Şampiy10
Magazin
Gündem

Şiddet her zaman şiddet!

Dün “Esenler’de Cumhuriyet Meydanı’na Rabia, bir caddeye Mursi adının verilecek olması”yla ilgili yazıma çok tepki yorumu geldi. Çoğu benzer tepkiler, birini alalım; “Bana ne Rabia’dan, Mursi’den.. İnsan olarak olaylara üzülürüm ama bana Arabı dayatamazsınız” diyor. Rabia Aydın isimli okurumuzdan gelen e-posta da ilginç; “Bugünlerde soyadımı ismimden çok seviyorum, beni adımdan nefret ettirmesinler” demiş. Kısacası; bir başka ülkede yaşanan trajik olaylara üzülebiliriz ama gereğinden fazla benimsemenin toplumu rahatsız ettiği ortada..

Mesela dün Suriye’de aralarında bebeklerin, çocukların bulunduğu “100 binden fazla kişinin ölmesi”ne insan yüreği dayanmıyor ama Esad’ın yaptırdığı vahşetle “muhalifler” denilen kesim ve onlara destek veren terör örgütlerinin yaptıkları arasında fark yok, hepsi katliam ..

ABD diyor ki “Suriye’ye müdahale iç karışıklığı ortadan kaldırmaz”.. Ortadoğu’yu karıştırmaya katkıda bulunduğu da doğru olmakla beraber ABD burada haklı çünkü Müslüman Kardeşler ve El Kaide’nin içinde olacağı bir yönetim bu kez Mısır’a döndürecek Suriye’yi.. O nedenle, Türkiye bu ülkelerdeki sorunlara aktif olarak ve hep öne atılarak katılmamalı, onlar bize müdahale ediyor mu?

Saldırganları korumak..

Gezi olaylarında gençlerin ölümüne neden olan polisler korundu ve hatta şiddet uygulayan polis gücü ödüllendirildi, hala da korunuyor. Palayla kadınlara saldıranların bile kaçmasına izin verildi.. Ama benzer bir şiddetle Başbakan Yardımcısı karşılaştığında “saldırganı korudular, ödüllendirircesine salıverildi” deniyor. Peki polis şiddeti sonucu ölen ve yaralanan insanlarla, bir saldırganla karşılaşan Bekir Bozdağ arasında ne fark var? Hepsi insan, hepsi vatandaş ve “şiddet her yerde, her zaman şiddet”tir.

Sallandırmaktan farksız!

Aynı konuşmada Başbakan’ın rakiplerine “eli kanlı terör örgütleriyle gündeme geliyorlar” demesi hiç anlaşılmıyor, Ana Muhalefet hangi eli kanlı örgütle gündeme geldi? Yoksa “çözüm süreci” denen süreçte PKK ile görüşmeleri onlar mı yürütüyor? Bir de “diktatörün olduğu yerde gazeteler, televizyonlar ‘diktatör’ ifadesini kullanamaz, sallandırıverirler” sözü var dikkat çeken..

Herhalde bu “CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun sözlerine karşılık” söylenmiş, liderler arasındaki polemiklere karışmam ama teoriye ve pratiğe bilimsel bakarsak toplum baskıları her zaman “sallandırmakla” olmuyor. Hangi suçu işlediği söylenemeyen, suçlarını kimsenin bilmediği insanların, gazetecilerin işlerini ve geleceklerini siyasi müdahalelerle kaybetmeleri, siyasallaşmış bir yargının “ömür boyu hapis” cezalarıyla sayısız ailenin hayatını mahvetmesi, insanların konuşmaktan korkar hale gelmesi, bir gösteriye katılan sanatçılara hayatın dar edilmesi, özel yaşamlara müdahale ve hatta bunun yasalarla sağlanması da ölümden beter bir durum.

Demokratik yöntemler sekteye uğratıldıktan sonra seçimler tek başına çözüm olamıyor, kim ne derse desin halklar artık haksızlık ve adaletsizliklere, sistem dönüştürmelere yıllar boyu susmuyor. Diğer ülkelerde ortaya çıkan felaket görüntüleri bizi uyarsın bari, hala zaman varken!

Şahin, Batum, Kart.. Kim haklı?

Konu son derece önemli.. Aslında “bu Meclis yeni anayasa yapmaya yetkili değildir” denmesine rağmen Türkiye için bir “yeni anayasa” yapılıyor ve sanki bunca yıl sonra koca bir toplumun hayatının her anını, geleceğini belirleyecek bir toplum mukavelesi değil de önemsiz bir konuymuş gibi alelacele ve toplumdan gizli yapılıyor..

Uzlaşmama komisyonu!

Son olarak Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin’in CHP’li üye; Anayasa hukukçusu Süheyl Batum’a “bazı maddelere karşı çıktığı” için kızdığını ve “uzlaşmayı bozuyor, çalışmayı geciktiriyor” dediğini duyduk.. Daha sonra Süheyl Batum ’un CHP’li diğer üye Atilla Kart ile ters düştüğünü ve Kart’ın “Parti adına söz yetkisine ben sahibim. Bu maddeyi beğendim” dediğini.. Batum’un ise “Komisyon’da grup sözcüsü diye bir şey yok, üyeler söz söyleme hakkına sahiptir” cevabını verdiğini..

Kart yanlış içinde..

Süheyl Batum Şubat’ta “Başkanlık Sistemi” devreye sokulduktan sonra “böyle uzlaşma olmaz, siz uzlaşılmayacak konular getirip sonra da ‘kabul edilmezse referanduma gideriz’ diyorsunuz” sözleriyle tepki göstermişti. Şimdi “Başkanlık” konusunun üstüne 4 nokta daha gelmiş.

1- Hakimler Yüksek Kurulu ve Savcılar Yüksek Kurulu’na Adalet Bakanı’nın başkanlık etmesini öngören düzenleme.. Batum “böyle bir önerinin altına tek bir CHP’li imza atmaz. CHP’nin ‘yargı bağımsızlığı ilkeleri bellidir, genel başkanlar bile bunları değiştiremez” diyor. Atilla Kart ise sanki sadece “bugün” söz konusuymuş ve yargıyı siyasallaştıran böyle önemli bir meselede “ben sanmıyorum” diyerek karar verilebilirmiş gibi “Günümüz koşullarında ben Adalet Bakanı’nın bu yetkiyi kötüye kullanacağını sanmıyorum. Bence bu madde geçebilir” diyor. Peki ya bakanın orada olmasının yaratacağı baskı? 12 Eylül darbesi sonrasında getirilen bu değişiklik kaç kez tartışılmadı mı? Hani darbelerden kalanlar ayıklanacaktı?

