Şampiy10
Magazin
Gündem

Kendi insanımızdan daha mı önemliler?

Artık “2 aylık bebeğini bile evde bırakıp 9 gün bayram ziyaretine giden ana” örneği de görüldükten sonra geriye ne kalır ki? Bir öğretmen, üstelik kadın, gayri meşru ilişkiye girmeyi biliyor ama o ilişkiden hamile kalıp doğurunca böyle görülmemiş bir kalpsizlik yapıyor. Hem de bebeğin babasının bu doğumdan haberi bile olmadan.. Belki de alırdı bebeği, kurtarırdı.. Bu ülkede daha ne vahşetler görülecek acaba, insanın yüreği dayanmıyor.

Dün Milliyet’in ilk sayfasında haberdi. Van’da 2 yıl önceki depremde zarar görenler kalıcı konuta yerleştirilmiş ama 160 aile “daha önce de evleri olmadığı için” konteynırlarda yaşıyormuş. Elektrikleri kesilmiş, soğuk ve karanlıkta küçük çocuklarıyla yaşamaya çalıştıkları yeri bile terk etmeleri isteniyormuş.

O yavruların kir-pis içindeki görüntüleri dayanılacak gibi değil.

Gel de söyleme!

“Esine ve Halime Kaçmaz iki genç kadın. ‘İş bulsak gideriz ama bakımlı, temiz olamıyoruz. Kontynırlı diye işe almıyorlar’ diye sitem ediyor” demiş haberde.. Bunları okuyunca hemen aklınıza gelen ne? Suriye iç savaşında öne atılıp müdahil olmamız ve sınırları açarak 600 bin Suriyeliyi almamız.. Onlar için milletin-devletin parasından “4 milyar TL” harcanması değil mi?

Onlara her tür yardım, bedava ve sınavsız üniversite, yiyecek, giyecek, yatacak kamplar bulunuyor ama 7.2 şiddetindeki Van depremini yaşamış evsiz insanlarımıza, çocuklarımıza bulunmuyor. Perişan şartlarda yaşayan anneleri iş de bulamadığı için açlık sınırında bekleşiyorlar. O 4 milyar TL. önce kendi çocuklarımıza, kendi işsizlerimize, yoksullarımıza ve elbette depremzedelerimize harcanmalıydı.

Evet bu ülkede olmaması gereken, akla hayale gelmedik her olaya şahit oluyoruz ama her şeye mi susacağız, Hükümet ve Van Valisi en kısa zamanda, kış iyice bastırmadan bu sorunu çözmelidir!

İzlenmeme rekoru!

Dün internet sitelerinde haberi gören başarılı ve lakin “başardıkça programı acımasızca kesilen” tüm televizyoncular sanıyorum acı acı gülümsemekten kendilerini alamamışlardır. Kısa sürede bir TV kanalında parlatılan bir gazeteciye “reklamın ve desteğin alasıyla” yaptırılan program neredeyse “sıfır reytingle” izlenmeme konusunda bir rekor kırmış.

“İzlenme rekoru kıran”, bulunduğu kanala reklam yağdıran program ve programcılar için siyasi baskılara boyun eğen, onlara en azından “baskıya fırsat vermeyecek başka imkanlar bile aramayan” kanallar bu durumları da bozulmadan kabul etmek zorundadırlar sanıyorum. Ekranda izleyicinin sevgisini, takdirini kazanmak öyle dışarıdan parlatmayla filan olmaz, bunun için önce “sempati, içtenlik, yetenek, izleyiciye güven duygusu verebilmek yani doğru bakan yürekler-gözler” gereklidir.

O da Allah vergisidir işte, herkeste bulunmuyor. Devam etsinler yüksek reytingli başarılı gazetecileri “eleştiri yapıyor, aman birilerini kızdırmayalım” diye bekletmeye.. “Zorla güzellik” çabaları tutarsa!



Kitap tarihinde hata!

Dün Ertuğrul Akbay ’ın kitabının yeni baskısı için tarihi “24 Eylül” olarak yazmışım.. Tabii ki “24 Ekim” yani olacaktı, düzeltiyorum. Bulamayanlar sanıyorum bugünden itibaren sordukları takdirde bulacaklar.



Saygısız ve özenti!

Bir sitede sabahın 2’sinde “arabasının motorunu gazlayarak, egzozunu patlatarak insanları rahatsız edenler”e bu başlıktan daha çok yakışacak bir tanım bulamadım.. Üstelik bunu sık sık yapmaktalar.

Eğer alkol sınırını filan aşıp delirmemişlerse ancak gösteriş kompleksi, parayla şımarmış olmak ve saygısızlık neden olabilir. Bunca aptal özelliği kendilerine layık görene ne denebilir ki?

Yazının devamı...

ODTÜ ve ‘marjinal gruplar’ masalı!

Ortada “Orman Yasası’na göre işlenmiş bir suç” var.. Mülkü kendisine ait olmayan bir orman alanına baskından farksız şekilde, hırsız gibi bir gece yarısı girmek ve 600 adet “tescilli, bazıları 1’inci derecede tescilli değerli ağacı ” kesip götürmek.. Oysa tek bir ağacın kesilip götürülmesi bile suç..

Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek (ODTÜ’den gelen bilgiye göre ‘Valilik ve Emniyetle ortak’ çalışarak) gece 9.30’dan sabah 6’ya kadar tam 600 ağacı kesip taşıttığını iddia ediyor. ODTÜ Rektörü ve diğer öğretim üyeleri ise “bu sayıda ağacın asla 8.5 saatte sökülüp taşınamayacağını” söylüyorlar.

