Şampiy10
Magazin
Gündem

Madımak olayında iktidar kimdi?

Sivas’taki Madımak Oteli’nin 1993’te yapılan bir toplantı sırasında yobazlar tarafından yakılmasıyla, aralarında Alevi aydınların, çocukların, gençlerin bulunduğu 37 kişi hayatını kaybetmişti. Tarihimizin en yüz kızartıcı, en utanç verici olaylarından biridir.

Son haftalarda Soner Yalçın’ın kusursuz şekilde hazırladığı “Menekşe’den Önce” belgeseliyle Sivas Katliamı tekrar gündeme geldi ki bu filmi hala görmediyseniz en kısa zamanda MUTLAKA görmelisiniz. Yalnızca o günü değil, bugünü, geleceği, tüm zamanları daha iyi değerlendirmek açısından şart. Gelelim soruya..

Birçok olayda veya her olayda olduğu gibi, Kurtuluş Savaşı veya Cumhuriyetin ilk günlerindeki olayların sorumluluğu bile “bugünkü rakip partiye” atıldığı gibi Madımak olayı için de birkaç kez “Madımak oldu, iktidar yine CHP” sözleri duyuluyor son zamanlarda. Ben mi yanlış biliyorum dedim ve tekrar inceledim. Başbakan DYP Genel Başkanı Tansu Çiller, İçişleri Bakanı DYP’li, hükümet DYP-SHP koalisyonu..

Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü’nün geç kalmasının da rolü var, o hemen devreye girebilse olay önlenebilirdi ama tek sorumlu değil, hepsi için geçerli.. Sorumlu İçişleri Bakanı’nın “acemilik dönemi” denmiş, sorumlu Sivas Valisi yıllar sonra bile “çok üzülüyorum, örgütlü olaydı” demiş. Sorumlu Emniyet ise.. Belgeselde görüyorsunuz, otel perdeleri ateşe verilirken polis (aynen Gezi olaylarında gençlere saldıranlara yaptığı gibi) seyrediyor. Askerin de izlediği biliniyor. Dönemin Başbakan’ının daha sonra söylediği “halktan kimsenin burnu kanamadı” sözleri de.. Yani “iktidarda ‘tek parti’ varmış ve bütün sorumluluk onunmuş gibi” konuşmak haksızlık. Hele de yüzlerce suçsuz insan sahte belgelerle mahkum edilirken Madımak olayının katilleri “zaman aşımı” gibi akıl almaz bir nedenle kurtarılmışsa. Hiç değilse konuşurken adil olmak lazım!

Bir döner bıçağı masalı..

Efendim, Taksim’de bir büfeden döner bıçağı çalan bir kişi (tesadüf bu ya) Gezi Parkı’na girmiş. Sözüm ona “kavga edeceği kişileri” arıyormuş. Polis kovalamış, olay sürmüş filan.. Ne hikaye ama.. Türkiye tarihinde daha önce bu “döner bıçağıyla parka dalma” benzeri bir olay hiç duyulmadı, “bir büfeden döner bıçağı kapma” gibi bir olay da görülmüş şey değil..

Ama göstericileri döner bıçağıyla kovalayan ve hiçbir ceza almayan vahşileri görmüştük.. Adeta “El Kaide’den” fırlamış katiller gibi kadınları, gençleri kovalamış ve o sıralarda polis tarafından neredeyse sırtları sıvazlanmıştı. Bu kez polis nasıl olmuşsa kızmış, kovalamış.. Hadi ya, sıktı artık bu çocuk kandırmaca olaylar.. Bundan sonra ortada “döner bıçakları” olacak imajımı verilmek isteniyor nedir.

Üzerinize afiyet artık “sahnede” gördüğüm hiçbir olaya inanmıyor ve “kulis”i düşünüyorum fark ettiğiniz gibi.. Size de öneririm!

İsimleri yıpratmadan seçin seçecekseniz!

Aylardır bitmek bilmedi Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’ün “CHP’den İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı” olup olmayacağı konusu.. Kemal Kılıçdaroğlu’na sorulduğunda kah “Önce Parti’ye girmesi lazım” dedi, kah “elbette çok memnun oluruz” dedi, bu yönde açıklamalar yaptı.

Sarıgül ona teşekkür etti. CHP Genel Başkan Yardımcısı Adnan Keskin “Sarıgül’ün başarısından söz ederek adaylığının beklendiğini” ima edince duruma kesin gözüyle bakılmaya başlandı. Ama Keskin bu sözleri arasında “bağlayıcı kararın Genel Başkan’a ait olduğunu” da söyledi. Ki Ankara Büyükşehir’e aday olacağı söylenen Muharrem İnce de “Aday olunmaz, adayı Genel Başkan belirler” demişti.

Hala halk seçemiyor!

İşte bu nedenle Türkiye demokrasiden söz edemez. Her partide “milletvekillerini de, belediye başkan adaylarını da” genel başkanlar seçiyor. Oysa milleti temsil edecek, onların sorunlarını çözecek insanlara halkın kendisinin karar vermesi toplum hakkı değil midir? Sonra da güya seçim yapıldı, halk seçti deniyor. Halk kimi seçti, önceden liderin seçtiğini.. Daha kaç seçim böyle “antidemokratik yöntemlerle” ile gidecekse. Her neyse, bu durumda bile CHP hemen her konuda ve bu konuda kararsız ya da “kendi içinde her kafadan bir ses çıkan” görüntüden kurtulamıyor. Seçimler yaklaşırken böyle bir lüksleri yok oysa, derhal bu havayı değiştirmeleri şart. Son olarak Kemal Kılıçdaroğlu kendisine sorulduğunda yine “önce partiye kaydolması gerekir.. Benim gündemimde olan bir konu değil” gibi bir cevap verdi. Daha ne kadar süre “gündeminizde değil” sorusu gelir arkadan. Madem ki “genel başkan karar verecek”tir, o zaman artık vermelidir. “Kaydolsun” diyeceğine, davet etmeli, rozetini kendisi takmalıdır. Sarıgül’ün de, partisinin de adı daha fazla yıpranmadan.. Kasıtlı olarak yıpratılmadan!

Yazının devamı...

Yazık oluyor Türkiye’ye!

Biraz uzun sürdü tatilim farkındayım.. Aslında uzun meslek yaşamımda tatillerim hiçbir zaman böyle uzun olmamıştır ama bu kez sadece yorgunluk değil asıl “bıkkınlık” vardı arkadaşlar.. Ülkemde olup bitenler, medyadan başlayıp tüm demokratik kurumları esir alan ve dahi tüm vatandaşların “her dakika dinlenme ve cezalandırılma korkusuyla” hissettiği aşırı siyasi baskılar, TV programlarından, toplum önündeki miting konuşmalarından-tartışmalardan fışkıran şiddet-kavga-nefret havası, bunlar yetmiyormuş gibi şimdi okul kitaplarında bile silahlı çocuk resimleri , futbolda bile toplumu bölmeyi amaçlayan karşı kutupların kasıtlı şekilde ortaya çıkarılmasıyla başlayan sahada terör, nereye baksan haksızlık-hukuksuzluk ve bunlarla karşılaşanları kurtaracak bir ümidin bile artık ufukta görünmeyişi..