2- “Danıştay, Yargıtay, Anayasa Mahkemesi, Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerinin hepsini TBMM seçsin” diyen madde.. Süheyl Batum “demokrasiyi korumak adına” doğru olanı, Batı demokrasilerinde yaygın olanı; “TBMM’nin 2/3 çoğunlukla bazı üyeleri seçebileceğini, geri kalanları ise Barolar Birliği, Danıştay, Yargıtay, üniversitelerin hukukçu üyelerinin seçmesi gerektiğini” söylüyor, Atilla Kart ise “bence TBMM seçebilir” diyor. “Bence” yok, “doğru olan hangisi” var..

Seyahat ve gösteri özgürlüğü

3- Yeni anayasada “seyahat özgürlüğü” konusundaki madde.. “Kamu düzenini korumak amacıyla seyahat özgürlüğü sınırlanabilir” diye bir şart getirilmiş.. Belirsiz bir ifade konarak vatandaş özgürlüğü “hükümetlerin kararına” bırakılıyor. Batum buna da haklı olarak karşı çıkmış..

4- Aynı şekilde “gösteri hakkı” için de benzer bir engel sağlanıyor, hükümetler istediği zaman önleyecek; “Toplantı veya gösterilerin zaman ve yerini idare belirleyecek” miş. Daha neler, bu kadar “insiyatif kullanmaktan yoksun, her şeyine sizin karar vereceğiniz ve yalnız itaat beklediğiniz bir halk”ın oy kullanmasına neden izin veriyorsunuz o zaman?

Doğru karar verilmeli!

Bu tartışmada maddelere itiraz eden üye Süheyl Batum haklıdır ve Ana Muhalefet Partisi doğru değerlendirmeyi yapmak, hataları önlemek zorundadır, koca ülkenin anayasası aceleye gelemez. Ayrıca; arkadan kovalayan mı var, niye gelsin?

Yazının devamı...

Meydana ‘Mursi’ adı verilirken..

Suriye ’nin de Mısır ’ın da kurtuluşu çok zor.. Çünkü bir dikta rejiminden diğerine savrulup duruyorlar. Ve bu talihsizliğin içinde çocuklar dahil çok sayıda masum insan acımasızca katlediliyor.. Soracak olursanız bu vahşeti yapanların hepsi “Allah yolunda” .. Söylediklerine göre kimi “cihat” peşinde, bu katliamları din adına yaptıklarını söyleyince Allah’ı da inandıracaklarını ve onun kullarını kendi vahşi emellerine kurban ettikleri için bir de üstüne cennete gideceklerini düşünüyorlar.

Kimi ise sadece “güç” peşinde, koltuğu ele geçirmek için darbe yapıyor ve gelen de “devirdiği kadar” diktatör.. Diktatörleri destekleyen veya karşısında savaşan Müslüman Kardeşler gibi aşırı dinci terör örgütleri de en az o diktatörler kadar acımasız.. Suriye’de El Kaide ile birlikte çocuk yaştaki gençlere göz kırpmadan yapılan katliamlar, insanları canlı canlı yakıp olayı internetten izletmeler hep bu örgütlerin işi.. Kısacası halkın huzura ermesi zor..

İsrail ve dış güçler..

Bu arada Suudi Arabistan’dan Arap Emirlikleri’ne kadar Arap ülkeleri Mısır’daki darbeyi ve orduyu destekliyor, Mursi ile Müslüman Kardeşleri istemiyor. Başbakan Erdoğan “Mısır darbesinin arkasında İsrail var” dese de tabloya bakınca Arap ülkelerinden önce İsrail’in işaret edilmesi insana “Gezi olaylarının arkasında dış güçler var” sözünü hatırlatıyor. Bu İsrail ve dış güçler nasıl oluyor da sadece Müslüman ülkelerde (ki örneğin ABD’nin oyunları açık ve nettir ama o bile aynı soruyu hak eder) bu kadar başarılı olabiliyorlar, gücü ele geçirince “dikta” dan vazgeçmeyen yönetimlerin hiç mi suçu yok?

Biz neden Esenler’deki Cumhuriyet Meydanı ’nın adını Rabia olarak değiştirecekmişiz, ne alaka ki bir caddeye “Mursi” adını verecekmişiz bunu da anlayan kimse yok.. Bizde değerli ve demokrat kimse ya da kahraman mı kalmadı ki caddemize (seçimle gelse de) halkına baskı uygulamış, demokrasiye saygı göstermemiş birinin adı verilecek? Kendi ülkesinde “darbeyle devrilmiş olması” da demokrasi dışıdır ama biz niye bunları yapalım yahu?

Yağmurdan kaçarken..

Okurlarımızın bu konuda yazdıkları yorumlara bakalım:

Bir yorumcumuz (Mehmet Ali Eker) diğerlerine “Mursi sandıktan çıkan, seçim sonucu göreve gelen biri.. Ama sizler için halkın tecihi değil postal sesi önemli” demiş.. Tipik bir kestirme yol, Türkiye’de siyasetçiler de sık sık başvuruyor.. Oysa darbe demokrasi dışı dır ve onaylanamaz ama seçilmiş liderlerin “bizi halk seçti, canımızın istediğini yaparız” diyerek “demokrasi dışına çıkması” da onaylanamaz aslında..

Karşı yorumlardan bazıları şöyle: “Bazı yorumculara bakınca sanki Mısır’da Mursi ‘demokrasi havarisi’ymiş de kendisine darbe yapılmış gibi algı yaratılıyor. Mursi, Mübarek’in baskılarına isyan edip demokratik hayata geçmek isteyen halkın isyanı sonunda iktidara geldi, ilk icraatı rejimi dini temeller üzerine oturtmaya çalışmak oldu. Mısır halkı yağmurdan kaçarken doluya yakalandı.” (İrfan Saral)

“Mursi 52 milyon halkın 11 milyonunun oyunu aldı sonra kız çocukların evlenme yaşını 9’a indirdi. Geri kalan 41 milyonun bu çirkin zihniyeti kabul etmek zorunda olduğunu düşünmek acınılası bir durumdur.” (Leman Oğuz).. Yani iktidarı “güç uğruna vatandaşların hak ve özgürlüklerini yok etmek, onları ezmek” için kullanan liderler kafa karıştırıyor, aslında yukarda belirttiğim gibi burada ortaya çıkan tablo tartışılmalı, demokrasi yalnızca “seçimle gelmek” midir, soru bu!

Fikirler acıyı hissetmez..

Geçenlerde bir film izledim, 2005’te yapılmış ama bu kadar sinema tutkunu olmama rağmen ben kaçırmışım nasıl olduysa, bugünün olaylarına çok uyuyor. İngiltere’yle ilgili olarak çevrilmiş ama tabii sivil ya da askeri fark etmez, “güç uğruna her tür baskıyı seçen yönetimler” in sonunda nereye varacağını anlamak açısından (ki Ortadoğu’ya bakmak bile yeterli) önemli bir film “V for Vendetta” ..

