Şampiy10
Magazin
Gündem

Sınır kapısı PKK’da!

ABD Genelkurmay Başkanı Dempsey “Kendilerinden istenmesi halinde Suriye’deki iç savaşa müdahaleye hazır olduklarını” açıklamış. Daha önce de benzer açıklamalar yapmışlardı, arkası gelmedi, bu kez sözlerini tutarlar mı bilinmez ama eğer tutarlarsa bu Türkiye için de en az Suriye kadar iyi olacak. Zira Hükümet kendi içimizde olan “halk gösterileri ve bunlara karşı uygulanan devlet şiddeti” konusunda AB’den, ABD’den gelen tepkilere bozulurken, Suriye ve Mısır’daki olaylara anında müdahale etmekten çekinmiyor ve bunun tepkilerini de karşı taraftan “ciddi olumsuzluk veya tehlikeler” olarak alıyor.

Mesela, Suriye ve Mısır’daki kargaşalarda Türkiye’nin hep Batı ülkelerinin yapmadığı şekilde öne atılarak “Müslüman Kardeşler, El Kaide (bir de Taliban çıktı) gibi köktendinci terör örgütlerinin yanında” yer alması, bu örgütlerin üyelerinin Türkiye içinde ve sınırında cirit atar hale gelmesi ülkeyi benzer tehlikelerin içine itebilir. O nedenle ancak bu ihtimal gerçekleşmeden ABD’nin Suriye’ye müdahalesi bizim yanlış politikalarımızın olumsuz sonuçlarını önleyecektir.

Son olarak 15 yaşında çocuk dahil iki kişi yine bizim sınırımızın bitişiğinde “Özgür Suriye Ordusu denilen ve Türkiye’de rahatça dolaşan Esad muhalifleriyle, Esad taraftarı PYD (PKK’nın kolu) arasındaki çatışmanın kurşunlarıyla” hayatını kaybetti. Ve yine aynı gün; Suriye-Türkiye sınır kapısının büyük bölümünün PYD’nin eline geçtiği haberi geldi. Türkiye sınırına 100 metre mesafeye PYD tarafından PKK bayrağı dikildi.. O toprakları Esad “Türkiye’nin tutumuna kızarak, Türkiye’nin başına dert olsunlar diye” PYD’ye bırakıp çekilmişti. Daha ne olsun?

‘Batı Kürdistan’ devrimi!

Suriye’nin kuzeyi ve Türkiye sınırı PYD ’nin (PKK’nın kolu) eline geçerken PKK dün Hükümet’e uyarı yaptı. Öcalan’ın sağlığı, onunla görüşmelerinin gecikmesi gibi konuların da yer aldığı uyarıda “Batı Kürdistan devrimini boğma yaklaşımları”ndan söz edilerek “son kez uyarı yapıldığı, en kısa zamanda somut adım atılmadığı takdirde sürecin ilerlemeyeceği ve bundan AKP Hükümeti’nin sorumlu olacağı” bildiriliyor.

“Çözüm süreci” denilen süreci sık sık “4 parçalı Kürdistan’ın Türkiye ayağının inşası” olarak dile getiren PKK artık açıkça “Batı Kürdistan devrimi”nin gerçekleşmesinden söz ettiğine göre AKP Hükümeti’nden hangi somut adımı istedikleri ortada.

Bilinmeyen şey, Hükümet’in bunu ne şekilde ortaya koyacağı.. “Son uyarı” dediklerine ve hiç beklemeyecek gibi göründüklerine göre yakında anlaşılacaktır herhalde!



Darbeci kim, pardon?

Yani bu “kendi meslektaşları” dahil herkesi keyfine göre darbeci ilan eden, her dönem hükümetlerine yakınlaşmasıyla ünlü, malum kadın gazetecinin hali artık iyice komediye dönüştü. İsmini yazmama kızan, “sizin köşenizde adını görmek istemiyoruz” diyen okurlar oluyor, yazmayalım, herkes biliyor nasılsa.. Başbakan’ın bile kendisinden köşe bucak kaçtığı anlatılıyor.

İstanbul Barosu için Baro Başkanı Ümit Kocasakal ’ın yüzüne TV’de “darbeci barosunuz” dedi biliyorsunuz. Sebepsiz değil tabii, Baro üyelerine “Ergenekon’da adil yargılama yapılmasını istedikleri için” her nasıl başarıldıysa açılan davayı belki etkilerim, başlarına dert açılmasına katkım olur diye düşünerek yapıyor. Bugün anketlerde “halkın büyük çoğunluğunun inanmadığı” ortaya çıkan bu davalarda daha gözaltılar başladığı anda TV’lerden ve köşesinden yargısız infaz yaparken de bunu umuyordu.

En büyük darbeyi savunan darbeci!

Yine unutmuş, hafızası zayıf zahir; 12 Eylül Türkiye tarihinin en büyük iki darbesinden biriydi ve kendisinin o dönemde “darbecilere ve darbeye” nasıl arka çıktığı, nasıl iltifatlar yağdırdığı defalarca yazıldı. Bir ülkede ordu darbeye karar vermişse bunu mazereti yoktur, milyonlarca kişinin zarar gördüğü darbeyi savunan ve ona bir kulp bulanlar da “olmayan darbeyi, iddialarla ve hukuk dışı özel yetkili mahkemelerle yürüyen davaları” hiç savunamazlar. Kendileri o “darbeci” etiketini de çoktan almışlardır zaten! Bu hanım “Türkiye’nin en büyük barosu” na, güvenilir bir kurumuna haksız suçlamada bulunmuştur, sokakta yürüyenler bile gözaltına alınırken bunun gereği nerede diye soracağım ama “özel yetkili mahkemeler” de farksız durumdalar!

Yazının devamı...

Bütün halkı hapsetmek mümkün mü?

Gezi eylemlerine katılan veya konuşmalarıyla destek veren vatandaşlar esnafından avukatına, doktorundan sivil toplumcusuna, öğrencisine kadar bir şekilde cezalandırılıyor. Gözaltına alınanların sayısı 4000’e yaklaşırken gençleri silahla, gaz fişeğiyle, tazyikli suyla komaya sokan veya öldürenlerin hiçbiri cezalanmıyor.