Bu durumda Gökçek ’in hemen benzer şekilde bir “600 ağacı 8.5 saatte söküp taşıtabileceğini” ispatlaması lazım. Veya bu “uzay çağı süratiyle” kazandığı başarısının(!) görüntülerini halka göstermesi.. Oysa Gökçek tüm ısrarlara rağmen “taşıttığı yeri ve o ağaçları” bile gösteremiyor.

Eli sopalılar!

ODTÜ yönetimi polisin üniversite arazisine girmediğini, dışarıda “öğrencileri durdurmak için abluka” oluşturduğunu, içerde ise malum “eli sopalı grupların” bulunduğunu, öğrencileri tepkiye yöneltmek için “yol faaliyetine” tatilde değil, tatilin tam bittiği gün başlandığını anlatıyor.

ODTÜ yolun açılması için planların olduğunu ve buna uyacaklarını kabul ediyor, kabul etmedikleri “bir iki ayda özenle taşınabilecek değerli ağaçların oldu bittiye getirilerek, inatlaşarak-boy gösterisi yaparak baskınla kesilmesi” .. Şimdi de Melih Gökçek “Biz yine ağaç dikeriz, parasını verelim, ODTÜ’ye hizmet etmek onurdur” gibi alaydan farksız açıklamalar peşinde.. Oysa mesele para değil, mesele bir belediye başkanının “yasaları takmadan bildiğini okuması”..

“AB’ye gireceğim” diye kapıda bekleyen Türkiye yıllar öncesinin “Teksas kanunları” nın geçerli olduğu bir ülke mi olacak? Mesele bu!

Ağaç medeniyettir!

Başbakan Erdoğan 3’üncü köprü için kesilen binlerce ağaca gösterilen tepkiler konusunda “Yol uğruna herşey feda edilir. Yol medeniyettir.. Önünde cami olsa yıkarız, başka yere yaparız” demiş.

Bu sözler; yol olmayan, köprü olmayan, insanların yol olmadığı için sıkıntı çektiği bir şehir için söylense bir ölçüde haklı olabilir. Ama İstanbul’da ne 3’üncü köprü ne de 3’üncü havaalanı büyük bir ihtiyaç.. Bunları ille de yapacağım diye binlerce ağacı bir defada kesmek elbette eleştirilecektir.

Çölde kalacağız

Ayrıca, “yol medeniyet” ise “orman, ağaç, yeşil” o medeniyetin anasıdır. Dünyanın nasıl çölleşmekte olduğu, kuruduğu ve bu konunun Batı toplumlarının kabusu halinde olduğu yapılan sayısız belgeselle ortaya konmuşken.. Türkiye’de ve özellikle illerde ormanların nasıl azalmış olduğu, şehirlerde parkların bile tek tük kaldığı da biliniyor.

Durum buyken ve İstanbul “havadan bakıldığında” bir taş yığını halinde görünür, Boğaz çevresinde bile yeşillik bırakılmamışken “orman kesiliyor diye tepki vermeyin” demek hatalı bir beklentidir.

Atatürk ve çınar ağacı!

İnsanın aklına Atatürk ’ün Yalova’da “bir çınar ağacının dalları kesilecek” diye izin istenince köşkü raylar üzerinde kaydırması geliyor. Başka söze gerek yok sanıyorum!



Herkes bu kitabın peşinde!

İyi ki yazmışım Ertuğrul Akbay ’ın “Yaş 75 Yolun Yarısı” kitabını.. O gün bu gündür telefonum durmadı, gelen e-posta mesajlara da yetişemiyorum.. Herkes “Ruhat Hanım, kitabı arıyoruz ama piyasada yok, bulamıyoruz” diyor.. İstediğimde bana kitabı aldırtan asistanım İnci Hanım bile “artık bulunmuyor, yakınlarım da arıyorlar, ne yapabiliriz” diye bana soruyor. En doğru cevabı almak için açtım telefonu ve yazarın kendisine sordum.

24 Eylül Perşembe günü 4’üncü baskı yapılacak ve 50 bin kitap daha çıkacakmış, Cumartesi 5’inci baskı yla bir 50 bin daha .. Bu arada Akbay “ABD’den de telif hakkı istediklerini, kitabın orada da çıkacağını” anlattı. Kutlanacak bir başarı doğrusu!

Perşembeye bir gün kaldığına göre bulamayanların beni aramasına da gerek yok demektir!

Yazının devamı...

Sapanlı Teyze’yi mi buldunuz?

Gezi eylemlerinde elinde sapanıyla dünyanın en sevimli görüntüsünü oluşturan ve “sapanlı teyze” olarak anılan Emine Cansever Maltepe Gülsuyu Mahallesi’nde öldürülen Hasan Fehmi Gedik’in cenazesindeki gösteride elinde sopayla görüntülenmiş. “Zor yürüyorum, bu benim bastonum” demiş ama tutuklananlar arasına onu da almış ve mahkemeye sevketmişler.

Gülsuyu’nda uzun süredir uyuşturucu çeteleriyle halk arasında çıkan çatışmalar “kontrol altına alması gerekenler” tarafından önlenememiş. Sonra bir genç gösteri yürüyüşü sırasında sıkılan 6 kurşunla hayatını kaybetmiş. Daha önce öldürülen gençlerin katilleri cezalandırılmadığı gibi onun katili hakkında da bir şey yapılmamış.. Palayla halka saldıranlar bile tutuklanmamış. Ve tekrar hatırlatalım bu ülkede yüzlerce masum insan polislerin hazırladığı iddianamelerle hayatını zindanda geçirirken “çocuklara tecavüz edenler, satanlar, çocuklarla evlenip ilk gece ölümüne sebep olan sapıklar” bile serbest bırakılıyor.

Hakimler suç işliyor!