Genç yaşına rağmen Oscar’lı oyuncu Natalie Portman ’ın performansını izlemek büyük zevk, ufak tefek bir kadının bu kadar devleşmesi insanı müthiş etkiliyor. “Bu ülkenin güvenliği mutlak bir itaate bağlıdır”, “amaç yöntemi meşrulaştırır” benzeri sözlere kızıyor, “Fikirler kanamaz, onlar acıyı hissetmez ve onlar sevemez. İnsanları hapsedebilirsiniz ama bir fikir 400 yıl sonra bile dünyayı değiştirebilir”, “bedenimi hapsedebilirsiniz ama ruhum özgürdür” gibi sözlere hayran oluyorsunuz.. Bence herkes, siyasetçiler de dahil izlemeli. Öğrenmenin sonu yoktur, malum!

Yazının devamı...

Bir kuğu için..

“Algıda seçicilik” bu olmalı.. Nereye gidersem gideyim benim gözlerim “aç, susuz, zor durumdaki hayvanlar”ı görüyor. Mesela İstanbul’da ya da Bodrum’da gece karanlığında arabayla giderken bile yolların kenarında yürüyerek yemek ve su bulmak için aranan hayvanları fark ediyor ve evden, masalardan topladığım artık yiyecekleri vermek için hemen durmak istiyorum. Bodrum’da köpek ve kediler çok cılız, bakımsız ve ürkekler, kedilerin kafaları küçülmüş, boyunları incecik olmuş, vücutları sosis gibi.. Açlık ve susuzluktan tüm vücutları kurumuş adeta..

Bir evin önünde duvarın üstüne konmuş bir kavanozdan su içmeye çalışan veya damla su akmayan bir çeşmeyi yalayan kediler, kemikleri çıkmış zavallı köpeklere tekme atıp sopayla kovalayan çocuklar gördüm. Yanlarındaki büyükleri öylece bakıyor ve hiçbir uyarıda bulunmuyorlardı, böyle büyüklerin “küçükleri” de farklı olmuyor maalesef..

İnsafsızca ormanlara atıyorlar!

Bodrum’da (ve tabii Türkiye’nin her köşesinde) sorun sadece gündüzleri sokaklarda aç-susuz bitkin halde dolaşan veya yerlere serilmiş, kimsenin yardım etmediği kedi ve köpekler değil..Köyler arasında gece yolculuğu yaparken ormanlardan yola inerek yiyecek arayan, kurt veya tilki gibi vahşileşmiş kedileri, köpekleri görüyorsunuz. Sitelerde yaşayan “pek steril sosyetik” insanlar onları görüp şikayet etmesin diye hepsini toplayıp ormanlara atıyorlar.. Yaratılış olarak “evcil” olan ve insanların bulunduğu yerlerde yaşayan zavallı hayvanlar acımasızca, insafsızca ıssız yerlere atılıyor ve sitelerin çoğu bunu yapıyor. İnsanlara yapılan kötülüklerin bile cezasız kaldığı, suçlunun serbest, suçsuzun “mahkum” olduğu ülkede “duygusu olan” insanlar için nasıl bir çaresizlik düşünün..

Bunları ve “Türkiye’de sokak hayvanlarına ilgisizliği, karşılaştıkları şiddeti” konuşurken yakın bir arkadaşımın İngiltere’de yaşayan oğlu şunları anlattı.

Tutuklama yetkisi olan dernek!

Geçen Mayıs ayında Leicester’da büyük bir milli parkta avcı ruhsatı da olan bir İngiliz bir kuğuyu vurmuş.. Bütün o koca parktaki kuğuların hepsi koruma altında olduğu ve üzerinde Kraliyet sembolü ile özel numaralar bulunduğu için avcıya tam “7 yıl hapis cezası” verilmiş.

Anlatmaya devam etti, daha önce de iki çingene “köpek kavgası” yaptırdıkları ve hayvanlara zarar verdikleri için ceza almışlar. Haber verilir verilmez “Royal Socİety Against Cruelty to Animals (hayvanlara karşı şiddeti önleme kraliyet örgütü)” isimli dernek gelmiş, arkadan da polis.. Ama bu derneğin tutuklama yetkisi olduğu için polisi bile beklemeden adamları alıp götürmüşler. Toplumda imkanı olan herkes bu örgüte bağış yaparak destek veriyormuş, arkadaşımın oğlu da..

Özel şirketlerin katkısı..

Bizde ise her cinsten zavallı hayvanlar acımasız insanlardan her türlü şiddeti görüyor ve ceza almadan kurtulacaklarını biliyorlar. Devlet kurumları, belediyelerin çoğu da görevleri olan “bölgelerindeki sokak hayvanlarını koruma ve kısırlaştırma”yı yapmıyor, sonunda kurtulmak için “günahını bile düşünmeden” zavallıları toplayıp yok ediyor. Bu vahşet değil mi, medeni insanlar el ele vererek bunu engellemeli, HAYTAP gibi dernekleri desteklemeli hatta daha da fazla organize olmaya çalışmalı değil mi? Susadığını, acıktığını, hastalandığını söyleyemeyen, yardım isteyemeyen hayvancıkları biz görmezden gelir, onlara uygulanan şiddete karşı çıkmazsak kim el uzatacak onlara?

İşte benim en büyük hayalim (kadın ve çocuklara karşı şiddeti minimuma indirebilme nin yanında) Türkiye’de sokak hayvanlarını koruyacak, minicik kuzuların-buzağıların-hamile hayvanların kesilmesini , binek hayvanlarının çatlayana kadar dinlendirilmeden çalıştırılmasını önleyecek, İngiltere’de olduğu gibi “şiddet uygulayana, arabasıyla çarpana anında ceza verecek” derneklerin ortaya çıkması..

Veya HAYTAP’ın bu şekilde geliştirilip belediyelere ve insanlara karşı “tam yetkili” hale getirilmesi.. Hayatım boyunca bu fırsatı yakalamak, TV programlarıyla kampanya başlatmak, özel şirketlerin ve zengin iş adamlarının da “sokak hayvanları için barınaklar, parklar açmasını” ve şiddet uygulayanların cezalandırılmasını sağlamak için uğraşacağım.

Bir yudum su..

Şimdilik.. Lütfen kapılarınızın önüne boş yoğurt kapları içinde su koyun.. Artmış, dolapta kalmış ekmek ve (sulu olmayan) yemeklerinizi torbalara toplayarak yol köşelerinde, çöplüklerin yanında hijyene de dikkat ederek gazete üzerine bırakın (Kuşlar yiyecek sandığı ve gagaları yapışarak öldükleri için sokağa sakız atmayın ). Etrafa biraz göz gezdirseniz “bir damla su, bir lokma yiyecek bulmak için” kilometrelerce yürüyen hayvanları göreceksiniz, kapatmayın gözlerinizi!

“Ay burası kirlenecek, kovalayın şu hayvanları” diyen kalpsizlerden olmayın, şartlar buysa herkes uyacak, onların da bizim gibi yaşam hakları var!

