Şampiy10
Magazin
Gündem

İtiraf edelim, sebep nüfus!

İstanbul’daki trafik çilesini bile Gezi protestolarına bağlayıp şaka gibi “onlar kasıtlı olarak yapıyorlar” diyen bile çıktı ya söylenmeyen şey kalmadı demektir. Başbakan Erdoğan bu trafik çilesinin Bayram nedeniyle geçici olduğunu belirttiği konuşmada “Nüfusun hızla arttığını, bu nüfusun 15 milyonunun İstanbul’da bulunduğunu” söyledikten sonra insanların toplu taşıma araçları kullanması gerektiğini, modern şehrin böyle olduğunu ekledi. “Ne yapacak belediye başkanı veya hükümet, İstanbul’a gelmeyin mi diyecek” dedi.

Yani “nüfusun hızla arttığının” kendisi de farkında.. İyi ama İstanbul’a gelmeleri demokratik hak ise araba kullanmaları da demokratik haktır. Londra örneği veriliyor, güzel, şimdi düşünelim; Londra’da önce milletvekilleri, bakanlar toplu taşıma araçlarıyla işe gidiyor. Hatta bisikletle gidenler var, araştırsınlar isterlerse, haberleri çıkmıştı. Bizde ise siyasetçiler çifter çifter makam araçlarının yanında özel araçlar kullanıyor, aile fertleri de kullanıyor.

Ve ayrıca, zaten trafiğin tıkalı olduğu zamanlarda metrobüs ve otobüslerde uzun kuyruklar oluyor, tıka basa doluyor. O kalabalığa giremeyenler ne yapacak?

Dediğimi yap, yaptığımı yapma!

Durum buyken halka “siz araba kullanmayın, sadece biz kullanabiliriz” mi diyecekler? İsteyen toplu araç kullanır, isteyen kendi aracını.. Asıl mesele şehir merkezine sıkıştırılan dev binalardaki işyerleri , şehir dışına çıkarılmayan sanayi tesisleri ile “hızla artan nüfus” tur ve devam ettikçe birçok şehir sırayla aynı duruma gelecektir. Bu nedenle.. Önce “en az 3-4 çocuk doğurun” telkinlerinden-baskılarından vazgeçmek gerekiyor. Gezi’cileri suçlamak ise.. İzninizle; Hah hah hah...

Batum özgürlükçü anayasa istiyor!

Ahmet Hakan arkadaşımız birine kızdı mı, kafayı taktı mı onu devamlı iğnelemekten vazgeçmez. Geçenlerde yine “CHP’li Süheyl Batum Meclis komisyonunda yeni anayasanın özgürlükçü bir mahiyette çıkmaması için mücadele ederken aynı komisyonda CHP’li Atilla Kart özgürlükçü bir anayasa için doludizgin savaş veriyor” diye yazmıştı. Bence her zaman kestirmeden gitmek olmaz, özellikle de insanları suçlarken.. Mesela bu vurgusunun haklılık kazanması için örneklemesi gerekir.. Öncelikle Meclis komisyonunda aynı partiden olanlar mutlaka aynı görüşü paylaşmak durumunda değiller, bir “tartışma ve doğruyu bulma” komisyonu bu, üstelik söz konusu olan şey koca bir toplumun yaşamının her anını ilgilendiren bir yaşam sözleşmesi, anayasa..

Ve hangi konulardan söz ediyoruz, Batum neye itiraz etti? Aynı sıralarda aynı maddeler benim de dikkatimi çektiği ve yazdığım için hatırlıyorum; Adalet Bakanı daha önce HSYK’ya başkanlık ederken aynı tartışma sürüyordu ve Süheyl Batum o yıllarda, özellikle referandum öncesinde buna da karşı çıkmaktaydı ki bu durum 12 Eylül darbesi sonrasında başlamış ve kaldırılmamıştır. Şimdi ise “Hakimler” ve “Savcılar” olmak üzere ikiye ayrılan yüksek kurullara “Adalet Bakanı’nın (oy hakkı olmasa bile) başkanlık etmesinin” baskı yaratarak demokrasiyi zedeleyeceğini savundu. Yanlış mı, yanlışsa neden?

Yeni anayasaya vatandaşın gösteri ve seyahat haklarını kısıtlayıcı; “devlet gerekli gördüğünde önlem alır, izin vermeyebilir” şeklinde keyfi bir şart konmak isteniyor, yine demokratik haklar açısından buna karşı çıktı. Yanlış mı, yanlışsa neden?

Önce bunlar cevaplansın, suçlama arkadan gelsin, doğru yöntem budur!

Bu da Orman Su İşleri Bakanlığı’na!

İlknur Sak göndermiş mesajı başta valilikler, belediyeler, Orman Su İşleri Bakanlığı olmak üzere gereken yerlere ve bana.. Bayram’da çok önemli bir konu daha, diyor ki: “Her yıl bayram tatillerinde belediye hayvan bakımevlerinde görevli bulunmaması, görevli bulundurulsa da yerler kirlenmesin diye yemek ve su verilmemesi nedeniyle hayvanlar günlerce AÇ ve SUSUZ kalmaktadır . Yani ‘insanların bayramı hayvanların felaketi’ olmaktadır. Bu Bayram tatilinde aynı insanlık ve İslam dışı felaketin belediye barınağında olmaması için Valiliğiniz bünyesinde ilgili tüm kurumlarla toplantı yapılarak alınacak tedbirlerin belirlenmesini, belediyelerin yazılı olarak uyarılmasını talep ediyoruz.”

Mesajda 9 gün sürecek tatilde bakım merkezlerinde kaç görevli çalışacağı, acil hasta ve yaralı hayvanlara müdahale edebilecek veterinerler in orada bulunup bulunmayacağı (çoğu evlerinde bulunuyor ve onlar gidene kadar hayvanlar ölüyor), tatil boyunca yemeklerin hangi kuruluştan alınacağı gibi sorular var. Bakımevlerini ziyaret edecek gazeteci ve hayvan severlere kimlerin bilgi vereceği de.. HAYTAP ve hayvan gönüllüleri bu bakımevlerini dolaşıyor ve bize bildiriyorlar. Uzun Bayram tatilinde Orman Su İşleri Bakanlığı, valilik ve belediyelerin barınakların çoğunda zaten iyi şartlar altında bulunmayan, çoğu hasta, yaralı veya yavru olan hayvanları düşünüp önlem almaları gerkirdi.