Basının yok edilişi..

O; yaşamın her anında pompalanan şiddet ve nefret havasıyla ruhların hastalanıp en vahşi olayları kanıksar hale gelmesi.. Gazete ve TV’lerin haberleri dahi “keyif kaçırmayacak” doza getirmek üzere oto sansür uygulamak zorunda kalması ve basın ilkelerinin yerle bir olması.. Baskılar sonucu işini kaybeden meslektaşlar ve yine aynı baskılar nedeniyle en iyilerin bile gideceği yerin kalmaması.. Bu baskıyı görmesine rağmen sırf güce yalakalık uğruna “daha da fazla baskı” diye bağrışan sözüm ona deneyimli-demokrat ve de liberal olduğu söylenen gazetecilerin, karikatüristlerin çıkması..

Ve üstelik bu çağrıların “hemen karşılık gördüğü” çağ dışı, etik dışı bir medya ortamının mevcudiyeti..

Ülkenin en değerli sanatçılarının, cerrahlarının, gençlerinin de gazeteciler gibi hayatından bezdirilmiş olması ve işe bakın ki “bunlardan hiç rahatsız olmayan kitleler” olduğunun anketlerle iddia edilmesi.. (Ki ben bu “beyin yıkayan ve her nasılsa hata payı bile bırakmadan seçim sonucu bilen” anketlere bir iki şirket dışında oldum olası hiç güvenmem.)

Teröristimiz mi eksik?

Hepsinin üstüne “kendi ülkemizdeki terörist sayısı ve karmaşa” yetmiyor gibi bir de Suriye sınırının açık tutulmasıyla tüy dikildi.

İşte bunlar ve daha binlerce neden itiraf ediyorum birçok dürüst meslektaşım gibi beni de bıktırdı, bezdirdi, mesleğimden bile soğuttu.. Hala sağlam kalmayı başaranların da “vurdumduymazlığa geçerek” başarabildiğini biliyorum ki bu da her bünyeye uygun değil.. Her neyse, medyadaki tablo çok üzücü olmakla beraber “uluslar arası basın kurallarını benimsemiş gazeteci” çizgimi yine koruyarak sizlerle sonuna kadar beraber olmayı düşünüyorum çünkü bir tek köşenin bile toplumun gerçekleri duyması açısından önemli olduğunun farkındayım. Tatil süresince karşılaştığım tüm okurlarımın isteği ve gelen çok sayıda mesaj da istisnasız bu yöndeydi..

Paragrafın başına dönelim; şu anda Türkiye’nin en önemli sorunu “Açık tutulan Suriye sınırından başta El Kaide ve kolları olmak üzere dünyanın en azılı, en kanlı katillerinin, İslamcı teröristlerinin bizim topraklarımıza geçmiş olması”dır.. Türkiye’de şehirlerde ve kırsalda 3000 PKK’lının olduğu açıklanmasına rağmen bu yetmezmiş gibi ülkeye mülteci olarak giren ama çoğu öyle olmadığı gibi geri de dönmeyecek olan 500 bine yakın Suriyeli arasında çok sayıda terör örgütü üyesi de var.

AB, Türkleri geçirmiyor

Ve aylar sonra nihayet şimdi Cumhurbaşkanı Gül, El Kaide, El Nusra, Müslüman Kardeşler gibi “radikal grupların Türkiye için büyük tehdit oluşturduğunu” söylüyor. İş işten geçtikten, yüzlerce insanı bir defada gözünü kırpmadan katleden, üstelik daha önce Türkiye’de bir günde iki büyük kanlı eylem yapmış terör grupları ülkeye dolduktan sonra..

AB Adalet Divanı ise biliyorsunuz Türk vatandaşlarının AB ülkelerine “3 aya kadar vize almadan” turistik amaçlı bile seyahat etmesine izin vermeyen kararı açıkladı. O vizeyi de almaya kalkın bakın neler istiyorlar.. Acaba Türkiye’nin yerinde bir AB ülkesi olsa o sınırlardan kontrolsüz tek kişi geçebilecek miydi?

Çekinmeden dolaşıyorlar!

Diğer ülkeler beş on bin, en fazlası “100-120 bin” mülteci alırken, biz halkın 4 milyar TL’sini gözümüzü kırpmadan harcadık, bu dev maddi kaybın yanında bir de Türkiye’yi rahatça Suriye’ye döndürebilecek sayıda “azılı terörist” ithal ettik. Medyada “El Kaide ile komşu olduk” haberleri çıkarken, bırakın komşuluğu Türkiye’nin her köşesinde sanki kendi ülkelerindeymiş kadar rahat boy gösteriyor, toplantılar yapıyorlar.

Bu “ciddi şekilde korku verici” tablo da, her duyduğuna kolayca inanan kesimleri tavlayan, “dini duyguları okşayan, kendisi dışında herkesin inancını yok sayan” söylemlerle örtülüveriyor.

Daha ne olsun? Aklı başında her vatandaşın moralini bozmak için daha ne olsun? Maalesef bitmiyor, dahası var, onları da konuşacağız!

Gezi ve gurur!

Cumhurbaşkanı Gül ABD’de bir çalışma kahvaltısında, bir katılımcının “AKP Hükümeti Gezi protestolarından nasıl bir ders çıkardı” sorusuna güzel bir giriş yapmış ve “İstanbul’daki olayların başlangıcı çevre bilincini gösterdiği için bununla gurur duyarım” demiş. Gerçi cevapta sanki bugün Türkiye’de “işsizlik, anti demokratik uygulamalar, cinayetler, otoriter yönetim işaretleri” yokmuş gibi bir anlatım var ve bu nedenle eksik görünüyor ama bu kısmı güzel.

Devamında ise “Şimdi New York’ta 5’inci Cadde’de birkaç yüz kişi toplansa, cadde ortasında lastikler yaksa, yolu tıkasa New York polisi ne yapar” sorusu var ki burası karışmış. Gezi protestoları “birkaç yüz kişi”nin değil bütün illerde on binlerce vatandaşın katıldığı gösterilerdi ve olaylarda gençlerin ölümüne, sakat kalmasına neden olan polis şiddetinin “lastik yakma veya yolu tıkama” gibi nedenlerle ilgisi yoktu. Dışarıya da, içeriye de yanlış yansıtılmayacak önemde ve tarihe yazılacak bir olaydı, baksanıza hala sorular da bitmiyor, siyasi konuşmalardaki etkisi de..