(Not: Ümraniye Hayvan Bakımevi’yle ilgili çok şikayet geliyor, en kısa zamanda bu konuya tekrar değineceğim.)

Yazının devamı...

Mısır olaylarından ders çıkaralım!

Mısır’da ordunun Mursi karşıtlarına yaptığı katliam dünyayı felce uğrattı, Türkiye’nin gösterdiği tepkilerin ise Mısır’da dinlenme ümidi hiç yok. Tam aksine “siz kendi işinize bakın, bize karışmayın” cevabı geliyor.

Cumhurbaşkanı Gül’ün “Artık böyle müdahalelerin ve şiddet olaylarının olduğu ülkeler bunun ‘iç işleri’ olduğunu söyleyemezler, bu devirde dünya kayıtsız kalamaz” sözleri doğru elbette, ülkelerin bunu iyi anlaması gerekiyor ama acaba biz kendi ülkemizdeki yanlışlara dünyadan gelen tepkiler e nasıl cevap veriyoruz onu da hatırlamak lazım.

YABANCI MEDYAYA AYAR..

Dünya çapında basın örgütleri “hapiste en çok gazetecisi olan ülkelerin başında geliyorsunuz” diyerek Türkiye’yi kınayınca kızıyoruz. Batı medyası Hükümet üyelerini överse makbul sayılıyor, “son zamanlarda durum değişti, demokratik kurumlar üzerindeki baskılar arttı, yargılamalar adil değil vs” derse onlar da Türk medyasında eleştiri yapanlar gibi tu kaka oluyor.

Gezi olayları sırasında polis şiddetine ABD ve AB’den ve medyalarından gelen tepkilere fena halde bozuluyor, “kendi işlerine baksınlar” diyor, hatta BBC ve CNN International ’ın bile “taraflı yayın yaptığını” iddia ediyoruz. Dünya çapında başarı kazanmış gazeteci ve televizyoncu Christian Amanpour ’u dahi karalıyoruz. Oscar ödüllü oyuncuların, Andrew Mango gibi dünyaca ünlü yazarların içinde olduğu gruplar Türkiye’deki baskılara karşı çıkarsa “ne yapalım Oscar’ları varsa, bize karışamazlar” diyor, Times ’ı bile mahkemeye vermekle tehdit ediyoruz. Yabancı medyadan bir gazeteci “hoşa gitmeyen bir soru” sorduğunda yerin dibine geçirmeye kalkıyor, kendi medyamızdan beğenmediğimiz gazetecileri işinden ediyor, ülkenin sevilen, başarılı sanatçılarını bile “gösteriye katıldılar” diye anasından doğduğuna pişman ediyoruz.

“Barışçıl gösteri yapan gençlerin” üstüne polis orduları gönderiyor, tazyikli sular, biber gazı fişekleri veya alenen kurşunla ölmelerine göz yumuyor, sonra da polisin veya provokatörlerin yaptıklarını onlar yapmış gibi polisi ödüllendirip gençleri suçlu çıkarıyoruz.

SİVİL VE BARIŞCIL..

Batı ülkeleri bizdeki şiddete tepki verdiğinde “Dış güçler destek verdi, Türkiye’nin yükselmesini istemiyorlar” derken kendimiz Suriye, Mısır ve her ülkenin sorunları bizden sorulurmuş gibi ilk öne atılan oluyor ve hatta bu yanlış politikalarımızla kendi insanlarımızı ve ülkemizi tehlikeye sokuyoruz.

Şu cümleleri Mısır’la ilgili olarak bizim Hükümet üyelerimiz söyledi:

-Mısır güvenlik güçlerinin “sivil ve barışçıl gösterilere yönelik bu kanlı müdahalesi” kardeş Mısır’ın demokrasiye dönüşüne darbe vurmuştur. Kahire yönetiminden “bir an önce bu müdahaleye son vermesini” bekliyoruz.

-Mısır’da günlerdir “şiddet eylemine karışmadan demokratik tepkilerini gösteren kitlelere” yapılan müdahale hiçbir şekilde kabul edilemez.

Açıklamalardaki “Mısır ve Kahire” sözcüklerini çıkarın yerine “Türkiye ve Ankara” koyun, aynı cümleler Gezi gösterilerine karşı uygulanan polis şiddeti sırasında Batı ülkeleri tarafından Türkiye’ye söylendi. Elbette Mısır’da ordunun yaptığı katliamla kıyaslanamaz ama sonuçta bizdeki olaylarda da ağır şiddet, ateşlenen silahlar ve 5 can kaybı yüzlerce ağır yaralı vardı.

Her ne kadar hala Türkiye’deki protesto gösterileri için “Türkiye’yi de Mısır gibi içten ve dıştan karıştırmak istiyorlar. Bugün Mısır, yarın Türkiye” deniyorsa da (ki Allah korusun ülkemizi, insanlarımızı) büyük halk kitlelerinin baskı ve şiddete tepkiyle sokaklara dökülmesini yalnızca böyle yorumlayıp kolaya kaçmak doğru değil, söylerken de hissediyor olmalıyız bunu..

YARALILAR ÇIKAMIYOR

Mısır’da “yaralıların meydandan çıkarılmasına ve tedavisine” de izin verilmediği için kan kaybından çok sayıda insan ölmüş. Türkiye’de “yaralıları tedavi eden doktorlar, tedavileri için kapısını açan oteller” cezalandırıldı. Hem de yıkım gibi cezalarla.. O nedenle, eğer başkalarına “demokrasi ve insanlık dersi” vereceksek önce kendimize çeki düzen vermeliyiz, çifte standart ve unutkanlık dikkat çekiyor. Devamlı olarak “Şunu yapan hesap verir, bunu konuşan hesap verir” diyoruz da bu hesap konusu herkes için geçerli olmalı demokrasilerde !

Yazının devamı...

Demokrasiyi sorgulamak!

Başbakan’ın Mısır’daki olaylara Batı ülkelerinin kayıtsız kalması konusunda ; “ Böyle giderse dünyada demokrasi sorgulanır ve bu Türkiye için de geçerlidir” cümlesi benim de dikkatimi çekmişti ama o kadar çok konu var ki yazacak, sıra gelmedi. Dün “zekasına ve dikkatine güvendiğim” bir başka meslektaşım aynı cümleyi irdelemekte ve sormaktaydı; “Neden demokrasi sorgulansın, demokrasi Batı’nın malı mıdır?”.. Başbakan’ın bu ve benzeri cümlelerinin yine “bir danışmandan” çıktığını ummak lazım, zira yanlış ve uzun tartışmalar getirecek cümleler..

Laiklik olmadan demokrasi?

