Şampiy10
Magazin
Gündem

Meclis’te başörtüsü parti meselesi değil!

Dünya nelerle uğraşıyor, biz hala Arap ülkeleri gibi “kadının saçı, başı, örtüsü üzerinden dine bağlı siyaset” peşindeyiz, tutturmuşuz “başörtüsü” diye, kavga çıkacak mı, devlet üniversite ve okullarından, devlet dairelerinden sonra devletin kendisi demek olan Meclis’te de başörtüsü kullanılacak mı en önemli gündemimiz bu..

Hani Suriye ile çok ilgiliydik, her gün kendi sorunlarımızdan önce “Suriyeli kardeşlerimiz”den söz ediyorduk, ne oldu da susuverdik? 600 binden fazla Suriyeli Türkiye’yi resmen işgal ettikten,El Kaide’den başlayarak İslamcı terör örgütleri savaşlarını Güneybatı’ya yerleşerek oradan yönetmeye başladıktan sonra hepsi unutuldu.. Oysa aslında “Suriyeli kadın kardeşler”imizin kendilerinin ve ailelerinin can endişesi yanında şimdi ciddi bir başka sorunları da var ilgilenecek, bu İslamcı teröristler güçlendikleri Suriye illerinde “Müslüman kadın” kıyafeti olarak başörtüsünün yetmediğine ve “Afgan burkası”na karar verdikleri, kadınları “sizi öldürürüz” diyerek mecbur tuttukları için burkasız dolaşamaz oldular.

Kadın üzerinden siyaset!

Görüldüğü gibi kadın sadece giyimine, tesettürüne göre “Müslüman ya da değil” şeklinde değerlendirilmeye ve siyaset onların üzerinden yapılmaya başlanınca sonu yok, örnekler önümüzde.. Ki aynı İslamcı örgütler Türkiye’ye de “kadınlarınız tam tesettüre uygun değil” baskısına başlayalı çok oldu..

Bir yanda bu durum ortadayken, Türkiye’nin sınırlarında ve hatta artık içine kadar girilerek kendisinde kadın tesettürü tam anlamıyla bir siyasi araç haline getirilmişken biz “Meclis’imizde tesettür” çekişmesi içindeyiz. Ve bunun adı da “kadının özgürlüğü” olarak konuyor, “şu parti özgürlük yanlısı, diğer parti özgürlük karşıtı” gibi sığ tartışmalar yaşanıyor. Dün gelen bir mektup şöyle diyordu; “özgür bir birey ben başımı örteceğim diyorsa konu kapanmıştır”.. İyi de biraz daha geniş açıdan bakın; bu cumhuriyet demokratik ve bunun gereği olarak laik bir rejime sahip olduğuna göre “devletin tüm din ve tabii mezheplere, inançlara eşit mesafede olması” demek aynı zamanda “tüm bireylerine eşit hakları sağlaması” demek değil midir?

Herkese aynı özgürlük..

Bu takdirde bazıları da “sarıkla, cüppeyle, kipayla, çarşafla, burkayla” girmeye kalkar ve “benim özgürlüğüm böyle, konu kapanmıştır” derse ne olacak? Kimin ve hangi ölçüye göre “hayır efendim, bu kadarı fazla” demeye hakkı olacak? Kişinin inanç, ibadet, dini kıyafet özgürlüğü bu nedenle ve “devlet tek bir inanca, mezhebe taraf olmasın” diye sınırlandırılmıştır laik rejimlerde..

O nedenle, başörtüsüyle Meclis’e girenlere özel kutlama yapılması da, karşılarına “Atatürk tişörtü”yle çıkılması da, “CHP karşı olsa bile karşı taraf mağdur görünmesin diye susmalıydı” denmesi de yanlıştır. Meclis’te dini kıyafet “hiçbir partinin özel meselesi olamayacak” kadar, sadece “özgürlüktür” kalıbına sokulamayacak kadar farklı ve önemli bir konudur ve Türkiye’de herhangi bir parti; siyaseti “Okullara ve Meclis’e başörtüsünü sokmayı biz başardık” üzerinden yapmaya kalktığı, bunu propaganda malzemesi olarak kullandığı takdirde yakın bir gelecekte yalnız kendisi değil tüm ülke “kadın kıyafetinin” siyaset malzemesi yapılması nedeniyle sorun yaşayabilir.

Biz Suriye iç savaşına müdahale etmemizin yanlışlığını da ilk günden söyleyerek uyarmıştık, onu da hatırlatayım. “Ama ABD’de de ve Avrupa ülkelerinde başörtüsü serbest” diyenler, Türkiye’nin konumunun, iç ve dış şartlarının onlardan çok farklı olduğunu, Ortadoğu’da siyasette, din kavgalarında hatta savaşlarında önce “Müslüman kadın”a tesettürden başlayarak yaşam şekli biçildiğini görmek zorundalar. Bunu yaparken “Hz. Muhammed’in kendisine biat eden kadınlardan neden tesettür, başörtüsü istemediğini, şart koşmadığını” da düşünsünler. Eğer başörtüsü “Müslüman kadın” için olmazsa olmaz şart olsaydı, istemeyi düşünmez miydi acaba?