Mesela Ethem Sarısülük’ü vuran polis Ahmet Ş’nin (ismi neden tam yazılmıyor, suçsuz yere hapse tıkılanların tüm şeceresi yazılmıştı) verdiği savunmanın doğru olmadığı, “vücudunu göstericilere dönerek silahını ateşlediği” Ankara Üniversitesi bilirkişi raporuyla belirlenmiş. Bu üniversitenin de başına bir olay gelmezse yargı görevini yapmak zorunda kalacak. İşte bir ülkede adalet bu kadar yara almışsa artık olaylar da durulmak bilmiyor, çorap söküğü gibi gidiyor.

Bu nasıl ‘özgürlükçü’?

Bir yandan “özgürlükçü anayasa” hazırlıyoruz diyenlerin, “gösteri hakkı vardır, vatandaşın can güvenliğini devlet korur” diye madde koyanların diğer tarafta gösteri yapan vatandaşlara önce şiddetin en ağırını, sonra gözaltına alınmayı reva görmesi de doğal olarak büyük tepki yaratıyor..

Ben seçim anketleri ile seçimlerden aylar, hatta yıllar önce başlayarak beyin yıkama yapılmasına karşıyım ama “Konsensus” Gezi direnişi, PKK ile anlaşma süreci, Ergenekon gibi konularda halkın görüşlerini sormuş. Sonuçlar bence daha da yüksek olabilirdi diye düşünüyorum ama veriler şöyle.

Geziye destek, politikalara tepki!

-İstanbul Gezi Parkı olaylarını destekliyor musunuz? % 54 “Evet” ..

-Gezi Parkı olaylarında Hükümet’in tutumunu destekliyor musunuz? % 61.4 “Hayır, desteklemiyorum” ..

-İstanbul’da Gezi Parkı’nda ağaçların kesilmesine tepkiyle başlayıp ülke geneline yayılan toplumsal olayların şiddete dönüşmesinde en büyük etken nedir? En yüksek yüzde; % 36 ile “Başbakan Erdoğan’ın toplumu geren sert söylemleri.. %22.1 “Polisin orantısız güç kullanması” ..

-Polisin biber gazı kullanmasını onaylıyor musunuz? %71.5 “Onaylamıyorum” ..

Yeni anayasa referandumu

-AKP’nin yeni anayasayı diğer partileri hesaba katmadan tek başına referanduma götürmesini destekliyor musunuz?

% 68.6 Hayır , % 31.4 Evet (Yetmez ama Evet’ler belli değil!!)

-PKK ile başlayan açılım sürecinden akil adamlara, Gezi olaylarından biber gazına, alkolden Ergenekon’a Hükümet politikalarını onaylıyor musunuz?

% 62.1 onaylamıyor, %37.9 onaylıyor.

-Ergenekon davasının genelini düşündüğünüzde bu davanın haklılığını onaylıyor musunuz? % 62.1 “Hayır”, % 37.9 “Evet”..

Ankette daha farklı konular da var ve sonuçlar hep Hükümet politikalarına tepki olduğunu gösteriyor. Akıllı bir hükümet şapkayı önüne koyar ve düşünür, büyük kitlelerin görüşü ortada.. Yüzde 60’ın üstü “politikaların hemen hepsini ‘yanlış’ buluyor”sa bu gidişten hayır gelmez. İstediğiniz kadar gözaltı yaptırın, “bayrak satan vatandaş”tan, “Gezi Parkı gösterilerini destekleyen esnaf”a kadar yaptırım uygulayın, öte yanda asıl suçluları tutuklamayın, toplum daha da çok gerilir, tepkiler çığ olur. Hükümet ve diğer sorumlular bu anketi iyi düşünmeli! Önümüzde diğer ülke örnekleri var!

Türkiye terör örgütlerinin yanında!

“Pakistan Talibanı”da Esad’a karşı savaşmak için Suriye’ye gitmiş. Yandı Suriye.. Bir yanda Esad , diğer yanda ondan farksız şekilde acımasızca insanları katleden; Müslüman Kardeşler, El Kaide ve Taliban .

“Ölümlerden ölüm beğen” diyorlar Suriye halkına..Bu durumda o halk “hangisini seçersin” diyenlere “hiçbiri” cevabını veriyor. Bu soruyu duyduklarında şehirlerini, evlerini terk ederek bombalardan kaçan sıradan Suriyeliler’in gözleri yaşarıyor, “40 katır mı, 40 satır mı tercihi yapmak durumundayız, bizim için kısa vadede hiçbir çözüm yok” diyorlar.

Peki, Suriye’de, Mısır’da milyonlarca insan “Müslüman Kardeşler, El Kaide gibi terör örgütlerini” istemiyor, “en az Esad kadar tehlikeliler” diyor da Türk Hükümeti neden hep ve herkesten önce atılarak onların yanında yer alıyor, bilen var mı acaba? Bunu bir açıklasalar keşke..

Ordu çıkmasaydı!

Zira “orada yaşamış Suriyeliler”le de yaptığım konuşmalar sonrasında Mısır için “Adeviyye Meydanı’ndaki halk ordu müdahalesine karşı demokrasiye, seçilmiş cumhurbaşkanına arka çıkıyor” yorumlarının doğru olduğunu da hiç sanmıyorum ben.. Mursi’yi istemeyenler onun “Müslüman Kardeşler”le birlik olup ülkeyi eskisinden daha karanlık bir geleceğe götürmesine tepki olarak sokağa döküldüler. Ve kim ne derse desin, eğer ordu işgüzarlık edip işin içine karışmasaydı o ilk eylemler halk hareketi olarak sürecek ama bu kez de “Mursi yanlıları”nın da meydana çıkmasıyla iki ayrı kitle karşı karşıya gelecekti.

Ülkelerde benzerlikler!

Ülkeler arası benzerlikler dikkat çekici.. Bunun nedeni ise artık Ortadoğu’daki Müslüman çoğunluklu ülkelerde “dinin siyasete alet edilmesi” yani “İslamcılığın” ve hatta mezhep ayrıştırmasını öne çıkararak “Sünni İslamcılığın” kavgasına dönüşmesi sonunda “Müslüman Kardeşler, El Kaide, Taliban” gibi köktendinci , din adına diyerek öldürmeyi bile hak sayan örgütlerin bu ülkelere sızıp bir şekilde güçlenmesi.. 21’inci yüzyılda uyanmış Arap toplumlarının da sessiz kalmayarak duruma müdahale etmesi.