İngiltere’de Pakistan asıllı İlyas Ashar isimli sapık yaşlı herifin 9 yıl önce Pakistan’dan 10 yaşında kız çocuğu Londra’ya getirip “19 yaşında” olduğunu söyleyerek giriş yaptırdıktan sonra 9 yıl evinin bodrumuna hapsederek ona tecavüz ettiği haberini okurken ‘İngiltere’de asla ağır cezadan kurtulamayacağını’ düşündüm. Tabii ‘Bir de Müslüman olduklarını söylerler, gerçek bir Müslüman bu vahşeti nasıl yapar’ diye söylenmeme engel olmadı bu yine de.. Sefil olayın diğer boyutu bu çünkü.

Ama Türkiye’de bir de üstelik ünvanı “hakim” olan, görevi “adaleti sağlamak” olan yargı mensupları bu tür suçluları serbest bırakarak kendileri suç işliyorlar.

Şu vahşete bak!!

Onların yanlış kararları nedeniyle kendilerinin ceza alması gerekirken bu da görülmemiş şekilde yeni bir düzenlemeyle kaldırılıp “devlet öder” denince şimdi daha da rahat yapar oldular.

Düşünün; öldürülüp kolları kesilen kadınlar, el ele yürüyen iki sevgiliyi arkadan vuran caniler, 8 yaşındayken yaşlı bir yaratıkla evlendirilen ve ilk gece “ORGANLARI PARÇALANARAK ÖLEN” kız çocuklar, toplu şekilde tecavüz edilen çocuklar, eski veya boşanmak istedikleri eşleri tarafından doğranan kadınlar..

Son olarak Mardin’de “9 çocuklu bir ailenin çocuğu olan” ve evlendirilme korkusuyla evden kaçan, iki kardeş tarafından aylarca tecavüze uğradıktan sonra şimdi 5 aylık hamile olan 16 yaşındaki B.A.. Savcılık “kimliği değiştirilsin” demiş, mahkeme onu da kabul etmemiş. Tecavüze uğrayan çocukların yanında olmayan, şiddete uğrayan kadınlara koruma sağlamayan bu mahkemeler “ağır suçlular”a karşı her nedense pek alicenap davranıyor. Tecavüzcüler serbest, katiller “izinli çıkıyor” ve başkalarını öldürüyor.

İlgili bakanlıklar ise olayları öylece izliyor, rahmetli babacığımın deyişiyle “yaptıkları iş, ürküttükleri kurbağaya değmiyor”.. Böyle bir ülkede “kardeşim bunları bırakıyorsunuz da hiçbir kötü eylemi görülmemiş insanları neden hapsediyor ve hayalarını zindan ediyorsunuz, nasıl hak-hukuktur bu” denmez de ne denir?

İşte “haksızlıklara ve şiddete, gençlerin zarar görmesine karşı” olduğu baştan beri görülen ve gösteriye katılmaktan başka bir şey yapmayan sapanlı teyzeyi tutuklama kararı da böyle bir şey. Bir de üstüne onun “DHKP-C üyesi olduğu” gibi iddialar atılıverdi ortaya.. Valla İlker Başbuğ’a bile “münasip bir terör örgütü üyeliği” bulunabiliyorsa bu ülkede, Sapanlı teyzeye de bulunur.

Hakimler kendine gelmeli artık!

Yazının devamı...

Sıra geldi emzikli bebeğe!

Beykoz Belediye Başkanı Yücel Çelikbilek kucağında 3-4 aylık bir kız bebekle fotoğraflarını afiş yaptırmış, cadde ve sokaklara astırmış. Altına da “Gelecek nesil için belediyecilik” yazdırmış. Sadece bu fotoğrafın “gelecek nesil”e nasıl zarar verdiğinin ve açıkça suç olduğunun ya farkında değil veya bilerek yapıyor.

Öncelikle din açısından ne olduğunu Diyanet İşleri’nin, din öğretim üyelerinin hemen görüp yanlışı ortaya koyması gerekir ama “dünyaya İslam dersi vermeye” kalkmalarına rağmen kendi ülkelerinde bunu yapmıyorlar, yapamıyorlar.

Kadınlar için, çocuklar değil!

“Mümin kadınlar” a “bunu kesin olarak yapın, din emridir” diye değil, “onlara söyle, yapmaları daha hayırlıdır” şeklinde bir tavsiye niteliğinde olan ve o yıllarda kadınların korunması, cariyelerden de ayrılması için gerekli olan Nur Suresi 31’inci ayet “kadınlar için” inmiştir, çocuklar ve hatta bu örnekte görüldüğü gibi “bebekler için” değil. İran’ da, Suudi Arabistan ’da veya El Kaide’nin ele geçirdiği ve Şeriat kurallarını uyguladığı Suriye illerinde bile görülmemiştir böylesi!

İkincisi; Belediye Başkanı bunu yaparak “bebekleri bile kadın gibi mahrem saydığını” göstermekte, masum yavrulara bu yolla da “cinsellik düşündürecek, tehlikede olduğunu hatırlatacak” bir yetişkin kimliği yüklemektedir.

Zaten tehlike varken..

Bu ülkede zaten 3 yaşında bebeğe bile tecavüz eden sapıklar, çocuklara hatta “engelli çocuklara” tecavüz eden , evlenerek ölümüne neden olan ruh hastası yaratıklar varken küçücük bebeklere bu şekilde dikkati çekmek, onları “dindar kadın” istismarı yapmak için, aslında kendisinin dindarlığı daha da ileri götürdüğünü göstermek için vitrine çıkarmak açıkça suçu davet etmek ve ortak olmaktır.

