Şampiy10
Magazin
Gündem

Diyanet Başkanı görüntüleri çıkarsın!

Haziran’ın 22’sinde Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez , Gezi Parkı olayları sırasında Valide Sultan Camii’ne sığınan göstericilerin “içki içip içmediğine” ilişkin raporun 24 Haziran Pazartesi açıklanacağını bildirmiş. O arada cami imamı ve müezzini sorgulandı, ikisi de “camide içki içen kimse görmediklerini, din adamı olarak görmedikleri bir şeyi söyleyemeyeceklerini” bildirdiler, dürüst imam görevinden alındı. Ve sonra medyada “İstanbul Müftülüğü tarafından başlatılan incelemede müfettişlerin kamuoyuna yansıyan görüntüler dışında bir bilgiye ulaşılamadığı” haberi yer aldı. Bunun arkasından AB Bakanı Egemen Bağış yabancı büyükelçilere “camide içki iddiası” ile ilgili görüntülerin gösterildiğini söyledi, büyükelçiler “biz bir şey görmedik” dediler. Bu görüntülerin kısa süre içinde halkla da paylaşılacağını söylediler, o da olmadı.

Nedir bu görüntüler?

Aradan haftalar geçti, Cami içinde alınmış video kayıtları “göstericilerin yaralıların tedavisi için koşuşturduğu” nu gösterirken Diyanet İşleri Başkanı çıktı ve uzun bir konuşma arasına “Cami’de sadece yaralıların ve kaçıp sığınan masum insanların olmadığı, Müslümanlar’ın kabul edemeyeceği görüntülerin de olduğu, 3 günlük kayıtların ellerinde bulunduğu” cümlelerini sıkıştırdı.

Daha önce de birileri “o çadırlarda neler yaşandı” ve benzeri kanıtı olmayan sözlerle gösterici gençleri suçlayıcı ifadeler kullanmıştı ve bu ülkenin gençleri hakkında desteksiz atmanın, toplumu onlara karşı kışkırtmanın kabul edilemeyeceği ortadadır. Şimdi.. Artık herşey akla geldiği için “acaba bu süre içinde camide yeni videolar mı çekildi, Diyanet Başkanı buna dayanarak mı konuşuyor” diye soranlar da var. Haklılar, çünkü daha önce olmayan, gösterilemeyen, Emniyet ve Savcılığın da bulamadığı görüntülerin şimdi nasıl ortaya çıktığı anlaşılır gibi değil.

Ama ne olursa olsun, Diyanet Başkanı siyasetçilerin yolundan giderek gençleri, vatandaşları karalayıcı konuşmalar yapamaz ve kanıtlamadan bunları unutturmaya çalışamaz.. Daha önce de yazdık ama cevaplamadı, derhal bu söz ettiği görüntüleri halka izletmek zorundadır. “3 günlük görüntüler” i bekliyoruz! Yabancı büyükelçiler de “daha önce göremedikleri” olayı izlemiş olurlar.



Yandaş gruplara ihbar yok mu?

Koç Grubu’nun büyük şirketlerine aniden “ihbar mektubu geldi” denerek başlatılan “aramalı denetim”e (daha doğrusu “didik didik aramalı-el koymalı denetim” olacak) Kayseri Sanayi Odası’ndan isim vermeden destek gelmiş.

Kayseri Sanayi Odası Başkanı Mustafa Boydak yaptığı konuşmada “Türkiye’yi taşıyan şirketleri gözümüz gibi koruyalım. İş dünyamızda ‘sen bana düşmansın, değilsin’ gibi ayırım yapmayalım” diyor. Bir okuyucumuz “Koç Grubu’na sahip çıkan Kayserili iş adamı Boydak’ı kutluyorum. Bütün iş adamları tepki göstermeli” derken, Hakan Erdoğan isimli bir başka okurumuz yorumlar köşemizde “Koç Grubu’nun denetlenmesinden neden bu kadar paniklediniz. Bildiğiniz bir şey mi var. Denetim sonrası bir şey çıkmaz ve bizim Koç Grubu’na sempatimiz daha da artar” demiş.

‘Birşey olması’ şart mı?

“Bildiğiniz bir şey mi var” derken belli ki kendisi artık Türkiye’de “hesabını verecekler” lafının arkasından nelerin geldiğinin ve bir şeylerin gelmesi için “ortada bir yanlışın olması” nın da gerekmediğinin farkında değil. Bağımsız kurum kalmadığı ve buna “yargı” da dahil olduğu için artık “imzasız bir mektup” ve hatta “havada uçuşan bir iddia” bile yeterli.. O da yoksa sahte bir CD hazırlanır, bu CD’deki tarihler, adresler vs tutmasa bile, Microsoft firması “bu yazılımın tarihi tutmuyor, sahtedir” dese bile derdini Marko Paşa’ya anlatabilirsin ancak, başka merci yok.

Yani “denetim sonrası” dediğin tarih “çıkmaz ayın son Çarşamba’sı” veya “kırmızı kar yağdığı gün” olabilir. Artık o güne kadar neler çekeceğin, alacağın zarar Allah’a kalmış.

Denetimle baskı!

O nedenle okurumuz Erdoğan’ın sempatisinin artması epeyce zaman alır, uzun yıllar gibi.

İş dünyasının sesi çıkamıyor, konuşamıyorlar ama Koç Grubu ’nu yıllardır bilen iş adamları “zaten Grup kendini o kadar sıkı denetler ki bir tek açık bulunması imkansızdır” diyor. Denetim konusunda uzman olanlar ise “öyle ‘ihbar geldi’ denerek keyfi denetim yapılamayacağını, denetim şartlarının oluşmuş olması gerektiğini, aksi takdirde vergi denetiminin iş dünyasına baskı aracı haline geleceğini” söylüyor. Aynen ülkenin hemen tüm sivil ve askeri kurumlarına “iddialarla tutuklanan insanlar üzerinden” yapılan baskılar gibi..

Peki, örneğin Doğan Grubu ve Koç Grubu ’na vergi denetimi diye her tür baskı yapılır, zarara sokulurken acaba iktidara yakın iş gruplarına , mesela Başbakan ’ın da söylediği gibi “bu iktidar döneminde servetini katlayanlara”, tek başına ihaleleri götürenlere neden hiç ihbar mektubu gelmiyor? Acaba onlara da “hesabını vereceksiniz” dense gelmeyecek midir?

Herkesin aklına gelen sorulardır bunlar!

Yazının devamı...

Meğer Koç için ihbar gelmiş.. Miş!