Mısır’da da Mursi yanlıları “demokrasiye arka çıkıyor” değil, zira Mursi’nin kendisi “demokrasiye önem veren” bir lider olmadı. Bu nedenle Adeviyye Meydanı’ndakilerin büyük çoğunluğu sadece “Mursi taraftarları”dır..

(Bu yazıya devam edeceğim.)

Yazının devamı...

Tutsak milletvekilleri ve takas!

Beklenmedik bir durum değil “yeni anayasada bazı maddeleri tepkisiz geçirmek için hapisteki siyasi mahkumları işin içine katmak”.. Aynen “yargı referandumu” diye yapılan ve “darbelerle mücadele edileceği” söylenerek “yetmez ama evet”lerle oy alınan referandumda olduğu gibi.. Ne oldu sonunda; sözüm ona “yargı reformu” yapılacaktı, reform diye yüksek mahkemeler dahil tüm mahkemeler iktidarın emrine sokuldu. Darbelerle mücadele edilecekti sözüm ona; darbe yapanların, muhtıra verenlerin, 28 Şubat kararlarını imzalayan hükümet üyelerinin hepsi serbest (hatta bir kısmı mağdur rolü oynuyor), suçsuz insanlar yıllardır hapiste..

Aldatmanın, yanıltmanın sonu yoktur, başlayınca ve halk yutunca öyle uzar gider. Şimdi de “Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda kabul edilen 48 madde Meclis’ten geçerse ‘tutuklu vekiller’ sorunu çözülür” diyorlar. “Kişisel kanı” imiş.. Efendim tüm toplum ve o hapisteki insanlar için hayati önem taşıyan bir konuda kişisel kanı filan olmaz, anayasaya girecek maddelerin ya oluru vardır ve zaten olacaktır veya “şantaj” benzeri bir yöntemle anayasa yapılamaz.

Tutuklu vekiller zaten serbest olmalı

Eğer bu yöntem kabul görürse bir sonraki adımda “diğer siyasi tutuklu ve mahkumların özgürlüğüne karşı da şu maddeleri geçiriverelim” gelir arkasından. Birkaç gün önce yazdım, o 48 madde içinde bugünkü anayasada zaten mevcut olduğu halde uygulanmayan, kağıt üzerinde bırakılan ama kimsenin de hatırlatamadığı maddeler de var. Batı ülkelerinden alınmış ama Türkiye’de “gerekli cezalar verilmediği için” asla uygulanamayacak maddeler de var. Örneğin “gösteri hakkı” maddesinde “iktidarlara keyfi müdahale hakkı veren” araya sıkıştırılmış maddeler de var.

Muhalefet partileri bunları “halkın da izleyeceği şekilde, haber olacak şekilde” tartışmadan Meclis’ten geçmesine izin veremezler, vermemelidirler. Tutuklu vekillere gelince; en ağır suçluların, palayla saldıranların, gençlere ateş ederek öldürenlerin, gözünü çıkartan-komaya sokanların bile hapis cezası almadığı, her birine ayrı bir mazeret bulunarak hasıraltı edildiği ülkede zaten ne hakla bunca yıldır hapis tutuluyorlar?

‘Hukuksuz Mahkemeler’in kararı!

“Özel yetkili”leri kim çıkardı ve “hukuki değil” diyerek kaldırıldıkları halde sadece bu davalarda insanlara “tutukluluk veya mahkumiyet kararları” vermelerine göz yumdu? Sahte CD’ler, olmayan adresler, denize atılmış şişeden çıkan mektuplar, Microsoft tarafından da açıklanan “yalan tarihler” bile delil sayılarak insanları hapse tıkmak “suçun kendisi” iken hala neyi konuşuyoruz?

Devamlı “Balyoz, Ergenekon vs” mahkemeleri yapılıyor, aradan yıllar geçmiş hala kesin bir suç bulunamamış, bulunduğu iddia edilenler “bilirkişi raporları bile göz ardı edilerek, avukatları hakkıyla savunma yapamadan” mahkum edilmiş, Hükümet’le yıllarca beraber çalışmış olan Genelkurmay eski Başkanı’na bile tutuksuz yargılayacak kadar güvenilmemiş, öte yanda “palacılar”, gerçek terör örgütü üyeleri tutuksuz zira onlar kaçmazlar. Dünya çapında soygun yapanlar tutuksuz, zira güç sahipleri öyle istiyor. PKK’lılar özgür, zira Kandil’e çekilecekler.

Bu sapıklar hapsedilmiyor!

Mahkeme 2 kız çocuğuna tecavüz eden (taciz dendi mi bilin ki tecavüzdür), annelerine de saldıran ve mahvettiği hayatlar için, toplumun diğer çocuklarını da korumak için anında “en az 15-20 yıl hapis cezası” vermesi gereken 10 çocuk babası kazık kadar yaratığı serbest bırakıyor. Daha önce duyulan çocuk tecavüzlerine 1-2 yıl gibi en hafif cezalar veriliyor, “aile içi tecavüz” olayları had safhada, çocuklar inandırmak için “babalarının suç anındaki videolarını” çeker oldular, yargının -Kadın ve Aile Bakanlığı’nın ilgisini çekmiyor ama öte yanda milletvekilleri ve diğerleri daha hala tutuklu.

O milletvekillerinin, gazetecilerin, rektörlerin ve diğerlerinin “darbe yapacaklardı” iddialarıyla uzun yıllar cezaevinde tutuluyor olması tarihe bir kara leke, insan haklarını yok sayma olarak geçecektir ve bir darbe ne kadar hukuksuz ise bu yapılan da o kadar hukuksuzdur. Anayasa’da mevcut olan insan haklarına uyulmadığı bir yana, MHP Ankara Milletvekili Özcan Yeniçeri’nin dediği gibi yeni anayasa için tutuklu milletvekillerinin “takas olarak, rüşvet gibi” kullanılması da kabul edilemez büyüklükte siyasi ayıptır! Meclis, halkın izleyeceği şekilde maddeleri tek tek tartışsın!

Eski yazı özrü!