Serdar Ortaç’a yapılan yeter artık!

Tam 15 yıl geçmiş üzerinden, 1999 yılında Magazin Gazetecileri Derneği gecesinde Ahmet Kaya ödül almak için sahneye çıktığında “Kürtçe şarkı” söylemek istemiş, Serdar Ortaç “10’uncu yıl Marşı”nı söyleyerek tepki göstermiş, birileri de Ahmet Kaya’nın masasına çatal bıçak fırlatmış.

O yıllar PKK terörünün şiddetle yaşandığı, yüzlerce insanımızın, çocuk yaşta askerimizin bombalı saldırılarda, karakol saldırılarında, çatışmalarda, mayınlı tuzaklarda arka arkaya hayatını kaybettiği, milletin gözyaşının durmadığı yıllar ki daha kesileli kısa bir zaman oldu.. O da ancak “PKK ve BDP’nin tüm talepleri kabul edilirse” kalıcı olabilecek.. Hemen her gün PKK saldırıları yaşandığı, ortam son derece gergin olduğu, toplum duyarlılığı ve öfkesi zirvede olduğu, “PKK terörü ile Kürt vatandaşların hepsini özdeşleştirme” çabaları da sürdüğü için o yıllarda Kürtçe şarkılar da bugünkü gibi akla geldiğinde söylenmiyordu, tarafsız ve “o günün gözüyle” baksın herkes olaya..

Bitmeyen kin!

Bunları hatırladığınızda, o ortamda “Kürtçe şarkı söyleyeceğim” diyen bir sanatçıya bir başkası “ben de kendi milli marşlarımdan birini söylerim” diyebilir, imkansız bir durum değil . O bunu söyledi diye başkalarının yaptığı olaylardan da sorumlu tutulamaz. Hele de bugüne kadar hala ırkçı söylemler ve eylemler “Kürtleri temsil ettiğini söyleyen parti ve gruplar” tarafından yapılır ve kimse sesini çıkarmazken.. Bu olayın üstünden 15 yıl geçti, Serdar Ortaç “çok gençtim, hata yaptım” diye özür dilemesine rağmen sadece “Onuncu Yıl Marşı’nı söylediği” için defalarca saldırıldı, “çatal attın” diyenlere “attıysam elim kırılsın” bile diyerek “atmadığını” anlatmaya çalıştı, bitmedi bitmiyor. Susmuyorlar, ona hayatı zindan etme yarışından vazgeçmiyorlar. Ne bitmez tükenmez, sonu gelmez kinmiş yahu!

Ayıptır, saçmalıktır, haksızlıktır, çağ dışılıktır. Türkiye bir dağ başı olmadığına göre bir yanlış varsa yargıya gider çözersin. Gitmiyorsan, bunca yıl geçmiş unutursun. Serdar Ortaç’a yapılanlar son bulmalı, sıktı artık!

(NOT; Tüm yazılarımda “Kürt vatandaşlarımızla PKK terör örgütünü ayrı tutmaya” dikkat ederim, bu yazıda da karıştırılmasın.)

Yazının devamı...

Çok heyecanlanmayın, biz daha gerideyiz!

Kendi ülkemde olan olayları bazen çok uzaklardan izliyormuş gibi hissediyorum kendimi.. Son zamanlarda gündemi meşgul eden “3 kadın milletvekilinin Meclis’e türbanla girecek olması” konusu da böyle..

“Devlet” deyince akla gelen ilk kurum TBMM değil mi? TBMM deyince de devletin üç erkinin ikisi; “yasama ve yürütme” yani “meclis ve hükümet” akla geliyor. Demek ki, her ne kadar “herkes kendi tercihini giysin” açıklamalarıyla yapılsa da kadın vekillerin “pantolon giymesine” kısa süre öncesine kadar (11 Nisan 2013’te izin çıkmış, ne yakın bir tarih?) izin verilmeyen Meclis’te bizzat vekillerin “dini kıyafet” giymesi “devlete giydirilmiş gibi” görünecek.

Haydi diyelim ki artık laik devletin “tüm dinlere eşit mesafede” olması kuralı da buradan başlayarak bozuluyor. Burada not etmek lazım ki son zamanlarda laikliği de “laik kibir” benzeri laflarla aşağılama modası çıktı.. Bunu yapanlar önce laikliğin anlamını ve dünyada “demokrasiyi (kör topal da olsa) korumayı başarmış, din-mezhep çatışmalarına da düşmemiş tek Müslüman çoğunluklu ülke” olabilmeyi laik rejime borçlu olduğumuzu, “laiklik” olmadan demokrasinin olamayacağını, olmadığının da Arap ülkelerinde görüldüğünü öğrensin, sonra yerin dibine batırmaya çalışsınlar. Bilgisizce gazel okumak olmuyor. Bugün Suriyeliler de, bütün Arap alemi de “Türkiye’nin kendini korumasının nedeninin laik rejimi olduğunun” farkındalar.

Onlar geri dönerken..

