Şampiy10
Magazin
Gündem

Bu yargılamaya ‘adil’ denir mi?

Bunca yıl “Ergenekon terör örgütü” tanımını kullanabilecek bir somut delil, suç bulunamadı, Başbakan Erdoğan bile yıllar sonra bir gün “İlker Başbuğ Paşa’nın, tutuklu komutanların ‘terör örgütü kurmak ve yönetmekle suçlanması’ affedilmez bir yanlıştır. TSK bir örgüttür ama terör örgütü değildir, anayasal bir örgüttür” dedi.

Kaçma ihtimali olmayan tutuklu komutanların uzun tutuklulukları için “özel yetkili” mahkemelere; “Sen böyle bir karara varıyorsan, ‘sistemi farklı nedenlerle tehdit eder hale’ giriyorsun. Bu Türk Silahlı Kuvvetleri’nde moral, motivasyon konusunda çok ciddi kayıp veriyor” dedi.

Hukuka aykırı mahkemelerin kararı!

Özel yetkili mahkemeler bu süreç içinde “hukuka aykırı” bulunarak kaldırıldı, buna rağmen sadece ve sadece “Ergenekon, Balyoz ve benzeri davalarda” karar vermeye devam etmelerine göz yumuldu. Ve şimdi “sistemi farklı nedenlerle tehdit eder hale geldikleri” Başbakan tarafından söylenmiş bu mahkemeler ülkenin yıllarca hizmet vermiş rektörleri, gazetecileri, siyasetçileri, komutanları, Genelkurmay eski Başkanı için “müebbet veya ondan farksız” cezaları arka arkaya sıraladılar.

Peki, bu toplum Başbakan’ın “sistemi tehdit eder hale geldikleri” sözünü nereye koyacak? Hukuka aykırı mahkemelerin “insanların ömürlerini mahkum geçirmeleri” için verdikleri kararlara karşı vicdanlar “hukukun-adaletin var olduğuna” nasıl inanacak?

Suç ve örgüt nerede?

Bu insanların çoğunun 5 yıldır hapiste olduğu süreç içinde “Ergenekon” isimli bir “terör örgütü” nün varlığı ve hangi somut suçları işledikleri kesin kanıtlarla ortaya konamadı. Bir yerlerden gelen imzasız ihbar mektuplarına dayanarak, bir yerlerden “mühimmat” denen mermiler, bombalar vs çıktı, insanların telefonlarda söyledikleri ve suçla ilgisiz sözler “delil” sayıldı, üniversitelerde YÖK kararlarına uyan uygulamaları yapan rektörler suç işlemiş sayıldı ve işte sonuç.

Gazeteci Tuncay Özkan’a müebbet hapis, Mustafa Balbay ’a 34 yıl, Rektör Kemal Gürüz ’e 13 yıl 11 ay, İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek 117 yıl, Rektör Fatih Hilmioğlu 23 yıl, Başbakan’ın “ona ve komutanlara ‘terör örgütü yönetiyor’ demek affedilmez yanlıştır” dediği Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ müebbet hapis, MGK eski Genel Sekreteri Tuncer Kılınç 13 yıl 2 ay (güya öyle dikkatli verilmiş ki “2 ay” bile hesaplanmış), diğer generallerin-amirallerin kimi 22 yıldan fazla ceza alırken kimi “20 yıl hapis cezası kararı açıklandıktan sonra tahliye” aldı.

Peki bu dengesiz cezalara sebep olan “kesinleşmiş suçlar” nedir? Örgütün varlığını ve eylemlerini ispatlayan “tarladan-denizden filan çıkmış ve çoğu için ‘kullanılamaz’ denilen mühimmat” dışında hangi kanıtlar var, neye dayanıldı?

Adalet varsa halk bilecek!

Yani “hukuka aykırı” olduğu için bu davalar dışında kaldırılan özel yetkililer bu cezaları nasıl verdi? Bir general “22 yıl veya müebbet” alırken diğeri yıllarca (mesela 20 yıl) hapis cezası kararından sonra neden tahliye edildi? Aynı örgütün içinde oldukları iddia edilen ve çoğu birbirini tanımayan insanlara “2 ay bile hesaplanarak” ceza verildiyse bunların bazıları nasıl oluyor da “20 yıl daha fazla veya daha eksik suçlu” oluyor? Adalet varsa bunların cezalarla birlikte net olarak halka açıklanması gerekirdi.

Başbuğ’un suçu nedir?

2001-2003 yılları arasında Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği yapan Tuncer Kılınç ’a “13 yıl 2 ay” hapis kesilirken O yıllarda Kılınç’ın “Başyardımcısı” olan İlker Başbuğ’a fazladan hangi suça istinaden “müebbet hapis” veriliyor? Bu cezanın sebebi onun “Genelkurmay Başkanı” olduğu dönemle ilgiliyse o dönemde “demokrasiye sonuna kadar bağlı kalacaklarını” konuşmalarında defalarca söyleyen Başbuğ hangi suçu işledi; birilerini mi öldürdü, darbe mi yaptı, terör eylemine mi karıştı ki ömür boyu hapis kalacak, oyun mudur insanların hayatı? Tam emeklilik döneminde Çin işkencesi mi bu?

Teröristler ‘paşa’ iken..

Cumhuriyet tarihinin en büyük 2’nci darbesi olan12 Eylül’ü yapan Kenan Evren “yaşlı” denerek ve korumaya alınarak cezasız kalırken, 27 Mayıs ve 12 Eylül darbeleri (ve 27 Nisan) ile bunları yapanlar bırakın hapis cezasını “tarih önünde bile mahkum edilmemişken”, ortada olmayan-hatta hazırlığı olduğu bile kanıtlanamayan darbe söylentileri ile insanlar nasıl kolayca ilişkilendirilir ve mahkum edilir? 35 bin kişinin ölümünden sorumlu terör örgütü liderine “paşa” muamelesi yapılır, teröristler “eyleme karışmamış” masallarıyla serbestçe dolaşırken bu ülkenin onurlu insanları kanıt gösterilmeden “darbe veya terör” le ilişkilendirilerek özgürlükleri nasıl ellerinden alınır?