Son konuşmasında da var, mesela; “Türkiye’ye bugüne kadar bakanlar ‘laiklikle demokrasiyi bir arada götüremez’ diyordu, Türkiye tam aksini ispat etti” .. Laiklikle demokrasi (1928’de “devletin dini İslamdır” ibaresinin Anayasa’dan çıkmasıyla başlayıp) 1937 yılından beri Türkiye’de bir arada yürüyor, zaten o “dinin devlet işlerinden ayrılmasını ve devletin her dine-inanışa eşit mesafede durmasını sağlayan, her vatandaşa din ve vicdan özgürlüğü veren” laiklik olmasaydı, Türkiye de birçok İslam ülkesinde olduğu gibi çoktan din-mezhep kavgalarına düşerdi. Yani son zamanlarda ispatlanmış bir durum değil.

Asıl önemli olan nokta; “laikliğin olmadığı bir demokrasi” hiç mümkün değil. İnsanlara inanç özgürlüğü vermeyen, devleti bile “tek din ve hatta tek mezhep tarafı” yapan rejim (bu nedenle laik ülkelerin çoğunda devlet daireleri ve okullarında dini kıyafet ve ibadet kısıtlaması vardır) nasıl demokratik olabilir ki?

Baskıcı yönetimler

Başa dönelim; Demokrasiyle yönetilen Batı ülkeleri Mısır veya bir başka Arap ülkesindeki karışıklıklara müdahale etmediği takdirde neden “demokrasi dünyada ve Türkiye’de sorgulanır”, bu sözün daha söylenirken açıklanması gerekirdi. Bu olaylar hep Ortadoğu veya Müslüman çoğunluklu, demokrasiyi özümsememiş ülkelerde ve genellikle “yönetimi ele geçiren liderlerin demokrasiyi ve de inanç özgürlüğünü umursamadan baskılarla kitleleri ezmesinden” çıkıyor. ABD’nin zaten tüm dünya ülkelerindeki oyunlarını bir tarafa bırakırsak AB ülkeleri bu olaylara müdahale etse “emperyalist ülkeler rol oynadı” deniyor, etmese bu kez kızılıyor.

Toplumu kutuplaştırınca...

İyi de neden aynı kargaşalar Batı ülkelerinde çıkamıyor? Ülke yöneten liderler dev yanlışlar yapmasalar, halka baskı uygulamasalar, yargıyı ve diğer demokratik kurumları ele geçirmeye ve kullanmaya çalışmasalar, toplumları kutuplara ayırıp taraf tutmasalar bu öfke patlamaları yaşanır mı? Diyelim ki Batı Mısır’a müdahale etmedi, darbe yapan orduyu durdurmadı, bu olayın tüm dünyada ve Türkiye’de demokrasiyi sorgulanır hale getirmesi olacak şey midir?

Örneğin Türkiye.. Başta medyası olmak üzere, yargısı, sivil toplum kuruluşları, sanatçıları, iş dünyası baskı altında olan, insanların “siyasi irade istemedi diye” işlerini kaybettiği, devlet güvenlik güçlerinin vatandaşın üzerine yürüdüğü, adalet duygusunun kaybolduğu, ‘hukuka aykırı bulunarak kaldırılan’ özel yetkili bir takım mahkemelerin hala insanlar hakkında keyfi hapis cezaları verdiği bir ülkede demokrasi zaten sorgulanır durumdadır. Batı Mısır’a müdahale etmediği ve seçimle gelen hükümetin tarafını tutmadığı için daha ne olacak? “Artık Batı önem vermiyor, biz de tümüyle kaldırdık, her tür baskı serbest, seçim falan da dinlemeyiz” mi diyeceğiz? Arap Baharı denilen halk isyanları neden çıkmıştı peki?

Demokrasiye dünya çapında sorgulama başlatacağımıza kendi ülkemizde “gerçek demokrasi”yi bulalım, “ileri” olanı uymadı!

Onlara ‘maganda’ diyelim!

Deniz kazalarına neden olanlarla ilgili yazıma sayısız teşekkür geldi, herkes bu konuda son derece tedirgin, özellikle de teknelerle tura çıkıp, tekneden atlayarak yüzenler için büyük tehlike söz konusu olduğundan onlar çok tedirgin.

Kara yollarında sürat yapan, her an bir cana kıyabilecek hızda giden sürücülere “trafik canavarı” dedik.. Denizde sürat motorları ve jet ski’lerle sürat yaparak cana kıyan veya bu tehlikeyi yaratanlara da “trafik canavarı” diyoruz. Ama yetmez, bu gösterişçi, bencil, sorumsuz suçlulara “maganda” diyelim, “öküz gibi” yani.. Gösteriş için veya aşağılık kompleksini tatmin için sürat mi yapıyorsun, “öküz” sün (ki burada o masum hayvana hakaret etmekteyiz), “maganda”sın, toplum seni böyle görüyor.

Haydi çık yollara, “öküz olmak” istiyorsan bas gaza bakalım! Her gören “işte bir öküz, bir maganda daha” diyecek. Tabii tüm ailene yiyeceğin küfürleri de biz durduramayız.

Yazının devamı...

Ana Muhalefet’ten beklentiler!

Seçimler yaklaşıyor ve normal olarak demokratik bir ülkede “tüm medya kanalları tek bir partinin elinde” iken seçim yapılamaz, “ŞARTLARIN EŞİT OLMASI” gerekir. Ama değil ve bu durum kimsenin de umurunda değil.. Nedense, muhalefet partileri de ses çıkarmıyor ve sonra “demokratik seçim yapıldı, sonuç böyle çıktı” deniyor.. Onlarca TV kanalı ve tüm gazeteler “tek taraflı yayın” yaparken, hele de seçim sırasında devamlı aynı yüzler 24 saat ekranlarda yer alırken seçim olur mu?

Bir de üstüne tüm illerdeki tüm reklam panoları tek bir partiye ayrılırken, belediye imkanları-araçları ve personeli bile aynı şekilde kullanılırken “hakkaniyetli seçim” olur mu? Bunlar muhalefet partileri için büyük dezavantajdır ve sonucu kesinlikle etkiler. Liderlerin danışmanları neyle meşguldür de bunlar hiç hatırlatılmaz o da ayrı soru..

Ön seçim talebi..

Karşılaştığım birçok kişi aynı noktaları dile getiriyor. Seçim öncesi şartların eşit olmaması sorunu dışında insanlar muhalefet partilerinin “adaylarını lidere seçtirmek yerine ön seçim yaparak hepsini halka seçtirmesi” ve böylece demokratik fark yaratması üzerinde duruyorlar.

Genel başkanların dinç ve dinamik olması, genç oylarını ve “kararsızlar”ın oylarını alacak şekilde davranması talebi öne çıkıyor. Mevcut muhalefet liderleri bu konuda tam tatminkar bulunmuyor, onu da söyleyeyim. Mesela MHP’de Meral Akşener ve Oktay Vural isimleri hemen telaffuz ediliyor ve oyları artıracakları söyleniyor. CHP’de Kemal Kılıçdaroğlu’nun dürüst ve güvenilir olduğu belirtiliyor ama “daha dinamik ve karizmatik” bir lider olması beklentisi var. CHP için “parti dışından Ankaralı bir hukukçu”nun adını söyleyenlerin sayısı az değil, özellikle gençlerin beğendiği bilinen Emine Ülker Tarhan ve Süheyl Batum’un geri planda tutuluyor görüntüleri tepki yaratmış, nedenleri sorgulanıyor.

