Şampiy10
Magazin
Gündem

Demokratikleşme demokratik mi?

Hani ülkede olup bitene bakınca yargıdan medyaya kadar ne ölçüde demokrat olduğumuz zaten ortada ama siyasetçilerin demokrasi anlayışı bir başka enteresan.. Mesela MHP Genel Başkanı Bahçeli “Paket gizli saklı hazırlandı” deyince fena halde kızıyorlar ama kendileri “bizim eş başkana ihtiyacımız yok, muhalefet partilerinin var” diye hakaret etme hakkı gördüklerinde ve hatta “eş başkan önerilerinde bulunduklarında” diğerleri ses çıkarmıyor.

Peki bu demokratikleşme paketinin “kendi milletvekillerinden bile gizli saklı hazırlandığı” yanlış bir söz mü? Haydi sorunun cevabını onlara ve okuyucuya bırakalım. Ama asıl soru; demokratikleşme paketinde yapılan emrivakinin “yeni anayasa” için de yapılıp yapılmayacağıdır.

Yapılacaksa TBMM’ye ne gerek var, kendimize özgü “yeni tarifli” demokrasimizde yuvarlanır gideriz!

Suriyeli sayısını katlayacak karar!

Gerçekten inanılmaz bir karar bu, “kendi eliyle kendine zarar vermek” olsa olsa bu kadar olur ve dünyanın başka bir köşesinde, hele medeni bir ülkede de asla görülemez.

Diğer ülkeler az sayıda, kontrol edebilecekleri kadar Suriyeli mülteci kabul ederken Türkiye’ye 500 binden fazla Suriyeli’nin girip her köşeye “bir daha da çıkmayacak şekilde” dağılmasına izin verildi. Cumhurbaşkanı Gül “top tüfekle sınırı beklesek bile terör örgütlerinin girmesine engel olamıyoruz” dedi ama zaten sınır kapısından isteyenin rahatça girdiği, bazılarının ise tamamen açık olduğu biliniyor.

Teröristi ayırmak imkansız!

Ortadoğu uzmanları arasında “İsrail gizli servisi Mossad bile Türkiye üzerinden Suriye’ye geçiyor, karmaşayı arttırmak için her türlü düzeni kuruyor” diyenler var. Türkiye’deki Suriyelilerin arasında ise El Kaide ve birlikte çalıştığı İslamcı, kanlı eylemlere karışmış terör örgütü üyesi var ki bunları diğerlerinden ayırmak mümkün değil.

Hem yanlış, hem haksızlık!

Ve şimdi YÖK bir genelge yayınlayarak “Suriye sınırında bulunan 7 üniversitenin Suriyeli mültecileri ‘özel öğrenci’ statüsünde kaydetmelerini” istemiş. Bu da yetmemiş “öğrenci olduğuna dair belge gösterenleri belgeyle, göstermeyenleri ‘sadece beyan’ yeterli olacak şekilde” kaydetmeleri belirtilmiş. Milyonlarca Türk öğrenci tüm lise yaşamlarını “üniversite sınavına hazırlanarak” geçirir, uykuları kaçarken “ben öğrenciyim” diyen Suriyeli üniversiteye girecek, peki bizim çocuklarımızın günahı neydi?.. Üstelik öğrenci olup olmadığı, üniversitede ne örgütleyeceği, ne yapacağı bile bilinmeden girecekler.. CHP Gaziantep Milletvekili Mehmet Şeker haklı olarak “Terörist mi, El Kaide mi, PKK mı nasıl anlayacaksınız, olmaz böyle şey” diye itiraz etmiş ama dinleyen kim.

Tabii böyle bir kolaylığı herkes isteyeceği için bundan sonra mülteci olmayanın bile gelmesi, Suriyeli sayısının kat kat artması da beklenmeli. Acaba Avrupa’da bir tek ülke çıkar mı böyle fahiş bir yanlış imza atacak?

Ülke adına büyük tehlike ve kendi vatandaşlarına haksızlık olacak böyle bir kararı YÖK tek başına veremez. Bu İçişleri Bakanlığı’nın bile müdahil olması gereken, Meclis’te tartışılarak alınması gereken, bir karardır. Muhalefet partileri bu konuyu mutlaka ele almalı ve kesinlikle önlenmelidir!



Ancak öleceksen sezaryen olabilirsin!

Bitmiyor ki, Türkiye’de mesele sadece bir konudaki yanlışla bitmiyor.. Bildiğiniz gibi Anayasa Mahkemesi de “kadınların nasıl doğum yapacağına” ilişkin siyasi kararı hayata geçirecek onayı verdi..

Kadınlar ancak “tıbbi zorunluluk durumunda sezaryen” yaptırabilecek, aksi takdirde normal doğuma zorlanacak.

Yani hastanede doktor “normal doğumda hayati tehlike var” derse sezaryen olabilecek kadınlar.. Diyelim ki birinci doğumunda hayati tehlike yaşamış ama ikincide henüz aynı şeyin olacağı belli değil, doktorun yasa korkusu yüzünden o kadına aynı tehlike bir daha yaşatılacak ve tabii Türkiye “her köşesinde kusursuz hastaneler ve en uzman doktorların bulunduğu bir Batı ülkesi olmadığı için” büyük ihtimalle anne ve bebek ölümleri artacak.

Kanunla olmaz!

Veya normal doğumda acı çekmekten korkan kadın eğer sezaryenle doğurabileceğine inanıyorsa ona bu hak tanınmayacak.

Hem “en az 3 çocuk” baskısı yapılacak, hem her seferinde acı çekme veya hayati tehlike korkusu mutlaka yaşatılacak. Kadın azap çekmek üzere yaratılmış ya, her zorluk sağlanmalı.

Dün bir arkadaşım telefonda “Bu ne saçma karar, devlet ‘normal doğumu tercih edin’ diye bilgilendirebilir ama kanunla yasaklayamaz.. İlk bebeğim 1.5 kiloydu, uzun süre kuvözde yaşadı. Buna rağmen doğumda ölüm tehlikesi atlattım. Eğer ikinciyi sezaryenle yapacak olmasam bugün kızım Ayşe olmayacaktı. Zaten 3 çocuk diyorlar, her çocukta kadın en az 3 yıl eve kapanıyor , 15 yıl. Bir de şimdi sezaryeni yasaklıyorlar, bizi rahat bıraksınlar artık” diye söyleniyordu, haksız mı?

Hükümetin bu yasa düzenlemesi ve Anayasa Mahkemesi kararı çok can yakacak, çok öfke yaratacak, böyle biline!

Yazının devamı...

İşte PKK’nın açılımı!