İşte “bağımsız bir yargının olmaması, bırakılmaması” ülke için bu nedenle çok acıdır. Vatandaşlara ve hatta ülkenin kuşaklar boyu en büyük başarıyı sergilemiş, en büyük sanayi gruplarına bile siyasi baskılar, haksızlık ve hukuksuzluklar yapıldığında başvuracak, hakkını arayacak bir yargı yoktur ortada.. Gezi Parkı’na inşaat izni olayı en basit örnektir, mahkemeler bile ne karar vereceğini bilemez, hakimler korkar, hakimler karar için “iktidarın tutumunu” gözler hale gelmiştir. Bir mahkeme “yürütmeyi durdurma” kararı vermişse, Bölge Mahkemesi’nden “tam aksi yönde karar” çıkarılır ve top yine iktidara bırakılır. İstenirse inşaat başlatılabilecektir.

‘Hesap verecekler’ denmişse..

Gezi eylemleri sırasında Taksim’de Gezi Parkı’nın bitişiğinde olması nedeniyle, polis şiddetinden kaçan insanlara (aralarında bebekler ve anneler de, Alman siyasetçi Claudia Roth da vardı) ve yaralılara kapısını açtığı için Koç Grubu’na “hesabını verecekler” dendi. Bu “hesabını verecekler” lafı başlıbaşına “yargıya, Emniyet’e veya ilgili bakanlıklara emir” haline geldi zaten, anında “görev” çıkarılıyor..

Aradan kısa bir süre geçti ki birden ülkenin Vergi rekortmeni Grubu’nun vergi rekortmeni en büyük şirketlerine “BASKIN” düzenlendi. Sözüm ona “denetim baskını”.. Özel ekipler ortaya çıktı, depolar ve dolum tesisleri, şirket yönetim odaları didik didik aranmaya başlandı. Bilgisayar ve dosyalara el konuyor, evraklar incelemeye alınıyor. Evrakta sahtecilik, vergi kaçağı vs durumlara rastlanırsa grup yöneticileri ve aile “hesabını verecek”..

‘Adalet’ diye bağırsan da

Aslında artık Türkiye daha önce açılan ve 5 yıldır süren davalarda da gördü ki “herhangi bir delil olmasa da” hesap vermesi istenen kişiler veya gruplar (Doğan Grubu örneğini tekrar hatırlayalım) yıllar boyu baskı altında tutuluyor veya her şekilde uzun yıllar cezalandırılıyor. İstediğin kadar “Adalet” diye bağır, duyan olmuyor. Ancak “AİHM’ye ulaşmayı başarırsan” haklılığın ortaya çıkıyor, o takdirde de cezaları millet ödüyor, suçlular değil.

Yine imzasız mektup!

Efendim TÜPRAŞ, Aygaz ve Opet’e yönelik denetim için ihbar gelmiş. Nereden gelmiş? Cevap; “İçerden”.. Yani aynen Balyoz, Ergenekon gibi soruşturmalar-gözaltı ve tutuklamalar başlatılırken yapıldığı gibi “imzasız mektup”.. Nereye gelmiş; yine o olaylardaki gibi “Emniyet”e.. Polise yani.. Gezi olaylarında “5 gencin hayatını, 11’inin gözünü kaybettiği, binlercesinin yaralandığı şiddeti yaratan ve bu nedenle 4-5 maaş ikramiyelerle, takdir konuşmalarıyla ödüllendirilen” Emniyet’e.. Sonra da bu ihbar mektubu “DELİL GÖSTERİLEREK” aramalı inceleme başlatılıyor.

Denetim şartları nedir?

Peki bu ne tesadüftür ki tam da Başbakan’ın “hesabını verecekler” sözünden hemen sonra o ihbar mektubu geliveriyor? Ve “içerden” gelen bu mektup hangi şirketin “içersinden” ki üç beş şirkette birden arama başlatılıyor? Diyelim ki mektup gelmiştir, her aklına gelen böyle bir mektup yazabilecekken nasıl oluyor da “80 yıldır Türkiye’ye en ileri teknolojileri getiren, yüzbinlerce kişiye iş imkanı yaratan, öğrenci yurtları açan, burslar veren, ‘dünya çapında başarılı şirketler ve iş adamları’ listelerinde yer alan, vergilerini son kuruşuna kadar ödeyen ve bugüne kadar hiç akla gelmemiş bir gruba” tek mektupla denetim başlatılıyor ve trilyonlarca lira zarara uğratılıyor? Ülkenin güvenilir şirketlerine “aramalı vergi denetimi” başlatmak için gerekli şartlar oluşmuş mu, nedir bu “oluşan şartlar” mesela? Bu yapılanlara çocuklar bile inanmaz. Hele de yıllardır “Emniyet’e geldi” denilen uyduruk ihbarları, Haham’ın bile sonradan yalanladığı ifadelerle, sahte CD’lerle tutuklananları görmüş bir toplumda hiç inanmaz.

Ülkenin gururu olan şirketlerine ve gruplarına yapılanlara sanayi odaları, ticaret odaları susacak mı bilmiyoruz ama... Tarih bu büyük haksızlık ve hukuksuzlukların hesabını mutlaka soracaktır, mesele “hesap sormak” ise!

Sarıgül aday olacak mı olmayacak mı?

Şişli Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül de yerel seçimlerde “İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı” konusunda Konsensus Araştırma Şirketi’ne bir anket yaptırmış. Bu ankette “CHP seçmeninin yüzde 76’sının” Mustafa Sarıgül’ün İstanbul Büyükşehir başkan adayı olmasını istediği ortaya çıkmış. (Aralıksız olarak anketlerle parti reklamı yapılmasına karşıyım ama bu adaylıklar konusu farklı..) Sarıgül yapılan birçok ankette uzun zamandır ilk sırada yer alıyor, bu nedenle de aynı soru gündeme geliyor.

Madem ki Sarıgül’ün adaylığı CHP seçmenİ tarafından bu kadar istenmektedir, bu adaylık neden parti tarafından resmen açıklanmıyor? Acaba Sarıgül İstanbul’a başkan adayı olmayı istiyor mu yoksa çeşitli çevrelerde dillendirilen “başka planları” mı var? Bunlar hep anlaşılmayanlar, soru işaretleri olarak durmakta..

Öte yanda değerli meslektaşım Can Ataklı’nın adının “aday olması için talep olduğunu ve bunu düşündüğünü” söylemesinden kısa süre sonra bu araştırmada “yüzde 3.3” ile Gürsel Tekin’den önce (Tekin % 2.5) gelmesi belki kendisi için değil ama- sürpriz bir sonuç.. Demek ki “belediye başkanlığında başarılı olacağına inanan” bir kitleye sahip ki bu sonuçlar “dürüstlüğüne inanmak”la da ilgilidir tabii. Bakalım onun için nasıl bir gelişme olacak? Ana Muhalefet Partisi artık zaman kaybetmeden adayını açıklamalıdır, daha ne bekliyorlar anlaşılır gibi değil!

Yazının devamı...

Türkiye’nin seçeneği kaldı mı ki?