12 Eylül’ün patronu ve “bugün olsa yine yapardım” diyen Kenan Evren hapis için “yaşlı” ise 75 yaşındaki Yalçın Küçük’e 22 yıl 6 ay (6 ay bile gıdım gıdım hesaplanmış, hangi suçun santimetreleri bunlar?) hapis cezası nasıl veriliyor? Doğu Perinçek “117 yıl” ceza için hangi büyük suçu işlemiş? Balbay neden 24 yıl almış, Özkan neden müebbet almış? Rektör Kemal Gürüz neden 13 yıl 11 ay, Rektör Fatih Hilmioğlu neden 23 yıl, ikisi arasında suç farkı nedir, ne yapmışlar? 15 yıl 8 ay hapis cezası verilen İstanbul Üniversitesi eski Rektörü Kemal Alemdaroğlu’nun “katillere bile verilmeyen ceza”yı alacak suçu ne? Tarihçi olarak yaptığı araştırmalarla ülkeye büyük yarar sağlayan Mehmet Perinçek neden 6 yıl hapsedilecek? Atatürk ilke ve devrimlerini de araştırdığı için mi?

Dış güçler değil , iç güçler!

Elbette ülkenin tüm baroları ve adil insanları bu dengesiz ve “neden verildiği belirsiz” cezalara da, kararların Anayasa ve yasalardaki “aleniyet” şartına uyulmadan keyfi uygulamalarla verilmesine de tepki göstereceklerdir. Unutulmasın ki önümüzde “adaletin kaybolduğu, eline fırsat geçenin canının istediğini yaptığı ülkelerde” sonucun ne olduğunu gösteren örnekler var. Bütün tepkileri “dış güçler”e bağlamak o ülkelerde de durumu değiştirmiyor. Adalet her şeydir, yaşamın can damarıdır ve ona olan güven yıkılmıştır. Toplum vicdanı bu hukuksuz kararları kabul etmez, başka ülkelere akıl vermeye kalkarken aynı olayların bizde yaşanması ülkede de, dünyada da gözlerden kaçmaz! Şimdi o moral olarak yıkılmış insanlar bir de yıllarca “temyiz” diye bekletilecekler!

Yazının devamı...

Medyayı konuşmayın, susun artık!

Sanki darbe dönemlerinde bile görülmemiş ölçüde, Cumhuriyet tarihinde rastlanmamış şekilde bir medya yıkımı olmamış, olmuyormuş, kimse ülkede “bağımsız, tarafsız, eleştirebilen, basın ilkelerine bağlı bir medya” nın bırakılmadığını fark etmiyormuş gibi, siyasi telkin ve baskılarla gazeteciler-TV programcılarının işleri elinden alınmıyormuş gibi olayı basite indirgeyen ya da hikayeler anlatan konuşmalar yapılması insanın kanına dokunuyor.

Yalnız medya değil, toplumun da aptal yerine konduğu duygusu bastırıyor. Bakalım şimdi, Başbakan Erdoğan’ın danışmanı Yalçın Akdoğan ne demiş; “Ülke ve toplum değiştikçe ‘doğal olarak’ medya da kabuk değiştiriyor, kimi yazarlar ‘miadını dolduruyor’, kimi anlayışlar ‘geriye’ düşüyor, kimi yöneticiler ‘zamanın gereklerine uyum’ sağlayamıyor. Bununla birlikte siyasi iklimin de ‘medya anlayışı ve yönetimi üstünde etkileri’ olabiliyor. 28 Şubat’ta da, 27 Nisan’da da askerin talimatıyla hareket eden medya mensuplarının bir kısmı bugün Hükümet müdahalesinden şikayet ediyor.”

‘Doğal’ ne demekti acaba?

Yani son yıllarda ve yoğun olarak son aylarda işten çıkarılan, hayatı kaydırılan başarılı gazeteci ve televizyoncular “doğal olarak, kabuk değiştirmenin gereği olarak” işten çıkarılmışlar, mesela “reyting rekortmeni” haber programları, “tiraja katkısı olduğu bilinen” yazarların işi doğal olarak alınmış ellerinden.. Ya da “miatlarını doldurmuşlar” .. Başarılı yöneticiler “zamanın gereklerine uyum sağlayamamış” da işini kaybetmiş. Ne diyelim, sırtını sağlama dayamış, ne söylese yutturacağını sanana ne denebilir?

Darbeden farksız!

Başarılı bir gazetecinin “miadını doldurması” ne demek acaba? Medya dünyasına yeni deyimler (!) de kazandırıyorlar. Pardon ama bu gazetecilik (gerçek olanı, hak edeni) dediğin şey beyinle ve yetenekle ilgilidir, öyle torpille, kol kanat germekle, bir koltuk kapmakla filan olmaz. Beyin ve yeteneğin de miadı olmaz, halk seviyor, beğeniyorsa “onların miadına” da siyasiler karar veremez . Aynen bir “darbe” ile “demokratik seçim” farkı gibi.. Halkın seçtiğine siyasetçinin ipotek koyması.. “Onu devirmeye çalışması veya görevini yapamaz hale getirmesi”.. Aa bu son zamanlarda çok sık söyleniyor; TCK 312 ’ydi değil mi? Tamam işte aynen bu! Gazetecilerin TCK 312’si..

Zamanın gerekleri..

En hoşu galiba “zamanın gereklerine uyum sağlayamamış gazete yöneticileri” .. Zamanın gerekleri ne, iktidar partisini hiç eleştirmemek, gözlerin önünde olan olayları bile tarafsız, gerçeğe uygun olarak değil, “sadece onların hoşlanacağı şekilde” aktarmak.. Haberlere “hoş görünecek kılıflar” bulmak, gerekiyorsa beyaza siyah, siyaha beyaz demek ve yutmayanlara sayıp sövmek, anında hepsini “darbeci” yapmak..

Akdoğan’ın “siyasi iklimin de medya anlayışı ve yönetimi üstünde etkisi olabiliyor” sözleri de enteresan. Şu anda hangi siyasi iklim “medya yönetimleri üstünde etkili” mesela? Haydi, dilinin ucundadır nasılsa, söylesin de duyalım.

Medyanın “üzerinde konuşulacak, yorum yapacak, bir köşesinden tekrar ‘ilkeli medya’ya dönecek hali kalmadı artık. Bunu yaratanlar, demokrasinin ilk şartı olan “özgür basın” ı yok edenler ve sıra kendilerine gelene kadar bu baskılar yokmuş, meslektaşlarına ve mesleklerine siyasi eller uzanmıyormuş gibi davranarak teşvik edenler eserleriyle gurur duyabilirler. Ama aynen yargıya ve diğer demokratik kurumlara olduğu gibi tarih bunu da affetmeyecek!

Baskın için suça gerek yok!

Batı’lı sanatçıların, aydınların Türkiye’de vatandaşlara karşı “devlet-hükümet şiddeti” ne karşı çıkmasına da bozuluyor iktidar partisi ama “farklı yerlere düşen taşlar” a dikkatle baktığınızda hiç de haksız değiller.. Dünyanın her köşesinde gözler görüyor, kulaklar duyuyor .