Beykoz Belediye Başkanı bu posterleri derhal toplatmak ve yaptığı yanlış için özür dilemek zorundadır. Kendisi yapmıyorsa sorumluluk partisine düşer! Kadın ve Aile Bakanlığı başta olmak üzere TBMM’deki milletvekilleri , sivil toplum örgütleri neyle meşguller ki sesleri duyulmuyor konusu ise başlı başına bir tartışma gerektiriyor!

Alın size dokuz gün tatil!

Dünyanın hiçbir çağdaş ülkesinde her dini veya milli kutlamanın en az 9-10 gün tatile çevrildiği görülmemiştir. Biz tüm sorunlarını halletmiş (!) bir ülke olduğumuz için devamlı bu yapılıyor. 3-4 günlük tatiller arada gün olmasına, ucuca gelmemesine rağmen- bir önceki ve sonraki hafta sonu tatillerine ekleniveriyor, sömestr tatili gibi tatiller çıkıyor ortaya..

Neymiş efendim; turizm canlanacakmış, başka ülkelerin turizm sorunu mu yok, bizim kadar aklı mı yok? Bu yapılınca normal şartlarda şehirler arası yola çıkmayacak olan tüm aileler (kimse de diğerlerinden geri kalmayacak ya) arabalarına atlayıp yola koyuluyorlar. Bu Bayram’da daha yaz tatili yeni bitmiş, birçok insan aylar süren tatillerinden (bu tatiller de zaten Batı ülkelerinden çok uzundur) yeni dönmüş.. Olsun efendim, çıkılacak.

Afete yakalanmış gibi..

Niye döndün, okullar açılıyordu ama biz henüz doymamıştık mı? İnanılır gibi değil.. Daha önceki uzun bayram tatillerinde olan trafik faciaları yine aynen yaşandı, bu gidişle 22’nci yüzyılda bile yaşanacak görünüyor ki o da inanılır gibi değil. 8 günde 113 kişi ölmüş, 624 kişi yaralanmış .. Tatil 4 günde bırakılsaydı belki de can kaybı yarıya inecekti.

Bir yanda Suriye savaşıyla başımız dertte; “El Kaide’ye bağlı grupların Türkiye’deki Kürt bölgelerinden Suriye’ye savaşçı gönderdiği ve savaşı oradan yönettiği..Suriye’den gelen İslamcı grupların Antep, Adıyaman, Bingöl, Batman, Urfa, Diyarbakır, Bitlis illerine yerleştikleri” haberleri veriliyor. Bu son derece önemli bir olay ama sanki yokmuş gibi kimse ağzını açmıyor..

Diğer tarafta PKK polis araçlarını yakıyor, Bitlis’te balık tutmaya giden vatandaşları dövüyor, telefonlarını kırıyor, “sizi burada görürsek öldürürüz” diyor. İnsanların kendi ülkelerinde serbestçe dolaşma hakkı bile teröriste teslim edilmiş, ortada devlet yok.. Sadece bu iki olay bile derhal gerekeni yapmak üzere çalışmayı gerektirirdi ama Türkiye uzun tatilde..

E sevsinler bizim tatilimizi değil mi canım? Kendi düşen ağlamaz demiş atalarımız!

Yazının devamı...

İbadet gizli değil midir?

Cumhurbaşkanı Gül’ün Hac ziyaretine medya geniş yer verdi.. Allah kabul etsin.. Belki yaklaşan 3 seçim için parti tabanının takdirini kazanacak olan ibadet görüntüleri siyaset açısından da yararlı olmuştur ama her yıl binlerce insan Hac’ca gidiyor ve aslında birçoğu da “dinen daha makbul” olduğunu düşündüğü için bunu kimseye duyurmadan yapıyor. Cumhurbaşkanı’nın gitmesini gizlemek zordur ama fotoğrafçılara isteyerek poz vermek de gizlemeye gerek duyulmadığını gösterir..Tabii herkesin kendi bileceği iş..

Benim konuya değinmemin sebebi Gül’ün Hac ziyaretini daha önceki cumhurbaşkanlarıyla karşılaştırma yapma fırsatı sayanlar. Laf arasında kurnazca yöntemlerle “o gitti ama şu olsa gitmezdi” diyenler.. Tamam başka konularda istediğiniz ismi istediğiniz gibi eleştirebilirsiniz ama (her kim olursa olsun) başkalarının dini-ibadeti konularında kendinizde hem de isim vererek tahmin yapma hakkını nasıl görüyorsunuz? Bunu yapmanın Diyanet Başkanı tarafından “İzmir’in dindarlığı” ile ilgili sözden farkı var mı?

Ne biliyorsunuz, ya o şahıs yıllar önce gittiyse ve kimseye duyurmadıysa? Başkalarının hakkına saygı bunu yapmamaktır işte!

İslam’ın rahmeti!

Şimdi gelelim İzmir’in dindarlığı meselesine.. Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez Bayram’da yaptığı konuşmada “Müslümanların özeleştiri yapması gerektiği”nden söz ederken “Biz kendi hayatımızda İslam’ın o rahmetini dünyaya gösterebiliyor muyuz? Gösteremiyoruz.. Kendi ilişkilerimizde gösterebiliyor muyuz? Gösteremiyoruz (...) Londra’da İslam’ın rahmetini anlatan kaç kitap var?” demiş..

İnanın artık Görmez hangi konuda konuşsa aklıma önce “İzmir’in farklı bir dindarlığı var.. O dindarlığın irfan geleneğine ihtiyacı var. Buna göre müftü atayacağız” sözleri geliyor ve muhtemelen birçok kişi gibi kesinlikle konsantre olamıyorum. Mesela bu konuşmaya göre; İslam’ın rahmetini dünyaya göstermek için önce Türkiye’den başlamak lazım. Peki bırakın dünyaya göstermeyi “Kulların inancını değerlendirme hakkını” kendinde görebilen, insanlara “yaşadıkları ile göre dindarlık biçen” bir Diyanet Başkanı bu ülkeyi doğru değerlendirebilir mi?