PKK üst yöneticilerinden Sabri Ok “Liderimiz Öcalan Hükümet’e 15 Ekim’e kadar süre verdi, beklenen adımlar atılmazsa o tarihte ateşkes bitecek” dedi.. Yine iyi zaman vermişler, bu süre “yerel seçimlere” kadar uzar, “sen onun dedin-ben bunu dedim”lerle zaman geçer, o arada artık Suriye ve Irak’ta neler olur, bunlar Türkiye’deki durumu nasıl etkiler, henüz bilinmiyor. Seçimler atlatılınca söylemler de değişiyor, umalım da yanlış politikalar yine terörle sonuçlanmasın, başka gençlerin başı yanmasın.

Neden masadasınız?

Zira Sabri Ok’un açıklamasına cevap alakasız bir bakandan, Ulaştırma ve Denizcilik Bakanı Binali Yıldırım’dan ve öfkeli bir ifadeyle gelmiş, diyor ki; “Türkiye Cumhuriyeti tehditlerle yola getirilecek bir ülke değildir. Bir pazarlık teranesi tutturmuşlar, ne pazarlığı? Biz duruşumuzu net şekilde ortaya koyduk; tek bayrak, tek millet, tek devlet, tek vatan”.. Güzel de.. Bu tanım içine “Güneydoğu’da özerk Kürt bölgesi” giriyor mu?

Girmiyorsa PKK ile masa alışverişi (pazarlık demeyelim) neden sürüyor? Onlar her fırsatta “4 parçalı Kürdistan’ın Türkiye ayağı” için görüşüldüğünü söylüyor ve hatta özerk bölge adımını da atlayıp direkt devlet adını “Türkiye Kürdistanı” olarak belirtiyorlar. Ki “özerk bölge” ile başlansa da kısa süre sonra İspanya’da olduğu gibi “bağımsız devlet” noktasına gelineceği “bölgede asayiş kontrolü, vergi toplama” gibi başlangıçlardan belli.. Uygulanan politika ile bu noktaya gelindi.

Şimdi “ne pazarlığı” demek “barış süreci” adı altında yapılan görüşmelere Türk Hükümeti ile PKK’nın ayrı anlamlar yüklediğini mi anlatıyor. Kaldı ki Kuzey Irak’ta çıkan Rudav gazetesi Suriye’de “PYD’nin özerklik ilan etme niyetini açıklamasından sonra Türkiye’nin paniğe kapıldığını, oysa Irak’ta aynı şey olduğunda tepki göstermediğini, Suriye’de El Kaide ile Özgür Suriye Ordusu’na baştan beri yardım eden Türk Hükümeti’nin Kürtlere güvenmediğini, oysa bu özerk bölgenin ekonomik kazanç sağlayacağını” yazmış. Yani iş bitmiş de biz şimdi “itirazlar” noktasındayız, bu durumda ya Türkiye duruma müdahale edecek veya sessiz kalıp Irak’taki gibi “ekonomik işbirliği” yapacak.

“4 ülke topraklarını içine alan Kürt devleti” noktasına gelinceye kadar. Denizcilik Bakanı kalıp sözler yerine biraz da “Türkiye için gelecekte hangi ihtimaller var” sorusunu cevaplasa iyi olur.

Gezi eylemleri ‘şiddete bulaşmayanlar’ın!

PKK yöneticileri açıklamalarında “Gezi eylemlerinin Türk ve Kürt halklarını buluşturan bir köprü” olduğunu, “İnsanların bir şeyi reddettiklerini demokratik yoldan gösterme hakkı olduğunu” söylüyorlar. Ama bir noktayı unutmamak gerekir.. Gezi eylemleri çevrenin korunmasına duyarlı “barışçıl” gençler tarafından başlatıldı. İşin içine polisin şiddetle müdahalesi girdiğinde BDP’liler de bu şiddete karşı direnişçilerin yanına hatta önüne geçtiler. Terör örgütleri de gidip Park’ta, Taksim’de bayrak açtılar. Olaylar sırasında bunları önlemenin yolu yoktur. Bu durumda da Geziciler arasında “sadece Türk ve Kürtler varmış” ve hatta terör örgütlerinin katılması doğalmış gibi bir hava yaratılması yanlıştır (hele de piyanistine-siyasetçisine-gazetecisine kadar birçok ülkeden insan katılmış ve desteklemişken).. Polis TOMA’larının önüne “dokunulmazlıklarıyla durdurma amaçlı” olarak CHP milletvekilleri de çıktı, bunlar tamamen bir halk eylemi olan Gezi direnişini “politize etme” hakkı vermez. Aynen bir takım asker derneklerinin haftalar sonra “biz destekledik”, “biz karşı çıktık” açıklamalarının bir anlamı olmadığı gibi..

BDP-PKK ile Gezi ilişkisine gelince.. Amacına ulaşmak için “terör eylemlerini meşru gören veya bu eylemlerin içinde olanlar”ın böyle barışçıl, demokratik bir eylemle kendilerini özdeşleştirmeleri o eyleme gölge düşürür. Halk tepkilerini siyasete bulaştırmamaya göstericiler ve herkes dikkat etmelidir, aksi takdirde “siyasi istismara, anti propagandalara” da açık hale geliyor!



İngiltere’de polis ne yapmış?

Başbakan sanıyorum esnaf iftarında yaptığı konuşmada söyledi, dikkat çekiciydi zira cümle yarım bırakıldı.. “Gezi olayları-polis şiddeti ilişkisi”nden söz ederken “Siz son iki ayda İngiltere’de polis göstericilere neler yaptı biliyor musunuz” dedi.. “Bilmiyorsunuz tabii” diye devam edince söyleyecek sanarak kulak kesildim, kesildim çünkü İngiltere’de eğer “açık bir şiddet-yağmalama-hayati tehlike” yoksa polisin göstericilere karşı son derece dikkatli davrandığını gözleriyle görmüş biriyim.

Orada bıraktı cümleyi.. Bu konuşmaları hangi danışman hazırlıyor veya fikir veriyorsa yanlış var, başlayan cümle bitmeli.. Merak ederek araştırdım, İngiltere’ye sordum kimse bilmiyor.. Nihayet bizim “Dış Haberler”den “Haziran başında yapılan G8 Zirvesi’nde polisin bazı kişileri gözaltına aldığı” bilgisi geldi..

Tekrar araştırdım; zengin ülke liderlerinin G8 toplantısı İngiltere’de değil, Kuzey İrlanda’da yapılmış ve “bir terörist saldırı tehdidi” olduğu gazetelerde de yer almış. Tablo “masum bir çevre direnişiyle başlayan Gezi Parkı olayına polis müdahalesi” ile hiç mi hiç benzemiyor. Değil mi?

Yazının devamı...

Son numara; hamileleri saklayın!