Demokratikleşme paketi açıklanır açıklanmaz PKK’nın ve BDP’nin tepkisi Diyarbakır’da yapılan ve yine BDP milletvekillerinin öncülük ettiği kalabalık gösterilerden, yapılan konuşmalardan belli olmuştu. Ve bu tepkinin ortaya çıkacağı da zaten bugüne kadar duyulan “talepler” ile ilgisinin olmayışından belliydi.

Son olarak KCK Avrupa sorumlusu Zübeyir Aydar net şekilde tepkilerini ve ne yapacaklarını açıklamış.

Öcalan’a özgürlük, özerk bölge!

“Silahlar susacak, siyaset konuşacak deniyordu. Siyaset bu şekilde mi konuşacak? 10 bin insan içerde nasıl siyaset yapacak? Başkan Apo nasıl siyaset yapacak ? ‘Gidip silahları sustur, bana ortamı hazırla, sonra sen içerde kal’ diyorsun.. Bu halkın ‘kendini yönetme’ derdi var. Bulunduğu yerde “kendini yönetmek’ istiyor. ‘Yerel yönetimler özerklik şartlarındaki çekinceleri kaldıracağız’ diyorlardı, ses seda yok. Hükümeti doğru yola getirmek için demokratik güçlerimizle sokaktan parlamentoya en sert muhalefeti yapacağız”..

Gayet açık.. Cezaevindeki KCK’lılar ve Öcalan serbest bırakılmalı. Öcalan’a siyaset izni verilmeli ve hepsi siyaset yapmalı. Yerel Yönetimler Yasası değiştirilerek bölgelere “kendini yönetme” imkanı tanınmalı.. Baştan beri tekrarladıkları şeyler. Bu talepler o kadar açık olduğu içindir ki “akiller” ve diğer yapılanlara hiç gerek yoktu, sonuca da hiçbir etkisi olmayacak.

Ne sert muhalefet..

Şimdi “Hükümet’i yola getirmek için” söyledikleri “en sert muhalefet” genellikle Hükümet’e değil topluma, vatandaşlara ve askerlere tehlike oluşturuyor. Bu nedenle önce bu muhalefetin ne olacağı üzerinde düşünmek lazım ki en başa dönülmesin. Aydar’ın açıklaması bu konuların Hükümet tarafıyla karşılıklı görüşmelerde ele alındığını ve “bazı sözlerin verildiğini” anlatıyor. Bu sözleri verenlerin gelinen noktada ülke güvenliğini düşünerek “duruma hakim olması, sorumluluğu taşıması, çözüm bulması” gerekiyor.

Paketi açıklayıp çekilmek ve tepkileri havada bırakmak ciddi hata olacak!

Sarıgül onları korkutuyor mu?

Anlaşılır gibi değil, gazetecilerin devamlı “Sarıgül genel başkanlığa mı oynayacak, belediye başkanlığına mı” sorularından mıdır bilinmez CHP Sarıgül konusunu nasıl çözeceğine bir türlü karar veremedi. Gazeteciler neden “diğer parti liderlerine benzer bir soru sormazlar” da Sarıgül’ün kuyusunu kazmak için yapar gibi bu soruyu CHP yönetimine sorarlar o da belli değil.

Kılıçdaroğlu’na bir kez daha sormuşlar, o da “Sarıgül’den CHP’ye üye olmak için başvuru beklediklerini, gelirse aday adayı olacağını, aday olup olmayacağını bilmediğini” söylemiş. Vallahi yaratılan bu tabloyla değil Sarıgül, hiç kimse çıkıp da “ben aday adayıyım, alın bakalım kayıt da oluyorum” demez.

Madem ki “belediye başkan adaylarını da maalesef milletvekili adayları gibi hala liderler belirliyor”, böyle güçlü bir isim için şimdiye kadar çoktan bu teklif uygun şekilde yapılır, genel başkan kendisi konuşarak yolu açardı. Aklında bir sorun varsa bunu da açıkça konuşurdu. Bu görüntü bir kez daha CHP’yi kararsız ve zayıf gösteriyor, kaçak konuşmalar dikkat çekiyor, bunu bilmiş olsunlar!



Kurbanınızı Kızılay kessin!

Her Kurban Bayramı yaklaştığında beni bir korku alır; yine sokaklar kan gölüne dönecek, yine ehil olmayan kişiler “ben de yaparım” diyerek eline bıçağı alacak ve zavallı hayvanları bir değil birkaç kez öldürecek, boğazının yarısı kesilmiş boğalar kovalanacak, hamile veya birkaç aylık hayvanları dikkat etmeden kesmeye kalkanlar çıkacak, yine “dini görev” derken “vahşet” sergilenecek diye uykularım kaçar.

Oysa Kızılay “vekaletle kurban kesim kampanyası”na bu yıl da devam ediyor. Onlar “Kurban’da Kızılay Modeli” ve “Kurban bereketi yıl boyu sürsün” sloganı ile gerçek ihtiyaç sahiplerine sadece Kurban Bayramı süresince değil, yıl boyu ulaşıyorlar ve ayrıca kurbanlar da “sağlıklı koşullarda ve tüm dini gereklere uygun olarak” kesiliyor.

Kızılay “tüm kurbanlıkların veteriner kontrolünden geçtiğini, işlemlerin noter huzurunda yapıldığını, kurban etlerinin Et ve Süt Kurumu işbirliğiyle konservelendiğini, böylece yıl boyu dağıtılmasının sağlandığını anlatan broşürler hazırlamış. Yurt içinden ve dışından vekalet vermek mümkün olduğu gibi bu yöntemle yalnızca Türkiye’deki değil; Somali, Etiyopya, Pakistan, Kenya gibi ülkelerde bulunan yoksullara da yardım ulaşmış oluyor.

Saklanmak ister gibi..

Lütfen bu kampanyaya katılın ve Kızılay’a vekalet verin. Doğru insanlara yardım ettiğiniz gibi hayvanların da doğru şekilde seçilmesini ve kesilmesini sağlayın. Onların yüzlercesini “birbirine sokulmuş, sanki saklanmak ister veya güven arar gibi bekleşirken” görünce yüreği dayanmıyor insanın..

Daha medeni ve daha huzurlu bayramlar geçirelim bundan sonra!

Yazının devamı...

ABD de İslamcı örgüt korkusunda!

Amerika Afganistan’da Taliban’ı güçlendirip büyüttü, sonra kendi silahı bumerang gibi kendisinin başına bela oldu.. Irak’ta Saddam’ı yok edeceğim diye 500 bine yakın kendi askerinin ve 1.5 milyondan fazla Iraklının ölümüne sebep oldu. Fiyaskosunu itiraf etmek zorunda kaldı.