Diyelim ki laikliği Meclis’te de esnetiyoruz ve kadın milletvekilleri “parti yönetimi”nin daha çok hoşlanacağını bildikleri için giderek artan sayıda “türbanlı” olacaklar. Bunda “çok büyük iş başarmış gibi” sevinecek ne var? İran bizden çok önce geldi bu noktaya, orada her yer türbanlı da değil, kara çarşaflı doluydu İslam devriminden sonra yıllarca (buna rağmen gariptir İran’da bizde yaratılan moda şeklinde, alından şeritli bir başörtüsü şekli olmadı)..

Arap ülkelerinin çoğunda ve son olarak Suriye’de El Kaide’nin yönetimi ele geçirdiği illerde de “burka” benzeri çarşaf giydiriliyor kadınlara.. İran’da “reformcu” Hasan Ruhani, baskıdan bunalmış halkın, özellikle kadınların oyunu alarak seçimi kazandı ve şimdi İranlı kadınlar saçlarının yarısını açıkta bırakan şal benzeri renkli eşarplar takıyor, araba kullanırken başlarını açıyor ve Ruhani döneminde eski özgürlüklerine kavuşacaklarını umuyorlar. Yani “biz giderken onlar dönüyor” , bu kadar sevineceğimize “neden dönüyorlar” onu sormak lazım.

Eskiden dindar değil miydi?

Çok soru var aslında ve her ne kadar tartışanların neredeyse tamamı erkek ise de özellikle kadınların bu soruları merak etme hakkı vardır.. Mesela bizim Meclis’te kısa süre öncesine kadar başı açık, normal gömlek giyen, boynunu da kapatmayan bir kadın milletvekili Hacca gittikten sonra başını ve boynunu örttü.. Herkesin kendi tercihidir, böyle daha dine uygun davrandığını düşünüyorsa istediği gibi giyinir ama acaba örtünmeden önceki yıllarında “dindar” değil miydi ki şimdi çok önemli bir evrim geçirmiş havası yaratılıyor, röportajlar filan yapılıyor? Hep başörtüsünü “dindar kadının şartı” gibi gösterdiklerine göre bugünden sonra o gerçek dindar , eski haline benzeyen kadın milletvekilleri ise “dindar sayılmaz” mı olacak? Ne garip çelişkiler bunlar..

Aynı çelişkinin devamı; madem ki sürekli olarak “Nur Suresi 31’inci Ayet” nedeniyle başörtüsü konuşulmakta, aynı Ayet’te “gözlerini haramdan sakınsınlar, süslerini yakınlarından başkasına göstermesinler” de diyor. Burada “süsler” in anlamına farklı tarifler yapıldı ama genel olarak “yabancı erkeklere bakmamak ve dikkatlerini çekmemek” kastedildiğine göre türbanlı olup da erkeklerle konuşup şakalaşan, birlikte çalışan-yemek yiyen, yüzüne sanatçılar kadar makyaj yapıp dar kıyafetler giyen kadınlar Nur Suresi ’ne tamamen uymuş mu sayılıyor?

Sadece İstinye Park ’ta dolaşmak ve televizyonları izlemek bile son soruyu düşündürmeye yeter, deneyin isterseniz.

(NOT: Bu konuları irdelemeden, yine komik ve kestirme genellemelerle “size ne, isteyen istediğini giysin” deyip duran yüzeysel yorumlara, hele de kadınları ilgilendiren bir konuda-erkeklerden gelenlere bayılıyorum peşinen söyleyeyim. Sadece onların keyfine gelen konuları mı tartışacağız?)

Tomris Oğuzalp’in kaybı!

Tanıdığım, izlediğim, sanatını da insanlığını da takdir ettiğim, Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük tiyatro-sinema ve seslendirme sanatçılarından biri olan Tomris Oğuzalp’in vefatını Pazartesi günü derin bir üzüntüyle öğrendim. Aynı zamanda aşağıdaki olayı duymak ise üzüntümü katladı.

2010 yılında Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde safra kesesi ameliyatı sonrasında doktoru kendisinden “bölüme bir cihaz bağlatmasını” isteyince biriktirdiği 20 bin TL’nin üstünü kredi kartıyla tamamlamış. Borcunu ödeyemeyince emekli maaşına el konmuş ve sonunda borcu sanatçı arkadaşlarının topladığı parayla ödenmiş. Geçimi bile duyarlı sanatçı dostları tarafından sağlanmış son günlerinde..

Bu ülkede Tomris Oğuzalp gibi tüm toplumun gurur duyduğu yeteneklere sık sık rastlanmıyor, parmakla sayılacak kadar az olmalarına rağmen son yıllarında hep sıkıntı çekmeleri tesadüf olamaz.

Dünya starları klasında olan, hayatını sanata hizmetle geçirmiş, operamızın en değerli isimlerinden birinin hastalandıktan sonra “hastane masraflarını ödeyemez halde” vefat ettiğini de yeni duydum. Devlet “yıllar boyu başarılarıyla bu ülkeyi onurlandıran” sanatçılarını yaşlandıklarında da koruyup kollamak zorundadır. Suriyeli göçmenlere 4 milyar TL harcamadan önce bunları düşünmek gerekir!