Demek ki “anlamak” için sadece çok kitap okumak yeterli değil.. Özeleştiriye kendimizden başlayalım bence!

Hayvanlar da dirilecek ve..

Diyanet Başkanı Mehmet Görmez’in konuşmasında beğendiğim bir bölüm var. “Mahşer günü hayvanlar da dirilecek. Ve bizim üzerimizde hakları varsa onlar da haklarını alacaklar” sözü..

İnsanın aklına neler getiriyor; düşünsenize hayvanları tekmeleyerek yaralayanlar, bahçesine girmesin diye etrafını insafsızca “jiletli telle” çevirerek onları öldürenler, kapanla yakalayıp veya sitelerden torbalara doldurup aç susuz kalacakları ormanlara atanlar, bir damla su vermeyenler, yazın evine alıp yaz sonu dönerken umarsızca arkada bırakanlar, ibadet yaptığını sanarak Kurban Bayramlarında Boğaz sularını kan denizine çevirenler, hayvanlara acı çektire çektire kesmeye uğraşanlar, araçlarıyla keyif için, gösteriş için sürat yaparken yavru kedileri ezenler ve benzerleri..

Eziyet ettikleri hayvanlar haklarını alacaklar.. Kimbilir belki de “kendilerine yapılanı aynen iade ederek”.. Neden olmasın? Hakları değil mi sizce de?

Bu öğrenciye yardım edin!

Bilkent Üniversitesi öğrencisi bir gençten mektup aldım. Ankara’da anneannesiyle birlikte yaşadığını, Bilkent’i bu yıl “yüzde 50 burslu” olarak kazandığını, okul ücretini kendisinin ödediğini ve yardım alacak kimsesi olmadığını söyleyen bu genç ikinci dönemin 4500 TL ücretini henüz biriktirememiş.

Parayı değil, “Okul dışında çalışıp taksiti ödemek için bir iş” istiyor. Böyle durumlarda benim kendi maaşımdan okuttuğum çok üniversite öğrencisi oldu, sonuncusu geçen yıl “doktor” olarak diplomasını aldı çok şükür. Ama artık medya eskisi gibi değil, risk altında ve hepimiz düşünmek, dikkatli olmak zorundayız. Eğer iş sağlayacak imkanım olsa bir dakika düşünmezdim.

Bu nedenle bana daha önce yazarak “ihtiyacı olan öğrenciler varsa yardım etmek isterim” diyen okurlarımı hatırladım. Yardım edebilirseniz bu “geleceği parlak ve çalışkan öğrenciye” Ankara’da bir iş veya burs verin.. Unutmayın bunu yaptığınızda sadece o öğrencilerin değil, Türkiye’nin geleceğine de yatırım yapmış oluyorsunuz.

Adresi bende saklı, isteyen okurlarım beni arayarak ona ulaşabilirler!

Yazının devamı...

Pardon, AB raporları ne işe yarıyordu?

Bu AB İlerleme Raporları ne işe yarar henüz anlamış değiliz. Her yıl verilir ve mesela her yıl “yargı bağımsızlığının ortadan kalktığı, Ergenekon, Balyoz gibi siyasi davalarda ciddi haksızlık ve hukuksuzluklar yapıldığı” yazılır, “medya üzerindeki siyasi otorite baskısı” önemle vurgulanır, “düşünce ve ifade özgürlüğünün yine siyasi yönetim tarafından kısıtlandığı” mutlaka yer alır, “kadınlara ve çocuklara karşı şiddetin azalmadığına” dikkat çekilir ama bakarsınız o yıl içinde bütün bunlar daha kötüye gitmiş.. Ve bir sonraki yıl “AB’nin Türkiye İlerleme Raporu” aynı vurgularla ve minik detay değişiklikleriyle tekrar postalanmış.

Biz yine alayü vala ile o raporu tartışmaya başlamışız. Türkleri geri zekalı filan mı sanıyorlar, yoksa bizi “içinde bulunduğumuz şartlarda” AB’ye almayacakları da (hele şimdi 75 milyon nüfusumuz onlara az geliyormuş gibi bir de 500 bin Suriyelimiz var) neredeyse kesin görünürken bu raporlar onları eğlendirdiği için mi devam ediyorlar belli değil.

Neyi önleyecek?

Son raporda “Barış içinde geçtiği gözlenen Gezi olayları sırasında ve sonrasında Türk basınına yapılan baskılar, vatandaşlara, sivil topluma ve iş dünyasına yönelik kutuplaştırıcı tavır, polis şiddetiyle hayatını kaybeden gençler, orantısız güç kullanımı, görevden uzaklaştırmalar, işini kaybeden gazeteciler, şiddet uygulayan polise denetim ve ceza” gibi noktalar gayet dikkatle vurgulanmış. Bu vurgu toplumda “bir daha olmaz artık” gibi bir duygu uyandırıyor mu, hayır. Tam aksine, daha kötüsü mümkündür ve gelecek AB Raporu aynen bu yılki gibi olacaktır. Zaten sosyal medyada “Gezi ile ilgili görüşünü paylaşan”ların bile cezalandırılıyor olması, Twitter’ın bile “bu açıdan” denetlenmek istenmesi durumu gösteriyor.

Kadın ve çocuk hakları deseniz öyle, kaldı ki bu raporlar madem ki “daha medeni, daha hak-hukuk gözeten” uygulamaları hedeflemektedir artık “Hayvan hakları, Batı ülkelerindeki gibi hayvan polisleri, onlara karşı şiddetin önlenmesi” de yer almalıdır. Onlarla ilgili “cinayetten farksız” yasaların çıkarılmaması da!