Elbette bunları “hemen lider değiştirilmeli” diye söylemiyorum, “daha umut verici bir tablo” beklentisini aktarmaktır niyetim sadece..

‘Yeni bir parti’ gibi..

İktidar partisinde ciddi hatalar yapan bakanların bile korunduğu, oysa Ana Muhalefet Partisi’nde eskiden de görülen “öne çıkan isimleri yeme hastalığı”nın sürdüğü konuşuluyor. Muhalefet Partileri mevcut liderlerle seçime gideceklerine göre mutlaka bir “gölge kabine”yi acilen ortaya çıkarmaları beklentisi de var. Adeta “yeni bir parti kurulmuş gibi” toplumda sevilen, çalışkan, ülkeye yarar sağlayabileceği ve bu nedenle kararsız oyları bile toplayabileceği kesin belli, konusunda uzman isimleri toplayacak birer gölge kabine..

Hiç hatır-gönül, şu kişi partide bilmem kaç yıl çalıştı o olsun, bunu teşkilat ister, öbürü arkadaşımın oğlu-kızı filan yok.. Bir STK’da iki-üç yıl çalışmış veya Genel Başkan’a ricaya gitmiş isimler yok.. Sadece “işinde en başarılı olacak ve buna halkın inandığı” kişilerden oluşacak bir grup. Ekonomi, dışişleri, içişleri, AB, terör, adalet, kadın ve çocuklarla ilgili sorunlar ve akla gelen her konuda uzman ekipler.. “Biz gelirsek sorunları onlar çözecek” diyerek sunulan, güven duyulacak, başarısı kanıtlanmış flaş isimler.

İşte muhalefet partilerinden ama tabii özellikle de Ana Muhalefet Partisi ’nden bunlar bekleniyor.

Sarıgül faktörü!

Ana Muhalefet deyince, yerel seçimlerde Şişli Belediyesi’nin başarılı Başkanı Mustafa Sarıgül’ün “hala İstanbul’dan aday gösterilmemesi”nin tepki yarattığını söylemeden geçmek olmaz. Kendisi ikbal beklediği için onu rakip gören, CHP’de istemeyen birilerinin çıkıp saydırmasıyla, aklınca espriler bularak yıpratmaya çalışmasıyla ya da “Eh gelsin önce partiye kaydolsun da bakarız”, “şimdiye kadar tüm illerde sadece iki ismin adaylığı belli oldu” gibi yuvarlak laflarla olmuyor bu işler. Söyleyeyim, kimse yutmuyor.

Böylesine parlak ve kazanma ihtimali olan, anketlerde de görülen bir ismi Genel Başkan kendisi davet eder, rozetini takar ve adaylığını açıklar. “Gelecek” söz konusu ise lider kimseyi de dinlemez. Olması gereken budur. Sadece bu konuda sürdürülen kararsızlık ve yaratılan “kaynayan kazan” tablosunun bile partilerine zarar verdiğini derhal görmeleri gerekiyor.

Daha fazla zaman kaybetmeden partiler kolları sıvasalar fena olmaz, yine de “eski tas, eski hamam” gideceklerse kendi bilecekleri iş, sonuca katlanırlar. Ama işte “katlanan” yalnız kendileri de olmuyor maalesef!



Bodrum’un yıldızı odur!

Tatil deyince akla Bodrum geliyor, Bodrum deyince de “yüzmek ve iyi restoran aramak”.. Şaşırmayın, ikincisi de en az yüzmek kadar önemli, gündüzü denizde geçirenler daha sabah saatlerinden başlıyorlar “en güzel yemek nerede” sorusuna cevap aramaya, buna şahidim.. Gidecek çok yer var tabii, mesela Bodrum Marina’daki Kocadon’dan, Gümüşlük balıkçılarına, Limon’dan, Bağ Arası’ndan, yeni açılan Yalıkavak Marina’dakilere, Gündoğan’ın meşhur “Reana”sı ve yanındaki balıkçılara, yine Yalıkavak’ta Memedof’a kadar sayısız restoran arasından seçebilirsiniz.. Salaş mekan istiyorsanız ona göre, şık bir gece istiyorsanız ona göre ama ne olursa olsun asıl mesele “lezzet”tir .. Ve herkesin de lezzet tercihi farklı bildiğiniz gibi..

Ama bana soracak olursanız (ki bilirsiniz sizi asla yanıltmam) Antakya ve Adana gibi iki lezzet noktasından gelen ve lezzetin “en kusursuz olanı” dışında pek zor beğenen biri olarak liste başına kesinlikle “Divan Palmira”yı oturturum. O kadar ki bana göre Türkbükü demek Divan Palmira demektir. Neşeli bir ortam, denize ayaklarını sokacak kadar yakın oturup yanından geçenleri keyifle seyrettiğin şık masalar, kusursuz bir servis ve nefis yemekler.. Divan’ın tatlı ve pastalarla ilgili rakipsizliğini anlatmama gerek yok sanıyorum.

Bence kaçırmayın!

Siz fark etmeden, “köşenizi” kapatmadan yaptığım kısa tatilde bir akşam yine gittim Palmira’ya.. Ve bugüne kadar nasıl atladıysam hayatımda ilk kez “kerevizli Lagos buğulama” yedim, olağanüstü, öyle böyle değil.. Yanında fırından yeni çıkmış sıcacık ekmekler, harika bir salata ve sonra adeta taze mandalina kadar güzel bir “mandalinalı sorbe”.. Biliyorum şimdi kızanlar çıkar, “herkes gidemiyor, özendiriyorsunuz” vs.. Alırım bu yorumları, mailleri ama ben de her gün Palmira’da yemiyorum malumunuz (yemeklerimi de kendim pişiririm, parantez içi söyleyeyim), kızacak bir şey yok.

Her neyse arkadaşlar, gerçek şu ki Divan’ın şefleri övülmeyi hak ediyor. Onları kutluyorum ve Bodrum’da tatil geçirenlere veya geçirecek olanlara ‘bu lezzeti sakın kaçırmayın’ diyorum!

Yazının devamı...

Bu tablo ağlatmazsa ne ağlatır?

Elimizi vicdanımıza koyup düşünelim (ki bunu sıkça yapmamız gerekiyor); ilkokuldan bu yana girdiği tüm okulları “birincilikle” bitirmiş, Kara Harp Okulu’ndan “4’üncülükle” mezun olmuş, ders notları “9.5’un altına düşmemiş” bir helikopter pilotu Mehmet Ali Çelebi .. Ergenekon soruşturmasında 20 Eylül 2008’de tutuklanmış.