Yazının devamı...

Cumhuriyet ‘özgürse’ cumhuriyet!

Suriye’de yönetim şekline baktığımızda adı; Suriye Arap Cumhuriyeti .. Peki gerçekte cumhuriyet mi, değil.. İran’ın adı “İran İslam Cumhuriyeti”, o gerçek bir cumhuriyet mi? Hayır ama adı böyle.. Peki acaba biz “Türkiye Cumhuriyeti” şeklindeki devlet tanımını gerçekten hak ediyor muyuz, bilmem incelemek gerekir..

Türk Dil Kurumu “cumhuriyet”i; “Ulusun egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu ‘belli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığı’ ile kullandığı devlet şekli” olarak tarif etmiş. Yani Meydan Larousse’daki tanımı gibi “halkın doğrudan seçtiği temsilciler aracılığı ile kullandığı” anlamına geliyor. Peki bizde halk milletvekillerini “doğrudan” seçebiliyor mu, seçemiyor. Kendisini temsil edenler ve adı “seçilmiş” olanların aslında tamamı “parti liderleri tarafından” seçiliyor.

Sandıktan çıkmak..

Seçilen ve TBMM’ye “iktidar” ve “muhalefet” partisi milletvekili olarak girenlerin bunu başarmak için “halkın takdirini, güvenini, kendisini temsil hakkını kazanacak işler yapmış olmaları” hiç gerekli değil. Sadece “liderin isteği” bir şahsın milletvekili seçilmesine yeterli olduğu için “ona hoş görünmeleri” yetiyor. Aynı şey “bir partiden belediye başkanı olmak” için gerekli, yani bu konuda da liderler söz sahibi..

Bu ortadayken yıllardır “halkın kendi milletvekillerini kendisinin seçmesi ve parti içi demokrasinin sağlanması” için seçim ve partiler kanunları nda yapılması gereken yasa değişikliği bir türlü gerçekleşmedi. Onca “demokrasi paketi” açıldı, içinden asıl demokrasiyi sağlayacak bu madde çıkmadı. Ama son zamanlarda ne deniyor; “Halk kimi seçtiyse, sandıktan kim çıktıysa o partinin sonsuz özgürlüğü vardır, her konuda tek karar vericidir” .. Eh, sandıktan çıkanları lider seçti, bu nedenle hiçbiri Meclis’te özgürce görüş bildiremiyor, nasıl “halk seçti” diyeceğiz, nasıl “sandıktan onlar çıktı” diyeceğiz, bu tamamen halkı yanıltmak değil midir?

Demokratik, laik, hukuk devleti!

Bizim cumhuriyetimizi diğer bazı ülkelerdeki aldatıcı “cumhuriyet” tanımından ayıran “demokratik-laik bir hukuk devleti” olma özelliği var ki zaten bunlar olmadan cumhuriyet demek de olmaz. Örneğin Suriye böyle bir yönetim baskısı altındayken, demokrasi-laiklik-hukuk diye bir şey yokken cumhuriyet olduğu iddia edilemez.

Türkiye’de demokrasinin ilk şartlarından olan “yargı, medya ve vatandaş özgürlüğü, devlette kuvvetler ayrılığı prensibi” ne vaziyette? Bunların var olduğu iddia edilebilir mi? Gazetecisinden iş adamına, hakiminden cami imamına kadar kimin işinde kalıp kimin gideceğine “siyasi güç” karar veriyor, gösteri hakkı bile polis şiddetiyle önleniyorsa.. “Bilirkişi raporlarını” bile keyfi olarak reddedip hüküm verebilen “özel yetkili mahkemeler” meşru sayılıyorsa.. Devletin tüm dinlere eşit mesafede durma zorunluluğu demek olan laiklik “devlet kurumlarında tek dine ve hatta mezhebe özel haklar tanıma” haline getiriliyorsa.. Kuvvetler ayrılığı “yasama-yürütme-yargı”nın tek kuvvet halinde bir partinin yönetiminde olmasına dönüşmüşse bizim cumhuriyetimiz sizce “tamamen başka bir kavram” haline gelmemiş midir?

Başkanlık neden olmaz?

İşte bu nedenlerle Türkiye’de “başkanlık sistemi” diye bir sistemin getirilmesi, özel yetkilerle donatılmış ama “hiçbir kurum tarafından denetlenemeyen” bir başkanın yönetimi demokrasiyi tümüyle tehlikeye sokar. Cumhuriyetimizin nitelikleri umalım da geri gelebilsin!

‘Köpek saldırdı’ haberi!

Dün VATAN ’da gördüm haberi.. İzmir Buca’da 9 yaşındaki ağabeyi Samet’le markete giden 3.5 yaşındaki Aras’a “Rotweiler cinsi bir köpek” saldırmış. Aras ısırıklarla yaralanmış,onu kurtarmaya çalışan ağabeyi köpeğin altında kalmış ama “31 yaşındaki köpek sahibi fark edince” zarar görmeden kurtulmuş..Şimdi, öncelikle Aras bebek ile ağabeyine ve aileye içten geçmiş olsun dileklerimi gönderiyorum, ucuz kurtulmuşlar.