“Tasavvuf düşünürü” imiş hazret.. Memlekette ünvan bol nasılsa, dağıt getsin! TRT 1 ’de iki gün önce yaptığı skandal konuşmayı fark etmiş ve “la havle” çekmiştim ama öyle çok yanlış, haksızlık, yolsuzluk bir arada yapılmakta ki sıra gelmedi. Bir yanda Diyanet Başkanı ülkenin gençlerini “cami içinde bir Müslümanın kabul edemeyeceği davranışlarda bulunmak”la suçlarken diğer tarafta bir avukat hamilelere laf ediyor, öte yanda Gezi göstericileri hiç yapmadıkları halde “esnafın dükkanını yağmaladıkları” halka söyleniyor..

Ve üstelik bunların hepsi “oruç tuttukları” mübarek Ramazan ayında (herhalde tutuyorlardır, her ne kadar kendileri dışında namaz kılanlara bile “güya namaz kıldılar” diyorlarsa da başkalarının ibadeti tartışılmaz) yapılıyor.

Beyinin arabasında...

Ömer Tuğrul İnançer isimli avukat şahıs devletin televizyonunda “hamile kadın ortada gezmez, ancak beyinin arabasında dolaşabilir. Öyle kocaman karınla salına salına gezilmez” gibi inciler döktürmüş.. Kadınlara “en az 3 çocuk” emrinden sonra “3 çocuk ama ‘ağrısız doğum’ yok” geldi.. “Sezaryen” de yok, bir tek “hamile kalmak için hangi saatleri tercih etmeleri gerektiği” eksik.. Ve şimdi de “hamile kadınlar saklambaç oynasın, aman kimse onları koca karınlarıyla görmesin” .. Neden? Estetik değilmiş.. Genç kızlar hamileleri görünce doğumdan korkuyormuş.. Kaç genç kızla anket yaptı acaba?

Gereken cevabı twitter’da “utangaç adam” vermiş; “hamilelikten bu kadar utandığına göre kendisi bölünerek çoğalıyor herhalde” !

Peki “beyinin arabası yoksa” ne yapsınlar? Geceleri, saklanarak, insanlardan kaçarak mı hava alsın hamileler? Saçmalığın daha ötesi olarak (pek kalmadı ya) ne gelecek arkadan?

Çocuk tecavüzlerini konuşun!

Genç kızları bu kadar düşünüyorsanız ve “en az 3 çocuk” emri veriliyorsa devletin televizyonunda “aile içi ve dışında çocuk tecavüzlerini” konuşun.. 21’inci yüz yıl Türkiye’sinde taş devri olayları yaşanırken; öz babaları, amcaları tarafından tecavüze uğrayan ve annelerini bile inandıramadığı için sefillik anının videosunu çekmek zorunda kalan, devletin-Bakanlığın ağzına bile almadığı mağdur küçücük kız ve erkek çocukları, devlet hapishanelerinde kazık kadar suçluların tecavüzüne uğrayan çocukları, ülkenin her köşesindeki toplu tecavüzleri ve bütün sapıkların serbest bırakılmasını konuşun.. Bu çocukları koruması gerekenlerin “gösteri yapan gençleri kovalamak, zarar vermek, veremediğini tutuklamak”la zaman geçirdiğini konuşun..

Kadınları rahat bırakın.. Zira bütün baskılar böyle, kadınlar üzerinden, çoğu kez din bahane edilerek topluma yapılan baskılarla ve çaktırmadan başlatılıyor, bu ülkede kimse yutmaz bu ayakları. Aynı gün farklı köşelerden yumurtlanan farklı “cevherler” ..

Hatayı önleyecek sunucu

TRT’ye tepki yağmış, AKP’li eski Kadın Bakanı, eski Milli Eğitim Bakanı Nimet Baş da “Kadınlara erkeklerin estetik ölçülerine göre sınırlama getirilemez” demiş. TRT’ye de gün boyu tepkiler yağmış, telefon hatları kilitlenmiş tabii. TRT açıklamasında “canlı yayın kazası” diyor ama öyle kaza “milletin trilyonlarının aktığı devlet televizyonunda” olmaz. Canlı yayına “hatayı anında fark edip geri çevirecek kadar akıllı ve birikimli” sunucular çıkabilir. Bu özellikleri taşıyan insanlar hükümet baskılarıyla yıllar boyu kızağa çekilir, eş dost ekranı paylaşırsa sonunda olacağı budur. Kadınlar hakkında erkekler konuşmasın artık!

Koç Grubu’yla gözdağı!

Şöyle bir yöntem var, bazı gazetecileri cezalandırarak “DİĞER GAZETECİLERE” , bazı rektörleri cezalandırarak “DİĞER TÜM REKTÖRLERE” , bazı iş adamlarını veya sermaye gruplarını cezalandırarak “TÜM İŞ DÜNYASINA” mesaj gönderiliyor.. “Sizin de başınıza sarılırız, ona göre” mesajı..

Bir iş adamının ağzından çıkan bir eleştirel söz bile ona açıktan tehdit mesajları vermeye yetiyor. Bir banka genel müdürünün “ben de çapulcuyum” demesi bile tüm bankaları okka altına gönderiyor. Koç Grubu’nun “vergi rekortmeni ve Türkiye’nin gururu denecek büyük şirketlerine” yapılan vergi denetimi medyada birkaç yıl önce Aydın Doğan’a aniden çıkarılan “3 milyar TL’lik vergi borcu”ndan farklı görünmüyor. O günlerde Doğan Grubu medyası bağımsızdı ve “basının siyasi gücü eleştirme” görevini yapabiliyordu, bu nedenle üzerine görülmemiş bir vergi baskısı yüklendi. Birkaç bağımsız yazar dışında medyası “iktidarın istediği kıvam”a geldi (medyanın hepsi aynı durumda, farklı zannedilmesin). “Medya, yargı, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları” tamam, “iş dünyası”nı emre amade hizaya sokmakta sıra..

Ödül yerine ceza!

Koç Grubu ve sahipleri kuşaklar boyu “vergi rekortmeni” oldular, Türkiye’ye “her alanda en ileri teknolojiyi getirerek ve dürüstlüklerine hiç gölge düşürmeyerek, vergilerini son kuruşuna kadar ödeyerek” takdir kazandılar. Şimdi şirketlerine “bir yanlış yapılmış gibi” vergi denetimi gönderiliyor, didik didik aramalar yapılıyor ve maddi-manevi zarara uğratılıyorlar. Aynen ülkenin gurur duyduğu cerrahların ödül yerine zindana tıkılması gibi.. Koç’a yapılanın arkasında “Gezi eylemlerinde yaralılara kapılarını açarak insani görevini yapan Otel” olduğu söyleniyor.

Ramazan’da yapılan çok yanlış var ama artık bu kadarını toplum vicdanı kaldırmaz, yazıktır, günahtır yahu!

Yazının devamı...

‘Gezi’ciler’e müebbet az, idam olsun?

Konuşan “eski bir cumhuriyet savcısı” ..

“Adalet Akademisinde de öğretim görevlisi”ymiş..