Bu nedenle cevaplar da “tam doğru” olmalı!

Yazının devamı...

‘Muhalif’ değil, gazeteciyim!

‘İzindeyim’ dedim olmadı, ‘Tekrar buluşacağız merak etmeyin’ dedim anlaşılmadı, artık başka dilde söylemem gerekiyor herhalde; ‘I’m on holiday’ arkadaşlar.

Üzgün olduğumu, son günlerde üst üste gelen olayların benim için ‘dayanılmaz noktaya’ ulaştığını Perşembe günü okurlarıma yazdığım notta açıkça belirtmiştim. Onlardan gelen sayısız mesajda “yokluğumdan duyacakları üzüntü” de aynı açıklıkla anlatıldı, hepsine çok teşekkür ediyorum. Bizim ayrılıklarımız; TV programım “Her Açıdan”ın tüm başarısına, ülke içinde ve dışında izlenme rekorları kırmasına rağmen yayından kaldırılmasından sonra olduğu gibi, ülke şartları buna imkan tanıdığı için “yıllar”ca sürebilir ama söz veriyorum, sonsuza kadar sürmez.

Hangi çılgın?

Köşemde yayımlanan “izin” açıklamama rağmen Perşembe günü internet sitelerinde, Facebook’ta ve bazı TV kanallarında gün ve gece boyunca bu izin “bana yaptırılan zoraki bir izin” şeklinde yer aldı. Şimdi, haberleri “daha da flaş” hale getirme isteği medyada vardır, anlıyorum ama bunun; “hayatı boyunca ‘doğru’dan ayrılmamış insanlara, hele de meslektaşlara haksız yere zarar vermemeye” dikkat ederek olması gerekir. Anlayan, tanıyan iyi bilir, ben ‘özgürlüğü’ her şeyin önünde tutarım, asi ruhluyumdur, İstiklal Marşı’mızdaki “Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım” dizeleri tarifime çok uygundur.. Kısacası “izne çıkarılmam” mümkün değildir, ancak “izne çıkarım” ..

O nedenle, bana sorduklarında aksini anlatmama rağmen saatler boyu “izne çıkarıldığım” şeklinde anonslar yapılmasının beni mevcut durumda daha da çok üzdüğünü belirtmek isterim.

Hayatımdaki insanlar..

Yukarda söz ettiğim “özgürlük” aşkıma rağmen “öfkeyle kalkan, zararla oturur” gibi atasözlerimizi unutmamaya çalışıyorum. Meslek hayatımda da Sabah gazetesindeki 13 yılım dahil olmak üzere bugüne kadar hemen karar versem hata olacak birçok durum yaşadım. Duygusallıkla vereceğim ani bir kararın “benim dışımdaki insanlara, aynı havayı soluduğum, birlikte çalıştığım meslektaşlarıma ve kendimi sorumlu hissettiğim topluma” ne gibi artı ve eksileri olacağını uzunca düşünürüm. “Aklına ve önerilerine güvendiğim”, zor anlarda hep yanımda olan çok değerli dostlarımın ve gazeteci arkadaşlarımın “aynı noktada birleştiği” görüşleri benim için çok önemlidir, onlara danışırım.

‘Muhalif’ olmak!

Türkiye “ilerde tarihin anlatmakta zorlanacağı, bazı kişilerin aynaya dahi bakamayacağı” zor bir dönemden geçiyor. Bu dönemde “demokratik basın özgürlüğü sınırlarına saygı göstererek bağımsız eleştiri yapabilen” gazeteciler parmakla sayılacak kadar azaldı, o “basın özgürlüğü sınırları” da boğacak kadar daraldı. İşte böylesine kritik bir süreçte toplumun “doğru haber ve yorum alma” imkanının ortadan kalkmasının kime ne yararı olacağını hatasız tartmak gerekir.

Size daha önce anlattığım gibi, “demokrasinin beşiği” denilen İngiltere’de uzun yıllar yaşadım, eğitimimin bir kısmını orada aldım. Bu nedenle “evrensel anlamda basın kurallarına uymak” ve ülkesi için “son şans kalana kadar doğruları savunmak” ilkelerimden biridir, bugüne kadar “hiçbir partiye veya siyasetçiye” kişisel olarak “muhalif” olmak gibi bir derdim söz konusu bile olmadı, olamaz. Birine nasıl soruyorsam, diğerine de aynı şekilde sorarım sorularımı..

Kategorize etmeyin

Ancak “gazetecinin kamu adına denetleme” görevine sadık kalarak “tüm yanlışlara muhalif” olduğum, ülkemi Arap ülkelerindeki, diğer Müslüman çoğunluklu ülkelerdeki iç savaşlardan, mezhep kavgalarından bugüne kadar koruyan “laik-demokratik rejimine” bağlı olduğum doğrudur. Bunu daha önce defalarca yazdığımı, “ideolojik” bazı medya listelerine adım konduğunda ‘beni kategorize etmeyin’ dediğimi gayet iyi hatırlıyorum.

Durum budur ve “muhalif gazeteci” anonsları da hatalıdır, belirtmiş olayım. Sevgili okurlarım, bir süre için ‘kendi isteğimle’ izindeyim, düşünmeye ve dinlenmeye ihtiyacım var..

Sevgilerimle..

Daha kötüsü ve STK’lar!

Başlamışken değinmeden geçemeyeceğim; sabah TV’de Ankara Güven Parkı’nda toplanan sivil toplum kuruluşlarının, kadınların, evladını polis şiddetiyle kaybeden anaların “savaşa hayır” demek için yaptıkları eylemi izledim. Aralarına “CHP’li kadın milletvekillerinin” karışması, mikrofonu kapıp konuşmaları gayet rahatsız edici..

Her sivil toplum gösterisinde sanki şartmış gibi “CHP veya bir başka siyasi parti ya da örgüt” ortaya fırlıyor ve gösteriyi anında siyasallaştırıyor, “sanki kendileri organize etmiş” havasına sokuyor. Tepki olacaksa ya “sivil toplum” tepkisi olsun, onları rahat bıraksınlar veya gerekli görüyorlarsa partiler kendileri oraya çıksın. Yapılan hoş değil.

Bir de Başbakan’ın “Esad gidince ne olacak? Bundan daha iyi olacak. Halkını bombalayan, kimyasal silah kullanan bir iktidardan daha kötü ne olabilir” sözü var. Bana geçenlerde yazdığım ‘En kötü gidecek, kim gelecek?’ yazısını hatırlattı. Gerçekten de “halkına zarar veren baskıcı liderler”in yerine kimin geleceği tartışma götürmez, böyle bir soruyu ancak budalalar sorabilir; “Bundan kötüsü ne olabilir” sorusunun cevabı da içindedir zaten. Kim gelirse gelsin “bundan daha iyi olacak”tır!