Sorumsuz sahip

Öte yanda bu “köpek saldırdı” haberleri tüm sokak köpeklerinin hayatını da tehlikeye sokan hebrler o nedenle irdelemek lazım. Bu olayda köpek bir sokak köpeği değil, sahibi var ama eğer duymadığımız bir başka neden yoksa “sorumsuz bir sahip” besbelli.. Bu cins köpekleri uzmanlar “tehlikeli ve özel eğitim gerektiren köpek” olarak anlatıyor. Ne olursa olsun “tehlikeli” denen bir köpek zapt edilemeyecek şekilde sokağa çıkarılamaz. Bu olayda dava açılacak olursa büyük ihtimalle sahip ceza alacaktır.

Aynı zamanda.. Trafik ten çocuk kaçırma ya ve yaşadıkları olaya kadar birçok tehlikeyle dolu (Türkiye’de bu tehlikeler çok daha fazla) sokaklara bir bebeği “ilkokul 3’üncü sınıf öğrencisi”ne emanet ederek bırakan bir aile dünyanın tüm medeni ülkelerinde sorumludur. Yani köpek sahibi kadar bu aile de hatayı paylaşıyor.

Çoğu “yemek ve su arayarak dolaşmak”tan başka bir şey yapmayan sokak köpekleri durup dururken suçlanmasın, çok sayıda köpeğin bulunduğu yerlerde sorumlu o köpeklere “özel parklar, yeşil alanlı barınaklar” yapmayan, hepsini aynı yere salıveren belediyelerdir ki bunu kendi imkanlarıyla yapmayı başaran vatandaşlar bile var..Bu tür bir şikayet gelince “hepsini zehirleyerek kurtulma” kalpsizliğini göstereceklerine baştan kısırlaştırıp çözüm arasınlar.

Yazının devamı...

Cumhuriyet ve kahramanı!

28 Ekim sabahı perdelerimi açtığımda gördüğüm evlerin hemen hepsi “rengini bu ülke için canını vermiş şehit kanlarından alan” ayyıldızlı bayraklarını asmıştı.. Ve uzaklardan, büyük ihtimalle bir okulda çalınmakta olan 10’uncu Yıl Marşı duyuluyordu.. Aklıma okullardan kaldırılan Andımız geldi, yarı uyanmış halimle ‘iyi ki henüz bu marş yasaklanmadı’ diye düşündüm.. Daha yüzümü bile yıkamadan kendi bayrağımızın bulunduğu dolaba gittim, bayrağı çıkardım ve balkonuma astım.. Bu ülkeye Antakya Erkek Lisesi ’nden başlayıp Ankara Deneme Lisesi ’nde son bulan eğitim hayatında “sadık bir Cumhuriyet öğretmeni” olarak 40 yıl hizmet etmiş olan ve son hastalık döneminde bile milli bayramlarda bayrağını asmayı hiç unutmayan, seçimlerde tekerlekli sandalye ile oy vermeye giden rahmetli canım anneciğim Siret Ünaldı gözlerimin önünde olarak..

Sonra onun gibi gerçek bir vatansever ve Cumhuriyet aşığı olan, yaşadığı sürece yazdığı muhteşem kitaplarla Atatürk ’ü en güzel şekilde anlatan, yakından tanıdığı Büyük Önder’in cenaze töreninde Anadolu Ajansı’nı temsilen bulunan tarihçi, yazar Cemal Kutay ’ın olağanüstü fotoğrafların da bulunduğu “Ne Buldu, Ne Bıraktı” isimli kitabını açarak okumaya başladım. Daha önce defalarca okumama ve alıntılar yapmama rağmen her seferinde ilk kez okuyor gibi heyecan duyduğum kitaplardan biridir..

Milletinin özgürlüğüne dua!

Atatürk hayatı boyunca milli değerlerin yanında dini değerlere de saygılı olmuş ama ancak “laik bir devlet yapısı” ile din-mezhep kavgalarının, din devleti girişimlerinin önlenebileceğini bildiği için dinin yobazlar tarafından istismarına ve devlet işlerine karıştırılmasına karşı çıkmıştır. Ki bugün diğer Müslüman ülkelerde “laik-demokratik” devlet yapısı olmadığı için yaşanan din savaşları, aynı dinden olanların birbirlerini nasıl vahşetle yok ettiği, Türkiye’nin ise rejimi sayesinde bunları yaşamadığı hatırlanırsa 90 yıl sonra bile ne kadar haklı olduğu anlaşılır.

Kur’an tefsiri en iyi şekilde yapılsın diye araştırıp Elmalılı Hamdi Yazır ’a karar veren, Meclis ’i dualar okutarak, kurbanlar keserek açan, Milli Mücadele sırasında yanına toplanan din adamlarıyla milletinin özgürlüğe kavuşması için dua eden onun gibi bir öndere bugün “döneminde lise kitabında Hz. Muhammed yerine ‘Muhammed’ yazıyordu, dinsiz millet yetiştirmek istedi” yalanları atmaktan utanmayanlar, onu kötülemek adına kendi dinlerinde “bir başkasının inancını tartışmanın en büyük günah olduğunu” bile göz ardı ediyorlar.

