen bir yabancı kanala “senin ne işin var Reyhanlı’da, ne işin var Taksim’de” diyebildiği (Newsweek, The Economist, Time gibi dergilere, NewYork Times, The Guardian, Financial Times gibi gazetelere “bu konuyu neden yazıyorsun” demek gibi) ortamda Haluk Özdalga ’ya helal olsun doğrusu! O arkadaşa da farklı bir “helal olsun”!

Hayali düşmanlar

Özdalga’nın sözleri özetle şöyle; “Gezi Parkı eylemlerinin komplo teorileriyle açıklanması ilk bakışta bir rahatlama duygusu sağlayabilir. Ancak her populist eylem gibi sonunda onu kullanana zarar verir. Hayali düşmanlar yaratarak öfkeyi tahrik eder, yanlış yapmaya sevk eder, olayların gerçek nedenini anlamayı engeller. Gezi olaylarının arkasında ‘faiz lobisi’ olduğu iddiası elde bilgi varsa somut isim ve belgelerle açıklanmalıdır”.. AKP Milletvekili burada “faiz lobisi” ve buna benzer gerçek dışı komplo iddialarının inandırıcı olmadığını, bunlara başvurulmaması gerektiğini söylüyor ki en usta bankacılar bile “faiz lobisi” çıkışını kimsenin anlamadığını belirttiler.

Oysa Gezi olaylarıyla ilgili tüm miting ve grup konuşmalarında o “hayali düşmanlar”ın halkın kendisi ve bu ülkenin kendi gençleri olduğu ortadadır maalesef. Üzerine asit sıkıldığında, tekmelerle yumruklarla hastanelik edildiğinde bile o gençlerin 10-15’i birlikte saldıran polise karşı koymadığı, zaten koyamayacağı da video kayıtlarıyla TV’lerde (bir-iki kanalda tabii) görülmüştür.

Divan Otel’in suçu ne?

Düşünün, en karşı görüşte olanlar da düşünsün; “insanlığı varsa eğer” savaşta bile yaralılara, beyaz bayrak açanlara “düşman” ateş etmez, hatta o yaralıyı tedavi eder, öyle değil mi? Gezi Parkı’na, Taksim’e veya Antalya’daki gençlere, kadınlara, çocuklara “göz çıkartan, insanları beyin üstü yere çakan” tazyikli sularla, biber gazı ve bütün vücudu yakan asitli solüsyonlarla saldırılıyor. Yaralananlar doğal olarak çevredeki kafelere, otellere, evlere, oto parklara kaçıyor. Polis “görevinin göstericileri dağıtmak” olduğunu hesaba katmadan “kaçanları ve yaralıları” binaların içine kadar kovalıyor, sanki öldürmeden bırakmayacak.

Ne yataklığı yahu?

Bu durumda, kaçtıkları mekanın sahibi, “düşmana bile yapılması gereken” yardımı yapmaz, yaralılara kapısını açıp onların tedavi edilmesine imkan tanımaz mı? Gezi Parkı’nın bitişiğinde olan Divan Otel gibi oteller istemeden olayların içinde kaldılar ve insanlar akın halinde içeri hücum edince bunu yaptılar, taraf tutmadıkları polise günlerce yemek vermelerinden, kapılarını onlara da açmalarından belli değil mi? Olaylar nedeniyle büyük maddi kayba uğramaları yetmiyor gibi hala “Polisle çatışanlar oraya sığındı, yasalarda yataklık suçtur” demenin alemi var mı? Bunu söyleyenin en ufak haklılığı olduğu düşünülebilir mi, sizin oteliniz olsa “bunlar yaralı ama gösterici, kapatın kapıları” mı diyeceksiniz? Protesto yaptılar diye “vatandaşınız” olmaktan mı çıktılar?

Öyle inanılmaz ki bütün bunlar, olayların tavan yaptığı saatlerde Hükümet’ten korkusundan “penguen belgeseli” göstererek tarihe geçen, alay konusu olan kanalları bile “onlar da gösterileri desteklemiş sayılır” diye suçlayabiliyorlar. Ne tavsiye ederlerdi acaba, “Titanic” filmi kurtarır mıydı? Olayları gösterseler ne denecekti?

Penguenler suçlu, oteller suçlu, doktorlar, avukatlar, yabancı basın, devlet şiddetine karşı çıkan Batı suçlu.. Tek suçsuz da “asıl suçlular”.. Onlar “destan yazdılar”.. Bu mudur yani? Peki grup konuşmasında söylenen “Şiddete başvuranlar her daim kaybetmeye mahkumdur” sözü ne olacak? “Şiddetin sahibini” dünya haykırırken, Claudia Roth’dan, ABD’li gazetecilere kadar olayları içinde yaşayanlar anlatırken bu tanımı göstericilere mal etmeye kim inanacak?