Yazının devamı...

Körü körüne itaat!

Uluslar arası Kamu Sempozyumu’nda Başbakan’ın yaptığı konuşmada dikkat çeken noktalar vardı.. Mesela bireyin tanımını yaparken “Bize göre bütün kararlara körü körüne itaat eden varlık olarak değerlendirilmemiştir” demiş. Ne kadar güzel söylemiş; aslında herkese göre bireyin tanımı budur, aksi “kul”un, “köle”nin, “robot”un tanımı olurdu zaten..

Demokrasinin en önemli şartı “düşünce özgürlüğü” dür ve bu da “farklı düşünce” yi, herkesin kararları kendine göre değerlendirme hakkını, özgürce düşünme ve ifade hakkını ve tabii “özgür basın” şartını elbette kapsar. O nedenle harika bir “birey tarifi” bu, “körü körüne itaat etmesi beklenmeyen kişi” .. Bu takdirde en başta medyanın, üniversitelerin, sivil toplum kuruluşlarının, iş dünyasının ve tüm bireylerin hiç korkmadan görüşlerini açıklayabilmesi de serbest olmalı..

Korku ortadan kalkınca..

Örneğin aynı konuşmada “medya ve yazarlar üzerindeki korkuların ortadan kaldırıldığı” da söyleniyorsa artık “işinde kalabilen” gazeteciler korku hissetmemeli. İşte Irak, Suriye gibi altı üstüne gelen ülkelerde bu özgürlükler ortadan kalktığı, medya ve yargıdan başlayarak her alanda baskılar alıp yürüdüğü, örneğin Suriye’de mevcut tüm gazeteler yıllar öncesinden “rejim yanlısı” hale getirildiği, “kendilerine göre yargı, kendilerine göre medya” istedikleri, kendi çıkardıkları yasalarla yetkilerini de sınırsız hale getirdikleri için sonu gelmez sorunlar çıktı. Demokrasiden anlamayan, halklarının demokrasi isteğini göremeyen baskıcı liderler, her duyduğuna inanan, araştırmayan, çoğu eğitimsiz veya çıkarını düşünen kitlelerin desteği ve ihtiraslarının etkisiyle kendi huzurlarını da, toplumlarının huzurunu da bundan sonra onlarca yıl geri gelmeyecek şekilde yok ettiler.

Çok sayıda masum insanın hayatını kaybetmesine yol açtılar.

Bizim “demokrasiye uygun” tariflerimiz bu nedenle ve tam da şu anda çok önemli, gazeteci de, yargı mensubu da, her birey de “özgür olduğunu” anlar böylece. Aksi takdirde, özgürlüğün olmadığı bir demokrasiden söz edilemeyeceğine göre “demokrasi” ye de yeni bir tanım aramak gerekir!

Gece yarısı gizlice..

Dün barınaklarla ilgili yazım ‘Şimdi adını vermiyorum ama..” diye bitmişti, devam ediyorum..Bunların bazılarında “gece yarıları ‘sebepsiz yere, kolaylarına geldiği için uyutulmuş veya bakmadıkları için ölmüş zavallı hayvanları gizlice gömenler” var. Bu vahşeti yapanları bir süre sonra fotoğraflarıyla yayınlayabilirim, ona göre.. Gerçekler ve kötülükler uzun süre gizli kalmaz. Yasadan korkmuyorlarsa bölgelerindeki ve tüm ülkedeki “İNSAN”lardan utanacaklar.

O bölüm neden yasak?

Ümraniye Barınağı ’nda çok sayıda kedi ve köpeğin, sakat veya yeni doğum yapmış hayvanların bulunduğu bir bölüm var.. Hiçbir barınakta rastlamadığım şekilde içeri kimseyi almıyorlar, HAYTAP gönüllüsü gençler tüm taleplerine rağmen bir kez bile girememiş. Ne var orada görülmesi istenmeyen, korku filmlerindeki gibi neden kapalı o bölüm?

Ben de israr ettim, Müdür Osman Tangüner bunu sağladı ama tek bir odaya girebildik, devamına izin verilmedi, bir neden bularak bizi çıkardılar ve kapı hemen tekrar kilitlendi. Karanlık, güneş almayan tek katlı bir binanın içinde odalar, yeni doğmuş bebekler, güneşe ihtiyacı olan hayvanlar adeta bir mahzene tıkılmış gibiler. Bu binanın hemen “güneş görür” hale getirilmesi gerekir, belediyeler kendi bölgelerindeki sokak hayvanlarını “ücretsiz” kısırlaştırmak, tedavi etmek ve iyi şartlarda koruyarak tekrar eski yerine bırakmakla görevli olduğuna ve bunun için “devlet imkanlarını kullandıklarına” göre neden karanlık, cezaevi gibi bir binadalar? Ve neden bazı hayvanlar aylarca barınakta tutuluyor ve yerine bırakılmıyor? Yoksa bölgede rahatsız olan ve emreden “birileri” mi var?

Ümraniye’de bir başka ciddi yanlış “yavruların 3 aydan sonra sahiplendirilmesi” ne izin verilmemesi.. “Önce kısırlaştıracağız” diyerek vermedikleri için o arada yeterince bakılamayan yavruların çoğu hastalanıp ölüyor. Barınakların bir numaralı çalışması “sahiplendirme” üzerine olmalı, HAYTAP bu konuda yardım edecek en önemli kuruluş ama belediyeler de internet sitelerinde veya “reklam panolarında” bunu yapabilirler. Belediyelere ait reklam panoları, billboard’lar s adece siyasi reklam için değildir, bu nedenler için de kullanmaları gerekir.

Bir tas su!

Sokak hayvanlarına “bir kap yemek, bir tas su verin” diye yazsalar, yanına da “çeşmeleri yalayan hayvan fotoğrafı” koysalar fena mı olur, insanlık bunu gerektirmez mi? Sokakları dolaşıyorum, hiçbir ilde, hiçbir kapıda “bir tas su” yok, bu zavallı hayvanlar nereden su ve yiyecek bulsunlar, yazık değil mi? Acaba “oruç” tutmak bile insanlara susuzluk ve açlığın ne olduğunu yeterince anlatmıyor mu?