Tam 33 ay yani 3 yıla yakın cezaevinde kalmış. Sonra efendim “polisin onun cep telefonuna ‘yanlışlıkla’, ‘sehven’ denerek başka bir telefonun rehberini kaydettiği” ortaya çıkmış ve 26 ay önce tahliye edilmiş.

Hangi eylemin cezası?

Öncelikle bu demek oluyor ki “cep telefonunda ‘terör örgütü üyesi olduğu iddia edilen’ birilerinin numarasının kayıtlı olması” seni terör örgütü üyesi yapar. ‘İddia edilen’ diyorum zira bugün mahkumiyet kararı verilen yüzlerce insanın çoğunun “somut olarak hangi eylemi yaptığı için tutuklu” olduğunu sanıklar ve avukatları dahil kimse bilmiyor. Oysa adalet “vicdanların rahat etmesi, sadece hak edilen cezanın verildiğine inanması” demektir.

Böyle suç nerede var?

“Cep telefonunda numaralar bulduk, haydi bakalım içeri” , nerede görülmüş böyle bir suç türü? Hangi hukuk devletinde vatandaşlara böyle “hukuka aykırı özel yetkili” mahkemelerle ve eften püften nedenlerle ağır hapis cezaları veriliyor açıklasınlar.. Bu da yetmemiş, o numaraları da “polisin ekleme yaparak yazdığı” ortaya çıkmış. “Pardon efendim, yanlışlıkla polis yapmış” diyerek Pilot Çelebi serbest bırakılmış. Niye yapıyor polis, “vatandaşların cep telefonlarına uyduruk numaralar kaydetmek” gibi bir görev mi verildi güvenlik gücüne? Bunu yapan ve gencecik, başarılı bir insanın hayatından “geri verilemeyecek 3 yıl”ı çalan suçlu polisler cezalandırıldı mı? Tabii ki hayır, “sehven” dedik ya, yanlışlık olmuş! O kadar basit yani.. Peki kaybolan yılları kim geri verebilecek?

Yeni delil yok ama yakala!

Durun daha bu “suç” masalı bitmiyor, aradan 26 ay geçtikten sonra ve o arada “dosyaya yeni delil girmemesine rağmen” tekrar yakalama emri çıkarılıyor; 16 yıl hapis cezası.. Ve bu yaşatılan sıkıntılarla “bir deri bir kemik kaldığı ve lakin onurlu duruşunu hiç bozmadığı” da fotoğraflarda görülen genç teğmen, iyi bir gelecek için hayatını deli gibi çalışarak geçirmiş bir subay “üzüntüsünü belli etmemeye çalışan” ailesiyle , sözlüsüyle birlikte son özgür gününü Boğaz’da çay içip martılara yem atarak geçirmiş ve Hasdal Cezaevi’ne yollanmış. Ama davada “sanık” olduğu halde en hukuksuz şekilde “gizli tanık” yapılan ve ifadesine güvenilerek insanlara cezalar verilen “Osmanım” tatilde..

Söyleyin şimdi, böylesi bir haksızlık tablosu da ağlatmazsa yüreği olan insanları, ne ağlatır?



Sanatçılara baskı devam ediyor!

Kuzey-Güney dizisinde son derece başarılı oyunuyla dikkat çeken ve diziden neden erken ayrıldığı da anlaşılamayan sanatçı Rıza Kocaoğlu da Yönetmen Uluç Bayraktar ile birlikte “narkotik operasyonu kapsamında” gözaltına alınmış. Haberde “söz konusu iki ismin geçen hafta düzenlenen uyuşturucu operasyonu kapsamında arandığının iddia edildiği” bildiriliyor.

“Dosyada isimlerinin olduğu ama geçen hafta İngiltere’de oldukları için gözaltına alınamadıkları” iddia edilmiş. Şimdi, elbette eğer gerçekten iddialar doğruysa genç ve başarılı insanların, sanatçıların hatta “istedikleri başarıyı ya da mutluluğu yakalayamadıkları için yoğun stres yaşayan” gençlerin mücadele etmek ve sabırla beklemek yerine bu yola sapması son derece üzücü bir durumdur. Tekrarlıyorum; ‘gerçekten iddiaların doğruluğu yönünde sağlam kanıtlar varsa’.. Ama bu olaylarda dikkat çeken ve daha önce de değindiğim önemli bir nokta var.

Karala, bırak..

Gözaltına alınan ve alınırken “fotoğraflarla, isimleriyle tanıtılan ve yıpratılan” sanatçıların çoğu daha sonra serbest bırakılıyor, bu kez de 19 kişi ifadelerinin ardından hemen bırakılmıştı. Demek ki olayla bir ilgileri yok, o halde neye dayanarak isimleri böyle bir sorguya karıştırıldı?.. Dikkat çeken diğer nokta Rıza Kocaoğlu, Sarp Apak ve diğer bazı isimlerin “Gezi protestoları” nda ön planda görülen sanatçılar olması.. Bunlar bir araya geldiğinde Gezi’de yer almış kişilere, özellikle sanatçılara yönelik baskıların bu şekilde sürdürüldüğü gibi bir şüphe çıkıyor ortaya..

Artık Türkiye’de, katil ve tecavüzcülere, teröristlere bile gayet alicenap yaklaşan ve onları cezalandırmadan toplum içine salıveren bir yargının olduğu ülkede, “siyasi görüşünden ya da yanlış gelişmelere tepkilerinden hoşlanılmayan insanların suçlanması ve hatta hapis cezası alması için” bir somut suça gerek olmadığı, kolayca bir suç yapıştırılıverdiği bilindiğinden böyle bir şüphenin doğması da son derece doğal. Nitekim oyuncu ve yönetmen Sermiyan Midyat “Gezi Parkı diye bir uyuşturucu mu bulundu” demiş yazdığı tweet’de..

Adalet görülsün!

O nedenle, bu narkotik operasyonunda veya başka operasyonlarda gözaltına alınan kişilerin somut olarak ne zaman, nerede, hangi suçu işlediklerinin kanıtlarıyla ortaya konması gerekiyor. Yargı, kendisine olan güvenin tümüyle yok olmasına seyirci kalmayacaksa artık doğru değerlendirme yapmalı, bilirkişi raporlarını dikkate almalı ve adaleti sağlamalıdır.

Sanatçılara yapılan baskı ve karalama küçümsenecek, göz ardı edilecek bir durum değildir!

Yazının devamı...

Topbaş’ın elindeki kayıtlar!

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş Gezi olaylarıyla ilgili bir soruya “Elimizde Şubat ayında yapılmış bir toplantının kayıtları, bazı deliller var. Yani İstanbul’da hareketin nasıl başlatılacağı, ne yapılacağı ile ilgili.. Bu kadarını söylemekle yetiniyorum. Bundan sonrası için bile yapılan çalışmalardan haberdarız” cevabını vermiş. Yani “dış güçler, faiz lobisi, Türkiye’yi kıskananlar” gibi nedenlerin yanına “aylar önce yapılan bir toplantıda alınan kararın uygulanması” ekleniyor.