Önlemler yukarda verilmiş zaten, görevleri arada bir ilgilenmek, uzun tatillerde ise boşvermek olmadığına göre onları göreve çağırıyoruz !

Hayırlı bayramlar!

Sevgili okurlarım, mübarek Kurban Bayramı’nı en iyi dileklerimle kutluyorum. Umarım kurbanlarınızın medeni şartlarda kesilmesini sağlamış veya Kızılay’a bağış yapmışsınızdır. Böylece yoksulların ve hatta diğer ülkelerdeki ihtiyaç sahiplerinin yıl boyu o bağıştan yararlanması da mümkün olur.

Bayram ziyaretlerine giderken araçlarınızı DİKKATLİ kullanın. Sürate, GÖSTERİŞ YAPMAYA gerek yok, geçen bayramda da yazmıştım, tekrar hatırlatayım; yollara yapışmış yavru kedi ve köpeklere üzülmeyelim, günahtır! Yemin ediyorum egzozunu da çıkarmış uçak gibi giden özenti sürücülerin gürültüleri yüzünden insanlarda kafa beyin kalmadı, bu saygısızlık bitmeli artık!

Yazının devamı...

Bir konuşma ve soru işaretleri!

AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik “Bugün yaptıklarımızı 2003’te yapsaydık partimiz kapatılırdı ve ordu yönetime el koyardı. Yıllarca Türkiye’de Kürtlerin varlığı inkar edildi, Kürtler yok sayıldı” demiş. Bu aynen “daha önce bu ülkede din yoktu, şimdi geldi, dindarlar yoktu şimdi çıktılar” demek kadar alakasız..

Kürtler her zaman Meclis’te vardı, her iş alanında vardı, tüm vatandaşlarla eşit şekilde istedikleri gibi iş kurdular, zenginleştiler, siyaset yaptılar.. Zaten Türklerle Kürtler evliliklerle de karıştıkları için birçok ailede ve her bölgede Kürt var, ayırmak mümkün değil ve Kürtlerin hepsi “varlığının inkar edildiğini” düşünüyor değil. Bunları iddia eden ve şiddet yoluyla isteklerde bulunan örgüt ve parti bile “tüm Kürtleri temsil ettiğini” söyleyemiyor.

Güneydoğu’daki Kürt vatandaşlarla konuştuğunuzda (ki ben geçen yaz konuştum) onlar “bölgede devletin ortada görünmediğini, halkın kendini yalnız hissettiğini ve terör örgütünün bu nedenle istediği baskıları yapabildiğini” anlatıyorlar. Ki bunun ne kadar doğru olduğu son açıklanan istihbarat raporundaki bulgulardan, “silahın, şiddetin seçimde bile nasıl rol oynadığını itiraflarından” açıkça görülüyor.

‘Gençliğe hitabe’ bile..

Ve baskı oradan tüm ülkeye, yönetenlere kadar yayılıyor.. Mesela Andımız’ın Kürtler tarafından okunmaması gerektiğini düşünenler için “siz serbestsiniz, okumayın” denebilirdi, karşı çıkanlar var diye tümüyle kaldırmak hiç de şart değildi. Zira bu anlayışla yakında “İstiklal Marşı veya Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi” için bile aynı noktaya gelinebilir, milletin sabrını son sınıra kadar zorlamakla her şey olur. ‘Bugün yaptıklarımızı o zaman yapsaydık’ sözleri de dikkat çekici.. Eğer bugüne kadar binlerce askeri şehit etmiş olan bir terör örgütünün tüm talepleri sırayla karşılanırsa o ülkenin “terörü durdurmak için onlarca yıldır canını siper eden” ordusunun “sadece bu nedenle bile” rahatsız olması doğaldır. Elbette darbeye karşıyız, geçmişteki her darbe ülkeyi en az 50 yıl geriye götürdü, çok canlar yakıldı ama bunlar oldu diye, “ihtimaller ve korkularla” bir ordu sayısı kadar asker keyfi şekilde, sahte iddialarla hapsedildiyse o da darbe kadar büyük yanlıştır ve toplumca karşı çıkılacak bir konudur. Her şey öyle Arap saçına döndü ki artık yorum yapmak bile zor!

Tarım Bakanlığı bu vahşeti durdurmalı!

Hayvan pazarında Kurban Bayramı için satış yapmak üzere Van’dan İzmir’e gelen bir satıcı koyunlarının hepsi hamile çıkınca şaşkına dönmüş. Hamile hayvanları farkına varmadan satın alan adam “Bana satan ne insafsızmış, gebe olduğunu bilmeden ben de bazılarını sattım ama bundan sonra asla satamam. Vicdan azabı çekiyorum, hayvanları alanlar geri getirsinler, bana bir dam altı bulun da bu meseleyi halledeyim. Bornova Belediye Başkanı’ndan yardım bekliyorum” demiş.

Kalpsizlik yapmayın!

Kurban pazarının satıcıları ise Bakanlık kontrolünün artmasını istemiş ve “Tarım Bakanlığı’ndan rica ediyoruz, böyle kontrolsüz hayvan getirmesinler” demişler. Şimdi burada iyi ki yoksul olmasına rağmen “vicdanlı” bir satıcı var ve iyi ki “hayvanların gebe olduğu” bir şekilde ortaya çıkmış. Buna rağmen satın alanlar belki de hiç umursamadan o zavallı hamile hayvanları ve belki de karnından çıkan doğmamış yavruları bile kesecekler. Öte yanda aynı durumda, getirdiği hayvanın hamile veya hasta olduğunu bilerek satan kim bilir kaç satıcı var. Kim bilir henüz “ana sütündeki küçücük kuzuları, buzağıları” analarından ayırarak hepsini satan kaç acımasız var.

Bornova Başkanı Prof. Dr. Okyay Sungur bu satıcıya yardım ederek gebe hayvanların koruma altına alınmasını ve ancak kuzucukları büyüdükten sonra hepsinin satılmasını sağlamalı. İstese bunu kolayca yapabilir, umarım bunu duyarız. Tarım Bakanı Mehdi Eker’in de hiç zaman kaybetmeden Türkiye çapında çağrı yaparak hamile hayvanların ve 6 aydan bile küçük kuzuların kesilmemesini sağlaması gerekiyor. Kurban Bayramları insanların yüreğini kan ağlatan haberlere, görüntülere sahne olmamalı artık. Her yıl aynı şeylere üzüleceğimize çözüm üretelim, Bakan’dan biz de rica ediyoruz! Aslına bakarsanız Diyanet bile Bayram öncesi bu konulara değinmeliydi!