Bugüne bakın siz

Hükümet üyeleri rakiplerini suçlamak için bugünden örnek bulamayınca tarihi araştırıp onları 76 yıl önceki Dersim olaylarının sorumlusu yaparken biraz da “bugünle ilgili” özeleştiri yapsalar iyi olur. Dersim’de “karakollar, köprüler yakılmıyor, askerlerin onlarcası öldürülmüyor, jandarma bölüklerine pusular kurulmuyor” muydu?. Masum insanların da ölmesi elbette üzücüdür, yapılan doğrudur demiyorum ama yıllarca bölgede terör estirenleri unutup o yıllardaki “devlet kararı için” bugünün partisini suçlamak yanlıştır.

Bugün de terör ülkeyi tehdit ediyor, Haluk Özdalga’nın sözlerindeki haklılığı düşünerek gerçekleri görseler iyi olur!

Twitter, Facebook, Google..

Başbakan Erdoğan konuşmasında “10 milyon 600 bin” adet tablet bilgisayar vermeleriyle ilgili önemli bir adım atıldığını söyledi.. Güzel de aynen “Akdeniz Oyunları için yapılan yatırım, TOKİ’nin ucuza ve taksitle satılan evleri, metro, köprü ve diğer yatırımlar” gibi bilgisayarlar da AKP’nin kasasından değil, milletin cebinden, devlet kesesinden yapılıyor. Hep “böyle değilmiş gibi” anlatıldı ama seçim yaklaşırken artıyor bu “Biz yapıyoruz, onlar yapmıyor” söylemleri.. İktidar sizde ve iktidarlar “bunları yapsın diye” seçiliyor, 21’inci yüzyılda aksi düşünülebilir mi? Milletin omzuna yüklenen borçlarla yapıldığını da unutmayalım. Bilgisayar konusu daha da düşündürücü.. Sosyal medya “bela” olarak görülürken, Twitter-Facebook kullanan insanlar sanki “Besmele çekmez, Allahu ekber demezmiş gibi” sunulurken (bilgisayar kullananlar dinle alakasız ise dağıtılanları kim kullanmak ister), kullanıcıların yakından ve hatta MİT ile izlenmesi, fişlenmesi gündeme getirilirken bu bilgisayarlar ne işe yarayacak? Bir de “Google” tu kaka ilan edilirse gençler ayna olarak camlarına bakacaklar zahir!

Yazının devamı...

Zombi demokrasisi!

Benim buluşum değil, bunu dünya çapında en çok okunan dergilerden biri olan “The Economist” yazmış. “Seçim kazanmanın yeterli olmadığı, bazı ülkelerde çoğunluğu ele geçiren liderlerin farklı bir demokrasiye geçtiği” vurgulanan yazıda “Türkiye’deki demokrasiye olsa olsa Zombi demokrasisi denebileceği” belirtiliyor.

BBC ise “Ankara Belediye Başkanı tarafından sosyal medyada hedef gösterilen muhabirlerinin çok sayıda tehdide hedef olduğunu, bunun BBC’nin güvenilirliğine darbe vurma ve muhabirlerini sindirme amacıyla yapıldığını ve kabul edilemez olduğunu” açıklamış.

Doğrusu onbinlerce kişinin tepki olarak sokaklara döküldüğü bir halk hareketine sebep olan, çok sayıda gencin yoğun bakımlık olduğu, gözünü ve hatta hayatını kaybettiği “polis şiddeti”nden sonra “polis Taksim’de destan yazdı” denebiliyorsa, Gezi eylemlerine destek veren sanatçılar hedef gösterilip tehditler alıyorsa Batı alemi de bunları ve kendilerine yapılanları yazacak, düşünecek, dünyaya ilan edecektir. Bunlara neden olunduktan sonra “ekonomi zarar gördü” demeye de kimsenin hakkı olmayacaktır.

Genci vuran serbest ya diğerleri?

Antalya’da Gezi Parkı protestosuna katılan gençler polis üstlerine gelince bir otoparka kaçmışlar. Burada 10-15 polisin aynen İstanbul’da bir genci yakalayıp sakallı birine tuğlalar, tekmelerle öldüresiye dövdürmeleri gibi polisler topluca gençleri sıkıştırıp hastanelik edene kadar dövmüşler. Aferin onlara, önce “destan yazdıkları” söylenmeli, sonra yakalansalar da serbest bırakılmalılar ki bundan sonra da aynı sistemle saldırsınlar. Hatta “ağır silahları” da olsun.