Onun için bu kez Suriye iç savaşına direkt müdahale etmeme kararı aldı ama bugüne kadar Türkiye’nin de destek verdiği ve aralarında El Kaide başta olmak üzere diğer ülkelerden gelmiş, “Şeriatla yönetilen Arap ülkelerinin bile korktuğu” tehlikeli İslamcı örgütlerin bulunduğu Esad muhaliflerine verdikleri destek (ki Türk Hükümeti de verdi, hala veriyor) sonucunda bu örgütler güç kazandı. El Kaide Suriye kentlerinde şeriat ilan etmeye başlayarak Türkiye sınırına dayandığı gibi ülkenin içine kadar yayıldı.

Tabii buna karşılık Esad yönetimi zaten kuzey illerini bıraktığı (PKK’nın kolu) PYD’yi ve Hizbullah terör örgütünü muhaliflere karşı kullanmak üzere destekledi, güçlendirdi.

Tam bir kaos!

Batı’lı ve hatta ABD’li siyaset bilimciler Türkiye’nin “Suriye iç savaşına karışmasının kendisi için felaket olacağı” uyarılarını en başından beri yapmaktaydılar. Nitekim Suriye iç savaşında açıkça terör örgütleriyle karışmış, “muhalifler” denen gruplara destek vermemiz sonucunda Suriye’yle uzun sınıra sahip ülke olarak en büyük tehlike bizim için ortaya çıktı.

Bu terör örgütlerinin ülkelerinde egemen hale gelmesini de hiç istemeyen Suriye vatandaşları Türkiye’ye kaçmayı kurtuluş olarak görürken maalesef “bugüne kadar laik demokratik rejimi sayesinde mezhep kavgalarından, İslamcı örgüt tehlikelerinden uzak kalmayı başarmış” olan (ki buna rağmen El Kaide terörü en acı şekilde bu ülkeye de yaşatılmıştır) Türkiye de aynı örgütlerin tehditleri altına girdi..

Ilımlıyı arıyor!

Ve şimdi, bizim kadar yakın bir tehdit altında olmamasına rağmen ABD bu örgütlerin güçlenmesinden fena halde korku duymaya başladı. Washington Post ’un haberine göre Amerikan Haber Alma Teşkilatı CIA geçen hafta “ılımlı” isyancılara cephanelik, silah ve tıbbi malzeme göndermiş. ABD bunun yanında anti-tank silahlar sağlayabileceğini, askeri destek gönderebileceğini de açıklamış.

Birleşmiş Milletler ise Suriye’deki çatışmaların başlangıcından beri 93 binden fazla kişinin öldüğünü açıklamıştı. Düşünelim, böyle bir kaosun içindeki bir ülke.. ABD de, muhaliflere destek veren diğer ülkeler de artık ne yaparlarsa yapsınlar kendilerine göre “Esad’a karşı” bir “Sünni savaşı” içinde olan, “kafa keserek cihat yaptıklarına inanan” İslamcı terör örgütlerini diğerlerinden (daha ılımlı olanlardan) ayıramayacakları gibi büyük ihtimalle giderek daha fazla insanın ölmesine neden olacaklar. Rusya da bunu açıklayıp duruyor.

Suriye’den kaçanlar bile bu savaşın böyle bitmeyeceğine, yıllar süreceğine inanıyor.

O uzak, biz burnunun dibinde!

ABD, İngiltere, Fransa gibi ülkeler Suriye’ye yakın değiller, biz ise burnunun dibinde olduğumuz gibi zaten bu terör örgütlerinin militanları binlercesiyle ülkemize sızmış durumda ve El Kaide ’nin “2 sınır kapısını tümüyle kendilerine açmamız” için verdiği 1 haftalık süre biliniyor..

ABD asker göndermeye karar verebilir. Bizim Hükümet de tam bu sırada “dış ülkelere asker göndermek” için TBMM’den yetki istiyor. ABD’nin daha önceki başarısızlıkları, diğer Müslüman ülkelere “kendi çıkarları doğrultusunda” yaptığı müdahaleler ve başarısızlıklar ortadayken ve Türkiye için tehlike “ABD için olandan çok daha büyük” iken Türkiye’nin Suriye iç savaşına daha fazla karışması, “Ortadoğu’daki Müslüman ülkeler üzerinde etkili olma hevesine kapılması ve bunun için Hükümet’in maddi-manevi büyük kayba neden olması”son derece yanlıştır ve bunu görmek için siyaset bilimci olmak da gerekmez.

Sınırlar mı açılacak?

Şu anda yapılması gereken tek şey mümkün olduğunca uzak durmak ve bir yanda ülkeye de girmiş ve tehditler savuran, “Türk hükümetinin çıkarlarını korumak için Türkiye’de cihat yapmaktan söz eden” El Kaide, diğer yanda güçlenen PKK ile kendi terör sorununa eğilmesidir. El Kaide tehdidine karşılık ne yapılacağı hakkında en kısa zamanda bir açıklama yapılması gerekmiyor mu?

Suriye sınırı zaten açıkken El Kaide’nin “2 sınır kapısı”ndan neden söz ettiği , bu kapıların açılıp açılmayacağı merak edilmez mi? Türkiye’nin öncelikli sorunu budur!

Yazının devamı...

El Kaide... Belliydi!

Geçen hafta tatilden sonra yazdığım ‘Yazık oluyor Türkiye’ye’ başlıklı ilk yazımda ‘Şu anda Türkiye’nin en önemli sorununun Suriye’de sınırımıza kadar gelen ve 500 bin Suriyeli mülteci arasında da çok sayıda militanı ülkeye giren El Kaide olduğunu’ belirtmiştim. Çünkü tatil boyunca bu konu aklımdan hiç çıkmamıştı.

Nasıl çıksın ki; Suriye ve Irak’ta insanları nasıl acımasızca katlettikleri, Kenya’da AVM’de yaptıkları katliamın haberleri, daha önce Türkiye’deki Sinagog baskını ile HSBC saldırısı unutulacak gibi değil ve bu El Kaide girdiği ülkelerden çıkmak bilmiyor.

Salı günü El Kaide bağlantılı radikal İslamcı örgüt; Irak-Şam İslam Devleti -ISIS, “Reyhanlı ve Cilvegözü’nde toplam 59 vatandaşımızın hayatını kaybettiği saldırıları üstlenerek”, Türk Hükümeti Bab’ul Hava (Cilvegözü’nün Suriye tarafı) ve Bab’ül Selam sınır kapılarını gelecek Pazartesi’ye kadar açmadığı takdirde Türkiye’ye intihar saldırıları düzenleyeceklerini açıkladı. İntihar saldırılarının Ankara ve İstanbul’u vuracağı uyarısı da yapılmış bildiride..