Onu sevenleri de karalamak..

Bırakın her şeyi bir yana, kuşaklar boyu gelip geçen yüz milyonlarca vatandaşın özgür yaşamasını sağlamış olan bir kahramanı “Allah’ın nasıl değerlendireceği” onlara mı kalmıştır? Kendilerinin “dinen daha makbul” sayılacağına nasıl karar verebiliyorlar?

Bunların hepsi bir milletin “ortak milli değerleri” ni yok etme, böylece hem “milli beraberliği zedeleyerek” dağılmış ve birlikten doğan gücünü kaybetmiş bir toplumu başka yönlere kolayca itme, hem de Atatürk’ün ilkelerini benimseyen, kazandırdıklarını takdir eden, onu seven insanları da “dine karşı veya din dışı gösterme” çabalarının sonucudur. Ama bu yönde ne yapılırsa yapılsın Türk milleti “emperyalist ülkelerin işgali altında, onların müstemlekesi durumunda bir ülkede mucizelerle özgür bir Cumhuriyet yaratan Ata’sını ve o Cumhuriyet’in getirdiği kazanımları” Milli Mücadele’yi başaran kuşak kadar takdir etmeyi sürdürecektir.

Ne söylemişler..

Yabancı devlet liderlerinin ve basınının “Atatürk ve başarıları” için söyledikleri ciltlere sığmayacak kadar fazla.. Sadece birkaçına bakalım:

“Bir tümen komutanının 3 ayrı yerde, tek başına giriştiği hareketlerle bir savaşın ve hatta bir ulusun kaderini değiştirecek yücelikte bir zafer kazandığı tarihte pek nadirdir. (Çanakkale Muharebesi , İngilizlerin Gelibolu Seferinin Resmi Tarihi , 1934, sayfa 250) İngiliz Generali Aspinali Oglander ”..

“Öyle zamanlar oldu ki, anıları içinde benim eşsiz nitelikte gördüklerimi düzeltti: ‘Hayır! Ben bunda yanlışım. Eğer şöyle düşünseydim ve yapsaydım sonuç daha eksiksiz olacaktı’. Gerçekçilik onun korkmadığı şeydi.(1934).. Amerikan eski Elçisi Gnrl. Clarles H. Sh ”..

“Kemal Atatürk yalnız bu yüzyılın en büyük adamlarından biri değildir. Biz Pakistan’da O’nu gelmiş geçmiş bütün çağların en büyük adamlarından biri olarak görüyoruz. Dünyadaki bütün Müslümanlar , gözlerini sevgi ve hayranlıkla O’na çevirmişlerdir. O Müslüman dünyasında yeniden siyasi uyanış yönünde ileriye doğru cesur bir adım atan bir avuç insandan biridir. Pakistan Devlet Başkanı Eyüp Han .”

Cumhuriyetimizin 90’ıncı yılı kutlu olsun. Umarım en zor görünen şartlar altında bile yılmadan “laik ve demokratik bir hukuk devleti” özelliklerini korumayı başararak onu yüzyıllar boyu yaşatırız!

Yazının devamı...

Kılıçdaroğlu, Sarıgül sorusunu nasıl cevapladı?

Pazar gazetelerinde okumuş olduğunuz gibi 26 Ekim Cumartesi sabahı Kadın Girişimciler Derneği ’nin (KAGİDER) 2002’den beri düzenlediği kahvaltı sohbetlerinden sonuncusunda CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ’nun konuşması vardı. Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül ’ün İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na bu partiden aday olup olmayacağı ise uzun süredir netlik kazanmadı biliyorsunuz.. Dün gazetelerde Kılıçdaroğlu’nun “Türkiye Değişim Hareketinin hepsini CHP’ye davet ediyorum, ayrışma lüksümüz yok. Türkiye can derdinde biz ayrışıyoruz” sözleriyle ve “Sarıgül’e ‘gel’ dedi” başlıklarıyla verildiğini görünce bu cevabın nasıl bir espriyle alındığını sizinle paylaşmak istedim.

Medya ciddi sorun!

Aslında Sarıgül’ün CHP’ye geçmesi ve ortadaki belirsizliğin kalkması gerektiğini yıllardır Kılıçdaroğlu ile her karşılaşmamızda sorduğum ve son zamanlarda bu konuda gelen aralıksız sorulardan da hoşlanmadığını fark ettiğim için o gün bu soruyu sormama düşüncesindeydim. Toplantıdan önce karşılaştığımızda bir süre “halkın Ana Muhalefet Partisi’nden beklentileri, parti içi çekişmeler, 3 seçim yaklaşırken gazete ve TV’lerin neredeyse tamamının iktidar partisi etkisi altında olmasının ve gizli sansürlerin yaratacağı eşitsizlik” gibi konularda konuştuk.