Mesela sevilen sanatçı Edip Akbayram ’ın “Başbakan’ın sanatçılara verdiği kahvaltıya katılmadığını bildirdikten bir hafta sonra 2006-2010 yılları arasındaki defterlerinin Gelirler Başkontrolörlüğü tarafından incelemeye alınması” ile “hesabını verecekler” dendikten kısa süre sonra Koç Grubu şirketlerine yapılan vergi baskını arasındaki benzerlik gibi.. İktidar kızıyor, bağımlı kurumlar harekete geçiyor.

Teröriste yapılmayan..

İşçi Partisi, Aydınlık gazetesi, Ulusal Kanal ve Türkiye Gençlik Birliği (TGB)ne yapılan “5 Ağustos baskını” da öyle.. Sabahın 7’sinde sanki ortada bir terör veya kaçakçılık suçu filan varmış gibi (teröristler bunu yaşamıyor, yanılmayın) bürolarına, yönetici evlerine baskın yapılıyor, TGB Genel Başkanı Çağdaş Cengiz, TGB İstanbul İl Başkanı ve 5 yönetici gözaltına alınıyor.

Her yer didik didik aranıyor, bilgisayarlara, telefonlara el konuyor ve işe bakın; gözaltına alınanlara “5 Ağustos’tan önce bırakılmayacakları” söyleniyor. Atfedilen suç “Hükümeti baskı altına almak” mış, bu söylenmiş. 8 Nisan’daki duruşmada olaylar çıktığı için tekrarlanması önlenecekmiş. Bu kanal, kuruluş, parti ve gazetenin “5 Ağustos’ta Ergenekon’un karar duruşmasına gelmeleri için” halka çağrı yapmaları suç sayılıyor yani..

Bir çağrı için!

Eylemi olmayan, şiddeti olmayan basit bir çağrı.. Hem de “yüzyılın davası” sayılacak iki davadan birinde, yıllardır süren hukuksuz tutuklamaların olduğu bir davada kararların sonucunun açıklanacağı gün için yapılan çağrılar bunlar. Hem de “mahkeme kararı” çıkarılarak yapılıyor. Hani “yangına körükle gitmek, zaten yay gibi gergin bir toplumu daha çok germek, toplumu galeyana getirmek” için daha uygun yöntem bulunamaz. Durmak yok, yola devam, haksızlıkları-hukuksuzlukları sürdürsünler bakalım, Times ilanlarına da kızmasınlar ama, biz nasıl Mısır’a karışma hakkı buluyorsak, onlar da Türkiye’de olan rezaletlere susmak zorunda değil!

Yazının devamı...

Diyanet meşhur bandı çıkarmıyor!

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez aradan haftalar geçtikten sonra uzun bir konuşmanın arasına “Cami’de içki” iddiasıyla ilgili sözler sıkıştırmış, hatta daha ileri giderek “Cami’de sadece yaralıların tedavi edilmediğini, Müslümanların kabul edemeyeceği görüntüler olduğunu” söylemişti.

Böyle görüntüleri Savcılık veya Emniyet bulmuş olsaydı AB Bakanı Egemen Bağış “yabancı büyükelçilere” gösterirdi, Vali Mutlu “ben de gördüm” derdi. Bunlar olmadı ama Diyanet Başkanı “dini bir kurumun, halka dini önerilerde bulunan bir kurumun başı” olarak çıkıp “3 günlük görüntüler elimizde” demekten çekinmedi. Tabii o hem de Ramazan ayında yalan söylemeyeceği, iftira atmayacağı için bu görüntülerin gerçekten elinde olması ve doğru konuştuğunun ispatı olarak topluma da izletebilmesi gerekirdi.

Defalarca yapılan çağrıya uymadığına, hiç söylememiş gibi davrandığına göre şimdi onun hakkında ne düşünmek gerekiyor, bari bunu söylesin. Çünkü hiç unutulmayacak bir olay bu..

“Gezi göstericileri başörtülü kadına saldırdılar” iddiası balon çıktı, “Emniyete böyle bir şikayetin gelmediği” Bakanlık tarafından açıklandı ama unutulmayacak bir iftira ve yalan olarak tarihe yazıldı, bu da onun yanına gidecek!



Balbay davasında yargıya baskı!

Tekrar tekrar hatırlatmak lazım; “12 Eylül’den kalan” durum değiştirilmediği için, “darbelerin izlerini sileceğiz” denmesine, birçok maddesi zaten değişmiş olan Anayasa’nın bile bu nedenle yenisi yapılmasına rağmen olduğu gibi bırakıldığı için Adalet Bakanı zaten Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu’na (HSYK) başkanlık ediyor. Müsteşarı da kurulun içinde..

Bu kurul hakim ve savcıların hakkında karar veren, istediğinde onları görevden alıp başka yerlere tayin eden bir kurul olduğu için ve bu siyasi baskı yargıyı tümüyle siyasallaştırmış durumda.. Yüksek mahkemeler deseniz onların durumu da farklı değil. Şimdi ortada böyle bir baskı varken bir de üstüne Adalet Bakanlığı vereceği kararlar için Anayasa Mahkemesi’ni bile baskı altına alırsa bunun neresine “bağımsız-tarafsız yargı” diyeceksiniz?



Siyasi müdahale değil mi?

Yıllardır cezaevinde tutulan gazeteci Mustafa Balbay’ın uzun tutukluluk süresine ilişkin yaptığı şikayete karşılık Adalet Bakanlığı Anayasa Mahkemesi’nden “Alması muhtemel cezaların ağırlığını göz önünde bulundurmasını” istemiş. Bakanlığın yazısında Balbay’ın “silahlı terör örgütüne üye olma, TC Hükümeti’ni ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs” iddiasıyla yargılandığı da belirtilmiş. (Gezi eylemcileri için bile farklı ağızlar aynı anda bu maddeyi söylemeye başladılar. O gösteriler bile “darbe” yaftası yiyebiliyorsa herkes yer azizim.

Koskoca Anayasa Mahkemesi bunları bilmeyecek mi ki vurgu yoluyla baskı yapılıyor? Ayrıca Ergenekon’un “silahlı terör örgütü” olduğu hakkında kesin bir yargı kararı mı, kesin deliller mi çıktı ki, terör örgütü olduğu “kanıtlanmış” bir örgüte Balbay’ın üyeliği de mi kanıtlandı ki Bakanlık bu müdahaleyi yapma hakkı görüyor? Şimdi karar bu yönde çıkarsa Bakanlığın baskısı sonucu olduğu düşünülmeyecek mi?

Bu olup bitenler hem siyaset hem de hukuk adına gerçekten utanç verici!