Şu anda cumhuriyet savcısı olmadığına hayıflanıyor, mümkün tabii “açıktan açığa ve gizli olarak yapılan baskılar sonucunda medya patronları tarafından görevleri elinden alınan gazeteciler” de çok şeye hayıflanıyor, “meslektaşlarının uzun yıllardır cezaevlerinde süründürülmesi, televizyon kanallarının haberleri yayınlayamaz hale gelmesi” de buna dahildir.

Bu eski savcı ve Adalet Akademisi görevlisi Mehmet Yücesoy “Gezi Parkı göstericilerine TCK 312‘den yani ‘ Cebir ve şiddet kullanarak hükümeti ortadan kaldırma ve görev yapmasını engelleme’ suçundan iddianame hazırlanmayışına” üzülüyormuş. Kendisi olsa bunu yaparmış. Bu maddeye verilecek ceza “müebbet hapis” .. Ve bu şahıs “adaleti” öğretiyor, düşünün.

Bari kendisini “özel yetkili savcı” yapsınlar, yıllardır suç bulunamadan zindanlarda çürütülen insanlara yenilerini ekler, Gezi’cilere de müebbet yerine idam cezası verir. İdam kalktı ama uğraşır belki..

‘Palalılar’a hangi madde?

Merak ediyor insan, sadece anayasal gösteri hakkını kullanan vatandaşlara müebbet hapsi uygun gören bu adil !! “adalet öğretmeni” acaba “palayla kalabalıkları, kadınları kovalayan, insan yaralayan palalılar, sopayla taşla gençlere saldıran eli sopalılar, kaç genci öldüren, gözünü kör eden polisler” için hangi maddeyi düşünürdü acaba? Hepsi serbest çünkü.. Palalılar sanki bir kişiymiş, o da Fas’a kaçmış (bu kaçma olayı ayrı bir yazı konusu olur) ve olay kapanmış gibi pala konusu gündemden kalktı.. Suçlu polisler, sopalı, taşlılar gizlendi..

İçişleri Bakanı Güler valiliklere genelge göndererek “gaz bombası, sopa, pala gibi mevzuata aykırı materyallerin kullanımına izin verilmemesi” için uyarmış. Ne basit olaylar bunlar.. Üzerlerine yakın mesafeden sıkılan gaz bombası fişeklerinden aslan gibi gençler hayatını kaybetmiş, “nişan alarak silah ateşleyen” polis yüzünden bir genç ölmüş, sopalarla dövülerek ölmüş, palayla yaralanmış ama bunlar mevzuata aykırı “materyel” .. Ve işe bakın ki, bütün bu olayların kontrolünden sorumlu Bakan’ın “BİR UYARI”sı yeterli, ceza filan hak getire..

Adaletinizi sevsinler!

Diğer tarafta her ilde Gezi gösterilerine katılan yüzlerce kişi gözaltına alınıyor, tutuklanıyor, doktorundan avukatına, sanatçısından “yoksul bayrakçı”sına “7 yıla kadar hapis” cezası istemiyle filan yargılanıyor. Aynen daha önce sahte deliller “delil” sayılarak tutuklanan veya mahkum edilen diğer yüzlerce insan gibi..

Peki mevcut Anayasa’da olan ve “yeni anayasa”ya da konacağı açıklanan, partilerin uzlaştığı söylenen 48 madde içindeki “vatandaşın gösteri hakkı” ne olacak? Gezi gösterilerinde görülen şiddet göstericiler tarafından değil, polis ve dışarıdan müdahale eden gruplar tarafından yapıldı.. “Şiddet içermeyen gösterilere”, anayasal hakkını kullanan vatandaşlara devlet nasıl ve hangi yetkiyle ceza kesebilecek? Topluma gözdağı vermek değilse nedir bütün bunlar?

Eski savcı müthiş görüşlerini kendine saklasın, toplumu daha fazla germek, adaleti daha fazla yok etmek için o ve benzerlerine hiç ihtiyaç yok. AİHM Türkiye’yi yine “orantısız güç kullanmaktan” 20 bin Euro cezaya mahkum etti. Adaletsiz her olayın, sorumlu yönetimin her hatasının faturasını “VALİLER veya SAVCILAR değil MİLLET” cebinden ödüyor. Bu hukuksuzluk süremez!

Diyanet Başkanı açıklamalı!

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez koca bir ilin insanlarını “dindarlıkları farklı” şeklinde sınıflayarak “buna göre müftü atayacağını” söyleyebilmiş ve güvenilirliğini yeterince zedelemiş biri maalesef.. Şimdi de göstericilerin polisten kaçarak saklandığı ve yaralıların tedavi edildiği Bezm-i Alem Valide Sultan Camii ile ilgili sözler sarfetmiş. Diyor ki; “3 günlük kamera kayıtları elimizde.. İçeride sadece yaralı yok, sadece masum olarak sığınanlar yok, herhangi bir Müslüman’ın kabul edemeyeceği görüntüler var”.. Ve sonra tekrar bu olayları canlandırmamak için konuyu kapatıyor.

Kendi imamınız aksini söyledi!

Diyanet’in atadığı Cami İmamı 6 saat sorguya çekilmesine rağmen “sadece yaralıların tedavi edildiğini, başka bir şey görmediğini, din adamı olarak görmediğini söyleyemeyeceğini” belirtti (sonra da görevden alındı).. Müezzin aynı sözleri tekrarladı. AB Bakanı “yabancı büyükelçilere bu konuyla ilgili görüntü gösterdiklerini” söyledi, büyükelçiler “görmedik” dedi.. Cami içinde çekilmiş videolar sadece yaralıların tedavi edildiğini gösteriyordu..

Aradan bunca zaman geçtikten sonra Mehmet Görmez bu sözleri söylüyorsa “elinde mevcut olduğunu” söylediği görüntüleri derhal topluma da izletmesi gerekir. “Diyanet İşleri Başkanı” sıradan biri değildir, “toplumu inandıracak konumdaki kişiler”, hele de “önemli bir din görevinde bulunan ve dini açıdan da sözleri kitleler tarafından dinlenecek kişiler” öyle havaya-suya yazı yazamazlar, ağızlarından çıkan sözü ciddiye alanlar olacaktır.

Seçim propagandası...

Bu “cami” ve “başörtülü kadına saldırı” iddialarının üstü örtülürse toplumu “gerçek dışı iddialar”la aldatma, gerekli gördüklerinde bu iddiaları kullanarak “önemli görevlerdeki insanları yıpratma” çabaları devam edeceği gibi “seçim öncesinde” Gezi olayları rakip partilere mal edilerek propaganda amaçlı da kullanılacaktır. Aynen referandum ve geçen seçim öncesinde “BDP-PKK ve muhalefet partilerini” aynı tarafta gösteren propagandalar gibi..

Gerçek ise Görmez “elindeki” bu 3 günlük görüntüleri hemen izletsin, değilse o görevden çekilmeyi düşünsün artık, “işin fıtratı” budur!

Yazının devamı...