Zamanlama..

Şimdi, tam “demokratikleşme paketi ve PKK sorunu” konuşulurken ortaya El Kaide’nin çıkıvermesi garip bir tesadüf gibi geliyor insana.. Türk Hükümeti Suriyeli muhaliflerle birlikte El Kaide’ye de destek verdi, şimdi El Kaide Hükümeti sıkıştırıyor, Türkiye’yi tehdit ediyor.. Hem de “son derece çelişkili bir tablo” yaratarak..

Bildiride bu intihar saldırılarının “Türk Hükümeti’nin çıkarlarını” hedeflediği belirtiliyor. “Aslanlarımız Türk devletine iyilik mesajı iletmek ve burayı ‘kafirlerden’ temizlemek için hazırlar” deniyor. Bundan daha korkunç bir tehdit duyulmamıştı bugüne kadar.. Kim bu kafirler? Allah muhafaza, El Kaide kafirleri Suriye, Irak veya Kenya’da olduğu gibi “dinle ilgili sorular veya mezhebini” sorarak mı belirleyecek, yoksa belli bir kesimden olanlar, olmayanlar diye ayırarak mı? Yoksa “başka örgütlerin” karşısına mı çıkacaklar?

İnsanın aklına “Taliban’ın Afganistan’da ABD ile olan durumu” geliyor, önce bu köktendinci örgütü güçlendirdiler, sonra da durduramadılar. Anlatmaya gerek bile yok. Cumhurbaşkanı Gül “Topla tüfekle sınırları beklesek bile terör örgütlerinin girmesine engel olamıyoruz” demişti ama Hükümet herhalde bu büyük tehlikeyi nasıl önleyeceği hakkında en kısa zamanda açıklama yapacaktır.

Zira toplumun güvenliğini sağlamak hükümetlerin görevidir, hele de “izlenen dış politika” ile sorumluluğu yaratmışlarsa!

NOT: Tüm kötü olaylarla bir şekilde bağlantı kurulduğu gibi neredeyse Reyhanlı saldırısının faturası bile inanılmaz şekilde CHP’ye çıkarılacaktı, alakasız durum ortaya çıkmış oldu, o iddialar ne olacak şimdi?

Bardağın boş tarafı!

Dün yeni demokratikleşme paketinde verilen hakların BDP ile PKK tarafından yeterli bulunmayacağını belirtmiş,Diyarbakır’da 30 bin kişinin katıldığı tepki gösterilerinden söz etmiştim. Tanınacak yeni hakları yeterli bulmayacakları tahminim tabii ki bugüne kadar Öcalan’ın da, PKK’yı yöneten diğer isimlerin de, BDP’nin de yapmış olduğu açıklamalara ve ilk “açılım”dan bu yana olan gelişmelere dayanıyordu.. Onlar tarafından yapılan açıklamalarda Güneydoğu’da “özerk bölge”ye uzanacak yönetim yetkilerinin verilmesi ve öncelikle Öcalan’ın İmralı’dan çıkarılması, sonra da KCK’lıların serbest bırakılması vardı..

Mesajlar verilmiş..

TBMM’de yeni yasama yılının açılış resepsiyonunda BDP Grup Başkanvekili Hasip Kaplan ve BDP Milletvekili Sırrı Sakık, Başbakan Erdoğan’la karşılaşmış ve paket hakkında konuşmuşlar. Resepsiyon ortamını bozmamaya dikkat etmekle birlikte taraflar arasındaki gergin hava konuşmalara yansımış, herkes kendi mesajını “uygun bir dille” karşıya iletmiş ama konunun kapanmayacağı açıkça görülüyor.

Hasip Kaplan “İlerde daha rahat konuşmamız gereken ‘bir-iki konu’ var” deyince Başbakan Erdoğan “En orta yolu bulan açıklamalar, boş tarafı değil, dolu tarafı görmeliyiz” cevabını vermiş. Hasip Kaplan ise buna karşılık “Bardağın yüzde 10’unun dolu olduğunu” söylemiş.

Sırrı Sakık’ın cümlesi daha açık; “Yerel yönetimlerle ilgili değişiklikle alakalı bir beklenti de vardı”.. İşte “yerel yönetimler” yasasının tüm yetkileri bölge belediyelerine devredecek şekilde değiştirilmesi talebi ortada..

İmralı, akiller filan??

KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı’nın pakete gösterdiği tepki ise “Kürt halkının” ve “demokrasi güçlerinin” AKP Hükümetinden hesap sorması, demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümü için “mücadeleyi yükseltmesi” çağrısıyla bitiyor. Ne demek istediklerini paketi hazırlayan ekip herhalde en iyi anlayanlar olacaktır.

Ki bu açıklamada “Paket AKP’nin çözümü değil, çözümsüzlüğü bir politika olarak benimsediğini ortaya koymuştur” deniyor, hükümetin konuya “seçim hesabı ekseninde yaklaştığı, oyalamak için toplumun önüne birkaç kırıntı atıldığı” bildiriliyor. Yani Hasip Kaplan’ın deyişiyle “bardağın yüzde onu” bile değil, “birkaç kırıntı”.. Demek ki “İmralı-devlet” görüşmeleri, “İmralı-BDP” görüşmeleri, “Akiller” filan hiç yararlı olmamış..

Bu demokratikleşme paketinin de, beklenen yeni anayasanın da temel direğinin Kürt sorununu çözmek olduğu, bu niyetle işe başlandığı bilindiğine göre şimdi ne yapılacak belli değil. Bekleyip göreceğiz, umalım da yine üzücü olaylar yaşanmasın!

Yazının devamı...

Bu paket huzur ve demokrasi getirecek mi?

Demokraside “ileri” olduğumuz söylendiği halde demokrasi kalitemizin yetersiz olduğunu kabul ediyor ve daha önce açıklanan paketlerin de çözüm getirmediğini görüyor olmalıyız ki yeni “demokratikleşme paketleri”ne ihtiyaç duyuluyor. Açıklanan demokratikleşme paketine ilk bakışta güzel adımlar var ama sonuçta en önemli şey yazımın başlığı; bu paket ülkeye huzur ve demokrasi getirecek mi? Mesela ilk akla gelen soruya bakalım; ülkenin, toplumun bugününü, yarınını yakından ilgilendiren, 75 milyon vatandaşın hayatına yön verecek bir reform paketi toplum kesimlerinin, örneğin üniversitelerin, sivil toplum kuruluşlarının ve hatta büyük kitlelerin seçtiği “muhalefet partilerinin” görüşünü almadan tek parti tarafından kararlaştırılıyor.