Koç zararı yanlış yazılmış!

Hata yapmışım çünkü dile kolay; ülkenin onurlu bir sanayi grubunun sadece haksız ve hukuksuz, “Bedelini ödeyecekler” dendikten hemen sonra bir baskın gibi, Emniyet’in bile katılmasıyla yapılan “aramalı vergi denetimi” yüzünden “6 milyar TL” zarara uğramış olmasını insan beyni kabul etmiyor. Kaldı ki bu zararın kat kat fazla olduğu da yazıldı..

Bugüne kadar en ufak sorunu çıkmamış şirketlere “polis baskını” neden gerekiyorsa, maşallah polis her yerde, ekonomik olayların bile içinde.

Hem Koç Holding’in, hem de ona ait şirketlerin hisselerinin bu baskından sonra” sadece bir günlük kaybının “4.3 milyar TL” olduğu belirtilmiş ekonomi sayfalarında.. Ben ise toplam zararın “6 milyon TL” olduğunu yazmışım yanlışlıkla.. Bağışlamanızı rica ediyorum.

Servet katlayanlara denetim yok!

Bu olaylar son derece önemli, zira sadece Hükümet’in seçtiği şirketlere yapılan nedense son birkaç yılda “servetini 10-20 kat arttıranlara” yapılmayan “vergi, denetim, vs” baskılarıyla iş dünyasına ve tüm çevrelere verilmeye çalışılan gözdağı gerçekten dehşet vericidir.

Yazının devamı...

Son kararı halkın izlemesi önleniyor!

Biliyorsunuz bu Ergenekon iddialarının bir masal olduğunu bizzat masalı başlatan haham Tuncay Güney açıklamış, insanlara “tutuklu” görüntüsü altında yıllarca “mahkum hayatı” yaşatıldıktan sonra çıkıp “Ergenekon’un bir oyun olduğunu, devletin işkence altında bunları söylettiğini, Ergenekon’un bir oyun olduğunu ve bittiğini, vicdan azabı çektiğini, hapistekilerin bırakılması gerektiğini” filan anlatmıştı.

Ama hayret, Ergenekon masalı başlarken, her köşeden, denizlerden silahlar filan fışkırırken hahamın sözlerine çok önem veren ve gece gündüz TV’lerden halka dinletenler, bu iddialarla insanları yıllarca hapsedenler onun itirafını duymazdan geldiler, birbiriyle ilgisiz ve hukuksuz delillere dayanan dava ve tutukluluklar devam etti. Bu arada yıllardır “Ergenekon” diye bir terör örgütünün varlığını tekrarlayıp duranlar, “bir darbe ihtimaliyle” ilişkilendirenler bile bunu kanıtlayacak delil bulamadı. (Gezi göstericileri için bile “TCK 312’den yargılanmalılar” diyen siyasetçi varsa, “5 Ağustos’ta destek için Silivri’ye gelin” çağrısı yapanlara “darbeci ulusalcı” diyen gazete varsa delile gerek yok demektir zaten..)

Anayasa’ya aykırı!

Dün İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu “Pazartesi günkü duruşmaya seyirci alınmayacak. Silivri’de toplananlar da ‘kanunsuz gösteri’ olarak değerlendirilecek. Mahkeme sürecinin huzur içinde tamamlanmasını bekliyoruz” dedi. Vali’nin bunları söylemeye hakkı yok.. “Kararı davanın yürütüldüğü İstanbul 13’üncü Ağır Ceza Mahkemesi verdi” diyor, eğer hukuk varsa mahkemenin de hakkı yok.

Neden, çünkü yargılamalar “aleni yapılmak zorunda”.. Anayasa’nın 141’inci maddesine ve buna göre çıkarılmış CMK 182’ye göre “halkın yasal olarak izleme hakkı” var, duruşmalar halka açık ve mahkeme ancak “açık duruşma sırasında ve ciddi bir engel, tehlike görülmüşse” sınırlama getirebilir, önceden böyle bir karar veremez, tutuklu yakınları,gazeteciler, siyasetçiler girecek diye kafasından seçim yapamaz.. Aynı şekilde Silivri’ye gelenlerin “seyahat özgürlüğünü, toplantı özgürlüğünü kısıtlayıcı karar” da veremez.

Dün konuştuğum hukukçuların açıklaması böyle.. Eğer Anayasa’ya ve yasalara uyulmayacak, valiler-hakimler canının istediği kararı verecekse “yeni anayasa”ya ne gerek var? Bırakın yenisini, eskiyi de kaldıralım, eski Teksas yasaları yeter de artar bile.. Bu kadar hukuksuzluğun yaşandığı davalarda, hele de yıllar sonra karar duruşmasında halkın izlemesi, desteklemesi önlenemez!

Verilen zararı ‘ihbarcı’ mı ödeyecek?

“Türkiye’nin en büyük şirketi” hangi şirket? TÜPRAŞ.. Sanayi Odası raporu da bunu söylüyor, araştırma sonuçları da.. Ve bugüne kadar en ufak hatası görülmemiş dünya çapında bir gruba ait olan bu gurur duyulacak şirkete önce “hesabını verecekler” deniyor, arkasından “aramalı baskın” yapılıyor. Yalnız ona mı, hayır. Aynı grubun OPET ve Aygaz şirketlerine de.. Bu ani baskınların sebebi ne; “içerden ihbar mektubu” gelmiş. Neyin içinden, hangi şirketten, kim yazmış, neye dayanarak yazmış, onlar gizli.. Aynen şu meşhur “gizli tanıklar” gibi.. Aynen insanları cezaevlerinde süründürerek, hayatlarından 5-6 yılın çalınmasını sağlayan “imzasız ihbar mektupları” gibi.. Bir hahamın sonradan yalanladığı iftiraları gibi.. Aslında hukukta imzasız mektup, delilsiz suçlama dikkate alınmaz ama Türkiye’de olabilir.

İmaj ve maddi kayıp!

Koç Grubu’nun üç enerji şirketine yapılan aramalı denetim baskını sonunda ilk sonuçlar temiz çıkmış. Yakıt numunelerine test yapacak alet ilk gün tesislerde mevcutmuş ama yine de TÜBİTAK ve ODTÜ’ye gönderilmiş, “numunelerdeki veriler normal” sonucu gelmiş. Bir haftadır “kaçak akaryakıt varmış gibi” büyüteç altına alınan şirketleri nedeniyle Koç Grubu durup dururken hem haksız şekilde üzüntü yaşadı, hem maddi-manevi kayba uğradı.