Sevgili okurlarım, yazılarımda bazen gözden kaçmış küçük hatalar olabiliyor, bir oturuşta en az 4-5 yazı yazmak gibi bir huyum var, bunların bir kısmı yayımlanmasa da kendi kendime içimi dökmüş oluyorum, emeğime acımıyorum yani.. Bu küçük hatalar, bir harf hatası veya baskıda yanlış yerden kesilmiş bir sözcük beni üzmeye yeterken dün maalesef “bir ay kadar önce yayımlanmış yazıları içeren bir dosya” nasıl olduysa karışmış ve daha önce okuduğunuz yazılar yayımlanmış. Benim de bilgim dışında, tamamen teknik bir karışıklıktan kaynaklanan bu hata için sizlere ciddi bir özür borçluyum, lütfen bağışlayın.

Yazının devamı...

‘Çok ciddi boşluk’ var mı gerçekten?

Ortada “ABD ve AB ülkeleri medyalarının, en büyük TV kanalları ve gazetelerinin, ülke yöneticilerinin” bile tepki gösterdiği, gaz fişeklerinin-tazyikli suların 12 vatandaşı yoğun bakımlık, ameliyatlık ettiği bir fahiş yanlış var. Bu yanlış; polisin halka acımasızca, beyin kanaması geçirtecek, gözünü çıkaracak, komaya sokacak şiddetteki saldırıları gözlerden kaçacak gibi değil ve zaten İçişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı da “polis şiddetini” kabul ediyor.

Başbakan Erdoğan ise dün öğlen saatlerinde (ki hala gösteriler tüm şiddetiyle devam etmekteydi) yayınlanan konuşmasında “olayları durdurmak üzere polisi hemen geri çekeceklerini” açıklaması gerekirken, bırakın Türkiye’nin 19 ilini, Boğaz Köprüsü’nden yürüyen on binlerce insanı, Berlin’deki Türklere kadar sıçramış tepkileri bile “ana muhalefet partisi”ne bağlıyor ve “Türkiye’de çok ciddi muhalefet boşluğu var... Gerilimi arttırmak için çok ciddi tahrik yapılıyor.. Mesele ağaç değil, gelinen nokta ideolojiktir.. İstanbul Belediye Başkanlığı’nı nasıl alabiliriz diye düşünüyorlar” diyordu. Aslında toplumun “açık kalan her boşluğu” kapattığını gösteren bir protesto olayını da “iki parti rekabeti”ne çevirmek olacak şey değil.

Böyle bir durumda; bir kenarda beklerken bile tazyikli suyla havaya fırlayıp beyin üstü yere çakılan ağır yaralı vatandaşlara, şiddetten, gazdan kaçamayan 80’lik teyzelerin, kalp hastası (yanındaki torunu da astım hastasıymış) insanların beddualarına bakması bile olayların “siyasi rakiplerine veya ideolojiye bağlanamayacağını, toplumun doğal tepkisi olduğunu” göstermeye yeterdi. Başbakan Batı’dan gelen tepkilere de kızmış, “bize nasihat edenler kendine baksın” diyor ama asıl bu cümleyi yakında “Suriye, Türk Hükümeti’ne söylerse” hiç şaşmayalım!

Yazmıyor, yazmıyor!

İnstagram’da bir karikatür vardı, çocuk elinde gazeteyle koşarken şöyle bağırmakta; “yazmıyor, yazmıyor”.. Türkiye’de “AB’yi, ABD’yi, Uluslar arası insan hakkı örgütlerini, dünya çapında sanatçıları” bile tepkiye sürükleyen ciddiyetteki olayları olanca gerçekliğiyle duyurmayan medyaya cuk oturmuş doğrusu.. Sadece “yazmıyor” değil, “göstermiyor, yayınlamıyor” da demeliydi karikatürdeki çocuk. Haberleri adım adım vermesi gereken, “halkın haber alma özgürlüğünü” koruması gereken özel kanallar komedi programı, dizi veya belgesel yayınladılar. Buna rağmen dün Hükümet’ten “uyarıyı” aldılar. Peki görevlerini yapmayacak ve haksız baskılara boyun eğeceklerse, ünlü sinema sanatçısı Bruce Willis’in ta Hollywood’dan attığı tweet’te “herkes bildirsin, Türkiye’de basın çalışmıyor, insanlar sokaklarda ölüyor” diyeceği kadar vahim bir tablo yaratacaklarsa medyayı neden işgal ediyorlar. Başka işleri de olduğuna ve “o işleri tehlikeye girmesin” diye, korkularından böyle davrandıklarına göre (belki “rica” havasında “uyarı” da olmuştur) sadece o işleri yapsınlar, kanalları da rahat bıraksınlar. Olayların yalnızca Halk TV ve Ulusal Kanal’da dakika, dakika olanca gerçekliğiyle gösterilmesi medya adına büyük utançtır çünkü, buna hakları yok!



Tencereli eylem!

Cuma gecesi saat 2.30’da (ben her zamanki gibi cin misali ayaktayken) Bebek’te oturan bir arkadaşım aradı. Saat 1.30 sıralarında aniden evlerin pencereleri açılarak tencereler çalınmaya başlanmış. Kısa süre sonra büyük kalabalıklar sokağa inerek protesto yürüyüşüne başlamış. Aynı eylemler İstanbul’un Kadıköy yakasından başlayıp onbinlerce insanın Boğaz Köprüsü’nden geçmesiyle sürdü.

Tencere çalarak başlayan yürüyüşler Adana ve diğer illerde de (Konya’dan Mersin’e çok sayıda ilde) devam etti. Artık bir de “özgün tencere eylemi” var Türkiye’nin. Meğer ne tepki birikmiş toplumda.. Baskı, hakaret ve haksızlığa sonsuza dek susulmayacağı görülüyor mu acaba?

Suskunluğun dayanılmaz hafifliği!

Türkiye’de sevilen, başarılı sanatçıların çoğu da (sadece kendi işini düşünen sermaye çevreleri ve medyanın büyükçe bir kesimi gibi) son yıllarda “suskunluğun dayanılmaz hafifliği” içinde etliye sütlüye karışmadan yaşamaktaydılar. Sonuçta çevreyle ilgili bir toplumsal tepkinin en acımasız yöntemlerle susturulmak istenmesi, Hükümet’in polis şiddetini görmesine rağmen “biz kararlıyız, dönmeyiz” diyerek polisi desteklemesi onların da sabrını taşırdı..

‘Bu kadar nefret?’