İlk tartışacak olan ‘Muhalefet’tir

Öyle ki bu pakette neler olduğunu iktidar partisi milletvekilleri bile açıklanana kadar bilmiyor. Paket açıklandıktan sonra doğal olarak tartışma başlıyor. Adı üstünde “muhalefet”in en büyük partisi ve diğerleri görüş açıklayacak ve “eksik bulduğu, yanlış gördüğü noktaları”da eleştirecek. Ama daha bu yapılmadan “kulp taktıkları” söyleniyor, olumsuz bir eleştiri yapacak hali kalmamış medya için “medya iyi okudu ama bardağın boş tarafını görüp ölçenler oldu” deniyor.. Böyle bir durumda “yeni gelecek olan reformlar”ın uygulanacak olması, bizi daha fazla demokratikleştirecek olması, hepsinden önce demokrasinin liste başı şartı olan “düşünce ve ifade özgürlüğü” konusunda ümit beslemek kolay mıdır? Yapılacak reformların geniş kitlelere yayılması ve benimsenmesi ancak uzlaşmacı, her kesime kulak veren politikalarla mümkün değil midir?.

TSK için yetki..

Akla gelen ikinci soru; Hükümet “TSK’nın 1 yıl süreyle yurt dışına gönderilebilmesi” konusunda Meclis’ten yetki istiyor. Ortadoğu ülkelerinde, özellikle Mısır ve Suriye’deki iç karmaşalarda en baştan hatalı politika izleyerek aşırı şekilde müdahil olduk. Suriye’de muhaliflere her türlü yardımı yaparken onların arasındaki azılı terör örgütlerini de desteklemiş olduk ve örneğin El Kaide Suriye’de güçlendiği bölgelerde “şeriat ilan etmeye” başlayarak bizim sınırımıza kadar geldi ve çok sayıda üyesi de Türkiye’ye dağıldı.

ABD ve Batı ülkeleri şimdilik Suriye’ye müdahale etmeme kararı aldılar, BM kimyasal silah kullanılmaması dışında karışmıyor.. Rusya “Esad gitse bile yerine terör örgütleri gelecek, bunu nasıl önleyeceksiniz” diyor, Esad sırf Türkiye’nin müdahalesi yüzünden Suriye’nin kuzey illerini PYD’ye bıraktı ve böylece PKK orada da saf kazandı..

Ve Özgür Suriye Ordusu’nun bile Esad ’la görüşerek ülke içindeki “etnik ve mezhep” kavgalarını sona erdirmek istediği, Esad’ın isitfasını da şart koşmadığı haberleri veriliyor. Durum buyken Hükümet hala kendi askerimizle Esad’ı sıkıştırmak, belki de Suriye’ye gönderip “muhalifler”i desteklemek için Meclis yetkisi istiyor.

Bu yetki Esad’a “ben müdahaleye hazırım” mesajı vermek için gerekli görülüyor olabilir ama gelişmeler sonucunda burada kalmayabilir ve bize büyük zararlar verebilirde..

Demokrasi deyince..

Peki demokratikleşme paketi konusunda karara müdahale ettirilmeyen muhalefet partileri karşı çıksa da acaba Hükümet bu çok önemli kararı kendi partisinin çoğunluğuyla alır mı? Alırsa, milli irade karar vermiş sayılır mı, bir yandan demokrasi paketi açıklanırken bu sonuç demokratik olur mu?

BDP-PKK tepkisi!

Her ne kadar Batı medyası “Kürtlere yeni haklar” şeklinde yayınlar yapsa da demokratikleşme paketine ilk bakışta bile “aylardır yeni anayasada taleplerinin karşılanmasını bekleyen” BDP ile PKK’nın getirilen yenilikleri hiç mi hiç yeterli bulmayacağını görmek mümkündü. Zira “farklı dillerde siyasi propaganda, özel okullarda Kürtçe eğitime izin, bir sanığın ‘aynı fiilden birden çok cezaya çarptırılması’, bazı il ve ilçelere Kürtçe isimlerin iadesi ” gibi değişikliklerin onların beklentisini karşılamayacağı, kendi açılımlarının çok farklı olduğu daha ilk “açılım” sürecindeki tepkilerinden belliydi.

Beklentilerinin “Öcalan dahil tutukluların serbest bırakılmasını, özerk bölge benzeri hakların tanınmasını” sağlayacak değişiklikler olduğunu defalarca ifade ettiler, PKK’lıların bir kısmını Türkiye’den Kandil’e çekmelerinin nedeni de buydu. Nitekim dün Diyarbakır’da 30 bin kişilik gösterilerle paketi beğenmediklerini ortaya koydular. Umalım da tepkileri “demokratik düzeyde” kalsın ve şiddete geri dönmesinler.

Milletvekilini halkın seçmesi

Yıllardır demokrasiyi zedeleyen en önemli konulardan biri yüzde 10 gibi çok yüksek bir seçim barajı altında kalan partilerin oylarının çoğunun iktidar partisine “hakkından çok fazla milletvekili” kazandırması ve milletvekillerini “millet yerine liderlerin seçmesi” idi.

Bu demokratikleşme paketinde 3 seçenek getirilmiş; mevcut sistemle devam, barajı yüzde 5’e çekip 5’li gruplandırmayla daraltılmış bölge sistemi ve “barajı tamamen kaldırarak dar bölge sistemi” ..

İktidar partisinin “barajı kaldırmayı istemediği” biliniyor, o nedenle “tamamen kaldırılması”nı da sağlamayacağını düşünüyorum. Ama eğer gerçekten buna yanaşacak olursa seçeneklerin sonuncusu ülke için en hayırlı olanıdır. Baraj kalkar (veya hiç değilse yüzde 5’e iner) ve dar bölge sistemi ile “halk istediği partiyi, istediği milletvekilini kendisi seçer” ve Meclis’e gönderir. “Cumhurbaşkanını seçmesi” istenen halkın “partisini ve milletvekilini seçme” ve temsilini sağlama hakkını elinden almak başlı başına büyük bir çelişkidir.

Diğer maddelerle ilgili görüşlerimi sizinle paylaşmaya devam edeceğim.

Yazının devamı...

Çiller’in 28 Şubat coşkusu!