Bundan sonra erkekler doğursun!

İlk çocuğumu doğururken bebek ters gelmişti ve 4 kiloya yakındı, buna rağmen doktorlar “normal doğum” diye ısrar ettiler ve 16 saat sonra benim hayatım tehlikeye girdi. Son dakikada “anne ölüyor, çabuk sezaryene alın” dediklerini hatırlıyorum. Neyse kurtulduk da vatana millete hayırlı olabildik..(Kafa ütülemeyin, olmaya çalışıyoruz işte) .. Ama efendim, doktor ısrarı yüzünden kurtulamayanların sayısı az değil.

Şimdi, hem kadınların “EN AZ 3 ÇOCUK” doğurmasını isteyeceksiniz, hem de “ağrısız doğum-epidural” veya “sezaryen” yaptırmalarına izin vermeyeceksiniz. Buyrun siz doğurun o zaman? Kadınlar tavuk mu yoksa kuluçka makinesi mi? Diyelim ki ilk doğumda çok sancı çektiler ve ikinci, üçüncü, dördüncü (eh istenen bu değil mi canımın içi) hamilelikte “normal doğumdan” korkuyorlar..

Karışmanızı istemiyoruz!

Vücut kendilerine ait, karar “anne ve baba”ya ait, Bakanlığa ne oluyor bu durumda? Dünyanın hangi medeni ülkesinde “korkak nesil istemiyoruz, anne cesur olursa bebek de cesur olur” gibi bir cümleyi, bir baskıyı Bakan yapabilir? “Çok çocuk istiyoruz.. Epidural istemiyoruz.. Sezaryen istemiyoruz, korku istemiyoruz, korkutursak ancak biz korkuturuz”..

İyi de neden “HER ŞEYİ” siz istiyor ya da istemiyorsunuz ve vücutlar kadınlara ait olduğu halde “sizin istediğiniz” olmak zorunda? Biz kadınlar da (eminim eşleri de) sizin özel hayatlarımıza-kararlarımıza karışmanızı istemiyoruz. Oldu mu, anlaştık mı? Anlaşmadıysak bir fetva daha çıkarılsın ve.. Erkekler doğursun!

Tedavi olmayın!

Sağlık Bakanı Müezzinoğlu’nun “İşin fıtratı normal doğumdur, onu izlemek lazım” sözlerine gelince.. Hastalık tedavilerinde “yeni teknoloji ve ilaçlar”ın kullanımı da işin fıtratına aykırıdır, fıtrat “kendi haline bırakmak, kadere razı olmak”tır. Erkekler tedavi olmasınlar, fıtratı izlemek lazım!

Koskoca cerrahı eritiyorlar!

Koskoca cerrahı eritiyorlar!

Basın Konseyi Başkanı Pınar Türenç’in Prof. Dr.Mehmet Haberal’la Silivri Cezaevinde yaptığı röportajı gözlerim yaşararak okudum. Dr. Haberal’ı hayatımda hiç görmedim ama onun dünya çapında başarı kazanmış, Türkiye’de ilk “karaciğer nakli”ni gerçekleştirmiş, bugün yapılan organ nakillerinin alt yapısını hazırlamış, organ nakli ve yanık tedavisi merkezleri kurmuş büyük bir cerrah olduğunu bilmem yeterli.

Böylesine gurur duyulacak, değerli bir doktor “özel yetkili” velakin “hukuka aykırı bulunarak kaldırılan” mahkemeler tarafından 4.5 yıldır “hapse tıkılmış” vaziyette..

İnsanlık suçu!

Bırakın yılları ve ödül verilecek yerde “gasp edilen özgürlüğünü-yaşamını”, sanki cinayet işlemiş, ağır bir suçu varmış gibi “gökyüzünü penceredeki 80 petek arasından görebilmesini” onun böyle sebepsiz yere “bir tek gün” tıp dünyasından uzaklaştırılması “büyük bir suç”tur. Her şeyden önce “kurtaracağı hayatlar” açısından insanlık suçudur. 4.5 yıl sonra hala suçu söylenemiyor, milletvekili seçilmesine rağmen hala iddialarla, kesin delil gösterilemeden içerde tutuluyor, hala “suçum ne” diye soruyor. (Bu ülkede katillerin, gerçek teröristlerin böyle cezalar çekmediğini unutmayalım tabii..)

Ve bir iktidar partisi milletvekili, bir MHP milletvekiline TBMM’de “onları Silivri’ye tıktığımız zaman kızıyorsunuz” diyor. Birleşmiş Milletler Keyfi Tutuklamalar Çalışma Grubu, sanıkların geçen yıl yaptığı başvuru sonucunda “Balyoz’da İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin ‘tutuklama, adil yargılama ve savunma hakkı’ ile ilgili maddelerinin ihlal edildiğine” karar vererek 250 kişinin durumunun düzeltilmesini istemiş. Ergenekon sanıkları müracaat ettiyse onun sonucu da aynı çıkacaktır.

İnsan hakları ihlali değil, “insan hakları cinayeti” demek daha uygun!

Gezi Parkı inatlaşması sil baştan!

Bu ne inatmış, ne parkmış, ne kışlaymış yahu? Haftalar süren olaylar çıktı, milyonlarca vatandaş sokaklara döküldü, kaç gencimiz polis kurşunuyla, sopalarla hayatını kaybetti, kaçının tazyikli sularla gözü çıktı, yüzlercesi yaralandı, hala inatlaşma sürüyor. Taksim Gezi Parkı Koruma ve Güzelleştirme Derneği 31 Mayıs’ta mahkemeye başvurarak Kültür ve Turizm Bakanlığı aleyhinde “Topçu Kışlası süsü verilen AVM” yapılmasına olanak tanıyan kararın iptalini ve yürütmenin durdurulmasını istemiş, mahkeme de “telafisi mümkün olmayan zararlar doğuracağı” gerekçesiyle “yürütmeyi durdurma” kararı vermişti. Bunu gayet iyi hatırlıyoruz, daha dün gibi..

‘Oyalama’mıydı onlar?

Bakanlık karara itiraz etmiş, mahkeme “oy çokluğuyla” reddetmiş. Bakanlık geçen hafta “Bölge İdare Mahkemesi”ne başvurmuş, bu mahkeme Bakanlık lehine karar vermiş, şüphe yok “siyasi baskı” filan hissetmemişlerdir kararı verirken.. Şimdi Danıştay’daki temyiz süreci beklenirken “Gezi Parkı’na inşaat” mümkün olabilecekmiş. Tabii daha önce söyledikleri gibi bunun için de bir “referandum” yapılmazsa.. Nasılsa paramız-zamanımız bol, sorun deseniz hiç yok, Gezi Parkı da oyuncak, oynar dururuz. Dön baba dönelim, yine başa gelelim! Peki daha önceki mahkeme kararları neydi, çocuk mu oyaladılar?

Yazının devamı...