Gereken zamanlarda çekinmeden görüşlerini açıklayan Okan Bayülgen ve Mehmet Ali Alabora’dan başlayarak birçok sanatçı devlet şiddetine uğrayan “protestocu”ların yanında yer aldı. Tarkan “Bu masum protestocuların yanında yer alıyorum” mesajı yayınladı. Ekranın “Kanuni”si Halit Ergenç ve eşi Bergüzar Korel yüzlerine maskelerini takarak eylemcilerle yürüdüler.

Ve Cem Yılmaz .. Yine süper bir mesajla (ki kendisi mesaj vermeyi hiç sevmediğini bazı oyunlarında dalga geçerek söylemiştir) katıldı eyleme destek veren sanatçılara.. “Ahaliyi aptal zannetmenin bir neticesi olacaktı elbet. Bu kadar nefret? Daha iyilerimizi nereden bulacaksınız merak ediyorum” ..

İşte budur.. Demokrasiye inanan yöneticiler olmasa da, “gönülden inanan vatandaşlar ve o toplumun sanatçıları, aydınları” yanlışların önüne dikilmeyi başarırlar.

Maymunları uyandırmak..

Öyle başarırlar ki “çıkar için üç maymunlar”ı oynayan, cepleri dolduğu sürece kendi küçük çevrelerinde “kurtarılmış bölge mutluluğu” yaşayan duyarsız kitleleri, hatta yalakalık yaparak kaybolmuş şöhretini yakalamaya çalışanları da utandırırlar. Mesele bundan ibaret..

Yazının devamı...

‘Şu anda seçim yapılsa’ papağanlığı!

‘Şu anda seçim olsa’ başlıklı kaç haber gördük düşünün.. “Belediye seçimleri bugün yapılsa hangi parti ne oy alır” şeklinde anketler de yayımlanıyor. Biraz dikkatle düşünecek olursak “Bugün seçim yapılsa” ne demek? Bugün yapılmıyor, yapılana kadar kim bilir neler değişecek, nasıl ve ne amaçla sorulabilir böyle bir soru.. Üstelik soranların çoğunun “taraflı” olduğu bilinirken bu beyin yıkamalara kim, niye inanır ki?

Belediye seçimleri için “başkan adayları” çok önemlidir ve henüz o da açıklanmadı, buna rağmen “yerel seçim anketlerinin sonuçları” yayınlanıyor. Demek ki birkaç istisna il ve ilçe dışında insanlar belediye seçimlerinde bile “spor takımı tutar gibi” parti tutarak oy veriyor. “Gelişmemiş-bilinçsiz toplum” özelliğimizin aynen sürdüğünü gösterir, gerisini siz düşünün artık.

Maç gibi seçim!

İşte bu nedenle, parti genel başkanları istedikleri her adayı “kazanacağı yere koyarak” milletvekili yapabiliyor. Gerçekten yararlı olacak kişiler yerine bir şekilde sansasyonla adını duyuranlar, bir STK’nın başında 3 yıl kalmış olanlar, onun kardeşi , bunun amcası, arkadaşı rahatça aday yapılabilir, futbol maçı gibi seçim nasılsa, neden olmasın.

Şimdi bu “en büyük meydan sandık” sözüne gelelim, Türkiye’de “halk seçmiş katlanacaksınız, demokrasi bunu gerektirir” demek inandırıcı mı? Hiç değil, neden?

Sandık ‘demokrasi’ değil, çünkü..

1- Türkiye’de milletvekillerini “halk değil, liderler seçtiği” ve o vekiller bu nedenle asla özgür olamadığı için “demokrasi var” denemez de ondan.

2- “Yüzde 10” gibi dünyada görülmemiş bir seçim barajı ile çok sayıda oy çöpe gitmiş oluyor, “milli irade hakkıyla temsil edilmiyor” da ondan.

3- “Medyanın en az yüzde 90’ı, tüm TV kanalları iktidar partisinin elinde veya emrinde” yken, seçimlerden önce millet aylar boyu sadece onların propagandasını dinliyor, diğer partilerin kendilerini anlatacak medyaları yok da ondan.

4- “Devletin, milletin tüm kaynakları, belediyeler ve personelleri” dahil, billboard reklamları dahil sadece iktidar partisine çalışıyor da ondan. Milletin paralarıyla yapılan yollar, köprüler, uygun fiyatlı evler, metrobüsler, trenler, havaalanları sanki iktidar partisi kaynaklarıyla yapılmış gibi sunuluyor da ondan..

5- Milletin paralarıyla, devletin imkanlarıyla alınan makarna, pirinç, kömür vs (ve hatta “evlerin kapılarına gidip Kur’an içinde çeyrek altın verildiğini” söyleyenler bile oldu ) seçim rüşveti gibi dağıtıliyor ve bunlar sanki “iktidarın bütçesinden karşılanıyor” gibi yansıtılıyor da ondan. Ve sonra ekranlardan veryansın; “size makarnacı diyorlar, kömürcü diyorlar”.. Hayır, onlara kümse bir şey demiyor, bu etik dışı yola başvurmaya, oy için “milletin sağ cebinden alıp ona iyilik yapıyor gibi sol cebine vermeye” ve bunun partiler arasında sağladığı eşitsizliğe itiraz ediliyor.

6- Seçim öncelerinde akla gelebilen her çeşit “seçim hilesi” ne baş vurulduğu, bebeklerin-ölülerin bile seçmen yazıldığı, “bir dairede 30 kişi” yaşıyor gösterilerek fazla seçmen yazıldığı, böylece seçmen sayısının normalden milyonlarca fazla göründüğü, milyonlarca fazla oy pusulası basıldığı, parmak boyası kaldırılarak mükerrer oy kullandırıldığı, önemli ama yeterli oy alınamayacak yerlere başka bölgelerden seçmen taşındığı, bilgisayarla oy toplama sisteminde başka bir ülkeden bile hile yapılabileceği biliniyor ve “bunlar yine önlenemeyecek” de ondan.

7- Çok çocuk teşviki yapılarak eğitimsiz kitleler arttırıldıkça “söylenen tüm yalanlara” inananlar, yoksulluk ve baskılarla çaresiz hale gelen, bir çuval erzak için oy verenler artacak da ondan.

8- Seçim yaklaştıkça “din sanki birilerinin tekelinde” imiş gibi çeşitli yalanlarla toplum kutuplaştırılacak, “biz dinin bekçisiyiz” havası yine yaratılarak din siyasete karıştırılacak da ondan.

Yalnızca ‘medya’ yeter!