İş adamları el atana kadar

Umuyorum ki Ümraniye Hayvan Bakımevi bu binayı ve diğer şartları daha iyi hale getirir ve HAYTAP gönüllülerine karşı çıkacağına bundan sonra onların da yardımını alır. Ben yakında tekrar gideceğim, izleyeceğiz. Ve onları korumak için özel sektörü, hayır sahibi iş adamlarını “belediyelerden araziler isteyerek ve onlarla iş birliği içinde” en iyi şartlarda barınaklar, parklar açmaya ikna etmek için de çalışacağım. Orman Bakanlığı’nı “barınaklara daha sıkı denetim yapmaya, bütün barınaklara ‘yeşil alanı mecbur tutmaya’ ve büyük hayvan parkları açmaya” ikna etmek için de.. “Sokak hayvanları” konusu bitmeyecek.



Bana izin!

Sevgili okurlarım, bir süredir hiç birimizin tahmin edemeyeceği kadar fazla olay üst üste geldi. Çok üzgünüm, çok rahatsızım ve bu rahatsızlığım son zamanlarda dayanılmaz boyutlara ulaştı. Sizden bir süre için izin istiyorum, bu arada düşünmem için şart bu ayrılık.. Tekrar buluşacağız merak etmeyin.

Yazının devamı...

Kötü örnek, örnek sayılmaz!

Gelen okuyucu mektuplarında “Şimdiye kadar görevini kötüye kullanmış olan kaç polis cezalandırıldı, hangi cezaları aldılar” sorusu sıklıkla soruluyor. Buna ilaveten “polis üniformasını giyince halkı darp etme hakkını kendilerinde görüyorlar, halktan birisi polise karşı gelirse anında tutuklanıyor” tepkisi de var. Gerçekten de bugüne kadar vatandaşların canına zarar veren, ölümüne neden olan polislerin bile ne ceza aldığı henüz duyulmadı.

İzmir Kordon’da Gezi gösterileri sırasında iki genç kızı saçlarından sürükledikleri için büyük tepki toplayan polislere “kınama ve 24 ay kıdem tenzili” cezası verilecekmiş. Görevini bu kadar kötüye kullanan, kadınlara bile aşırı şiddet uyguladığı görüntülerle sabit güvenlik görevlisine bu ceza mı yeterli görülüyor?

Batı’da bunlar yok!

Başbakan Erdoğan polis şiddeti nedeniyle hayatını kaybedenlere değinmediği konuşmasında “Bizim polisimiz dayak yemiştir” dedikten sonra şöyle devam etmiş: “Biber gazı AB mevzuatında var. Ha burada açısını, derecesini isabetli kullanamamış olabilir ki gereği yapılıyor(...) Gerçek mermi kullanılamaz ama gerçek mermi polise karşı kullanılmışsa polis ne yapacak(...)Bir seyahatte Almanya’daydım, oradan birileri bize karşı yöneldi. Alman polisi gitti bileğine sarıldı, dirseğini çevirdi, yere yatırdı ve tekmeledi. İngiltere’de Londra’da neleri yaşadık, Fransa’da neleri gördük”.

Bizim polisimiz nerede dayak yedi bilmiyoruz ama halkı öldüresiye dövdüğü görüntülerle ve hayatını kaybeden genç insanlarla ortada. Barışçıl ve göstericilerin şiddete hiç başvurmadığı bir gösteride gerçek mermiyi kim polise karşı kullandı, provokatör müydü kimdi bu da hiç ortaya çıkmadı ama Ethem Sarısülük’e silahını doğrultarak ateşleyen polis video görüntülerinde mevcut..

Biber gazı mevzuatı AB’de var ise “halkı yaralamayacak, canına zarar vermeyecek” şekilde vardır mutlaka. “Gaz fişeğini kafasına yakın mesafeden atarak öldürme” yoktur. Suya asit katarak kadınları, çocukları yakmak yoktur.. Copla, sopayla öldürene kadar, 8-10 kişi birlikte tek kişiye yüklenerek, sivil polisler veya sivil suçlularla ortaklaşa dövmek, taşla kafasına vuranları bile seyretmek, tazyikli sularla havaya fırlatıp beyin üstü düşürmek yoktur.

Özür ve tazminat!

Alman polisi elbette “bir yabancı başbakana yönelik tehlike” mevcutsa her şekilde engel olacaktır, Türkiye’deki durumda ise kimseye yönelik tehlike olmadığı halde polis tekmelemekle bile yetinmiyor. İngiltere ve Fransa’da neler görüldüğünü keşke duyabilseydik. Zira bu ülkelerde toplum böyle bir olayı kesinlikle affetmez. Nitekim İngiltere’de “bir polis iterek düşürdüğü” için hayatını kaybeden kalp hastası vatandaş nedeniyle o polise halktan ve aileden özür diletildi , polis cezalandırıldı ve aileye büyük tazminat ödendi .

Bu nedenle biz polis şiddeti, biber gazı gibi konularda AB’yi örnek göstermesek iyi olur, zaten “doğru olsa bile” kötü örnek de örnek sayılmaz. Görevini kötüye kullanan güvenlik güçleri suç işlemiştir ve adalet onlar için de geçerli olmalıdır. Medeni ülkelerde, hukuk devletlerinde başka bir seçenek düşünülemez!

Devlet ödeneğine rağmen...

Barınaklar konusuna devam ediyorum.. Kısırkaya Hayvan Rehabilitasyon Merkezi’ne gittiğim dönemde taş zeminli kafeslerin önüne hiç değilse “hayvanların açık havaya çıkabileceği tel uzantılar” yapmışlardı. Kafesleri yıkarken zavallı hayvanları oraya çıkarmaları içindi, bunu yapıyorlar mı, yoksa eskisi gibi işkence halinde; ayakları kayarak ve ıslanarak mı yıkıyorlar, Belediye sıkı denetim yapıyor mu onu da bilmiyorum.

Zira orada “tek veteriner”in bulunması ve bu nedenle işten erken çıkması (muhtemelen tatil günlerinde de barınağın hekimsiz kalması) nedeniyle hasta hayvanların, özellikle yavruların çoğunun kaybedildiğine ben şahit olmuştum, şimdi 2 veteriner olarak çalışıyorlarmış, umarım bakım daha iyidir ve yavruların aşıları zamanında yapılıyor, ‘kanlı ishal’ gibi hastalıklardan topluca ölüp gitmeleri önleniyor, devlet bunlar için ödenek verdiğine göre hergün “makarna”dan başka yiyecekler de önlerine konuyordur. Özellikle yavru kedi ve köpeklerin, hamile veya yeni doğurmuş olanlar vitamin içeren gıdalar alması gerektiğini tüm barınak veterinerleri biliyor olmalı.

Yasa mecbur ediyor!