Sadece hisselerinde “6 milyon liralık değer kaybı” oldu. Ve şimdi; sonuçlar aynen Koç Grubu’nu yakından tanıyan iş adamlarının “onların kendi öz denetimi o kadar sıkıdır ki, hiçbir yanlış bulunamaz” dediği gibi yakıt örnekleri temiz çıkıyor. Peki bırakın uluslararası boyuttaki imaj yıpratmayı “6 milyon lira” kayıp kim tarafından giderilecek? “İçerden ihbar mektubu yazanlar” mı, “hesap” pardon “baskınlı denetim” kararı verenler mi?

Cezalandırma gibi..

TÜSİAD (Türk Sanayici ve İşadamları Derneği) de bir açıklama yaparak “Vergi çalışmalarının cezalandırma etkisi yaratması vahim sonuçlar doğurur. Denetleyici kurumların bağımsızlığına olan güvenin sorgulanabileceği bir ortamın yaratılması adalet duygusunu ve kamu vicdanını yaralar, hukuk devleti ilkesini zedeler” dedi.

Kemal Derviş ’in yorumu da aynı noktayı vurguluyordu. Devletin üzerine titremesi gereken, yüz akı şirketlere yapılan hukuksuzluk yurt içinden-dışından ekonomi uzmanlarının, kuruluşlarının ve toplumun tepkisini topladı kısacası! Bu kafayla nereye varılacaksa!

Yazının devamı...

Geziciler de darbeci oldu!

Bu gidişle herhangi bir konuda tepki gösteren herkes “darbeci” olacak ve “müebbet hapis cezasıyla yargılanması” istenecek.. Gidiş o gidiş ve zaten bağımsız yargının olmadığı ülkede “müebbet hapis” cezası gibi ağır cezaların katiller, çocuk tecavüzcüleri serbest bırakılırken “hiçbir somut suç işlememiş, birilerinin hazırlayıverdiği iddianamelerle tutuklanmış” insanlara verilebildiği de görüldü..

Şimdi artık birden ve bilinmedik birileri tarafından TV’lerde yapılan açıklamaların “siyasi açıklamalara giriş”, zemin olarak yapıldığı durumu da netlik kazanıyor. Örneğin önden “bir eski hakim” çıkıyor ve “Gezi göstericileri TCK 312’den yargılanmalı, ben olsam yapardım. Onlar hükümeti düşürme veya görevini yapamaz hale getirme amacıyla gösteri yaptılar” diyor. Olacak iş değil tabii, tepkiler geliyor ama bir bakıyorsunuz Hükümet üyeleri, hatta TBMM eski Başkanlığı yapmış olan, AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin onunla aynı şeyi düşündüğünü açıklayıvermiş.

İdamı getirin!

Akıllı bir hükümet tamamen “Emniyet’in, Valiliğin yanlış girişimi, Gezi Parkı’nda ağaç kesimini önlemek isteyen insanlara biber gazı, tazyikli su ve her tür şiddetle saldırması” sonunda başlamış ve genç insanların hayatını, organlarını kaybedeceği boyuta çıkmış, ülkeye yayılmış olaylar karşısında sakin ve yapıcı bir tutum takınırdı. Bizim hükümet ise tam aksine suçlu polislerin cezalanmasını sağlamak yerine (yargı onların ağzının içine bakar hale geldiğine göre böyle olmalıdır) polislere ödül verdi. Gezi olaylarını dilden düşürmedi, öğrencilere varana kadar sorgulandı, gözaltına alındı. İnternetin kontrol edileceği, gösterilere katılan öğrencilere burs verilmeyeceği açıklandı.

Sözüm ona “demokratik” ve sözüm ona Anayasa’sında “vatandaşların gösteri özgürlüğü olduğu” belirtilen, aynı maddenin “yeni anayasa”ya da konacağı açıklanan ülkede sıra geldi “gösteri hakkını kullanan vatandaşlar, hem de polis dışında bir şiddetin görülmediği gösteriler” için Mehmet Ali Şahin de “Eylemcilerin Hükümeti düşürme amacı taşıdığını düşünüyorum” açıklaması yapıyor.

Yani o da TCK 312’yi işaret ediyor. Madem durum budur, gerçekten de “idam cezasını geri getirmeyi” programlarına alsınlar.

Park yerine cezaevi..

Böylece, bir gösteri yapıldığında katılanları topluca yok ederler ya da beş yıldır “sahte delillerle” hapse tıkılmış olan yüzlerce sivil-asker vatandaşın, gazetecilerin, cerrahların yanına koyarlar. Cezaevlerini büyütmeye, Kadir Topbaş’ın söz ettiği “Hipodrom alanına” yeni yapılacak park büyüklüğünde hapishaneler inşa etmeye kalır iş.

Ülkenin tüm illerinde sokaklara dökülen (ve yaralanan, gözünü-diğer organlarını, hayatını kaybedenlerden geriye kalan) genç yaşlı, çoluk çocuk kim bulunursa atılır içeri. Hayat boyu kalır, aklı başına(!!) gelir.

Korkmuyorlar!

Yalnız bir sorun var.. Bunlar söylenirken Çarşamba akşamı İstiklal Caddesi’nde yine eylem ve yine polis şiddeti vardı. Esnaftan polis müdahalesine “Bu sokağı siz terörize ediyorsunuz. Daha önce de burada basın açıklamaları yapıldı, insanlar sessizce dağıldı, siz karışmasanız olay çıkmayacak” tepkileri duyuldu, halkla polis çekişti. İnsanlar yine Akrep’lerin, TOMA’ların önüne siper oldular.

Yani, toplum kesimlerinin canları pahasına polis şiddetine ve her tür şiddete karşı çıkma kararında olduğu görülüyor. Beş genç insan hayatını kaybetmişken hala geri adım atmayan, korkmayan vatandaşları “TCK 312” ile korkutmaya çalışmak anlamsız görünüyor.

Olay değil, ruh!

Bu nedenle Hükümet artık Gezi gösterilerine katılanları cezalandırarak, tepkilerin sadece “zaten muhalif” gruplar tarafından yapıldığına kendini inandırarak bu tür önlemler-yasaklar-cezalarla “gelecekte benzer tepkilerin ortaya çıkmasını” önleyeceğini düşünmek yerine “bu toplum tepkilerinin doğmamasını” sağlayacak şekilde davranmayı düşünmelidir. Gezi gösterilerinin “bir olay” değil, “bir ruh” olduğu fark edilmezse benzerleri önlenemez!

Yazının devamı...

Temiz Seçim Platformu!

Günler geçiyor, araya bin çeşit olay, gündem giriyor ama “seçim sisteminin doğru şekilde ve derhal değişmesi” bir türlü gündeme getirilmiyor, adeta unutturuluyor. “Sandık namustur, sandık en büyük meydandır” diyebilmek için “ADİL SEÇİM” in, “DEMOKRATİK SEÇİM”in yapılması lazım.