Dini dehşet sanıyorlar!

Bakıyorsunuz Suriye’de Hizbullah “onlar Sünni” diyerek yüzden fazla masum insanı acımadan kesiyor. Bakıyorsunuz “hepsi Sünni Müslüman” olan El Kaide’cilerle Müslüman Kardeşler ve ÖSO birbirini acımasızca öldürüyor. Şii Esad, Sünn vatandaşlarını kimyasal gazla katlediyor, Sünni Mısır ordusu Sünni vatandaşların yüzlercesini ve Sünni Müslüman Kardeşleri “sırf kendisinin yönetime gelmesini istemiyor veya kendisine karşı” diye bir defada öldürüyor.

Daha çok örnek vermek mümkün.. Hepsi de kendini “din yolunda iş yapıyor, makbul kul oluyor” zannederek veya iktidar hırsıyla ya da “aşırı İslamcı, köktendinci bir devlet kurmak üzere” yapıyor bu vahşetleri.. Din bir kez siyasete sokuldu mu bir daha çıkmayacağını, bitmeyeceğini, arkadan neler gelebileceğini görebilmek de akıl gerektirir.

Suriyeliler pişman!

Şu anda evi barkı bombalanmış, gelecek ümidini de tümüyle yitirmiş aklı başında Suriye vatandaşları “Keşke bu devrim işi hiç başlamasaydı, Esad’ın gitmesini istedik ama ülkeye onbinlerce yabancı örgüt militanı doldu. Şimdi artık hiç kurtuluş yok” sdiye sızlanıyorlar. Türkiye bu işin içinden çekilmeyi başarmalıdır, yoksa biz de pişman olacağız.

Yazının devamı...

Kendi milletini inkar etmek!

Türkiye’nin gururu tarihçilerinden biri olan Prof. Dr. İlber Ortaylı her zamanki açık sözlülüğü ile aslanlar gibi çıkmış ve “Andımız”la ilgili olarak uzun zamandır sürdürülen yüzeysel tartışmalara en bilimsel şekilde noktayı koymuş.

DEGİAD’ın davetlisi olarak gittiği Denizli’deki konuşması sırasında kendisine sorulan “ana dilde eğitim ve Türk milleti kavramı” ile ilgili soruya “Etnik baskı değil, bölgesel az gelişmişlik” sorunu olduğunu vurgulayarak: “Bir etnik grubun ana dilde eğitim ve diğer haklarına sahip çıkması için ‘Türk kimliğinin kullanılmaması gerektiği’ anlayışını anlamıyorum. Sen kendi dilinde konuşacaksın diye ben kendi milletimi inkar edemem. Demokratik olarak ileride olan Batı ülkelerinde, hatta ABD’de bile buna gülerler. Alt kimlik, ana dilde eğitim gibi haklar karşı tarafa şiddet uygulayarak alınamaz .”

Adeta korku yaratılıyor!

Gerçekten de Batı ülkeleri hakkında biraz bilgi sahibi olan herkes hiçbir Avrupa ülkesinde böyle bir durumun söz konusu olamayacağını, içinde farklı etnik grupları barındıran ülkelerin kendi kimliklerini, milliyetlerini söylemekten, neredeyse milli marşından bile korkar hale getirilemeyeceğini bilir. İspanyol’u da, Fransız’ı da, İngiliz’i de kendi kimliğiyle gurur duyar.

Bakalım şimdi PKK’nın şehir yapılanması KCK tarafından yapılan son açıklamada kendi talepleri olan “Kürt varlığının, Kürt kimliğinin ‘anayasal ve yasal güvenceye’ alınması”, “Kürt kimliğine düşünce ve örgütlenme özgürlüğü tanınması (sanki Türklere varmış gibi), Özerkliğin kabulü” şeklindeki 3 maddenin yanında “Andımız” için ne denmiş.

Irkçı da değil, çağdışı da..

“AKP Hükümeti’nin sadece başta Kürtler olmak üzere kamuoyunda teşhir olmuş, meşruiyeti kalmamış ve kendileri açısından da kambur haline gelen Andımız gibi ırkçı ve çağdışı uygulamaları kaldırarak Kürt halkının demokratik çözüm taleplerini savuşturmak istediği görülmektedir.”

Buna göre demek ki PKK, KCK, BDP “Kürtlerin de her bölgede istedikleri gibi yaşadığı, her işi yaptığı, milletvekili-bakan hatta cumhurbaşkanı olduğu ve böylece elbette Kürt kimliğinin tanınması gibi bir sorunun görülmediği” ülkede Kürt kimliği-Kürt varlığı diyerek isterse terör yaşatacak ama Türkler “Türküm, doğruyum, varlığım Türk varlığına armağan olsun” sözleri yer alan ve tamamen milli bir beraberlik yaratma amacıyla söylenen ANDIMIZ’ı söyleyemeyecek. Bu çağdışı, ırkçı ve kambur olacak.

Eh, bu kadarı fazla işte.. Koca bir millete fazla geliyor ve ünlü tarihçileri de gerçeği açıklamış. İsteyen konuşsun, Andımız’ı da, marşlarımızı hatta milli bayramlarımızı okullardan kaldırsalar bile kalplerden silmek, vatandaşların milletiyle, aidiyetiyle gurur duymasını önlemek mümkün değildir, bu sözleri de kimse dinlemez!


Ağlayan hayvan duydunuz mu?

Siz hiç “ağlayan hayvan” duydunuz mu? Eğer sokak hayvanlarını görmezden gelmek veya kovalamak yerine biraz kulak verseniz onların insanlardan çektikleri zulüm karşısında veya açlık-susuzluk-hastalık gibi durumlarda; mesela ciğerleri su topladığında insan gibi inleyip ağladıklarını, sizin gibi nezle olup nefes alamadıklarını duyardınız.. Onlar söylendiği gibi “40 canlı” filan değiller, tam aksine son derece kırılganlar ama duyarsızlık, insaflık karşısında yapayalnızlar.

Beykoz Kavacık’ta Migros civarında, çevrede oturan insaflı insanların baktığı köpekler 3-4 haftadır orada yoklar. Büyük ihtimalle belediye tarafından kaldırıldılar ve belediye hakkında şikayetler geliyor.