Genellikle barınak yöneticileri hayvanlar “toprak üzerinde” bulunursa alanı temizlemenin zor olacağını, hijyen açısından bunun yasaya aykırı olduğunu filan söylüyorlar. Oysa ben çok sayıda hayvana bakan biri olarak bunun kesinlikle doğru olmadığını, ayrıca yasada “hayvanlar için optimum yaşam alanı” ifadesinin yani “hayvanın yapısına uygun ortam”ın zorunlu tutulduğunu biliyorum.

Bu hayvanların yapısının “toprak üzerinde bulunmak” olduğuna da hiç şüphe yok, bahçeme buyursunlar isterlerse.. Demek ki yasaya göre “kendilerine kolay gelen fayans zemin”i keyfi şekilde seçemezler. Barınak hatalarından da belediyeler sorumludur. İl, ilçe fark etmez, yasaya uymadıkları takdirde, HAYTAP veya bizlerin denetimine karşı çıkıp “bir şeyleri sakladıkları” takdirde hepsini ilan edeceğiz. Şimdi adını vermiyorum ama..

Yazının devamı...

ODTÜ’ye ceza mı bu?

Aslen Ankaralı olduğum için çok arkadaşım, tanıdığım vardır Başkent ’te.. Onlarca yıldır (sevgili üniversitem) ODTÜ tarafından yetiştirilen ormanların büyük bir kısmının yine otoyol gibi “bir takım inşaat nedenleri” bulunarak kesilmek istenmesi, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Gökçek’in bu kıyıma karşı çıktığı için Can Dündar’ı “Bir olay çıkarsa sorumlusu sensin, peşine düşerim” diye tehdit etmesi“ve ODTÜ öğretim üyeleri Prof. Dr. İnci Gökmen ve Prof. Dr. Ali Gökmen’i hedef göstermesi büyük tepki yaratmış. Kiminle konuşsam hemen bunu söylüyor ve çoğunun görüşü “ODTÜ’nün daha önce yapılmış bazı protestolar nedeniyle cezalandırılmak istendiği” yönünde..

Türkiye “istenmeyen her toplum tepkisinin” veya bireysel tepkinin mutlaka cezalandırıldığı bir hale geldi gelmesine de bu kadarı herhalde olamaz diyor insan.. Dünyanın neresinde görülmüştür “öğrencileri protesto yaptı” diye koca bir üniversitenin cezalandırıldığı? Yaşamları boyunca “demokrasiyi, insan haklarını, çevre duyarlılığını insanlığın temel değerleri” kabul eden başarılı akademisyenlerin bir belediye başkanı tarafından bu nedenle hedef gösterildiği?

Peşine düşüp ne yapacak?

Bir belediye başkanının, yılların gazetecisine “peşine düşerim” diyebildiği? Peşine düşüp ne yapacak, onu da söyleseydi bari? Gazeteciye de “sanatçıya yaptığını” yapıp twitter kampanyaları açarak “seni içerde göreceğim inşallah” mı diyecek? Suçsuzlara müebbet verilirken, en ağır suçluların ve dahi palalıların “serbest bırakıldığı” ülkede bu içler acısı tablo da olacaktır elbet, bazılarına her suç serbestse neden olmasın?

ODTÜ Rektörü Prof. Dr, Ahmet Acar “üniversitenin 3000 hektarlık bir yeşil alanı koruyarak Ankara için bir oksijen kaynağı yaratıldığını, ODTÜ’nün onlarca yıldır Eymür Gölü çevresini kendi imkanlarıyla ağaçlandırarak çarpık yapılaşmaya karşı koruduğunu ve hep Ankaralıların hizmetine sunduğunu, bu nedenle Melih Gökçek’in ‘Eymür bölgesini halka açacağız’ sözünün geçerli olmadığını” anlatan bir açıklama yapmış.

Tarihi alan ve sit alanı!

Bu açıklamada “İmar planlarının olduğunu, bir kamu üniversitesi olan ODTÜ’nün arazisinin imar planı onaylandıktan sonra arazisinin satılması veya rant elde edilmesinin söz konusu olamayacağını, bu arazinin çok sayıda sit alanı ve tarihi alanı barındırdığını” da belirtmiş. Acaba Ankara Belediye Başkanı Ahmet Acar’ın da peşine mi düşecek, yoksa inat uğruna sonuna kadar gidip Ankara’da “yeşil kalabilmiş nadir ve üstelik başka değerlere sahip olan alanlardan biri”ni de taşa mı dönüştürecek?

Kabus gibi..

Biliyor musunuz, normal olarak medeni ülkelerde belediye başkanları “bu olaydaki rektör, öğretim üyeleri ve gazeteci gibi” düşünür.. Hatta onlardan önce böyle bir alanı korumak için çırpınır ama Türkiye’de bu konu bile siyasi inatlaşma haline geliyor. Hangi konuya baksak hep çekişme, hep kavga , tehdit .. Havaya yayılan ve hücrelerimize dolan bir negatif enerji, bir nefret havası.. Bize mahsus özellikler oldu bunlar.

Vazgeçelim, hani daha önce “değiştik” deniyordu ya gerçekten değişelim artık, kimse bunları yaşamak istemiyor. Kendi atasözümüzü hatırlayalım; “Öfkeyle kalkan, zararla oturur” .. Mesele hep “1-0 galip” olmak değildir, huzuru sağlayabilmek bundan daha büyük başarıdır. ODTÜ olayı büyümemeli!

Çevre yalnız ‘yeşillik’ değildir!

Ormanlara, ağaçlara dokunulduğunda artık toplum ayağa kalkıyor, zira zaten memlekette yeşillik bırakılmadı.. Geçen hafta sonu Balıkesir, Altınoluk çevresinde dolaştım, şehrin içine girdim, sonra dönerken yol boyu İstanbul’u inceledim, her yerde korkunç bir “taş yığın istilası” var. Arada tek yeşillik bırakmadan her köşeyi talan eden bir kalabalık durumundayız. Belediyelerin tamamı dikkatsiz, özensiz ve rant her yerde kendini gösteriyor. Ama çevre yalnız “tahrip edilen yeşil” demek de değil, “o çevrede yaşayan canlıların, sokak hayvanları başta olmak üzere bakımı, korunması” demek. Ve bunun için yasalar çıkarılmış, “özel idare” den devlet kaynakları ayrılmış,

Etraf boş alan dolu..

Barınaklar ve sokak hayvanları ile ilgili yazıma devam ediyorum, Ümraniye’de kalmıştık..

Ümraniye Hayvan Barınağı’nı gezerken hayvan sağlık merkezinin Müdürü Osman Tangüner geldi, bize çalışmaları hakkında bilgi verdi. Ben de kendisine barınak çevresinde bol miktarda boş toprak alan olduğunu, kedi ve köpeklerin bu alanlara yapılacak büyükçe kulübelerde ve bunların etrafında yaşatılabileceğini söyledim.