Öncelikle şunlar açıklanmalı:

- İstenen yasalar anında değiştirilir, gece yarıları Meclis’ten geçirilirken, milyonlarca seçmenin oyunu “baraj altında” bırakarak sonuçta o oyların da iktidar partisinin hesabına yazılmasını sağlayan “%10 barajı” neden hemen değiştirilerek %5’e indirilmiyor?

- Devamlı “demokrasi”den söz edilir, demokrasi paketleri hazırlanır, “yeni anayasa”nın “daha da demokrat bir anayasa olacağı” dilden düşürülmezken, iktidar partisi demokrasinin en önemli şartlarından olan “milletvekili özgürlüğü”nü sağlayacak olan “ön seçimle aday belirleme” yi neden gündeme getirmiyor? Muhalefet partileri neden “padişahtan farksız liderler” yaratan bu sisteme devam etmenin demokrasi ayıbı olduğunu söyleyerek bu şart için bastırmıyor?

- Seçimlerde “parmak boyası” nın geri getirilmesi seçim güvenliği açısından daha iyi iken neden yapılmıyor?

- Bilgisayarlı toplama sisteminin güvenli olması için YSK’nın “seçimden hemen sonra sandıkları tek tek açıklayarak halkın da izlemesini sağlaması” neden tartışılmıyor?

Medya tek elde..

- Medyanın, belediyelerin, reklam panolarının büyük çoğunluğu “tek partinin propagandasına” ayrılmışken yapılacak seçimin “FIRSAT EŞİTLİĞİ” açısından adil olmayacağı, hatta büyük haksızlık ve adaletsizlik olacağı bilinmesine rağmen bu konu ekranlarda neden konuşulmuyor, partiler neden susuyor?

- 2007 seçimlerinden başlayarak yapılan tüm seçimlerde görülen olumsuz olaylar “dürüst ve şeffaf seçim”e olan güveni hızla azaltmışken bu tür olayların önlenmesi neden gündeme gelmiyor?

- Normalde Türkiye seçmeninin yıllık artışı 950 bin civarında olmasına rağmen 2007 ve 2009 seçimleri arasındaki 20 aylık dönemde sandık seçmen listelerine tam 7.694.809 seçmen eklendiği görülmüşken fazladan artan 6 milyon seçmen neden sorgulanmıyor? (TÜİK’e göre ülke nüfusu yüzde 4 artarken seçmen sayısı nasıl yüzde 16 artar ?)

- Kayıtları seçmen kütüğünden bilgileri dışında silinen yüzbinlerce seçmen olduğu için bu insanların oy kullanamaması neden gündeme gelmiyor?

TÜİK rakamları tutmuyor!

-TÜİK 2012 yıl sonu nüfusu 75 milyona yakın olarak açıklarken güvenilir akademik kaynaklar 81 milyondan fazla olduğunu bildiriyorlar. Aradaki “5 milyonluk fark” nereye gidiyor?

Bu soruların tamamının ve daha fazlasının cevaplanması, toplumun “bundan sonra güvenli seçimler yapılacağına inanması” gerekir. İşte bu nedenle, aralarında en iyi üniversitelerden değerli profesörlerin, eğitimcilerin, hukukçuların, eski bakan ve siyasetçilerin, mühendis ve yazarların da olduğu 250 aydın insan “gerçek demokrasi için temiz ve dürüst seçim” diyerek “Temiz Seçim Platformu”nu oluşturmuşlar.

Tarihi görev!

“Temiz bir seçim yapılmazsa vatandaşların seçimlere ve seçilmişlere güveni kalmaz. Bu nedenle aşağıda imzası olan bizler ülkemizin aydın geleceği ve milletimizin huzuru için ‘halkın gerçek iradesi’nin sandığa yansımasının sağlanmasının tarihi bir görev olduğuna inanıyoruz. Temiz seçimler demokrasinin temelidir” diyerek işe koyulmuşlar. (Yukardaki bazı maddeler bu platformun bildirisinden alınmıştır.)

“Temiz Seçim Platformu’nun çalışmaları tüm siyasi partiler ve barolar başta olmak üzere konuyla ilgili tüm kuruluşlar ve medya temsilcilerine, vatandaşların hepsine açıktır” deniyor. TSP bildirisinde “Türk seçmeni olmayan kişilere, ölülere oy kullandırılması, geçici kimlik numarası ile şimdi Suriyeli göçmenlere de kullandırılma ihtimali, 2011 seçimlerinde 19 milyon fazla oy pusulası bastırılması”, SEÇSİS sisteminin hilelere açık olması nedeniyle Almanya Anayasa Mahkemesi ve ABD tarafından bilgisayarlı sistemin yasaklanması” gibi konular da var.

Tüm vatandaşların şimdiden TSP’ye destek vermesi çok önemli.. Zira her ne kadar YSK Başkanı “bu seçim sistemi güvenli” dese de milyonlarca insan böyle düşünmüyor. O nedenle.. Haydi iş başına!

Çoluk çocuktan izlenmeyi beklemeyin!

Gezi eylemleri gündemdeyken “sadece gündemle anılmak isteyerek öne çıkan ama Gezi olayını anlamamış ve benimsememiş olan ve üstelik işlerine sekte vurulmasından ya da başka tehlikeler yaşamaktan KORKANLAR” şimdi çark etmek için fırsat arıyor.Bunu yaparken de kendilerine tutunacak bir dal, bir neden arayarak “sanatçı kendi konusuyla uğraşmalı, siyaset onun neyine” veya “Gezi eylemlerindeki kalabalık polise karşı çıkmayı oyun gibi gören çoluk çocuktu” gibi anlamsız açıklamalar yapıyorlar.

Önce.. Herkes canının istediği gibi davranır, bu konuda söyleyecek bir şey yok ama Gezi olaylarında polis şiddetine tepkiyle ülkenin tüm illerinde sokaklara dökülen aileler, üniversite mezuniyet törenlerinde bile -Bilkent ’in törenini izlediyseniz o mezunların tamamen kendi iradeleriyle ortaya koyduğu inanılmaz görüntüyü hatırlayın- destek verenler “çoluk çocuk” değildi , bunu görmeyen yok.. Sonra, sanatçılar gibi (gerçek sanatçıdan söz ediyorum) toplumun “aydın, toplum önderi sayılacak isimleri” elbette önemli ülke olaylarında görüş bildirebilirler, öyle olmasa aralarından “AKİL” seçilir miydi?

Sanatçılığın doğasında var!