Belki bundan sonra siyasetçilerin “tarihe yalan söylememeleri”, “nasılsa yuttururum” diyerek halkı da saf yerine koymamaları konusunda yararı olur ümidiyle Tansu Çiller’in 28 Şubat MGK bildirisi konusunda “o gün neler yaptığını” anlatan açıklamaları sürdürelim.. Dün, mahkemeye verdiği dilekçede geçen “Amaç beni yıpratmak, hükümeti indirmekti” cümlesinden söz ederek bitirmiştim. Hatırlatalım; bu MGK bildirisi ve alınan kararlar halka açıklandıktan sonra Erbakan-Çiller Hükümeti görevini aylarca sürdürdü, ta ki Çiller “kararlaştırılandan daha önce” başbakanlığı devralmaya ve oyunlarını oynamaya karar verene kadar.. Yani bir yıpranma söz konusu ise bunu Çiller kendisine (ve sıkça çevresine) yapmış, hükümeti de Erbakan’ı o indirtmişti.

Demokrasiye sahip çıkmak..

Yazım; ‘zaten bunu TSK yapmak istemiş olsa MGK’da tartışılan ve hükümet tarafından imzalanan bir bildiri yerine darbe yapar indirirlerdi’ cümlesiyle bitmişti, devam ediyorum.. Kaldı ki 28 Şubat tutanakları dikkatle okunduğunda dönemin Genelkurmay Başkanı Karadayı ’nın ve tüm komutanların konuşmalarında; o günlerdeki “irticai bulunan gelişmeler”, “din adına” denerek rejimin yıpratılmakta olduğu, Erbakan’ın “cihatla ilgili ifadeleri var ama “Anayasalı rejime, demokrasiye sahip çıkmak” ifadeleri de var. Komutanlar demokrasiye dokunmaktan hiç söz etmiyorlar, onların “irtica vurguları”yla Çiller ve Erbakan’ın konuşmaları örtüşüyor ve zaten bu toplantıdan sonra mevcut hükümetin ‘Tansu Çiller bozana kadar’ görevine devam etmesi” de bir darbenin söz konusu olmadığını gösteriyor.

İstifa etmediler!

Bugün “demokrat” olduğunu iddia eden ama iktidar olduğu dönemlerde yaptığı ve Bakanı’na (ya da medyaya yakın isimlere) yaptırttığı medya baskılarıyla bilinen, dönemin Başbakan Yardımcısı Çiller’in yine bugün “Benim imkanım olsa şöyle yapardım” demeye hakkı yoktur. Dönemin Başbakanı Erbakan ise bu MGK toplantısında “Bildiriyi inceleyelim, açıklamayı yarına bırakalım, önümüze koydular imzalamak zorunda kaldık diyemeyiz” demiştir ama aynı gün yaptığı konuşmada “Sayın komutanların samimi ifadeleri ve bu takdimleri hazırlayan MİT Müsteşarlığı, Genelkurmay temsilcilerine çok teşekkür ediyorum. Burada her şeyi açık kalplilikle konuşma imkanı bulduk, çok faydalı oldu” da demiştir.

28 Şubat’tan sonra başbakanlığı sürerken “teamüllere aykırı bir durumun olmadığını, komutanlarla görüş birliği içinde olduklarını” da söylemiştir. Eğer Erbakan ve Çiller MGK’da antidemokratik bir baskı olduğunu açıklasalar ve “Biz hükümet olarak bunu kabul edemeyiz, istifa ederiz” demiş olsalardı veya etseler ve Genelkurmay tek başına bu bildiriyi yine de uygulamaya koysaydı ancak o zaman darbe sayılırdı.

Toplantıdan Demirel’in odasına..

Tansu Çiller bu çok önemli MGK toplantısından bir ara çıkarak Cumhurbaşkanı Demirel’in odasına gitti, koruma müdürü Resul Kalkan’ın hayretle açılan gözlerine aldırmadan “her konuda ona danışarak hareket ettiği” Başbakanlık Basın Müşaviri Mehmet Bican’ı aradı ve sevinçle “bildiriden duyduğu mutluluğu, onlara nasıl yarayacağını” anlattı. Sonra da Bican’la Akın İstanbullu ’nun bulunduğu Dışişleri Konutu’na giderek hemen ABD, İngiltere, İtalya gibi ülkelerin liderlerini telefonla aradı ve “Bu bir müdahale değildir, bu bizim algıladığımız, istediğimiz kararlardır” dedi.

O kadar memnundu ve MGK kararlarını sahiplenmişti ki toplantı sonrasında Erbakan Hac’ca gittiğinde Vekil Başbakan olarak onu beklemeden bu kararların temel direği olan “8 yıllık eğitim”i gündeme getirdi ve imzaya açtı. Daha sonra “komutanlarla arasının ne kadar iyi olduğunu” da defalarca tekrarladı.

Mağdur ve tanık sayılmaz!

Şimdi, bunlar bilinirken, kendisi olayların baş aktörü iken bugün Çiller’in “Ben mağdur oldum, 28 Şubat beni yıpratmak için yapıldı. Demirel arkamızda durmadı, ben başbakanlıktan bile vazgeçtim” gibi gerçekle alakasız açıklamalar yapmasını neye yormak gerekir acaba? Halkı ve mahkemeyi yanıltmaya mı, Demirel’den rövanş almaya mı, yoksa mağdur rolü ile yeni bir rol kapmaya mı?.. Tansu Çiller 28 Şubat’ın mağduru ve tanığı değil, baş aktörüdür, imzacısıdır . Ve onun, hükümetinin sorumluluğu yoksa hapisteki “çoğu olayla tamamen ilgisiz, neden orada olduğunu hala bilmeyen” subayların hiç yoktur.

Kapatma davası

Ya Refah Partisi’ne kapatma davası açıldığı kendisine Danışmanı tarafından haber verildiğinde Çiller’in ortaklık yaptığı parti ve kişi hakkında “Bu bizim işimize gelir” demesini nasıl değerlendirmek lazım? Mağdur siyasetçi tavrı mıdır bu, bir siyasetçiye yakışır mı?

Tutanaklar dikkatle okunduğunda Batı Çalışma Grubu ’nun da “kendilerine görev verildiği için, Karadayı Cumhurbaşkanı’na irticai gelişmelerle ilgili brifing vermek istediği için ve MİT’in istihbarat raporlarına dayanarak” o çalışmayı yaptığı görülüyor. BÇG daha sonra AKP Hükümeti döneminde 2007 yılına kadar ülkedeki gelişmelerle ilgili çalışmaya devam ettiğine göre neden “gizli bir yapılanma” havasına sokuldu ve mahkum edilmek isteniyor o da belli değil.

Gerçek bir darbe olan 12 Eylül’e ve gerçek bir muhtıra olan 27 Nisan’a neden sıra gelmiyor ben asıl onu merak ediyorum.

Mutlaka okunmalı!