Teşhir edeceğiz!

Aynen Ataşehir Belediyesi’ne Ümraniye’den transfer olan veteriner Necati Bozkurt hakkında gelen, hayvanları yok ettiğine, öldürttüğüne dair şikayetler gibi.. Beykoz ve Ataşehir Belediye Başkanları kendi bölgelerinde sokak hayvanlarına uygulanan şiddet hakkında açıklama yapmak zorundadır. Evrensel yasalara göre hayvanları yok etmek, onlara zarar vermek kimsenin hakkı olamaz. Açıklama yapmadıkları, hayvanları göstermedikleri takdirde belediye seçimleri öncesinde “canlıların yaşam hakkını elinden alan” belediyeleri teşhir edecek, insanların gerçekleri görmesini sağlayacağız, bilsinler!

Batı nasıl koruyor..

ABD’de ve Avrupa’nın birçok ülkesinde hayvanlara şiddet uygulayanlar için hapis cezası ve “hayvan polisleri” var. Türkiye’de “AB’ye bizi almıyorlar” derken insan hakları yanında diğer tüm canlıların haklarını artık korumak zorundadır.

Perşembe günü Veteriner Hekim Zeki Şahinoğlu ile ilgili yazıma onu tanıyan ve uzun yıllar hayvanlarını kusursuz şekilde tedavi ettiğini bilen Beşiktaş sakinlerinden teşekkür mektubu yağdı, klinikte aktif şekilde çalışmaktan çekildiği için hepsi de üzüntülerini bildiriyor ve Başkan İsmail Ünal’ın onun tekrar kliniğe dönmesini sağlamasını rica ediyorlar. Bu arada Zeki Şahinoğlu’na ödül veren yabancı kuruluşun açılımında “MSPCA” kısaltması nedeniyle hata olmuş. “Massachusetts Society for the Prevention of Cruelty to Animals” olacaktı, yani “hayvanlara kötü davranılmasını önleyen organizasyon”.. Ki bunlardan her eyalet veya şehirlerinde var. Türkiye bu vahşeti sürdüremez ve kısıtlı imkanları ve gönüllü sayısıyla önlemeye çalışan tek kuruluş olan HAYTAP’a hepimiz destek vermek zorundayız !

Yazının devamı...

Eğri oturup doğru konuşalım!

Şimdilerde herkes “kamuda türban serbest, bunu alkışlayalım, karşı çıkanları yerin dibine sokalım” yarışında.. Da hep kestirmeden, işin popülist, kolaycı tarafından ele alınıyor konu.. “Yasaklayanlar, serbest bırakanlar, halkın talebi, anlamsız yasak kalktı” ve benzeri laflarla.. Hiç “kamuda neden yasaklanmıştı, acaba serbest bırakılması ne getirir, ne götürür” diye tartışana rastlamadım.

Bakalım şimdi, Hükümet üyeleri arasında “başörtüsü serbest bırakılmalı ama toplum çarşafı kabul etmez” diyenler oldu.. Ben bu konuyu yıllar öncesinden yazmıştım, neye göre kabul etmez? Madem ki “inancım nedeniyle türban takıyorum” diyenlerin “inançlarına saygı” olarak serbest bırakılmaktadır, o zaman “inancı gereği, Ahzap Suresi 59’uncu Ayete uyduğunu söyleyerek çarşaf giyenler” i bu şekilde dışlamayı nasıl açıklayacaksınız?

Tek din ve mezhebe taraf..

Yani birileri çıkıyor “bize göre kadının inancı sadece türbanla ölçülür, Nur Suresi bundan söz etmektedir, öyleyse giyen inançlıdır” diyor ve bu da tek ölçü oluyor, peki onlara “din-inanç ölçüsü biçme hakkı” kim tarafından verilmiş?

Öte yanda laiklik “devletin tüm din ve inançlara eşit mesafede durması ve aynı hakları tanıması” olarak tarif edildiğine, bugüne kadar da devletin tek bir dine hatta tek bir mezhebe taraf görünmemesi için devlet alanlarında dini kıyafetler kısıtlandığına göre şimdi laiklik esnetilerek türban serbest bırakılıyorsa yine de “tüm din ve inanç sahiplerine aynı hak tanınmalı” değil midir? Çarşaf da serbest olmalı değil midir?

Hayır efendim değildir, türban yeterli tesettürdür.. Kim demiş? Afganistan’da kadın ancak “gözleri açıkta bırakan kara burka” giyiyorsa yeterince dindar sayılıyor, birçok Müslüman ülkesinde aynı şekilde.. Suriye’de El Kaide Halep’i ele geçirdikten sonra kadınların sadece başörtüsü takmasının yetmediğini söyleyerek “burka”yı zorunlu kıldı, giymeyeni “kafa derisini yüzmekle” tehdit ediyor. Muhtemelen şeriat ilan ettikleri her yerde durum aynıdır.

İnanç mı, iffet mi?

Yeni bir haberdi; İran’da devrim polisi yıllarca “hicap” kurallarına göre giyinmeyen kadınları devrim polislerine hırpalattıktan, karakollara çektikten sonra nihayet şimdi İran Cumhurbaşkanı “polis karışamaz, uyarıda bulunamaz. Bugün toplumun kadınları ‘iffet ve erdemle’ hareket etmektedir. Hicap konusunda uyarı gerekiyorsa okullar, üniversiteler ve dini medreseler bu vazifeyi üstlenir” dedi.

Ne görüyoruz, başta “inanç gereği, din kuralı” olduğu söylenerek kadınların zorlandığı tesettür İran devriminden onlarca yıl sonra “iffet ve erdem” göstergesi haline gelmiş.. demek ki buna uymayan kadınlar tam aksine “iffetsiz ve erdemsiz” görülüyor. Ne olacak şimdi? Türkiye “son derece demokrat” bir ülke olduğu için bu “din-inanç-iffet-erdem baskıları” yaşanmayacak mı acaba?

İran’daki haberde dikkat çeken diğer nokta ise “okulların, üniversitelerin hicap uyarısıyla görevlendirilmesi”.. Bizde de şimdiden “lise, ortaokul ve ilkokullarda başörtüsü” tartışılmaya başlandı bile, ne dersiniz bir gün onlar da “uzman” olurlar mı?

Öğretmen ve öğrenci!