Bu nedenler ortada dururken “seçimi bekleyin, milli irade bizi seçti, seçim demokrasi demektir” söylemleri fasa fisodur. Ama bu muhalefet partileri “sadece medyadaki eşitsizliğin” bile sonuçta ne kadar etkili olduğunu-olacağını anlamadıkça, bu şartlar altında bir seçimin olamayacağını söylemedikçe, çözüm aramadıkça böyle de gidecektir MAALESEF vesselam!

Yazının devamı...

Korku ve ileri standart!

Bir iktidar milletvekilinin TBMM’de görev yapan kadın gazetecilere sırf kendisini uyurken çektiler diye “Ben sizin bacak aranızı çeksem, yayınlasam” demesinin üzerinden daha henüz birkaç gün geçti. Ki bu söz tam bir “sözle şiddet, sözle taciz” olayıydı ve topluma “örnek model” konumda olan birinin bu tür davranışı “kötü model” olmanın da ta kendisiydi.. Daha bununla ilgili haberlerin mürekkebi kurumadan AKP Hükümet Sözcüsü Hüseyin Çelik’in MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ye söylediği “Kimyası bozulmuş, Ankara’da kuluçkaya oturmuş zavallı” sözleri geldi.

Sebebi; Bahçeli’nin “Başbakan Erdoğan gibi diğer ülkeleri dolaşıp izlememesi”ymiş. İyi ama diğer ülkeleri dolaşıp ilişkileri ayarlamak Dışişleri Bakanı’nın ve ancak “çok önemli durumlarda” başbakanların görevidir, bu nedenle emirlerine çifter çifter özel jetler veriliyor. Bırakın bunu, diyelim ki Bahçeli de gitmeliydi ama gitmedi, “üslup” bu mu olmalıdır?

Hakaretin, şiddetin sonu yok..

Hükümet üyeleri devamlı hakaretle hitap ettikçe karşıdan da cevaplar aynı şekilde geliyor ve millet bu sözel şiddete Meclis’inde de mahkum ediliyor. Zaten “polis şiddeti” nden başlayarak her tür şiddetin kol gezdiği ve bunlara tepkilere de yine şiddetle karşılık verilen ülkede olacak iş midir bu?

Polis kurşunu veya sopasıyla hayatını kaybeden gençleri anmak isteyen kalabalıklara “anlayış ve sabırla yaklaşmak” gerekirken yine polis şiddetiyle cevap verilmesinden farklı mıdır bu sözler? Hüseyin Çelik aynı konuşmada “Biz gerçek manada ileri standartlar istiyoruz” da demiş, “Türkçe resmi dildir, tek dil değildir, etnik dilleri tanımamak haddiniz mi” de demiş.

“İleri standart” dediğiniz şey bu yaratılan korkuyla , televizyon kanallarının korkudan haber yapamamasıyla, yargı nın doğru karar verebilmek için “hükümetin ağzına bakmak zorunda kalmasıyla”, iş dünyasından üniversitelere kadar herkesin ve her kurumun iktidara bağımlı hale gelmesiyle mi olacak? Buna kim inanır?

Öfke yerine..

Ve “etnik diller” e gelince.. Elbette Türkçe tek dil değil ama Güneydoğu’dan gelen mektuplar ve o bölge vatandaşlarının kendileri bölgede uzun zamandır “resmi dil Türkçe’yi konuşma” nın zor hale geldiğini, Kürtçe’ye zorlandıklarını, iş bulmak isteyenlerin de mutlaka Kürtçe konuşması gerektiğini anlatıyorlar. Daha şimdiden durum buysa ve PKK “seçimden sonra özerkliği kutlayacağız” diyorsa o zaman durum ne olacak acaba? Çelik konuları öfke ve hakarete boğmak yerine gerçekleri anlatsa, kendilerinin “çözüm” tarifleriyle PKK’nınkilerin neler olduğunu açıklasa daha iyi olacak.

Yeni anayasa “aşağılayıcı muamele yapılamaz” diyor, bilmem ki hükümet tarafından bile “uyulmayacak yeni bir anayasa” yapmanın ne anlamı vardır!



Uyurken anayasa..

Yeni anayasanın 48 maddesinde mutabakat sağlandı denildi, peki bu Komisyon’da kabul edilen maddeler yeterince tartışıldı mı? Mesela “Devlet, insan onur ve haysiyetine saygı duyar. Temel hak ve özgürlükler bir bütündür” maddesi.. Bir örnek; “tutuklu” gazeteciler konusunda hükümet üyeleri yurt dışında bile onların “terörist olduğunu” söyledi, özel yetkili denilen mahkemeler hala suç belirleyemediği halde yıllarca cezaevinde tutarak kendileri ve ailelerinin onuruyla oynadı, medyanın daha yeni tutuklandıklarında bile onlara yargısız infaz yapmasına göz yumdu, milyonlarca insan “çapulcu” oldu, bunlar anayasayla ilgisiz mi?

“Herkes hayat hakkına sahiptir” deniyor, gazetecilerin işten çıkarılması için patronlara açıktan açığa “at onları” diye baskı yapıp işlerinden ederek “hayat haklarını ellerinden almak” yeni anayasayla ilgisiz mi?

Hangi güvence pardon?

“Herkes kişi özgürlüğü ve güvenceye sahiptir” deniyor, parkta bile devlet güçlerinin “sadece ağaçların kesilmemesi için orada duran” gençlere tazyikli su ve biber gazıyla saldırıp hastanelik etmesi, başına gaz kapsülü atarak veya ateş ederek öldürmeleri bu maddenin hangi kısmına girmekte?

“Herkes önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız gösteri hakkına sahiptir” deniyor, yolda yürüyen ve dahi “DURAN” adamlara, gençlere bile polis ordularıyla saldırıyı nasıl bağdaştıracağız? (Bu maddenin arkasına eklenen “devlet gerekli görürse müdahale edebilir” anlamındaki 2 madde, gayet belirsiz tanımlarla “birinciyi tamamen etkisiz” hale getirmiş, bunlara dikkat edildi mi?)

“Hiç kimseye aynı suçtan 1’den fazla ceza verilemez” maddesi Batı ülkelerinde olabilir zira o ülkelerde zaten birinci suçta hak edilen ceza mutlaka verilir. Bizde ise en az 10-20 yıl hapis cezası alması gereken suçlarda hakimler suçluyu salıveriyor. Aynı suç “tecavüz hatta cinayetler” bu nedenle defalarca aynı kişiler tarafından tekrarlanıyor. Muhalefet partileri bunları görmedi mi, bu nasıl anayasa yapmaktır?