Birkaç hafta önce TV’de de söylemiştim, bu olayları anlamak ve yargılamak için önce Tansu Çiller’in en yakınındaki kişi olan Mehmet Bican ’ın içtenlikle yazdığı ve adeta anı defteri gibi dakika dakika gelişmeleri anlattığı “28 Şubat’ta Devrilmek” isimli kitabının mutlaka okunması gerekir. Çiller yıllar önce çıkan ve bir belgesel sayılacak bu kitaptaki hiçbir bilgiye itiraz etmemiştir ve muhakkak ki Mehmet Bican da anlattıklarını kanıtlayacak durumdadır, öyle olmasa yazmazdı.

Okuduğunuzda her şeyi çok net anlayacaksınız.

Yazının devamı...

Çiller’in rövanşı.. Samimiyetsiz oyun!

Belki de yeniden siyaset sahnesine dönmek istiyordur, hatta belki bunun alt yapısı da hazırlanmıştır bilinmez, Türkiye siyasetinde iktidarın, gücün tadını alanların koltuğu sonsuza kadar bırakmak istemediği sık sık görüldüğü için her şey olabilir ama yalan olmamalıdır. Tartışmaya yer bırakmayacak bir gerçektir ki Tansu Çiller‘in 28 Şubat bildirisini o dönemde nasıl karşıladığı ile “bugün anlattıkları” arasında hiçbir ilgi yoktur, şu andaki ortama göre “duyanın kulaklarına inanamayacağı” kadar farklı bir anlatımda bulunmakta, kendini temize çıkarmak için tarihi yanılttığı gibi sorumluluğunu başkalarına atmaktadır.

28 Şubat döneminin Başbakan Yardımcısı Çiller “dönüşümlü olarak 2’şer yıl başbakanlık yapmak üzere anlaştığı” Necmettin Erbakan’dan 28 Şubat sonrasında devam eden koalisyon hükümetinde başbakanlığı daha erken alabilmek için her yolu ve baskıyı denemiş, içinde bulunduğu koalisyon hükümetini kendi elleriyle yıkmış ama dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel yeni hükümeti kurma görevini kendisi yerine muhalefet lideri Mesut Yılmaz’a verince büyük bir şok yaşamıştı.

Tarihe takla attırmak!

Şimdi ise talimatla ifadeye çağrıldığı İstanbul 23. Ağır Ceza Mahkemesi’nde avukatı aracılığıyla dilekçe veren Çiller, o günlerdeki tavır ve konuşmalarını bir yana bırakarak aynı dilekçede 4 kez “dönemde tarafsız konumu olan” Demirel’i “ülkeyi yönetmekte olan hükümetinden daha sorumlu hale getirmeye çalışan” dikkatleri kendisinden alıp ona yönelten ifadeler kullanmış. Okuyanları aptal yerine koymak için değilse eğer, Demirel’den rövanş almaya kesin kararlı olduğunu açıkça ortaya koyan ifadeler..

1- Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarını emekliye sevk etmemiz gerektiğini Erbakan’a söyledim. Erbakan “Cumhurbaşkanı imzalamaz” dedi.

2- Meral Akşener Batı Çalışma Grubu’yla ilgili bazı belgeler getirdi, bu belgeleri inceledim, Başbakan Erbakan’a ilettim. Erbakan belgeleri dönemin Cumhurbaşkanı Demirel’e götürdü ve Cumhurbaşkanı’nın “o belgeleri üst rütbeli subaylarla paylaşması üzerine” STK’da ve basın yayın organlarında dönemin İçişleri Bakanı, eşim, çocuklarım ve benim aleyhimde asılsız karalama kampanyası başlatıldı.

Ve sonra sıra bu rövanşa neden olan asıl “mağduriyetine, kızgınlığına” gelmiş. Kendi isteğiyle, zamanından da önce başbakan olmak için Erbakan’a yaptığı baskıları, sadece bu nedenle onun istifa etmesini ve koalisyon hükümetini bozmasını tamamen devre dışı bırakarak “mağdur rolü ile” devam etmiş.

3- Demirel hükümeti kurma görevini “yeni hükümete güven oyu veren 282 milletvekiline rağmen” azınlık olan muhalefete verdi. Milli iradeye rağmen Refahyol Hükümeti çökertildi. Her darbede olduğu gibi mağdur yine milletimiz olmuştur. Batı Çalışma Grubu’nun öncelikli hedefi DYP Lideri’nin yıpratılması, hükümetin düşürülmesi olmuştur. Bu duruma son vermek, Türkiye’nin önünü açmak için başbakanlıktan dahi vazgeçtim .

4- Bugün iktidarda olanlar da ancak “devletin başının desteğini aldıktan sonra” bu hesabı sorabilir hale geldi.

Yani sonuncuda da diyor ki; biz aslında komutanlara hesap sorardık ama “devletin başı”nın desteği arkamızda değildi..

Vazgeçmek mi, tam aksine..

Birçok önemli konuda yapılıyor ama tarih bazılarının U dönüşleriyle veya parlak buluşlarla, “ters çevirmelerle” yanlış yazılmamalı.. 28 Şubat MGK bildirisi hakkında bir hatası görülmeyen ve tabii Tansu Çiller’i de DYP’nin başına kendisi getirmiş ve sonuçta “ülkenin ilk kadın başbakanı” olmasını sağlamış olan (sonradan pişman olmuştur ama aynı pişmanlığı 28 Şubat öncesinde Çiller’e en yakın siyasetçi olan, o dönemde ise istifa eden Yalım Erez de yaşamıştır) Demirel’e ve başkalarına da haksızlık yapılmamalı.. Tarihin gerçeğini okumaya devam edelim..

Çiller başbakanlıktan vazgeçmemişti, tam aksine uzun süre emek vererek (!) istifa ettirdiği “Erbakan’dan sonra başbakan olacağına” kesin emindi. Ve aslında bu oyunun içine girmemiş olsa, kendi başbakanlığını öne almayı istememiş olsa, bunu çantada keklik görmese Refahyol Hükümeti daha uzun süre devam edecek ve sıra kendi “2 yıllık dönemine” gelecekti.

Darbe olsa inerdi!

Yani eğer yıpratılmışsa bunu kendisi sağlamış, hükümet ise düşürülmemiş, kendisi Erbakan’ı sıkıştırarak düşürtmüş.. Zaten bunu TSK yapmak istemiş olsa MGK’da tartışılan ve hükümet tarafından imzalanan bir bildiri yerine daha önceki darbeler gibi darbe yapar indirirlerdi. Kaldı ki 28 Şubat tutanakları dikkatle okunduğunda (yine de bir baskının varlığını yadsımıyorum) dönemin Genelkurmay Başkanı Karadayı’nın ve tüm komutanların konuşmalarında o günlerdeki “irticai” bulunan gelişmeler, “din adına” denerek rejimin yıpratılmakta olduğu var ama “Anayasalı rejime, demokrasiye sahip çıkmak” ifadeleri de var. Yani olay kesinlikle darbe değil, zaten bu toplantıdan sonra mevcut hükümetin “Tansu Çiller bozana kadar görevine devam etmesi” de aynı sonucu gösteriyor.