Son yıllarda hep “türbanlı kardeşlerimiz, kızlarımız” hitabını duyduk, türbansızların kardeş sayıldığı duyulmadı. Saçlarını örtenler “inanan kadın” modeli olarak öne çıkarıldı.. Peki bundan sonra okullarda türbanlı öğretmenlere “kendileri de aynı din ve inançtan olan” öğrencileri “onun neden başörtüsü taktığını” sorarlarsa ne cevap alacaklar?

-İnanan kadının kıyafeti budur da ondan..

-Kur’an böyle emrediyor da ondan..

-Tesettür Müslümanlık’ta kadına şarttır da ondan..

-İffetli-erdemli kızlar böyle giyinmeli de ondan..

Acaba öğrencilerinin rol modeli olan öğretmenlerin bu sözleri ve giyimi onları nasıl yönlendirecek, tesettürsüz kadınlar ve belki de kendi anneleri hakkında ne düşünecekler, onların inancını nasıl yorumlayacaklar, haydi bunları da tartışalım!

İşte kafaların bilimle meşgul olması gereken okullarda kıyafetlerin tek tip olması da bu nedenle gereklidir ve laiklik de onun için “dini kıyafet ve ibadet” kısıtlaması getirmiştir.

Ve kimse başka yere çekmesin, insanlar kendi alanlarında inandıklarını yapmakta her zaman serbesttiler Türkiye’de, tartışmamız da “türban takmak ya da takmamak” değil, “kamu alanlarında dini kıyafet ve ibadet”, bu serbest oluyorsa çarşaf konusuna geri dönelim!

(Avrupa ve ABD vize alırken neden “kulakları görünen fotoğraf” istiyor, o da ayrı bir tartışma konusu..)

Yazının devamı...

İstismara uğrayan çocuğu korumak zorundasınız!

Şimdi ne diyelim biz; “dehşet verici, insanlığımızdan utandıran, mide bulandıran, yapana idam cezasının bile müstehak olduğu” bu durumda yapılan anlamsız açıklamaya ne denebilir? Kuruluşun adı; Taksim Bakım ve Sosyal Rehabilitasyon Merkezi! İsim gayet afili ama içinde olanlar korkunç.. Çoğu boşanmış ailelerin şanssız çocukları olan ve zaten “Allah’tan korkmazların tecavüz vahşetiyle” daha önce karşılaşmış küçük kız çocuklara burada tecavüz edildiği, satıldıkları haberi çıkıyor. Ki bu olay Türkiye’de daha önce yaşanmamış değildir, tam aksine vahşi sapıklar kol gezdiğinden ve yargı (masum insanlara ömür boyu hapisler kesilirken) onları cezalandırmak yerine salıverdiğinden dolayı defalarca yaşanmıştır, ailelerinin içinde bile yaşayanlar vardır ve halen kimbilir nerelerde zavallı masum, korunmasız çocuklar acımasızca kurban seçilmektedir.

‘Bakımevi değil’miş!

Peki bunu duyan ve sorumlu olan Bakanlığın ne söylemesini beklersiniz? Aslında konuşacak şey kalmamış, küçücük kızlar daha önce yaşadıkları vahşetin üstüne “devlete emanet” durumdayken aynı vahşeti bir kez daha yaşamışlar ama.. Ama yine de Kadın ve Aile Bakanlığı (doğru ismi hala bu, hatta “çocuk” da eklenmeli) başta olmak üzere tüm yöneticilerin ve Meclis’in, tüm sivil toplum kuruluşlarının ayağa kalkması ve bu yaratıkların “en az 20-30 yıl hapis cezası” istemiyle derhal tutuklanması ve toplumun, çocukların korunması gerekir.

Kurumun adında “bakım” var ama olmasa da fark etmezdi; bide Bakanlık şöyle açıklama yapıyor; “Burası çocuk bakım evi, yurt, yuva değil, cinsel istismara uğrayan çocukların getirildiği rehabilitasyon merkezi”.. Ee, ne demek yani, onlara ilave tecavüz, istismar diğerleri kadar önemli değil mi, yoksa devlet daha da dikkatle mi korumak zorundadır? Görevlendirilen müfettişin önerisiyle “bakımevi yöneticileri görevden uzaklaştırılmış , soruşturma sonucu gerek görülürse ek tedbir alınacakmış.”

Yargıya nasıl güvenilsin?

Bu nasıl bir hukuk ve yargı ki, istenen davalarda insanlar “polisin uydurduğu ve ‘sehven’ dediği iddialarla, sahte CD’lerle” bile anında tutuklanıyor da, suçu sabit ve bu nedenle görevden alınmış sapıklar tutuklanmayarak tehlike sürdürülüyor? “Görevden uzaklaştırma” bu fahiş suça ceza mıdır?

Çorum’un İskip ilçesinde bir Başkomiser (ismini de vermiyor ve koruyorlar) 17 yaşındaki öğrenciye tecavüz suçlamasıyla “tutuksuz” yargılanıyor, neden? Yüzlerce insan “suçlama” ile, ortada söz konusu örgütlerin kanıtlanmış varlığı bile yokken ilk günden tutuklanıyor da iğrenç çocuk tecavüzcülerini yargı ne hakla serbest bırakıyor?

Bu konu tam AİHM’lik konudur ve bu işi oraya kadar STK’lar götürmelidir. Yargıtay ve AYM’de de “adalet” yönünde fazla ümit kalmadığı görüldüğü için dünyaya duyurulacak bir tablodur bu!

Kuşbeyinli.. Hayvana hakaret mi?

Bir genç okurumdan mesaj geldi dün; “Ruhat Hanım siz bir hayvanseversiniz ama yazınızda birine ‘kuşbeyinli’ demişsiniz, bu kuşlara haksızlık değil mi, onların beynini neden küçümsüyoruz” diye soruyor.

Evet ama sevgili okurum, kuşların beyni kendilerine gayet uygun ölçüdedir, aynı beyin insanda olursa uygunsuzluk o zaman başlar, yani kuşların zekasına laf ediyor değilim. Kuş beyni kadar beyne sahip olan ama bunun farkında olmadan “kendini dev aynasında gören” ve bir yandan kötülüğün alasını “kendisine yardımcı olmaya çalışan” insanlara bile yapar ve her tür yalanı çekinmeden uydururken diğer yanda “ilkeli, dürüst, mütevazı, dik, sahtelikten uzak, çok başarılı vs. vs” olduğunu tekrarlayıp duran zavallılardan söz ediyorum ben.. Başka insanların ismini bile “o söyledi, bu anlattı, kardeşim bildirdi” diye yalanlarına ortak ederken kendileri bile sonunda yalanlarına inanan zavallılardan..