Bir demokraside yasama-yürütme ve yargı dan sonra “4’üncü kuvvet” denilen medyanın bağımsızlığının sağlanması için medyanın “gazetecilere ait olması gerektiği” de..

Eleştiriyor ve alkışlıyor!

AB Raporu, Balyoz Davası da bu saatten sonra fazla bir değişiklik olmayacağı bilinmesine, neticelenmiş olmasına rağmen ona değinmiyor, bilirkişi raporlarına bakılmadığını, sahte CD’lerin bile delil sayıldığını, hukuksuzluklar olduğunu söylemiyor.. “Ergenekon Davası’nın neticelendiğini, Türk ceza sistemindeki aksaklıklar, davalarla siyasi hesapların görüldüğüne dair iddialarla lekelendiğini” bildiriyor. Ee, ne fark edecek şimdi, kim takacak bunu, yeniden mi yargılayacaklar? Hayır, öylece kalacak.. Neye yaradı bu rapor?

“Hüküm, demokratik yollardan seçilmiş hükümeti yıkmak amacını güden bir suç varlığını tescil etmiştir” diyorsun, arkasından “bu karar lekeli” diyorsun, ne diyorsun yani?

Hem “yargının tarafsız olmadığını ve yanlış kararlar verdiğini” vurguluyor, hem de “sivil idarenin ordu üzerindeki yetkileri artmıştır, geçmişteki darbeler hakkında soruşturma yapılmaktadır” diyorsun. Daha henüz 12 Eylül, 12 Mart, 27 Nisan gibi gerçek müdahaleler için bir karar görülmedi, tam aksine yapanlar bir kenara çekildi, bu bir yana “tarafsız karar vermediğini” bildirdiğin (üstelik keyfi kararlar veren ve hukuka aykırı olduğu için kaldırılan ama bu davalara bakmayı sürdüren “özel yetkili mahkeme” ler de vurgulanmamış) yargının “geçmişteki darbeler” için doğru karar vereceğine nasıl emin oluyorsun?

Bir Balyoz davasıyla koca Deniz Kuvvetleri (sanki denizde darbe yapılırmış gibi) kökünden sallanıyor, amiraller istifa ediyor, “Deniz Kuvvetlerine vurulan darbenin sadece maddi boyutu 200 milyar dolardır, Deniz Kuvvetleri mensupları harp esirinden farksız” diyorlar) ama AB bu olayları görmüyor. Ayıptır söylemesi, bugüne kadar Türkiye’de siyasi olarak kimsenin takmadığı bu raporları artık bizim de takmamıza gerek yok. ABD’de bahşişleri beğenmeyenler “kıvırıp ince bir rulo yapıyorlar” mış, ne demekse artık!! Biz de vatandaş olarak bu raporlara uygulayabiliriz!

Koç Grubu’nun kararı!

Koç Grubu’nun Harranova Çiftliği’nde domates ve salça üretimini durdurma kararı “kar sağlamadığı” için alınmış, haberler böyleydi. Ama okuyanın aklına o anda kısa süre önce Koç şirketlerine yapılanlar ve verilen zarar geliyor. Türkiye’nin gururu, en büyük şirketlerinin sahibi olan ve onlarca yıldır tek hatası görülmemiş bu grubun sanayi devi şirketlerine yapılan baskınlarla bir gün içinde büyük zarar verilmiş ve sonra da “alınan numuneler temiz çıkmış”tı.

Bunu hatırlayınca insan ‘acaba yine bir baskı, başkalarının çıkarı’ filan mı söz konusudur diye düşünüyor doğrusu. Umalım da öyle olmasın. Ben ise dün onlarla ilgisi olmayan yazımın altına gelen onlarla ilgili yorumlardan birini yazmak istiyorum, toplum genelinde hakim düşünceleri yansıttığı için önemli..

Efe Birol şöyle yazmış: “Sigortasız işçi çalıştırmaz. Kayıt dışı satış yapmaz. Bayram ve tatil günlerinde saygılı çalışır. İşçiye mesaisini eksiksiz öder. Vergi rekortmen listesinde yer alır. Böyle dürüst çalışan firmalar tabii ki kayıt dışı faaliyet gösteren firmalar a karşı düşük kar sağlar. Onları korumak gerekir”..

Konunun özeti gibi değil mi? Ama kim koruyacak?

Yazının devamı...

Hep genç kalmak mümkün mü?

Cevabın çoğunuz tarafından “tabii ki hayır” olarak verileceğini biliyorum ama doğru değil.. Bazı insanlar 30 yaşında yaşlandığını düşünerek moralini bozarken, güçlü irade ve morale sahip birçoklarının 80’inde bile aynı neşeyi, sağlığı dinamizmi koruyabildiğini görmüyor muyuz?

Tam 26 yıl önce rastladığım bir “muhabir aranıyor” ilanına müracaat ederek gazeteciliğe başladığım Gölge Adam’daki günleri hatırladığımda Genel Yayın Yönetmenimiz Ertuğrul Akbay’ın tümüyle “gazeteciliğe adanmışlığı”, sıra dışı röportajları ve devamlı çalışması dışında aklıma gelen ilk şey açık duran oda kapısından gördüğüm meyve suyu sıkan makinalar ve onun büyük bardaklarda sık sık taze meyve suyu içmesi olmuştur. Her zaman bakımlı, görünüşüne ve sağlığına son derece meraklı, sportmen, dinamik biriydi ve hiç değişmedi.. Daha sonra TRT’de televizyonculuğa başlayıp SABAH gazetesine geçtiğimde de, ondan sonraki yıllarda da ne zaman yolum Alkent Spor Merkezi’ne düşse ilk patronum Ertuğrul Bey’i hep sıkı şekilde en ağır sporları yaparken görmüşümdür, hiç bıkmadan usanmadan, müthiş bir enerjiyle..