Komisyondan geçmiş maddeler “herkes uyurken” geçmiş, benim gördüğüm bu, yazıklar olsun!

Yazının devamı...

Ölen gençler için başsağlığı dilendi mi?

Polis şiddetiyle kaç gencimiz hayatını kaybetti ve hala komada olan, uyutularak yaşatılmaya çalışılanlar var. Karşılaşıp konuştuğum birçok vatandaşın aynı konuyu dile getirmesi dikkat çekici.. Diyorlar ki; “Bugüne kadar bu derece önemli olmayan konularda bile Başbakan ve bakanlar ailelere telefon açarak konuştular, polis kurşunuyla veya attıkları gaz fişekleriyle hayatını veya organlarını kaybeden gençlerimizin ailelerine ise başsağlığı diledikleri duyulmadı. Üstelik ‘devletin hatası, Hükümet’in yanlış kararlarıyla oluşan şiddet’ yüzünden hayatını kaybeden pırıl pırıl gençlerimizin ailelerine başsağlığı dilendi de biz mi duymadık?”..

Önemli bir konu ve yalnız Hükümet’i değil, valilerden, Emniyet Genel Müdürü’ne kadar bürokratları da ilgilendiriyor. Ortada çok fazla “şüpheli” olay olduğu gibi açık ve net polis kurşunu ve gaz fişeği nedeniyle ölümler var. Balyoz, Ergenekon gibi davalarda “sahte deliller, tutarsız iddialar” dışında suç bulamadıkları halde insanları “yapacaktınız, planlıyordunuz” benzeri iddialarla yıllarca cezaevine tıkmalarına “kaçabilirler” gerekçesi gösterildi. Bir tarafta şimdiki zamanda somut, gözle görünen olaylar, diğer tarafta gelecek zamana ait “ihtimaller, iddialar”..

Somut olay ve gelecek zaman..

Somut olaylarda, örneğin “palalı saldırgan” örneğinde suçlu kolayca yurt dışına çıkıyor, Öcalan’a bile “nefes darlığı var, 64 yaşında” diye iki odalı hücre sağlanıyor, “gelecek zaman iddiaları”nda üç-beş metrekare odalarda en az iki kişi kalan gazeteciler, yaşlı başlı rektörler, komutanlar.. Ve ülkenin bu onurlu insanları “kaçarlar” diye yıllar sonra ya hala “tutuklu” bekletiliyorlar ya da “sahte delillerle” mahkum ediliyorlar.

Adalet yok, bakanı var!

Eh, buna da “adalet” denmez, değil mi arkadaşım.. Denmez de, “adalet”in olmadığı yerde “Bakanı” neden var asıl anlaşılmayan o!

Burada bir yalan var!

Gezi gösterileri sırasında ve sonrasında “Cami’de içki, başörtülü kadına saldırı” gibi hiçbir görüntüsü bulunmayan, AB Bakanı Egemen Bağış’ın “onlara camideki olayın görüntülerini izlettik” dediği yabancı büyükelçilerin bile “biz görmedik” diye yalanladığı iddialar defalarca tekrarlanarak topluma beyin yıkama yapıldı.

“Gençlerin vurulduğu olaylar” ise gizlenmeye çalışıldı, polislerin kask numaraları kapatıldı, suçluların isimleri saklandı, ifade vermeye bile gönderilmediler. İstiklal Caddesi’nde polislerin yanında ve onların neredeyse yardımıyla “beyaz gömlekli, sakallı” bir saldırgan bir göstericiyi tuğlayla öldüresiye dövdü, TV’de yayınlandı, o suçlu cezalandırılmadığı gibi olay kapatılıverdi.. İki ayrı gösteride ortaya çıkan “Palalılar”da aynı tutum sürdü ki aynı akşam bir sopalının “ben sizdenim amirim” demesi meselenin özüdür.

Otel dediğin budur işte!!!

Eskişehir’de “eli sopalı bir grup” tarafından dövülerek hayatını kaybeden 19 yaşındaki Ali İsmail Korkmaz olayında da suçlular bulunamıyor, çünkü tam onun dövüldüğü dakikalar MOBESE kameralarında ve olayın geçtiği sokaktaki otelin kayıtlarında yok (!). Şimdi, şehirde vatandaşın emniyetinden-güvenliğinden sorumlu Eskişehir Valisi dış kapının tokmağı havalarda “eylemciler kendi arkadaşlarını öldürmüş olabilir” şeklinde mümtaz bir cümle kurabiliyor, bu bir yana..

“Göstericiler polis şiddetinden otele doğru kaçınca hem şalteri indirerek elektriği kestiğini, hem de kapıları kilitlediğini” söyleyen Otel sahibi Erdoğan Gözseçen’in (işte “insaf” budur, otel isen “yalakalık yapmak, göze girmek için” canı tehlikedeki gençlere kapını kapatacaksın) verdiği ifadede çelişkiler var.

Nasıl anladın acaba?

Önce diyor ki; “Polisin göstericilere müdahalesi başlayınca otele doğru kaçtılar, şalteri kapattım, bu nedenle kamera o süre içinde kaydetmemiştir”.. Aynı açıklama içinde “Sivil polisler ve yanlarında sivil giysili bir kişinin göstericileri kovaladığını, sivil polisler belden aşağı copla vururken bu kişinin ‘elinde meşe sopayla’ başlarına vurduğunu, bu kişinin kendisini göstericilere ‘çeşitli partilerin gençlik kolları başkanı’ olarak tanıttığını ve “polise şişe atmalarını söylediğini” anlatıyor, ona “tam bir provokatördü” diyor.

Önce “polis” kovalamaya ve şiddete başladı (ki kaçtılar), sonra “sivil polis” oldu.. Sivil “polis” olduklarını anladığı yetmedi, diğer sivil giyimlinin “polis olmadığını” ve aslında polis olmayanın “Ali İsmail’in başına vurduğunu” da anladı. Ve bu şahsı nasıl tarif ettiğini incelerseniz, sadece “parti adı”nın eksik olduğunu da görüyorsunuz. Yani polisi suçlu olmaktan çıkarırken suçlunun “bir muhalefet partili” olduğunu işaret ediyor. Üstelik “başına öldürecek kadar vurulan genci” de öylece uzaktan seyretmiş.