Sen neymişsin be abi!

Bu “sen neymişsin be abi” tiplerden var birkaç tane ortalıkta, esip üfürdüler mi mangalda kül bırakmazlar, “onu da ben yaptım, bu büyük başarıda da aslında benim payım var, bunu da ben yetiştirdim, kimseye de boyun eğmedim, ben iyiyim yanımda olmayan herkes kötü” masallarıyla dünyayı “kahraman olduklarına” filan inandırmaya çalışırlar ama biraz kurcalasanız kendi çıkarlarından başka hiçbir şeyi ve hiç kimseyi umursamadıklarını, işlerine geldiğinde pek kibar davrandıkları kişileri çıkar hesabı kesilince hemen karalamayı ya da arkadan vurmayı vazife edindiklerini görürsünüz. Atmalarının sınırı olmadığı için bu acınacak tiplerin her iddiasına cevap vermek zordur, zaman içinde kendilerini tüketip kötülüklerinin içinde boğulmalarını beklemek daha uygundur ve bu çoğu kez gerçekleşir zaten..

Yoksa aslına bakarsanız göç mevsimlerinde kusursuz planlarla toplu şekilde uçmayı, kendine çalılardan mükemmel yuvalar yapmayı, yavrularına mama arayıp hemen yuvasına dönerek onları tehlikelerden korumayı başaran kuşların beynine söylenecek laf yoktur bence.. Bakın “kuşlar” neler hatırlattı bana.. Severim hayvanları, insan olduğunu sanan bazılarından çok daha fazla duyguya sahip olduklarına da inanırım. O nedenle..Kuşlara hakaret sanmayın “kuş beyinli”yi!

Yazının devamı...

Yargı ‘suç kanıtlarını’ açıklamak zorunda değil mi?

Yargıtay dün Balyoz davasındaki mahkumiyet kararları ile ilgili kendi kararını açıkladı. Aralarında MHP Milletvekili-emekli Korgeneral Engin Alan ’ın, emekli Orgeneraller Çetin Doğan ve Bilgin Balanlı ’nın da bulunduğu 237 sanık hakkındaki mahkumiyet kararlarını onarken 88 sanığın mahkumiyet kararlarını bozdu.

Evrensel hukuk kurallarına göre, hukuk devletlerinde bir mahkeme bırakın mahkumiyeti, “tutukluluk” kararı vermek için bile toplum vicdanını ve mahkumlarla ailelerinin vicdanlarını rahatlatacak, inandırıcı “kesin-net kanıtlar, bilirkişi raporları” ortaya koymak zorundadır. Oysa artık Türkiye’de bunlara gerek duyulmadığı açıkça görülüyor. Balyoz ’da da, Ergenekon ’da da, diğer siyasi davalarda da “aynı suçtan yargılanan veya hüküm verilmiş” isimlerden bazıları için gösterilen gerekçelerin keyfi şekilde diğerlerine uygulanmadığı gibi açık bir durum var ortada.

Kanıt ne, suç ne?

Örneğin biri için “terör örgütü üyesi olduğunu gösteren yeterli kanıt bulunmadı” derken diğerine “bulunduğu” söyleniyorsa bu kanıtın ne olduğu da açık şekilde bilinmelidir. Yargıtay’ın mahkumiyet kararını bozduğu 63 sanık için “eylemlerin suç için anlaşma kapsamında kalması” nedeniyle karar verilmiş, peki mahkumiyeti onanan Engin Alan’ın (ve diğerlerinin) eylemi, suçu hangi aşamadaymış ki onun “20 yıl hapis cezası” onanıyor ve milletvekilliği düşürülecek deniyor, ne yapmış bunun için toplum ve kendisi öğrendi mi?

Hükümetle yıllarca birlikte çalışmış ve demokrasi dışı tek bir sözü, eylemi görülmemiş olan ama her nasılsa Ergenekon denilen örgütle ilişkilendirilen Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ “hangi kesin kanıtla” hükümeti düşürmek isteyen terör örgütü lideri haline getirildi ?

Başbuğ hakkında bir ağır ceza mahkemesi bu kararı verirken, Yalova Sulh Ceza Mahkemesi ’nin onun için “terör örgütü lideri” diyen vatandaşın suç işlediğine karar vermesine hukukun hangi bölümünde cevap aranabilir? Başbuğ “devletin istihbarat birimlerinden hiçbirisi Ergenekon terör örgütü diye bir örgüt tespit ettik diye bir bilgiyi mahkemeye sunmadı” diyor, bu durumda “hayali örgütlerle suçlama yapıldığına” inananlar haksız mıdır?

Bilirkişi raporları..

Adeta “öyle cezalar verilsin ki bundan sonra kimse aklına getirmesin” amacıyla, “gelecekte milyonda bir ihtimal için bile önlem” gibi yürütülen bu davalarda bilirkişi raporları göz önüne alınmadı, sahte olduğu Microsoft firması tarafından kanıtlanan CD’ler “geçerli delil” sayıldı, polisin “sehven oldu” diyerek ilave ettiği sahte iddialarla ilgili ne oldu bilinmiyor. Hapse atılmış yüzlerce kişi neden orada olduğunu da bilmiyor. Yargının özellikle referandumdan sonra yapılan değişikliklerle durumu bellidir ama zaten tablo böyleyken on tane daha Yargıtay kararı çıksa bunların “bağımsız bir yargı” tarafından verildiğine de, adaleti yansıttığına da inanmak imkansızdır.

Adaletin bu ülkede mumla arandığı günlerde yaşamak ve hayatını haksız yere hapiste tüketen insanları görmek vicdanı olan herkese acı veriyor!

Zeki Şahinoğlu’nun başarısı!

İstinye Park’ta yapılan HAYTAP ödül gününde kazanan fotoğraf sahiplerinin yanında Koza Yönetim A.Ş Genel Müdürü Levent Alatlı ile Pazarlama Yetkilisi Didem Baş ’a da katkılarından dolayı plaket verilmiş. Ve HAYTAP plaketi alan bir veteriner hekim var; Beşiktaş Hayvan Rehabilitasyon Merkezi ’nde yıllarca özveriyle çalışan, doğru teşhis ve tedavileriyle tanınan, en zor kırık-çıkık operasyonlarını yapan ve sonunda her nasıl olduysa (bizde ödül böyledir ya, bir şekilde başına bir çorap örülür) o görevden alınan Veteriner Hekim Zeki Şahinoğlu..