‘Orman Bakanı’ ilgilenmeli!

Aynen Sarıyer Belediye Başkanı Şükrü Genç’e “Kısırkaya Barınağı” için teklif ettiğim gibi.. Onlar da hala “büyük yeşil alanın kullanılması” için müracaatlarına cevap bekliyorlarmış ki 2 yıl önce de söylenen buydu ve ben yine yazmıştım. Özgür yaşayan insanlar fark etmiyor ama “kafeslere tıkılmış yaşayan canlılar”a zaman pek çabuk geçmiyor, iki adımlık havasız yerlerde dönüp duruyorlar.

Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın bu izinleri barınaklara kısa sürede cevap vermesi şarttır ve Bakan Veysel Eroğlu’nun kendisi ilgilense kısa sürede halledileceğine şüphe yok aslında, bunu bekliyoruz!

DEVAM EDECEK

Yazının devamı...

‘Barış zinciri’ yerine polis zinciri!

Eylül’ün 1’i “Dünya Barış Günü” .. Besbelli ki her ülkede bir takım gösteriler yapılacak. İstanbul’un da değişik semtlerinde insanlar “barış zinciri” oluşturarak “içte ve dışta barış istediklerini” göstermişler. Bir tek yer haricinde; Gezi Parkı ve Taksim çevresi..

Daha sabah saatlerinde polis Gezi Parkı’nı kapattı ve bununla kalmadı, çevresinde de grupların elele tutuşarak zincir oluşturmasını gün boyunca engelledi. Halkın “barış zinciri” yerine polisler el ele tutuştular ve engelleme zinciri oluşturdular. Parka girmeden, dışında zincir yapmak isteyenler de kalkanlarla itilerek anında dağıtıldı.. İstiklal Caddesi’ne doğru gitmek yasak, Beşiktaş’a doğru gitmek yasak, istersen sadece Kabataş’a doğru zincir yapabilirsin.

Çocukların geleceği için..

Neden peki? Adı üstünde “barış” isteyen insanlar bunlar.. Birçok annenin yanında küçük çocukları var ve “onların geleceği için barış istediklerini” söylüyorlar. Büyük ihtimalle “sürüklenmekte olduğumuz Ortadoğu savaşı” na da karşı çıkmaktalar.. Devlet güçlerinin her fırsatta sanki karşılarında sade vatandaş değil de “teröristler” varmış gibi haksız engelleme ve şiddet gösterilerine de..

Belki bu şiddet nedeniyle hayatını kaybetmiş olan gençlerin katillerinin cezalandırılmayışına da tepki bu. Hatta tek kişi olmamasına rağmen adı verilen tek kişi olan “palalı”nın serbest bırakılışına da..

Çocuklarının geleceği adına tüm bu nedenlerde haklı değiller mi? Bırakın hepsini bir yana “Anayasal hakları” olan ve tüm dünyanın savunduğu, Gezi olaylarında AB ülkeleri ve ABD’nin uyarılar yaptığı “barışçıl gösteri hakkı”nı kullanmalarını bir kez daha engellemeye kimin hakkı var?

Sebep ne?

Anlamak mümkün değil.. Hâlâ hatırlanan bir olaydır, Süleyman Demirel’ in kendi başbakanlığı sırasında AP Ankara İl Kongresi’nde bir delege seslenmiş; “Gençler miting yapıyorlar.. Yürüyorlar.. Elinizin altında polis var, neden dağıtmıyorsunuz?” Demirel kürsüden cevaplamış; “Gösteri, protesto, yürüyüş ‘demokratik hak’tır. İnsanlar ‘yasal haklarını’ kullanıyorlarsa varsın yürüsünler. Yürümekle yollar aşınmaz”..

Şimdi neden “aşınacağına” inanıyorlar ve daha önce ters tepkisi açıkça görülmüş bir konuda aynı hatalar tekrarlanıyor gerçekten anlamak imkansız. Bir yandan bu yapılırken öte tarafta “yeni anayasa” ya da “gösteri hakkı” maddesi koymanın hiçbir anlamı yok.. Tabii “Bu hakkın ‘uygun görüldüğünde’ keyfi şekilde engellenebileceği” maddesini eklemek daha da anlamsız. Ne olacağı bugünden görülüyorken!

(NOT ; Bu arada CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu da “barış zinciri” ne katılmış ve diğerleriyle birlikte sürüklenince polislerle tartışmış. Her vatandaşın gösterilere katılma hakkı vardır ama onlar sıradan değil “siyasi” vatandaşlar oldukları için bu gösterilere katılmaları (CHP de, BDP de) halkın gönüllü ve çoğu apolitik hareketlerini siyasallaştırıyor. Ve çok haksız “yakıştırmalar” yapılmasına fırsat yaratıyor. Bunu yapmamaları gerekir, ısrar ediyorlarsa göstericilerin engellemesi gerekir diye düşünüyorum. Çok önemli bir nokta bu!)

Bu savaşa katılmak intihar gibi..

Suriye medyasında vurulacak “potansiyel hedefler” yayımlanıyor; “ABD bize müdahale ederse Suriye Türkiye’deki askeri ve istihbarat hedeflerini vuracak” diyen.. PKK açıklama yapıyor; “Suriye’ye müdahale olur ve Türkiye içinde yer alırsa Türkiye de çok karışacak, felaket yaratacak” diyen..

Son habere göre Irak’ta bomba yüklü araç patlamış, 4 ölü, 15 yaralı .. Irak’ı, Suriye’si, Mısır’ı, Lübnan’ı hepsi kaynıyor, kıyamet kopuyorken Türkiye’nin içine atlaması da bir başka kabul edilemez durum.. Dün şarküterilerde karşılaştığım insanlar bile “savaş korkusu” ndan söz ediyorlardı.

Çoğu da “Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan ‘yılın bundan sonrası çok daha zor geçecek’ uyarısı yaptı, ekonomi kötüye gidiyor, dolar fırlamış durumda. PKK açılımı geldiği noktada kördüğüm halinde, o nedenle mi savaşa girmek istiyorlar” sorusunu sormakta ve “müdahaleyi ABD tek başına yapsın, İngiltere ve diğer Avrupa ülkeleri uzak duruyor” demekteydi.

Bu savaşa girmeyi Türk toplumu da istemiyor, Hükümet kulak vermeli. Sonuçta “hava harekatı, kara harekatı” fark etmez, gönderilecek olan onların çocukları!

Yazının devamı...

Taş, sapan, molotof yoktu!

Aslına bakarsanız basit bir çevre olayı protestosu ile başlayıp “polisin gereksiz ve ölümcül şiddeti” sonunda ülke sınırlarını aşan bir direnişe dönmesinde büyük rol “toplumun yıllardır kutuplaştırılması ve her konuda baskılanması”na aitti. Devletin Park’taki genç çevrecileri korumak ve anlaşmak yerine “sindirme-korkutma-püskürtme” yolunu seçmesi kısa sürede milyonlarca insanı sokağa dökmüştü.