Toplantının ilk sorusu olarak bir televizyoncu arkadaşımız “Sarıgül’ün adaylığı” nı sorunca Kılıçdaroğlu daha önce de yaptığı gibi “bu sorunun cevabını yakında öğrenirsiniz, önce müracaatını yapması lazım” cevabını verdi. Ben de ‘Biz bunu daha önce duyduk, farklı bir cevap bekliyoruz Sayın Kılıçdaroğlu’ dedim ve biraz sonra sıra bana geldiğinde diğer sorularla birlikte şu sözlerle soruyu dolaylı şekilde tekrarladım..

Özgüven farkı!

‘Evet Sarıgül de İstanbul’a aday olduğunu hala açıkça söylemiş değil. Hatta İstanbul adaylığından önce CHP genel başkanlığı, başbakanlık hatta cumhurbaşkanlığı düşünüyor gibi bir hava yayıldı ama bu da olabilir.. Şu anda bu toplantıda bile belediye başkanı veya milletvekili olmak isteyen kim bilir kaç kişi var (KAGİDER kadın girişimcilere siyaset yolunu açmak için de çalışıyor ve başarıyor), Sarıgül de kafasındaki tüm siyasi görevlere adaylığı düşünebilir. Sizin bundan rahatsızlık duymamanız gerekir. Baykal döneminde olsa bu rahatsızlık anlaşılabilirdi, o dönemde sivrilen isimlerin önünü kesme durumları vardı ama siz ‘farklı olduğunuz için, özgüveniniz nedeniyle de’ tercih edildiniz, halk sizi bu nedenle beğendi. Madem ki Sarıgül ihraç edilmiştir ve şimdi ortada sıkıntılı bir durum vardır, öte yanda ise onun adaylığı partiniz adına hayırlı görünmektedir o zaman daha net açıklamalar yapmanız bekleniyor artık..”

Açık davet!

Bunları söylerken Gürsel Tekin’in de aday olması nedeniyle “onu kırmadan bir çözüm bulması gerektiğinin” , kendisinin davet etmekten kaçınmasında bunun rolü olduğunun ve parti içinde Sarıgül’ün kuyusunu kazmaya çalışanların az olmadığının da farkındaydım tabii.

Sorunun bu doğal, içten, esprili şekli Kılıçdaroğlu ’nun hoşuna gitmişti, gülümseyerek şunları söyledi; “Sarıgül saygı duyduğum bir siyasetçi.. Ayrışmaya değil, beraber olmaya ihtiyacımız var ve bunu söylerken TDH’yı da kastediyorum, hepsini CHP’ye davet ediyorum. Raydan çıkan demokrasiyi birlikte tekrar rayına oturtalım, Cumhuriyet ilkeleri bağlamında, demokrasi bağlamında bir araya gelelim.”

CHP Genel Başkanı böylece gereken daveti açıkça yapmış oldu, bundan sonra Mustafa Sarıgül ’ün de zaman kaybetmeden müracaatını yapması, olaysız şekilde partiye kabulü ve adaylığının açıklanması lazım. Bugüne kadar “Halk ne isterse o olur” dendi ama halk ne istediğini seçimde gösterecektir zaten, önce ona yeterli zaman tanınmalı!

(Not: Fotoğrafı çekip bana göndermeyi teklif eden meslektaşım Fatma Aksu’ya teşekkür ederim.)

Boğaz’ın altından yol oluyorsa..

İki gün önce yine yazmıştım, bu inatlaşmalar, öğrencileri “orman kesimi nedeniyle” hırpalamalar, gözaltılar olacak şey değil. Bu ülkede demokrasi gerçekten varsa “gösteri hakkı” da ülkenin Anayasa’sında (ve yapılmak istenen yeni anayasada) var. Yeni anayasada “devlet gerekli görürse müdahale eder” gibi ilaveler de bu nedenle kabul edilemez, barışçıl bir yürüyüşe-gösteriye devlet müdahalesi olamaz.

ODTÜ arazisindeki ormanları keserek yol yapılması o ormanları eliyle ekip büyüten insanları kahrediyor. Hak olan “yasal süreç” beklenmeden ODTÜ arazisine kaçak olarak girip ormanın kesilmesine meşruiyet kazandırılamaz. Bu yapılacağına “binlerce ağacı kesmeden yer altından yol açmanın çaresini arayacağız” dense olmaz mıydı? Marmaray projesinde İstanbul Boğazı’nın altından bile yol geçiriliyorsa ormanın altından niye geçirilemiyor?

Yine polis şiddeti , yine TOMA’lar, gazlar, fişekler .. Ne zamana kadar? İstenirse ODTÜ olayı daha fazla tatsızlaşmadan bitirilebilir, bu yapılmalıdır, devlet kendi üniversitesiyle, kendi gençleriyle kavga içinde olamaz!

Yazının devamı...

Balyoz’da AİHM’ye gitme hakkı!

Balyoz Davası’nda 16 yıl ve üstünde hapis cezası almış sanıklardan mektup yağıyor. Bazıları o dönemde öğrenci olan ve söz konusu seminere bile katılmamış olanların hemen hepsi “adil şekilde yargılanmadıklarını, “hiçbir somut delile dayanmadan veya tutarsızlığı bilirkişi raporlarıyla (30’a yakın saygın üniversite ve kurum tarafından) kanıtlanmış sahte dijital verilerle” haklarında hüküm verildiğini kesin ve kendilerinden emin şekilde belirtiyorlar..