Ayrıca sanatçılığın doğasında da “gazetecilik”te olduğu gibi “muhalif ruh” vardır, her yanlışa ilk muhalefet onlardan gelir. Bu nedenle, hangi hükümet döneminde olursa olsun çıkarlarını gözetmek üzere bir başbakan’ın önünde diz çökerek veya bakanlara yağ çekerek sanatçının “özüne aykırı” davranışı en azından sanat dünyasının tepkisini çekecektir, bundan doğal bir durum olamaz.

Ama bu özel örnekteki durum, o diz çöken-yağ çeken ve fırsatı kaçırmayıp “ben de yaparım ne olmuş” diyenler, Gezi direnişine katılanları “çoluk çocuk” diye adlandıranlar bundan sonra herhalde o çoluk çocuktan “izlenmeyi” beklemezler. Bu da en doğal sonuç olacaktır sanıyorum!

Yazının devamı...

Alman da gözaltından kurtulamadı!

Klaus Miller isimli bir Alman Gezi Parkı’nda gözaltına alınmış. Alınırken de üç ayrı dilde “Ben ne dedim ki, Türkiye demokratik bir ülke mi” diye bağırmış ama dinletememiş. Ah Klaus Miller ah, sen Türkiye’de gözaltına alınmak için bir şey demen gerekmediğini ne zaman öğreneceksin, işte zamanı geldi..

Falcı olmak gerekmez

Sebep ne gözaltı için? Polisler Gezi Parkı’na gelmişler ve Gezi olaylarında hayatını kaybeden gençlere ait sembolik mezar taşlarını kaldırmaya başlamışlar. O sırada “topladıkları şeylerin çöp olduğunu” söyleyince Alman Klaus polislere “onlar çöp değil, 6 kişi öldü” demiş. Vay sen misin bunu diyen, hemen adamın üstü, eşyaları aranmış ve gözaltına alınmış. “Ben ne dedim ki” kısmı burada devreye giriyor.

İşte bir yanda bu hak-hukuk skandalları aralıksız sürerken diğer tarafta Bülent Arınç’ın “yeni gösteriler olacağına dair istihbaratımız var” diyerek yapılmış gösterileri de muhalefet partisi ya da seçmenleri yapmış gibi söz etmesi hiç inandırıcı olmuyor. Elinde satırla insanlara saldıran, yaralayan “Palalılar”dan tek belirlenen isim Fas’a kaçtı, izi kayboldu. Gençleri öldüren-anaları ağlatan diğer suçlular korundu, saklandı. “Yoksul bayrakçı”ya 7 yıla kadar hapis istemiyle dava açılırken, bir Alman da “onlar çöp değil” dediği için gözaltına alındı.

Polis şiddetiyle, kurşunuyla hayatını kaybeden ve ülke yöneticileri tarafından adı anılmayan gençler için konulan sembolik taşlar “sanki dokunulmasa olmazmış gibi” kaldırıldı. Bunlar olurken “dış güçler”den söz etmenin, Batı ülkelerinin “antidemokratik olaylara tepkisine” kızmanın, yeni gösteriler olacak diye gelecek falı bakmanın alemi var mı? Cevabı size bırakıyorum!

(Not: Bu arada, Orhan Pamuk da “medyayı kontrol etseniz bile bireyler sokağa çıkar ve parklarda ayaklanır. Hayır der. Bu beni çok mutlu etti” diye yazmış. Cezası ne olur acaba?)

Ekonomini ustası demiş ki..

Kemal Derviş eski “Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı”.. ABD’den Türkiye’ye bir süre için gelmiş ve ekonomiyi kendine getirdikten sonra geri dönmüştü. Şimdi ABD’nin önde gelen düşünce kuruluşu Brooking Enstitüsü ’nün Başkan Yardımcısı.. Ekonominin ustası dedim ama bu öyle kolay dağıtılan cinsinden bir “usta” değil. Türkiye’de yıllardır “iyi gidiyor” diye her konuşmada övülen ekonominin rotasını o çizmiş, izlenecek yolları o belirlemiş ve AKP Hükümeti “onun çizdiği planı” sürdürmüştü.

İntikama yer yok!

Türkiye ona ekonomi açısından çok şey borçludur. İşte bu büyük ekonomi ustası da Koç Holding’e baskın gibi ve “içerden ihbar geldi” denerek yapılan “aramalı denetim” konusunda Boydak Holding’in patronu Mustafa Boydak gibi görüşünü açıklamış.

Boydak “Türkiye’yi taşıyan şirketleri gözümüz gibi koruyalım. ‘Sen bizdensin, sen değilsin’ gibi ayırım yapmayalım” demişti, Kemal Derviş ise “Piyasa ekonomisinde intikam ve rövanşa yer yoktur. Olduğunu düşünenler ne ekonomiden, ne siyasetten anlamıyor demektir” diyor.

Bugüne kadar ülke adına elinden gelen her gayreti gösteren, dünya devleri arasına girmiş ve yıllar içinde en küçük bir hatası görülmemiş bir gruba yapılan bu haksızlığa, müdahaleye önce “tüm iş dünyasının, sanayi ve ticaret odalarının” tepki göstermesi gerekirdi. Bu nasıl korkudur ki sesleri çıkmadı. Bu nedenle Mustafa Boydak yalnızca iş dünyası adına değil, demokrasi ve hukuk adına, insanlık ve ülke değerleri adına kutlanacak bir davranış sergilemiştir. Derviş ’e gelince.. “Onun projesini olduğu gibi alıp altına imza atacak” kadar inananlar bu sözlerine de inanırlar herhalde!



İhbarı kim yazar?

Dün mahallelere “polis ihbar kutuları” konacağını yazmıştım, yazının altına gelen öfkeli okuyucu yorumları arasında biri çarpıcı şekilde “olacaklar”dan söz ediyordu. Diyor ki:

“O kutulara neler yağar şimdi. Halka gerek yok, polisin içinden görevliler yazar atar. Sonra ‘ihbar geldi’ diye gider tutuklarlar. Maşallah durmak yok, yola devam” .. Türkiye’de 5 yıldır yaşananların, izlenen ve polisle başlayan hukuksuzlukların özeti gibi.. İşte halk bunu hissediyor, biz Alman vatandaşlarını bile gözaltına almaya, Türkiye’deki demokraşi dışı gelişmeler için Times ’a ilan veren Oscar’lı sanatçılara bile had bildirmeye devam edelim. Durmak yok, gerçekten!



Başörtüsü ve cami!

Diyanet Başkanı “söz ettiği 3 günlük Cami görüntüleri”ni çıkarması için yaptığım çağrılara susuyor. Ramazan’da ne düşünmek lazım kendisi hakkında acaba? Görüntü olsa halkın da izlemesini sağlardı, deme ki “büyükelçiler izledi” dendiğinde izlemedikleri gibi yine yok.