Yalnız bir sorun var, hatta 2 sorun.. Öncelikle bu toplantıyı yapanlar “Gezi olaylarını başlatan polis şiddetinin bu kadar güçlü olacağını, insanların tazyikli sularla havaya uçup beyin üstü yere çakılacağını, gaz fişekleriyle beyinlerinin dağılacağını, polisin dönüp ateş edeceğini, yöneticilerin olayları yanlış yöneteceğini” filan nasıl tahmin ettiler? Zira bu olaylar olmasa Gezi gösterileri asla böyle tüm ülkeye, hatta diğer ülkelere yayılmayacaktı..

Diğer sorun ise şu; Sayın Topbaş’ın sözleri Diyanet Başkanı Görmez ’in “Cami’de kabul edilemez davranışlar oldu, elimizde kayıtlar var” sözlerine benziyor.. Konuşuyor ama “sizin konumunuzdaki biri öylesine konuşup vatandaşları karalayamaz, halka izletmek zorundasınız” talebi gelince susuyor. Başkan Topbaş bu toplantının kayıtlarını izletmek durumundadır, seçimler geliyor, bırakın önemli bir tepki eylemini, detaylar bile rol oynayacak. Bekliyoruz!

Karada ve denizdeki canavarlar!

Bayram’ın ilk günü araçlarını deli gibi süren sorumsuz, özenti, kompleksli insanların yalnız başka insanlar için değil, sokaklar ve caddelerde, otoyollarda karşıya geçmeye çalışan zavallı hayvanlar için de nasıl büyük tehlike olduklarını, adım başı ezilmiş bir köpek veya kedi ile karşılaşıldığını yazmıştım. Her bayram tatile çıkan vatandaşlar arasında hayatını kaybeden, yaralanan çok sayıda insan oluyor, bunu bilmemize rağmen biraz dikkatli olmayı düşünmüyor arabaları çılgın gibi sürmekten çekinmiyoruz. Biraz insaf, biraz izan derken..

Bu kez denizde aynı insafsızlıkla karşılaşıyoruz. Zaten yüzme bilmeden derin veya dalgalı denizlere kendini atıp boğulanlar her yıl görülüyor ve çok gidilen koylara birkaç “gözcü, guard” dikmek de kimsenin aklına gelmiyor. Ama bir de “sürat motorları ile jet ski” denen canavarlar var, tabii bu “canavar” tanımı asıl onları kullanan sorumsuz, özentiler için kullanılıyor. Kime gösteriş yapıyor veya hangi eksik duygularını tatmin ediyorlarsa kendilerini izlemek bile mide bulandırıyor.

Ağır ceza onlara gerek!

Adeta gözleri kapalı, deli gibi dalıyorlar sahillere.. Orada insanların yüzüyor olması en kolay akla gelecek şey ama akıl olmayınca ne yapacaksın? Fethiye’de bir tur teknesinde çalışan ve tekne demirledikten sonra biraz serinlemek için denize giren 27 yaşındaki gencin (Önder Pervanoğlu) ölümüne sebep olduğunu ve çarpanın gözaltına alındığını okuyunca aynı suçu işleyenlerin tümünün “en ağır ceza”yı hak ettiklerini düşündüm.

Sahilde durup izleyen herkes bu jet ski veya sürat teknelerinin çoğunun nasıl büyük sorumsuzluk içinde olduğunu görüyor, görmemek mümkün değil.. Karada ve denizde bu “trafik canavarı” denilen canavarlığa (kaza değil bunlar) en ağır cezaları getirmenin ve bunu medyada duyurmanın zamanı geldi de geçti bile.

Başka gençlerin bu şekilde hayatını kaybettiğini duymak istemiyorsak gereken önlem en kısa zamanda alınmalıdır. Neden medeni ülkelerde “milyonda bir” rastlanan olaylar Türkiye’de her gün oluyor düşünsünler artık!

Angelina Jolie sendromu!

Kadınların korkulu rüyası biliyorsunuz meme kanseri.. Sık sık muayene edilecek, “mamogrami” denen ve göğüsleri tost makinesi gibi ezen kabus alete girilecek, bir dahaki kontrole kadar korku içinde yaşanacak, her gün elle kontrol edilecek vs.. Bir de üstelik sigara, içki (aman susun, cıs) kanser riskini fazlasıyla arttırıyor, özellikle menapoza yaklaştıkça gereken ve “HRT” denilen “hormon takviyesi” yapılıyorsa.

Erken teşhis hayat kurtarır

Dünyanın en güzel kadınlarından biri olan Angelina
Jolie’nin annesini meme kanserinden kaybettiği ve aynı tehlikeli gen kendisinde de bulunduğu için ani bir kararla iki göğsünü birden aldırması, bu ameliyattan sonra teyzesini de bu hastalıktan kaybetmesi kadınları daha da çok korkuttu. Ailesinde meme kanseri vakası olan birçok kadın “acaba ben de Angeline Jolie gibi göğüslerimi mi aldırmalıyım, riski böylece tamamen sıfırlar mıyım, nasılsa silikon konuyor, fark etmez” diye düşünmeye başladı.

Bunu fazlasıyla sık duymaya başlayınca soruyu cevaplayacak en iyi uzmanı araştırdım. Görüşüne güvendiğim cerrahlar, doktorlar “konusunda rakipsiz isimlerdendir” diyerek; Çapa Tıp Fakültesi cerrahlarından Abdullah İğci’nin adını verdiler, ben de arayarak konuştum. Dr. İğci “Angelina Jolie’nin durumunun farklı olduğunu, annesinin ölümüne neden olan tehlikeli gen kendisinde çıktığı için bu ameliyatın gerektiğini.. Aynı şartlarda olmayan kadınların mamografi veya tomografide ‘kesin, belirgin bir risk görülmemişse’ göğüslerini aldırmasına gerek olmadığını.. Yılda bir yapılacak muayenelerde herhangi bir tehlike görülse bile ‘erken teşhis’in bu hastalıkta çok başarılı sonuç verdiğini, tümüyle iyileşme sağlandığını, erken teşhiste göğsün alınmasına da gerek olmadığını ama kontrolün aksatılmaması gerektiğini anlattı.

Artık Angelina’yı unutun,

ailenizdeki risk faktörü yüksekse gen kontrolü yaptırın, değilse muayenelerinizi aksatmayın, hepsi bu!

Hata!

Sevgili okurlarım, dün bazı gazetelerde ikinci yazımın ilk cümlesinde “HAYTAP”ın “H”si düşmüş, “AYTAP” olarak yazılmış. Bilgim dışında, belki de bir sistem hatası nedeniyle oluşan yanlıştan dolayı özür dilerim.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.