Ve hâlâ onu görenler gerçekten de yıllar içinde hiç değişmediğini, aynı görüntüyü ve sağlığını koruyabildiğini düşünürler.

Hint Fakirleri’nin 21 şartı!

Ertuğrul Akbay “Yaş 75 Yolun Yarısı” isimli yeni çıkan kitabında bu başarıyı sadece yediği, içtiğine ve spora değil, bunun yanında yaşamın her alanına uygulanacak “özel bir düşünce sistemi ve tekniğe” borçlu olduğunu anlatıyor. Uzun süre aralarında bulunduğu Hint Fakirleri’nden öğrendikleri inanılmayacak kadar ilginç.

İnsanların 5 duyusuna nasıl hakim olabileceğini öğrenmek için gittiği Hindistan’da “Aşram” denilen bir merkezde bulunan Hint Fakirleri’nin aralarına girmek için istedikleri 21 şart bile “sağlıklı bir beyin ve vücut” için yeterli.. “Her yerde, her zaman irade gücünü kullanabilmeyi” sağlayan bu şartlar:

“Ne pahasına olursa olsun yalan konuşulmayacak, her konuda gerçekler söylenecek.. Hiçbir konuda şiddet gösterilmeyecek.. Hiçbir konuda aşırıya kaçılmayacak.. Açgözlü, bencil olunmayacak.. Alçak gönüllü olunacak.. Hiçbir zaman hiçbir konuda akla kötü düşünce getirilmeyecek.. Hisler kontrol altında tutulacak, irade hep üstün gelecek” maddeleriyle başlıyor. Türkiye’de siyasetçilerden başlayarak Aşram’a mı gidilmeli acaba diye düşündüm okurken. Akbay onların aralarına kabul ettikleri ilk gazeteci olmuş.

Çocukların boyunu uzatın!

Vücuttaki “çakra noktaları” ve onların sağlık ve iyilik için nasıl kullanılabileceğinden, kolayca yapabileceğiniz basit ama gençlik, enerji, sağlık sağlayan hareketlere, doğru besinlerden “çocuklarınızın boyunu uzatmak için ne yapmanız gerektiğine” kadar akla gelmeyen çok değerli bilgiler var. Özellikle Ertuğrul Akbay’ın “50 yaşından sonra kendi boyunu 10-12 santim uzattığını” ve arkadaşının oğlu Selim’in “onun önerilerine uyarak” 3 yılda boyunu 1.60’tan 1.86’ya nasıl uzattığını anlatan bölümü birçok ailenin dikkatle okuyacağına ve yararlanacağına hiç şüphe yok.

“Yaş 75 Yolun Yarısı” kitabını alın, keyifle okuyup bitirecek ve zamanın nasıl geçtiğini anlamayacaksınız. Benim de hissettiğim gibi “sağlık kurallarına uymadan yaşadığınız” duygusuna kapılırsanız da hiç şaşırmayın, zararın neresinden dönsek kârdır!

NOT: Bu yazıyı yazdıktan sonra Paşabahçe mağazasında Ertuğrul Akbay’la karşılaştık. Kısa sohbetimizin bitiminde ayrılırken ona ‘Kesinlikle Gölge Adam döneminde olduğunuzdan daha uzun görünüyorsunuz’ dedim. Kahkahalarla güldü.. Oysa espri değildi, gerçeği söylemekteydim, kendi boyunu 10 santimden fazla uzattığına inanın!

Bahçeli’ye bravo!

Bayram’da TV’de birbirlerini ziyaret eden parti heyetlerini izledim, 3 dakika sonra da MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin konuşmasını..

AKP heyeti henüz Meclis Anayasa Komisyonu’nda tartışmaları süren ve içinde “demokrasi açısından gayet sakıncalı, vatandaşların özgürlüğünü hükümetler eliyle kısıtlayan” maddeler olduğu bilinen 61 maddeyi “Komisyonda uzlaşılan 61 madde ‘topluma Bayram hediyesi’ olarak kabul edilmeliydi” diye aceleye getirmeyi önerdi.. Devlet Bahçeli ise “Anayasanın hiçbir maddesi aceleye gelemez. Hepsi Meclis’te tek tek tartışılıp onaylandıktan sonra kabul edilebilir” dedi.. Ben de oturduğum yerden ‘Eh bravo doğrusu, işte doğru olan budur. Bunca zaman beklendikten sonra son dakikada referandumda olduğu gibi hayati önem taşıyan yasalar (mesela AB Raporunda da yer alan toplantı-gösteri özgürlüğü hakkı) apar topar geçemez, hele hediye hiç olamaz’ dedim. MHP bugüne kadar “tenkit ettiği” konularda bile aceleye getirilen yasalara son dakikada destek vererek kendi seçmenine bile şaşkınlıklar yaşattı ama hiç değilse anayasa konusunda bunu yapmayacak olması memnunluk verici. Umalım da tüm partiler (Komisyon’da kendi üyeleri bile farklı görüş sergilese de, doğruyu bularak) aynı hassasiyeti göstersin, oldu bittiye gelmesin!

Yazının devamı...

Cumhurbaşkanı adayı neden Tarhan olamıyormuş?

İşte parti genel başkanlarının “milletvekiline, belediye başkanlarına hatta cumhurbaşkanı adaylarına tek başına karar vermesi”ndeki büyük yanlışı açıkça gösteren bir örnek bu.. Elbette iktidar partisi başta olmak üzere her dönemde her parti için ne kadar yanlış olduğu, genel başkanları birer padişah haline getirdiği bilinen bir durum.. Hepsi de demokrasiyi dilden düşürmemekle beraber “siyasetçileri köle, kendilerini onların efendisi yapan” bu durumu korumaktan yanalar.