Gezi olayları sırasında “Kabataş’ta başörtülü bir kadına saldırı” olduğu zirveden açıklanmış, gündemi meşgul etmişti. CHP Genel Başkan Yardımcısı Umut Oran “İçişleri Bakanlığı’na yaptıkları bilgi edinme başvurusuna 5 satırlık yanıt geldiğini, Emniyet’e konuyla ilgili herhangi bir başvuru yapılmadığının bildirildiğini” söylemiş ve “Halkı böyle birbirine düşürmeye çalışmak hem ahlaksızlıktır, hem günahtır” demiş.

Bir müracaat da Diyanet Başkanı’nın “Cami açıklaması” için yapsalar keşke, o görüntüler var mı, yoksa koskoca Diyanet kurumu gençlere iftira mı atıyor belki ancak bu şekilde anlaşılır!

Yazının devamı...

Ooh, ihbar mektupları polis kutusuna!

Ergenekon’u başlatan haham Tuncay Güney kendisinin ifadeleri üzerine yapılan tutuklamalar 5-6 yılı bulduktan sonra “Ergenekon bir oyundu, bitti. Devlet bana işkence altında o konuşmaları yaptırdı, hapistekiler bırakılmalı” demişti. Ama nedense (!) tutuklamaları başlatırken onun sözlerini hemen dinleyen “özel yetkili” savcı ve hakimler bu açıklamayı duymamış gibi davrandılar. Aynen Balyoz’da sahte CD’ler konusunda Microsoft’un, bilirkişilerin açıklamalarını görmezden gelmeleri gibi..

Balyoz ve Ergenekon davalarında, aslında delil sayılamayacak, her aklına gelenin yazabileceği “imzasız ihbar mektupları” ve kim olduğu hatta olup olmadığı belirsiz “gizli tanıklar” pek rağbet gördü, onların iddialarıyla insanların-ailelerin hayatı söndürüldü. Koç Grubu’na baskın gibi yapılan “aramalı vergi denetimi” olayında yine “içerden ihbar mektubu geldi” iddiası yeterli sayıldı.

Komşu, şikayet et!

Bu olayların hepsi birer “hukuk-yargı skandalı” niteliğindedir. Ve bunlar yetmiyor gibi şimdi daha önce “imzasız ihbar mektuplarıyla iddianameler” yazmış, “sehven” diyerek sıyrıldıkları ciddi yanlışlara imza atmış ve onların yüzünden (özel yetkililerin katkısını unutmayalım) yüzlerce insanın yıllardır haksız yere hapiste bulunduğu Emniyet “mahallelere ihbar kutuları” koyacakmış.

Üniversitelere bile “polis” sokma, insanların “tencere çalan komşularını ihbar etmesi” gibi eşsiz gelişmelerin arkasından bir de mahallelere “sırdaş polis ihbar noktaları” gelecekmiş. Yani mahallede bir gösteriye katılan, destek veren olursa hemen komşunu ihbar edeceksin deniyor. Ben başından beri Fransız ihtilali dönemi Fransa’sında (Almanya’nın Yahudi yakalama örneği de var) insanların komşularını ihbar etmesini hatırlıyorum bu gayretlere bakınca..

Kızdığın kişiyi ihbar et!

Demokratik bir ülkede ve hele Anayasa’sında varken, “yeni anayasaya konuyor” denirken vatandaşın gösteri, tepki özgürlüğünün polis kuvvetiyle bastırılması kabul edilemez. Vatandaşlar komşularını ihbara teşvik edilemez.

Diyelim ki aralarında bir çekişme var ve adam komşusu için yalan ihbarda bulundu. Bu ülkede “iddia eden ,ispatla mükelleftir” sözü tarihe gömüldüğüne göre masum insanlar imzasız-asılsız ihbarlarla (bu güne kadar hep görüldüğü gibi) sorguya mı alınacak, gözaltı ve tutuklama ile mi karşılaşacak?

Bu olaylara “ancak darbe döneminde rastlanır” diyenler haksız mı şimdi!



Diyanet Başkanı açıklama yapmazsa..

Çağrıda bulunuyoruz kendisine.. Bu ülkenin şiddete karışmamış, haftalarca süren gösterilerde “polis şiddetinden kaçmak, korunmaya çalışmak, yaralılara yardım etmek” dışında bir eylemi görülmemiş, aralarından pırıl pırıl insanların hayatını veya organlarını kaybettiği genç kitlelerini karalayamazsınız, elinizde olduğunu söylediğiniz “Cami içi görüntüleri”ni halka izletmelisiniz diyoruz, Diyanet Başkanı’ndan tık yok.

Gelen okuyucu mektuplarında, yorumlarında “ülkenin bu kadar önemli, birkaç bakanlığın bütçesine sahip kurumunun başında gerçek dışı açıklamalar yapan biri bulunamaz” tepkileri var. Dün bir okuyucu da “yaralının minberde ne işi var? Cami sevgililerin buluşma yeri mi” benzeri sorular sormuştu.. Savaş halinden farksız bir can pazarında camiler revir gibi de kullanılabilir, kaçıp sığınma amaçlı da.. Yaralının minberde ne işi var türü bir soru bu nedenle sorulamaz. Diğer soruya gelince..

Tamam işte, “cami sevgilinin buluşma yeri mi” gibi bir mesele varsa çıksın ortaya.. Toplum görsün..

İmam kadar sözünün eri..

Ruhban sınıfı olmayan bir dinde ve laik rejime sahip bir ülkede “Diyanet Başkanlığı” gibi aynen ruhban sınıfı işlevinde olan ve ayrıca “devleti tek bir dine taraf” gösteren bir kurum zaten olamaz, haydi oldurmuşlar bari “Cami’nin dürüst imamı” kadar sözünün eri olup yaptıkları konuşmayı ispatlasınlar. Olaylar sırasında orada bulunan ve “ben içki içen kimseyi görmedim, yalan söyleyemem” diyen İmam ve Müezzin’in görmediği şeyleri “orada bulunmayan ama elinde görüntü olduğunu söyleyen” Mehmet Görmez görmüşse bunu topluma da izletmek zorundadır.

Aksi takdirde, din öğütleri verdiği topluma iftira atan bir Diyanet Başkanı durumunda olacaktır (Kur’anda ‘iftira’ ile ilgili kaç ayet var , bu günah için neler söyleniyor ona da baksın) ve bu durumda da istifa etmeyecekse, bundan sonra konuşmasın, kimse dinlemez çünkü!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.