Yıpratma sırası Feyzioğlu’nda!

Dün Mehmet Tezkan Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’yla konuşarak olayı etraflıca anlatmıştı. Tabii aynı olay aynen Kabataş İskelesi’nde Gezi eylemlerinin son günlerinde olduğu iddia edilen “başörtülü kadına saldırı” olayı gibi yandaş gazetelerde abartılı şekilde yazıldıktan sonra..

Kabataş İskelesi’nde “yaşandığı iddia edilen saldırı” olayı biliyorsunuz bilirkişi tarafından incelendi ve söz konusu kadının (sonradan “gazeteci” olduğu da belirtildi) ifadelerinde ve vücudunda “yere düşürüldüğü, sürüklendiği, yaralandığı” iddialarıyla ilgili kanıt bulunamadığı açıklandı. Yani ilk verdiği ifadelerde de yok.. Videosu da yok, her köşede bulunan MOBESE kayıtlarında da yok. Aynen “Cami’de içki içtiler” şeklindeki yalan iddianın görüntüleri olmadığı gibi bu da meçhul. Gerçekten olmuşsa neden görüntüsü yok?

Bir ara “kadın utanıyor, ondan görüntüler verilmiyor” dendi, peki İstanbul Valisi neden izleyemedi bu görüntüleri? Bu tür olaylarda “başörtülü, başörtüsüz” diye ayırım mı olur, bir kadına saldırı olmuşsa herkes karşı çıkar ama ortada delil yoksa, kanıt yoksa nasıl böyle bir suçlamayı zirveden ve medyadan sürdürebilirsiniz?

Ve bütün bu olaylar adeta “Gezi’dekilere karşı başörtülü kadın” veya “Barolar Birliği Başkanı’na karşı başörtülü kadın” teması içinde işleniyor. Mübarek Ramazan’da mütedeyyin kitleleri daha kolay inandırarak provoke etmek veya “aleyhlerine çevirmek” amacı güdercesine..

Kadınları da böldüler!

Sanki Gezi direnişinde başörtülü genç kızlar günler, haftalarca o parkta eylemlere katılmamışlar, sanki kadınların-insanların olaylarda “haklı ve haksız, doğru ve yanlış” ı ayırmaları başörtüsüne göre değişirmiş gibi.. Sanki Türkiye’de değil de köktendinci rejimlerden birindeymişiz gibi..

Baştan beri, uzun yıllardır “toplumu bölme, kutuplaştırma ve düşman kitleler yaratarak oy toplama” gayretlerinin tümüne karşı çıkmamızın nedeni buydu. Ama hala bu kutuplaştırmaları “bizim gençlik, sizin gençlik, tencere çalanlar çalmayanlar, bizden, onlardan” diye sürdürenler işi öyle bir hale getiriyorlar ki “başörtülü” bir olaya karışmışsa mutlaka onun haklı olduğuna, karşısındakinin saldırdığına inanacaksın, ispatı olmasa da, iftira olsa da..

Kadın olayı başlatıyor!

Ve şimdi sıra Metin Feyzioğlu ’nu, bu aydın ve takdir edilen hukukçuyu “başörtülü kadına sözle saldırdı” diye yıpratmaya geldi. Hızlı trenle Eskişehir’e “sopalarla dövülerek öldürülen Ali için” giderken Feyzioğlu ’nun karşısına gelip oturmuş. Telefonla İngilizce olarak yaptığı konuşmayı dinleyip ayağa fırlayarak hakarete başlamış. Yaptığı hakaretlerin dozu aynı gün internette yazdığı “vatan haini, dış ülkeye yalan bilgi veriyor” sözlerinden belli..

Barolar Birliği Başkanı kasıtlı olarak olay çıkarılacağını anlayınca bir durak önce trenden inmiş, buna rağmen “beni de linç edeceklerdi” diyor. Tamam da Tezkan’ın söylediği gibi “başka bir linç olayı” mı var, ona yapılan girişimi kim görmüş, biri kendisini dövmüş filan mı? Böyle ise neden trende hemen, “şahitlerin önünde” şikayetçi olmamış da internete koşmuş?

Halk artık uyandı!

Birileri sıranın Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu ’nun başına çorap örmeye geldiğini düşünüyor olmalı..

Ama atladıkları bir konu var; Türkiye’nin büyük çoğunluğu artık olaylara daha tarafsız gözle bakıyor. Her ne kadar tüm medya “tek yönlü yayın” da birleşmiş halde olsa da “gerçekleri gören büyük kitleler” var. Bu toplumu; genciyle, kadınlarıyla, komşuları bile bölerek, mezhep farklılıklarını bile dile dolayarak ayrıştırma, hele de “türban üzerinden” ayrıştırma gayretleri Türkiye’de tutmayacak. Burası Mısır, Suriye, Afganistan, Pakistan değil, bu toplum kışkırtmaları yutmayacak!

AB Bakanı ve ‘çakma Gandi’!

Haydi bizim ülkede değer filan bırakılmadı, yalan-iftira konusunda “Ramazan’dır, ayıptır, günahtır” bile denmiyor ama AB Bakanı’nın hiç değilse “Batı değerlerine” sadık olması, “siyasi açıdan üslubuna dikkat etmesi” gerekir değil mi? Türkiye’nin AB Bakanı Egemen Bağış daha önce “camide içki” iddiasıyla ilgili yabancı büyükelçilere “video, resim” gösterildiğini söylemiş, sorulan büyükelçiler “biz böyle bir şey görmedik” demişlerdi. Dün de hiç alakası yokken birkaç cümle içinde ülkenin “Ana Muhalefet Partisi” Lideri Kemal Kılıçdaroğlu ile “ülkenin onbinlerce avukatının kayıtlı olduğu” barolarının tepesindeki isim; Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’na sataştı.

Yargıya bile gitmemiş, bir kadının iddiasına dayanan bir olaya taraflı bakarak Feyzioğlu için “CHP’nin içindeki derin mekanizmalar bu ‘başörtüsü düşmanlığı yaparak’ gündeme gelmeye çalışan Barolar Birliği Başkanı’nı CHP Genel Başkanlığı’na hazırlıyorlar” dedi. Kılıçdaroğlu için de “çakma Gandi’nin yerine hazırlıyorlar” ifadesiyle..

Hemen anında konuşmasında kullanıldığına bakılırsa “trendeki olayın nasıl ve neden hazırlandığı” açıkça görülüyor ki besbelli Salı günkü “grup toplantısı”nda arkası gelecek ve aynı olay “kadının söylediği gerçeği yansıtıyormuş gibi” alınarak ülkenin Barolar Birliği Başkanı’nı yıpratma sürdürülecek. Son zamanlarda Melih Gökçek de Sarıgül’ün kendisi bu söylentileri yalanladığı halde “Mustafa Sarıgül’ün CHP Genel Başkanı olacağını” tekrarlayarak rakip partiyi yıpratma çabasında, Bağış da “derin güçler” yaratarak “bir taşla iki kuş vurma” çabasının içinde..