Ethem Sarısülük’ü vuran polisin olay anındaki kamera görüntüleri ortada. Hakim hala “meşru müdafaa olasılığı”ndan söz ediyor, “polisin tutuklanmasının telafi edilemez zararlara neden olabileceğini” söylüyor. Henüz 26 yaşındayken vurulan Ethem Sarısülük’ün hayatı telafi edilebilir, geri getirilebilirmi ki, polisin “tutuklanması” bile telafi edilemez? Peki kimseyi öldürmedikleri, hatta kimseye zarar vermedikleri halde 5-6 yıldır tutuklu bekletilen gazeteciler, cerrahlar ve diğer insanlar hangi hukukla içerdeler?

Bu ülkede maalesef artık “adalet” bir hayaldir, insanların adalete ve kendi polisine bile güvenemez hale gelmesinin sorumluları hiç değilse Batı’dan gelen tepkilere bakarak düşünmek zorundadır! İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın son açıklaması tabloya duyarsız kalmadığını gösteriyor, ona da bakabilirler!

PKK sorunu büyümeden..

Mustafa Balbay, Tuncay Özkan ve yüzlerce insana yaz ayları da cezaevinde geçirtilir, suçu bilinmeden hayatından 5 yılı çalınmış gazetecilere, cerrahlara “son savunmalar çok kısa olsun” gibi ekstra haksızlıklar yapılırken PKK militanları ülkede özgürce dolaşıyor.. Terör bitecek umuduyla bu hukuksuzluğa susuluyor ve “silahlı güçlerinin Kuzey Irak’a çekilmeyi sürdürdüğü” haberi veriliyor sık sık.. Bu arada Hakkari’de bir helikopterimize PKK tarafından ateş açıldı, bunu da “soruşturuyoruz ama PKK güçlerini sınırda taciz ediyormuş” olarak açıkladılar, ki aslında bir gözdağı gibi görünüyor.

BDP’li ‘Duran Adam’lar!

Gezi Olayları nedeniyle uzun süre “çözüm süreci” denilen sürece ara verildi.. Polis şiddetini protesto amacıyla sürdürülen “Duran Adam” eylemi sırasında BDP’li milletvekillerinin de Meclis’te bu eyleme destek veriyor gibi “duran siyasetçi” eylemi yapması “acaba BDP de artık şiddet, öldürme eylemlerini desteklemeyecek mi, onlar da şiddete karşı ortaya çıktıklarına göre başka anlamı var mı bunun” sorusunu akla getirmişti ama PKK’yı desteklemekten vazgeçmeyeceklerine göre durum hiç de öyle görünmüyor.

PKK yöneticilerinin önemli açıklamaları var. Öcalan, Barzani’ye yazdığı mektupta “4 parçalı Kürdistan için gayret göstermesini” istemişti, PKK liderleri de; “AKP geçmiş seçim dönemlerinde önce ‘ateş kes’ isteyerek Kürt sorununu çözeceğine söz verdi, seçim sonrası farklı yaklaşım içine girdi. Şu anda henüz çözümü getirecek politika üretmiş değil, sadece kamuoyuna ümit veriyor. Biz PKK güçlerimizi 2014’te AKP’ye yeni bir seçim kazandırmak için çekmedik. Eğer bunu planlıyorsa yanılgı içindedir, umutların yıkılması büyük felaket getirir. Geçmişi kat kat aşan bir şiddetle Türkiye’yi kasıp kavururuz. Anında geri döneriz” tehdidini öne sürüyorlar.

Geçen seçim gibi değil..

Öcalan’ın Barzani’den talebi ile AKP’nin çözümü (TBMM yok çünkü ortada, Meclis yerine iktidar tek başına karar veriyor) nasıl bağdaşacak, PKK “4 parçalı Kürdistan”dan söz etmeyi sürdürürken Hükümet nasıl bir pazarlıkla bu “çözüm” olayını halledecek bilinmez ama bu tehdit PKK’nın uzun süre beklemeyeceğini açıkça anlatıyor.

PKK liderlerinin açıklamasına göre “bir anlaşma sonucu olduğu” açıkça anlaşıldığı gibi; geçen referandum öncesinden seçim sonrasına kadar PKK “eylemsizlik” kararı almış, hatta “referanduma katılmayarak” iktidarı desteklemiş, Hükümet seçim sonrası tutum değiştirince terör tekrar başlamıştı. Şimdi beklemeyecek noktaya getirildiler, o nedenle Hükümet’in seçim mitinglerine ara verip “partiden önce ülke meselesine” eğilmesi, en kısa sürede bu konuyu çözmesi gerekiyor. İnsanlarımızın hayatı söz konusu!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.