Polis bulacak?

İsmail’in dayak görüntülerinin “MOBESE ve otel kameralarında olmaması” kesinlikle açıklanamaz, ayrıca bu otel sahibinin yalan söylediği de ortadadır. Tabii polisten bu yalanı anlamasını ve otel sahibi hakkında “yanıltıcı ifade”den işlem yapmasını veya “kameraların neden kapalı olduğunu” ortaya çıkarmasını bekleyecek kadar saf değiliz! Yazık oldu gençlerimize, ancak düşman bu kadar acımasız olabilir!

Yazının devamı...

Disiplin Kurulu bile yetmez!

AKP Milletvekili Zeyit Aslan’ın TBMM’de görev yapan ve kanepede uyurken fotoğrafını çeken kadın gazetecilere söylediği “Ben de sizin bacak aranızı çeksem ve yayınlasam bu doğru olur mu, bu ahlaksızlık değil mi” sözleri üstü kapatılacak sözler değil..

Kendi partisinin kadın milletvekilleri de tepki gösterdi, Kadın ve Aileden Sorumlu Bakan Fatma Şahin de kınama açıklaması yaptı. Neden resmi bir açıklama değil de twitter üzerinden yapılıyor bilinmez ama ne şekilde olursa olsun kınamayı hak ediyor. Başbakan Erdoğan “disiplin kuruluna sevk edilmesini” istemiş ki doğru olan budur ama..

Yeni anayasaya aykırı!

Ama bu basit bir disiplin suçu da değil.. Kendi yaptığı rezalete bakmadan bir de dönüp kadın gazetecilere “ahlaksızlık” diyor..

Yapılan resmen “ağır hakaret ve onur kırıcı suç”tur ve devlet yönetimindeki biri tarafından bırakın eskisinde suç olmayı, “üzerinde partiler mutabakata vardı” denilip duran maddelerine kadar aykırıdır.. Devlet “insanların onur ve haysiyetine saygı” duyar.. Devlet vatandaşlara “aşağılayıcı muamele” yapamaz, vs.. İktidar partisi bu maddeleri hazırlarken aynı anda kendi milletvekili o maddeleri hiçe sayıyor, kim ne yapsın anayasayı bu durumda? Devletin onur ve haysiyetine saygı göstermediği kadın vatandaşlar ne yapsın?

Balık baştan kokar!

Ve ayrıca.. Devleti temsil eden bir milletvekili kadın gazetecilerin bacak arasından söz ederek cevap veriyorsa o ülkede hiçbir erkekten kadına saygı bekleyemezsiniz. Bu eylem “bir kadına aktif saldırı”dan farksızdır ve “kadın tacizi”ne girer.

Bu suçu işlemiş biri de TBMM’de görev yapmaya layık değildir.

Parti Sözcüsü Hüseyin Çelik’in “Milletvekili yorulmuş, uykuya geçmiş, insani bir şeydir. Zeyit Aslan’ın tepkisini doğal buluyorum ama kadın gazetecilerle bu diyalogunu ona yakıştıramıyorum. Özür dilemek istemiş, kabul etmemişler” sözleri ise sadece olayı basite indirgemeye çalıştığını anlatıyor. Uyku insani olabilir ama bu söz “insani” değildir.

Özür ketçap değildir, suçları bile örtmesi beklenemez. Bu vekil disiplin kurulunda gereken cezayı almazsa oraya gönderilmesinin bir anlamı olmayacak!

‘Çözüm’ açıklamanın içinde!

Yeni anayasa için bir koşturma, seçim öncesine yetiştirme gayretidir gidiyor, yaz boyu aralıksız çalışırlarsa olurmuş. Yıllarca ülkede her adımı, geleceği belirleyecek olan kuralların, yasaların bulunduğu anayasa “eğer referandumda olduğu gibi ‘AKP-BDP arasında’ bir seçim dayanışması” filan sağlamayacaksa neden “seçim öncesine” yetişmek zorundadır belli değil. Madem yetişmek zorundaydı neden Mısır, Suriye sorunlarından önce kendi sorunumuz çözülmedi de aylarca zaman kaybedildi o da belli değil. “Çözüm” denilen nedir, halk neden hiç bilgilendirilmeden karar veriliyor, hiç belli değil.

Neyse ki daha önce Öcalan’ın defalarca yaptığı konuşmalardan anlamayanların bile PKK Kandil yöneticisi Karayılan’ın açıklamalarından anlaması mümkün..

Karayılan “Öcalan’ın sekreterleri olmalı” dediği konuşmasında “Öcalan’ın isteğiyle oluşturulan Kongra Gel Genel Kurulunda “Ortadoğu, Kürdistan, Kürt sorunu ve sürece yönelik tartışmaların olduğunu, 4 parçalı Kürdistan’da sistemin kurulması ve örgütlenmesi konusuyla ilgili plan ve projelerin genel kurula hakim olduğunu” söylemiş.

Bir parçası Türkiye..

Muhataplarının “çözüm”ü Hükümet’in Açılım’dan bu yana tekrarladığı gibi daha çok demokrasi, kültürel haklar filan değil, 4 parçalı Kürdistan’ın inşası ki bu 4 parça “Irak, İran, Türkiye ve Suriye toprakları” nı içeriyor.

Öcalan bu konuda Barzani’ye “4 parçalı Kürdistan’ın da lideri olarak sizi görüyoruz” benzeri bir mektup da gönderdi biliyorsunuz. Şimdi PKK “seçim sonrası özerklik kutlanacak” dediğine göre yeni anayasa ile sonu 4 parçalı Kürdistan’ın Türkiye parçasına varacak olan “özerk bölge”nin sözünün verildiği zaten ortada..

Bu nedenle, eğer seçim öncesine anayasa yetiştireceklerse partiler “öncelikle bu konuda” anlaşmalılar. Masaya oturdukları PKK’nın bir yandan da Hükümet’e “böyle ağır giderlerse çözüm tıkanacak, önümüzdeki bir hafta çok önemli” uyarıları yapması fazla zamanları olmadığını gösteriyor. “Sofrayı kuran kaldırsın” derler ya, sofrayı kuranın kaldırması gereken zamandır!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.