Gandi müthiş lidermiş!

Bu “Gandi benzetmesi”nin neden kötü bir benzeme ymiş gibi yapıldığı da soru işareti. Gandi “fakir çiftçilere, işçilere, halka yapılan haksızlıklara, ağır vergilere, her tür ayırımcılığa, her tür şiddete karşı çıkan” ve en basit yaşam tarzını seçerek yalnız kendi ülkesinde değil, dünyada takdir toplayan bir liderdi. Benzerliğe dikkat çektikçe kendilerine zarar verdiklerini fark etmiyorlar!

Yazının devamı...

‘Helal kan’ ve Kızılay!

Günlerdir Kızılay Başkanı Ahmet Lütfi Akar’ın “Helal kanla milli ilaç yapacağız” sözleri medyada yer alıyor ve doğal olarak da “bu nasıl bir olaydır” sorusu soruluyor. “Helal et” dini açıdan elbette anlaşılabilir ama bugüne kadar tüm Müslüman ülkelerde, Şeriat kurallarıyla yönetilenlerde bile Batı’dan gelen ilaçlar kullanıldı da Türkiye mi “helal kanla ilaç” telaşına düştü? Koca bir “Kızılay” Kurumu ve onu yöneten kişi için haksız bir yorum yapmamak için yazmadan önce sorunun cevabını Kızılay Başkanı Akar’dan kendim duymak istedim ve onunla görüştüm, tamamen farklı şeyler anlatıyor. Durum şöyle..

Araplara ilaç ihracatı..

Habertürk ve Yeni Şafak gazeteleri aynı günlerde Akar’la röportaj yapıyorlar. Bugün gazetesi o röportajın sadece bazı cümlelerini çekip alarak yayımlayınca konuşmanın anlamı tamamen değişiyor. Açıklama “Türkiye’yle ilgili” değil, sadece “Arap ülkelerine yapılacak ilaç ihracatı” ile ilgili.

Akar “Arap ülkelerinde helal kan ve helal ilaç” kavramı olduğunu, “bizim üreteceğimiz ilaç ürünleri ve kanların Arap ülkelerinde pazar bulabileceğini” söylemiş.. “Kan ilaçlarını” Türkiye de birçok ülke gibi Batı’dan satın alıyor. Yunanistan, Asya ülkeleri gibi bunları ithal eden diğer ülkelerin çoğu “güvenli kan” temin edemediği ve bunlar çok pahalı fabrikalar olduğu için kan ilaçları üretecek “plazma fraksinasyonu” fabrikası kuramıyor. Oysa Türkiye “ilaç üretebilecek kalitede, sağlıklı, güvenilir kan” alabiliyor, ilaç üretebilecek plazma miktarı Türkiye’de var.

Mesele ilaç, kan değil!

Bu fabrika kurulursa Türkiye kan ilaçları için her yıl 400-500 milyon dolar ödemekten kurtulacağı gibi, Araplar “Bu konuda hata yapmayacağına emin oldukları bir Müslüman ülkeden alıyor olacağı için” daha rahat olacak ve aynı zamanda Arap ülkelerine satış yapılarak kazanç elde edilecek. Yani “kan” işin içine “ilaç üretiminde kullanılacağı için” giriyor.

Kızılay Başkanı; kan alınacak kişilerin “cinsel tercihleri”nden “sağlık kurallarına uyması”na kadar çok titiz bir çalışma yaptıklarını, bu nedenle “dünya standartları kan yoluyla HIV virüsü bulaşması açısından ‘milyonda 1’ ihtimali normal kabul ederken, Türkiye’nin ‘4.5 milyonda 1’ başarısını yakaladığını” söylüyor. Mesele bundan ibaret, cümleleri çekip alınca gerçekten de anlam değişiyor ve haklı olarak bu haberler gündemi kaplıyor. “Kimya mühendisi gazeteci” olarak aldığım bu açıklamayı sizlere de duyurmak istedim!

Helikopterde nikah oluyor, Gezi’de neden olmasın?

Gezi Parkı haftalar süren olaylardan sonra yeni ağaçlar, çiçekler ekilerek halka açıldı, insanlar da artık olaylar biter, polis falan ortada görünmez diye umutlandı. Ki dün akşamüstü saat 17.15’te polis yeniden ortaya çıktı, Park girişe kapatıldı, içeri girmek isteyenlerle polis arasında yine olaylar yaşandı. Polis aynı saatlerde “Taksim’e girilmemesi için” de anonslar yapmış.

Ve bunlar Gezi olayları sırasında “göstericilerle birlikte Park’ta güneşin doğuşunu seyretmek istediğini, orada onlarla birlikte olmaktan zevk alacağını” söyleyen tweet’lere imza atmış İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu’nun emriyle yapılıyor. Sebep ne? Neden bunca olaydan sonra hala bu inatlaşmaya, halkı, gençleri tepkiye yöneltmeye gayret gösteriliyor? Vali neden değişti yine?

Gezi’de tanışmışlar..

Sebep; Gezi Parkı olayları sırasında tanışan genç bir çiftin “nikahlarının da orada kıyılmasını” istemeleri.. Gençler toplanıyor, neşeyle Park’a geliyor ve ne görsünler; “bütün o olayların başlamasına neden olan” polis kalabalığı yine orada.. Ve parka giriş yasak! “Yassah dedik ya kardeşim” durumu yine..

Peki hani “insan hakları, toplanma özgürlüğü vs” daha da artmıştı ve yeni anayasada ayyuka çıkması bekleniyordu? Artık 21’inci yüzyılda insanlar “nikah, doğum günü” gibi özel günleri için her tür değişik planı düşünüyor, deniz altında, helikopterde evleniyor da bu gençlere neden “milletin parkı”nda evlenme hakkı yok?

Gençleri bölmeyin!

Bakın; iktidar partisi hala gençleri “işte genç dediğin böyle olur, öyle olmaz” tarzı söylemlerle kutuplaştırıyor, ayrıştırıyor, bölüyor ve büyük yanlışa devam ediyor. Bu tutum devam ederse olayların da arkası kesilmez, tekrar edeyim; önümüzde başka Ortadoğu ülkeleri örnekleri var.

Polis Gezi Parkı ve Taksim’in peşini bırakmalı, vatandaşın özgürlüğüne, haklarına müdahale etmemelidir. Vali “olayları hem başlatıp, hem de romantik mesajlarla durdurmaya çalışan” konumuna bir kez daha düşmek istemiyorsa ortada hiçbir sorun yokken polisi halkla karşılaştırmasın!

NOT: Neyse ki 19.40’ta polis barikatları kaldırdı ve halk Park’a girebildi. Doğru karar da, aynı soru hala orada, en başta kendilerine anlatılmasına rağmen, vatandaşların tepkilerine rağmen neden kapatıldı?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.