Hep söylüyorum, bu durumu izleyen akıllı bir hükümet artık bundan sonra “kutuplaştırmayı, bölmeyi” tercih etmez, olayların kapanmasını ve uzlaşmayı seçer ama bizde tam aksi oluyor. Kaç gencin hayatını kaybettiği Gezi olayları sanki adeta “daha da çok kutuplaşma isteniyor gibi” devamlı kışkırtma malzemesi yapılıyor.

‘Espri’ desen değil..

Her konuşan bir köşesinden yakalıyor ve Gezi’ye katılan gençlere verip veriştirirken “katılmayanlar”ı göklere çıkarıyor. Başbakan Erdoğan da son olarak şunları söyledi Gezi göstericileri hakkında: “Sizi gidi Gezici’ler sizi.. Gezseniz gene iyi ama ya engelliyor, ya yatıyor sunuz (...) Allah’a hamdolsun şehitlerin izinden yürüyen bir gençlik var. Bu gençlik elinde ‘taşla, sapanla, molotofla’ değil, kitapla, kalemle, yüreğinde cesaretle yürüyor. Onlar ‘yakan, yıkan, barbar’ bir gençlik değil.. ‘Terör örgütlerine vagon olan, karanlık güçlere piyon olan’ değil, Kazım Karabekir’lerin, Mehmet Akif’lerin izinden yürüyen bir gençlik” ..

“Gezseniz yine iyi, ya engelliyor, ya yatıyorsunuz” .. Yine danışmanların marifeti olmalı diye düşünüyor insan duyunca. “Gezi gösterileri sırasında yapılan ve (bazılarında yanlışlar, sınır aşmalar vardı ama) çoğu süper zeka gerektiren” esprilere karşı espri üretmek için herhalde kafa yordular ve bula bula bunu bulmuş olmalılar. Gezi protestosu yapan gençlerin “engelledikleri” şey belli, şehrin göbeğinde artık neredeyse hiç kalmayan parkların sonuncularından birinde “AVM veya kışla yapmak üzere ağaç kesimini” engellediler.

‘Uymasa da’ söylenmiş

Peki “yatıyorsunuz” ne anlatıyor acaba? Park’ı tam aksine hiç yatmadan, sabahlara kadar nöbet tutarak koruduklarına ve büyük çoğunluğu “öğrenci” olduklarına göre “yatıyor” olmalarından kasıt ne? Onların yattığı kadar herkes yatıyor, bir farkı yok yani, uymamış.

Taş, sapan, Molotof, yakma, yıkma, barbar .. Bunların da hiçbiri Gezi protestosuna katılan her yaştan milyonlarca insana uymuyor.

Duran adam’a ödül!

Kaldı ki “sadece yürüyen” adamlara bile biber gazı sıklınca “Duran Adam” eylemine başlayan Erdem Gündüz isimli genç “Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden gazeteci, yorumcu ve editörlerin oluşturduğu” bir organizasyon olan M 100 Sanssouci Colloquium’dan “yaratıcılığıyla barışçıl protestonun sembolü haline geldiği ve dünya çapında takdir topladığı” için bu yılki medya ödülünü aldı.

Sınır Tanımaz Gazeteciler Örgütü sözcüsü Michael Rediske “Erdem Gündüz Taksim Meydanı’ndaki çarpıcı performansıyla ‘tek bir insanın bile’ ifade özgürlüğüne nasıl dikkat çekebileceğini gösterdi” dedi. “Barışçıl protesto” ve “yaratıcılık” .. Gezi protestolarının özü buydu, dünya da onu böyle tarif etti.

Çaresiz hata!

Hiç hata yok muydu, vardı. Mesela “terör örgütü veya destekçilerinin” şiddet nedeniyle büyüyen ve devam eden gösterilerde Park’ta bulunması, hele de “öne çıkması” son derece yanlıştı. Kendileri “şiddetle, öldürerek, masum insanlara baskınlar yaparak, mayınlar döşeyerek” sözüm ona çözüm arayanların “şiddete karşı çıkması” mümkün değildir. Ama o gençlerin “araya karışan provokatörleri veya poster asan terör örgütü üyelerini” çıkarması da mümkün değildir.

Bunun ‘hata olduğunu’ o zaman da yazmıştım ama yapacak şey yoktu. Ve işte o çaresi olmayan durum bugün ülkenin pırıl pırıl, kendileri de “kitapla, kalemle, yüreğinde cesaretle ‘demokratik ve Anayasal hakkını’ da kullanan” gençlerine “terör örgütlerine vagon, karanlık güçlere piyon” sözlerine fırsat veriyor ama tabii insanın yüreği elveriyorsa.

Sahi, Gezi Parkı eylemlerinde gençlere “gaz fişeği, kurşun, sopa ile saldıranlara ne ceza verileceği” neden hala duyulmadı? Toplum ve aileleri merakla bekliyorlar!

Ömrümüz boyunca kutlayacağız!

AKP’li Milletvekili Halil Ürün 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamaları için “Daha ne kadar tören yapacağız, ömrümüz boyunca mı” demiş. Ve eklemiş: “Her konuda gelişmeler var, törenler konusunda da İnşallah önümüzdeki yıllarda müspet gelişmeler olacaktır.”

Bu ülkeyi kurmak, bu toprakları kazanmak ve vatandaşlarının kuşaklar boyu ve “ömürleri boyunca” rahat yaşamasını sağlamak için yüz binlerce aslan şehit olmuş. Bu toplumun “ATA”sı ve o yüzbinlerce aslan, ülkeyi kuşatmış düşman ordularına canını siper etmiş. Elbette “ömrümüz boyunca” kutlayacağız milli bayramlarımızı da, başta “30 Ağustos Zafer Bayramı ve Cumhuriyet Bayramı” olmak üzere. “Müspet gelişmeler” ise olsa olsa “daha da coşkuyla kutlanması, herkesin eksiksiz katılması” olabilir.

Türkiye’nin 30 Ağustos’u, Rusya’nın “9 Mayıs”ıymış. Onların “zafer bayramı”.. Bir Rus tanıdığım “bizde minicik çocuklardan, en yaşlılara kadar herkes mutlulukla kutlar, kutlanmaması akla bile gelmez” dedi. Türkiye’de nasıl gelebiliyor anlayan var mı?

Aslında Halil Ürün’ün sorusuna bu cevabı Hükümet’in veya Cumhurbaşkanı’nın vermesi gerekir. Ki bir daha hiç merak edilmesin!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.