En uygun aday!

Milletvekili, belediye başkanı veya cumhurbaşkanı olmak isteyenler “en uygun aday” olsalar bile genel başkan kimi isterse onu aday yapıyor. Mesela Emine Ülker Tarhan halkın en çok sevdiği siyasetçilerden biri.. Onu samimi, dürüst ve net bulmayan kimseye rastlamadım ve özellikle gençler tarafından çok seviliyor. Bilgili, kültürlü, başarılı bir hukukçu, gerçek bir demokrat, kısacası her özelliğe sahip..

Birgün gazetesinden Yaşar Aydın ’ın onunla yaptığı röportajı okurken kişiliğini bir kez daha takdir ettim ki hepinizin okumasını isterim. CHP Genel Başkanı Kemal KIlıçdaroğlu kısa süre önce “Benim gönlümde yatan cumhurbaşkanı adayı bir kadın. Ama parti içinden değil.. Kimsenin itiraz etmeyeceği bir isim” demişti, bu röportajda o sözlere kırıldığını da anlatıyor ki yerden göğe haklıdır.

Partisinin içinde uygun bir kadın aday olmasa bunu söyleyebilirdi ama en uygunu var, o zaman? Kılıçdaroğlu “grup başkanvekilliği” seçiminde de Tarhan’ı desteklemediği için hakkı olan bu görev elinden alındı. Şimdi aynı şey “cumhurbaşkanı adaylığı” için yapılıyor ve muhtemelen Kılıçdaroğlu’nun gönlündeki aday “bir şekilde öne çıkmış” ama Tarhan’ın hukuk, siyaset ve her konudaki bilgisine, deneyimine, tutarlılığına sahip olmayan biri olacak..

Fırıldak misali..

Tutarlılık, istikrar da çok önemli zira bizde “görüşleri fırıldak misali” olan çok kişi var. Bir o yanda, bir bu yanda.. Çıkarlara göre fırıldıyor çoğu ve sonra tehlikeler gizlenemez hale gelince yörüngeye oturmak zorunda kalıyor. Halkın hafızasının zayıf olmasını da kullanarak geçmişte yaptıklarını unutturuveriyor.

CHP’de daha önce “genel başkanlığa da aday olabilecek” isimler hemen ham yapılırdı, Kılıçdaroğlu’nun ise bu tür korkulara kapılarak hareket etmeyeceği düşünülmüştü başta.. Ama gidişe bakılırsa, Mustafa Sarıgül’den Emine Ülker Tarhan’a kadar yapılanlara bakılırsa sanki “tas ve hamam” durumu değişmemiş gibi görünüyor. Tarhan varken dışarıdan aday araması olsa olsa partisini ve kendisini zor duruma düşürür, Kemal Kılıçdaroğlu “çevresindeki telkinciler” e kulak asmayarak bu konuyu mutlaka tekrar düşünmelidir!

Ülke adına kayıp!

Mimarlar Odası eski Genel Başkanı, Cumhuriyet yazarı Mimar Oktay Ekinci geçirdiği beyin kanamasından sonra hayatını kaybetti. Gazetesine, beraber çalıştığı arkadaşlarına, ailesine ve “Türkiye’deki tarihi yapıların, sit alanlarının korunmasına en çok hizmet vermiş çevrecilerden biri” olduğu için toplumumuza başsağlığı diliyorum.

Onu şahsen tanımadım ama ne kadar büyük bir kayıp olduğunun farkındayım. Alman Hastanesinde yatağından yazdığı son yazısında, doktoruyla konuşurken Boğaz manzarasına bakıp “Biliyor musunuz, bu manzaranın bozulmaması için ben ömrümü verdim” demiş. Aynı yazısında merhum Ekinci 90’lı yılların başında bir gazetenin onun fotoğrafını sürmanşet koyup altına “Çivi çaktırmam dedi, kaçak yapılaşmayı azdırdı” yazdığını hatırlatıyor ve “Bizim sit kararlarını deldirmeme kararlılığımızdan ötürü kaçak yapıların sayısı bilmem kaça çıkmış” diyor. İnşaat yapılmaması gereken alanlara Batı’da çivi çaktırmazlar , bizde bir avuç insan yaptırmamak için mücadele eder, onlar ederken öte yanda kaçak yapılar artar. Bu kimin kabahatidir sizce? Her şeyin ters yüz olduğu, yanlışın doğruya galip geldiği, asıl sorumluların kenara çekildiği bir ülkede Oktay Ekinci gibi değerli insanlar bir ömür adasalar da maalesef pek az şeyi değiştirebiliyorlar.

Ama bizler onu takdir ediyoruz, gayretlerini unutmayacağız.. Nur içinde yatsın!

Arabalara bakın!

Havalar serinledi, yavru kedicikler araba motorlarına saklanıyor , biz dün birini motordan çıkardık, ikisi kayıp.. Lütfen kısacık bir süreyi her gün buna ayırın ve araçlarınızı çalıştırmadan kapağı açıp içine bakın, yavrular parçalanarak ölmesin. Ve lütfen kapınıza hiç

değilse bir kap su koyun, zavallı sokak hayvanları bir damla su bile bulamıyorlar.

Diğer gazetecileri ve TV programcılarını hayvanlar konusunda biraz duyarlı olmaya çağırıyorum , iki satır yazarak, konuşarak siz de insanların daha dikkatli olmasını sağlayabilirsiniz, bu duyarlılık medyayla yayılır unutmayın!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.