HAYTAP’ın ve hayvanseverlerin bildiği gibi Beşiktaş hayvan kliniği küçük ve zor şartlarda çalışan bir merkez . İstense daha geniş bir alan sağlanabilir ama maalesef yıllardır bu yapılamadı. O küçük yerde bile büyük işler yapan Şahinoğlu bu nedenle Massachusetts State Fire Chiefs Assocation ’dan ödül almış bir isim ki bu kuruluşlar “hayat-mal ve çevreye yapılan önemli katkılar” ı ödüllendiriyor.

Onlarda öyle, bizde böyle.. Zeki Şahinoğlu ’nun çalışmalarını HAYTAP gibi ülkedeki tek ciddi hayvan hakları kuruluşunun takdir etmesi bu nedenle ayrıca önem taşıyor, kim bilir belki bu takdirler onu “engelleyen”leri biraz uyarır, umalım!

Yazının devamı...

Bu konu şaka götürmez!

Yazılarda espri anlayışı önemlidir, hele bizim gibi sorunlarla yoğrulmuş ve “gülmeyi neredeyse unutan” bir toplumda daha da önemlidir ama bazı konular gerçekten şaka götürmez. Nasıl ki bir yazı veya kitap yazıp da başka türlü okutamayacağını bildiği için beraber çalıştığı meslektaşlarını yalanlarla karalamaya çalışan , arkadaşlarıyla “off the record” yapılmış konuşmaları bile magazin konusu yapan, sonra da dönüp “bana kızma, sen de yaz al intikamını” diyerek “intikam almakta olduğunu” anlatan ve kendini ele veren bir kuş beyinliye anlayış göstermek imkansızdır, çok ciddi konuları espriye vuranları anlamak da öyledir.

Söz ettiğim konu “gösterileri önlemek için polise verilecek yeni yetkiler” .. Taksim gösterilerinde kaç cana zarar verildi, kaç gencimiz polis şiddeti yüzünden kaybedildi. Ethem Sarısülük’ü öldüren polis Şanlıurfa’ya atanmış, hala çalışıyor ve diğerlerine de ceza verilmedi. Şimdi ise polise “potansiyel tehlike görmesi mesela gösteriye katılacağı düşünülmesi bile yeterli olacak şekilde” gözaltı yetkisi verilecek. Bunu tartışanlara “demokrat arkadaşlar üzülmeyin, birkaç yıl sonra yeni bir paketle bu yetki alınır” diyerek konuyu hafifletmek olmaz, çünkü o zaman içinde bu yetkiden binlerce kişi zarar görebilir. Ve ayrıca bu konu yeterince önemli değil midir ki tartışanlar için sarkastik bir dil kullanılıyor?

Bu yetkinin üstüne bir de “yasaların gösteri hakkını iyice kısıtlayacak şekilde ceza getirmesi” ve “sosyal medyanın istihbarat birimlerince yakın takibe alınması” gibi yepyeni baskılar söz konusu. Hiçbiri şaka götürmez. Demokrasiyi savunan her vatandaş düşünmelidir!

HAYTAP’ın ödül günü!

O tarihte yurt dışında olduğum için Eylül’ün 27’sinde HAYTAP ’ın İstinye Park AVM’de yapılan “Sokak Köpekleri ve Kedileri” konulu fotoğraf yarışması ödül töreninde maalesef bulunamadım. Benim için gerçekten üzücüydü çünkü hem “sokak hayvanlarının korunması” en önemli amaçlarımdan biri ve HAYTAP bu konuda büyük bir özveriyle mücadele ediyor. Hem de yarışmaya katılan fotoğrafların her biri birer sanat eseriydi, jüri üyesi olarak kendi tercihimi yapmak için saatlerce fotoğrafları tekrar tekrar incelemek zorunda kaldım.

Bu takvimleri alın!

Bu yarışma Koza Yönetim ve HAYTAP (Hayvan Hakları Federasyonu) işbirliğiyle “sokak hayvanlarına dikkat çekmek için” düzenlendi. Bu ülkede insanların çoğu sokak hayvanlarını ve onların feci şartlarda; hasta, aç,susuz hayatını sürdürmeye çalışmasını, belediyeler görevi olan “kısırlaştırma” yı yapmadığı için sonunda vahşice ve toplu şekilde katledilmelerini ya da korkunç şartlardaki barınaklara tıklım tıkış hapsedilmelerini görmezden geldiği için HAYTAP ve Koza Yönetim büyük bir takdiri hak ediyorlar.

Artık gelenekselleşen yarışmada dereceye giren eserlerin (gerçekten her biri eser) yer aldığı 2014 duvar ve masa takvimlerinden elde edilen tüm gelir HAYTAP tarafından “sokak hayvanları” için geliştirilecek projelerde kullanılacak. 2011’de takvim satışlarından 35 bin 543 TL , 2012’de 55 bin 995 TL elde edilmiş, oysa bunun kat kat fazla olması gerekiyor. Ve kendimiz bir gayret göstermediğimize göre en azından bunu sağlayabiliriz.

Şirketler desteklemeli!

Keşke bütün büyük şirketler Koza Yönetimi gibi (Türkiye’nin ik ve tek hayvan federasyonu) HAYTAP’a destek verse , oteller artan yiyecekleri her gün onların göstereceği barınaklara yöneltse .. En ücra köşeler dahil tüm bölgeleri dolaşan ve belediyeler ile hayvan bakımevlerini denetleyen bu kuruluşun ne üzücü olaylarla karşılaştığını bilseler eminim desteklerini esirgemezlerdi. Batı ülkelerinde milyonlarca gönüllü sokak hayvanları için çalışıyor ve onlara zarar verenlere hapis cezası var.Medeniyet “tüm canlıların yaşam hakkını savunmayı” gerektirir, bizdeki gibi ezmeyi, yok etmeyi ya da duyarsız kalmayı değil.

Fotoğraf yarışmasının birincisi Sebahattin Özveren, ikinci Alahattin Kanlıoğlu, üçüncü İsmail Okur ve mansiyon alan isimleri de diğerlerini de kutluyorum, müthiş kareler yakalamışlar. Bence dereceye girmeyen fotoğraflar bile olağanüstü güzellikteydi!