Devam edeceğim. Yarın “Çiller 28 Şubat toplantısından neden çıktı ve heyecanla ne yaptı” konusunu ve mesela “Batı Çalışma Grubu gerçekten 28 Şubat sorumluluğu taşıyor mu”, “Refah Partisi’ne kapatma davası açıldığını duyunca ne söyledi” gibi başka bilinmeyenleri konuşalım.

Yazının devamı...

‘Demokrat ve ne’ idiler pardon?

‘Duyunca inanamayacağımız bir şey kaldı mı’ diye sormak mümkün ama varmış meğer.. “Demokrat ve üstelik liberal” olmanın da anlamı değişmiş.. Bugünlerde o kavram da “gazete patronlarından ‘yazarlarına baskı uygulamasını’ istemek” anlamına gelir olmuş. Demokrasi artık böyle tanımlanıyor demek ki; “gösteriler hakkında yazacaksan uyarılacaksın”..

‘Üstelik liberal’ bir gazeteci meslektaşlarına “çekidüzen verilmesini, özgürlüklerinin kısıtlanmasını” talep ediyor. Neydi bu liberalizm önce onu açıklasalar bari.. Kendileri kadar bilemez başkaları ama “özgürlük” değil miydi temeli, “özgür birey, serbest-özgürlükçü düzen” filan anlamına gelmiyor muydu? Bireysel özgürlüklerin dış müdahalelerden arındırılmasını, özellikle “devletin bireylerin haklarına, hürriyetine yönelik kısıtlamaları olmamasını” gerektirmiyor muydu?

Onuru yok etmek..

Bu ülke vatandaşının gözleri neler görecekmiş meğer.. Kendilerinin kulluk ettikleri yetmiyormuş gibi yanlarına başka “kullar” da istiyorlar. Bunun nedeni “meslek onurunu ve ona bağlı olarak kişisel onurunu ‘güce taparak yok etme’nin dayanılmaz ağırlığı” olabilir mi dersiniz?

Ortada mesleki onurunu koruyan, görevini “en zor şartlar altında bile, büyük sıkıntılar pahasına bile” doğru yapan, halkın gerçekleri duyma hakkını korumaya çalışan gazeteciler olunca, karşılaştırma imkanı “onuru hiçe sayanların” durumunu kötüleştiriyor. Onların susturulması daha da fazla rahatlık sağlayacak.. ‘Daha da fazla’ dememin sebebi bu arkadaşların zaten bir eli yağda, bir eli balda olmaları, maşallah tüm imkanlar seferber ediliyor ve hatta gereken yetenek, zeka, iyi konuşma özelliği vs. olmayanlara bile ekranlar sunuluyor..

Ve istikrara (!) bakın ki aynı arkadaşlar birçok iktidar döneminde “başbakanların, cumhurbaşkanlarının en yakını” pozunda olmuşlardır. Özal’dan Çiller’e, darbe Paşası’ndan şu andaki hükümete kadar hep dizlerin en dibinde, “okşayan” durumunda.. İşlerini yürütmek için mesleklerini tepeleyip geçerken, zaten baskı altındaki medyaya “daha da çok baskı” yapılmasını isterken, haksız yere işini kaybeden veya cezaevinde yılları çalınanlara dahi insaf etmezken “ömür boyu yapışıp kalacak böyle bir ayıpla” aynaya nasıl bakıyor, nasıl uyuyorlar, soru budur.

Aslına bakarsanız ben iktidarların yerinde olsam “herkese yakın” olanlara “herkesten uzak” dururdum.. “Dost acı söyler” demiş atalarımız, diğer atasözlerindeki ince anlamlara bakacak olursak bu işi iyi biliyorlarmış doğrusu!

Defteri, kalemi olmayan öğrenci!

Akmerkez’de bir mağazada alışveriş yaparken kulak misafiri oldum.. 12-13 yaşlarında bir erkek çocuğu tezgahtara “kullanmadığınız defteriniz, kaleminiz var mı” diye soruyordu. Yanına giderek ben de ona “okul için mi istiyorsun” dedim. Mahcup şekilde “evet” cevabını verdi.

‘Gel’ dedim, ‘gidip sana kalem defter alalım’ .. Birlikte kitapçıya yürüdük, yolda annesiyle, babasının ne iş yaptığını sordum. Babasının hasta olduğunu, annesinin “bulaşıkçılık yaparak” kendilerini geçindirdiğini anlattı.. Kitapçıda ‘haydi istediğin bütün defter ve kalemleri alabilirsin’ dedim. Belli etmemeye çalıştığı (benim de gözlerimi yaşartan) bir mutlulukla defterler arasında uzun uzun dolaştı ve seçti. Sonra 7-8 tane kalem aldı..

Önce kendi çocuklarımız!

Ona 2 defter de ben seçtim, birinin üzerinde hoşlanacağını düşündüğüm araba resimleri, diğerinde “Atatürk” vardı. Verirken ‘Hepimizin hayatında sıkıntılar, zorluklar var, hiçbir zorluk seni yıldırmasın, çok çalış ve onları yen.. Atatürk’ü de hep sev, o bizi kurtaran önderimiz’ dedim. Yine mahcup bir şekilde gülümseyerek “seviyorum zaten” cevabını verdi.

Elindeki ağır torbayla uzaklaşırken arkasından baktım, aklıma Kayseri’de “çocuğunu okutacak parası olmadığı için onu Bakan’a getirip ‘siz okutun’ diyen yoksul baba ve küçük kızı”nın fotoğrafı geldi.. Sonra “tek ayakkabılarını veya tişörtlerini sırayla giyerek okula giden kardeşler” ve “Pazar yerlerinde kalmış yiyecekleri toplayıp çocuklarına götüren ya da çöplerden eşya toplayıp satarak ev geçindiren analar” ve “tek göz odada yaşayan şehit aileleri” ve “gözlerini-bacaklarını terörle mücadelede kaybetmiş gazilerimiz”den esirgenen takma göz-bacak paraları.. Ve daha çok şey.

Suriyeli göçmenlere “kendi insanımızda olmayan ve gazilerden-şehit ailelerinden bile esirgenen paraları”, yine kendi insanımızın kesesinden milyar milyar vermek kimin hakkı olabilir? “Kul hakkı” değilse nedir bu?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.