Özür!

Sevgili okurlarım, Pazartesi günü Suriye ile ilgili yazımın iki cümlesi benim yaptığım bir hata sonunda ikinci yazımın altına düşmüş. Biliyorsunuz tekrar okurken değiştirme yapmak istemediğim için yazılarımı yazar yazmaz gönderiyorum, bu nedenle gazeteyi okurken fark ettim. Hatadan dolayı özür dilerim.

Yazının devamı...

Çözüm bekleyen büyük tehditler!

Türkiye belki de Cumhuriyet tarihinin en tehlikeli döneminden geçiyor. Bir yanda PKK “demokratikleşme paketi” ndeki demokratikleşmeyi beğenmediği için “süreç kalmamıştır, AKP hükümeti bu son paketler çözüm sürecini ortadan kaldırmıştır. Ya çözüm için adım atsınlar veya Kürtler ‘yeni bir mücadele dönemi ve yöntemi’ başlatacak” tehditlerini aralıksız olarak tekrarlamaya devam ediyorlar. Diğer tarafta büyük hata yaparak müdahil olduğumuz Suriye iç savaşı başımıza maddi-manevi yükün yanında “yeni ve azılı terör örgütleri” tehlikesi çıkarıyor.

CHP Milletvekilleri Güney sınırını dolaşarak “Ceylanpınar” başta olmak üzere Reyhanlı, Kilis ve Antakya’nın “El Nusra örgütünün üssü” haline geldiğini anlatıyorlar. Ceylanpınar’ın karşısındaki Resulayn’ı Kürtlerin elinden almaya çalışan El Nusra cihatçıları Türkiye’den Suriye’ye giderek savaşıp dönüyorlarmış ki bu en başından beri (muhalifler için) açıkça yazılıp çizilmesine, röportajlar yapılmasına rağmen iktidarın göz yumduğu bir durum.

Bulaşınca kurtulamazsın!

Öte yanda Suriye iç savaşında Türk Hükümeti ve ABD muhalifleri desteklerken aralarındaki El Kaide ve diğer örgütleri de desteklemiş olduğu için giderek güçlenen ve diğer gruplardan baskın hale gelen El Kaide, başta birlikte hareket ettiği ve “Esad’a karşı desteğe geldiğini iddia ettiği” muhaliflerin Özgür Suriye Ordusu ile hatta kendi içindeki diğer örgütlerle kapışmış durumda.. Tek isteği Kuzey illerini PYD’nin, Kürtlerin elinden alarak burada cihatçı, hilafetçi bir İslam bölgesi kurmak.

Bunun için de yapacağı her eylemi “cihat” olarak görüyor, Türkiye’de de “kafirlerden kurtarmak, köktendinci bir düzen getirmek üzere” eylem yapacağını bildiriyor ki biz Suriye savaşında bu kadar taraf olmasak herhalde El Kaide’nin dikkatini ve tepkisini de (zaten geçmişte Türkiye onun terörünü yeterince yaşamışken) bu şekilde üstümüze çekmezdik.

Kaybedecek zaman yok!

ABD’nin Afganistan ’da mücahitleri Rusya’ya karşı kullanmak üzere güçlendirmesi sonucunda Taliban ortaya çıktı, El Kaide de Afganistan’da aynı süreç içinde başladı, gelişti, büyüdü ve tüm Müslüman ülkelere yayıldı. Bilinen şu ki her ikisi de (Pakistan ’da da görüldüğü gibi, Taliban beş-altı bin ‘mülteci gibi’ girdiği ülkeden çıkmıyor, sık sık terör yaşatıyor) girdikleri yerden bir daha çıkmıyorlar. Ve unutmayalım ki ABD bu örgütlere yardım ediyor , sonra iş çığrından çıkınca çekiliveriyor , Afganistan’da bunu yaptı, şimdi Suriye’de yapmakta..

Türkiye bu olaylar yokmuş gibi sadece “belediye seçimleri”ne yoğunlaşarak , çekişmelerle ve günlük kaçışlarla, görmezden gelmelerle zaman kaybetme lüksü olmayan bir durumda.. Sonradan pişmanlık yaşamak istemiyorsak Hükümet derhal doğru politikaları belirlemek ve uygulamak, sınırlardaki sorunu çözmek zorunda, en önemli gündemimiz budur!

Bu nasıl polis yetkisi?

Bir gösteriye katılan vatandaşa kanıtlı, görüntülerle sabit şekilde silah sıkan, sopayla döverek ölümüne sebep olan polislerin varlığı biliniyor ve daha hangisinin ne ceza aldığı duyulmadı. Bunlar yaşanmamış, toplum tepkisi ayyuka çıkmamış gibi ödüllendirilen polise şimdi bir de “SÜPER” yetki geliyormuş. Artık “gösteriye katılmak” bile gerekmiyor polis tarafından mağdur edilmek için..

Daha önce “ancak hakim ve savcı kararıyla” yapılan önleme gözaltılarının bundan sonra 24 saate kadar polis tarafından yapılmasına izin verecek bir paket hazırlanıyormuş ve süre (onlar da “başlarındaki Adalet Bakanı” ile bağımsız olduklarına göre) hakim kararıyla uzatılabilirmiş.

Buna da “tam demokratikleşme” denir herhalde.. Bir eylemde bulunmayan insanları, her kimi isterlerse artık, ihtimal yaratarak “sen gösteriye katılabilirsin, olay çıkarma potansiyelin var, hadi bakalım içeri” diye gözaltına alabilecekler. İstendiği zaman herkes kolayca “örgüt üyesi” yapıldığına göre bir örgüt etiketi bile bulunabilir, Genelkurmay Başkanlığı yapmış İlker Başbuğ’a bile bulunduktan sonra onlara mı bulunmayacak?

Polise karşı gelene, zor kullanana da hapis cezası artırılacakmış.. Peki bu polis “halkın rahatı, huzuru , güvenliği ” için mi gereklidir ve var olmuştur yoksa onlarda korku yaratmak, eziyet yaşatmak için mi? Biri acaba böyle bir yasanın benzerini “gerçekten demokratik” olan tek bir ülkede gösterebilir mi?

Türk Hükümeti şu anda “Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ile Müslüman Kardeşler” tarafında ve El Kaide’ye karşı durumda kaldığı için bir yandan da El Kaide tehdidi altına girmiş olduk.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.