Bu sahte verilerin mahkemece bir kez de resmi bilirkişilere inceletilmesine ilişkin haklı ve hukuka uygun taleplerinin kabul edilmediğini.. İddia ile ilgili olarak en ayrıntılı bilgi sahibi olması gereken dönemin komutanlarının tanık olarak dinlenmesi taleplerinin reddedildiğini (ki başta dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök ve Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman vardır, Yaşar Büyükanıt da hem bu davada hem 27 Nisan muhtırasıyla ilgili olarak geri planda tutulmuştur).. Çoğu; Avukatları bulunmadan mahkum edildiklerini.. Kendi yurtlarında, kendi mahkemelerinde duyuramadıkları seslerinin “Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi Keyfi Tutuklamalar Çalışma Grubu’nda duyulduğunu.. 1 Mayıs 2013 tarihli kararda ‘adil yargılanma ilkelerinin ihlal edildiği, bu şekilde özgürlüklerden yoksun bırakmanın hukuka aykırı olduğu’nun bildirildiğini” anlatıyor.

Yargıtay gerçeği sakladı mı?

Gölcük Donanma Komutanlığı’nda yapılan aramada elde edilen ve aleyhte delil olarak değerlendirilen 1 ve 10 numaralı CD’lerin ise “el koyma işlemi sırasında imaj alma işleminin yapılmadığı, oysa Yargıtay’ın 9 Ekim 2013 tarihli kararında “bunun yapılmış olduğu ifadesinin bulunduğu”, CMK’nın ilgili maddesine göre bu delillerin “hukuka aykırı” olduğu da tekrar açıklanmış.

Özel yetkisi kaldırıldı ama..

Hukuka aykırı deyince.. Bu Balyoz ve Ergenekon davaları zaten baştan hukuka aykırı.. Hiç hukuk bilmediğimizi, “h”sinden bile anlamadığımızı düşünelim. Bu “özel yetkili” denilen mahkemeler “hukuka aykırı” oldukları için diğer davalara bakmaları artık mümkün değil, kaldırıldılar. Ama sadece bu siyasi davalarda sonuna kadar karar vermeleri sağlandı, peki bu çelişki nasıl hukuki olabilir? Adil bir vicdan bunu kabul eder mi, herkesten önce Adalet Bakanı’nın ve tüm hukukçuların baştan buna itiraz etmesi gerekmiyor muydu?

Öyle çok haklı oldukları nokta var ki (mesela o dönemde Harp Akademileri Komutanı olan Necdet Özel bugün Genelkurmay Başkanlığı yaparken akademi öğrencilerinin mahkum edilmesi) bu durumda, yargıya olan güvenin sarsılmaması mümkün değil. Hele de ortada bu “özel yetkili mahkemelerin çok özel durumu” varsa bu davalardan cezaevinde ömür tüketmeye mahkum edilen insanların AİHM’ye gitmelerini “önce Anayasa Mahkemesi” şartına bağlamak bir başka büyük haksızlıktır.

AYM baştan belli!

Tekrar düşünelim; Hukukçu bile olmadığı halde ülkenin en yüksek yargı organı olan Anayasa Mahkemesi’ne başkan yapılmış olan Haşim Kılıç Yargıtay kararlarından sonra konuştu..

Kendisinden önce bu kararlarla ilgili olarak Başbakan Erdoğan’ın “Henüz süreç bitmiş değil, temyiz yolları açık” sözlerine karşılık “AYM temyiz makamı gibi gösteriliyor. Boş yere umut veriliyor.
Mahkeme kararına karşı bizim böyle bir görevimiz yok, yargısal aşamada hak ihlali varsa bakarız” dedi. Bunun yanında biliyorsunuz zaten “Yargıtay’daki arkadaşları yıllardır tanırım, deneyimli ve bilgilidirler” diyerek KENDİSİNCE bu kararlarda hata olmayacağını baştan belirtmişti.

Zaman kaybettirmeyin

Balyoz’da asıl hak ihlali yargılayan mahkemeden başladığına, bu ve bütün diğer veriler “adil yargılanmanın yapılmadığını” gösterdiğine ve Haşim Kılıç bu durumda “Yargıtay aşamasına bile gelmemesi gereken” davalarda adil yargılama yapıldığına inandığına, “burası temyiz mahkemesi değil” de dediğine göre AYM’ye gidilmesi zaman kaybından başka ne sağlayacak?

Balyoz ve Ergenekon sanıklarına AYM ile zaman kaybettirilmeden Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gitmelerinin (ki bu durumda bile haklılıkları kabul edilene kadar yıllarca bekleyecekler) önü açılmalıdır. Bunu Haşim Kılıç’ın istemesi bile şaşırtıcı olmayacaktır.

Bayramiç hatası!

Sevgili okurlarım, dünkü yazımda yanlışlıkla Bayramiç “ilçe” yerine “köy” olarak yazılınca Kurşunlu “Bayramiç köyünün köyü” olmuş. Güleyim mi, ağlayayım mı bilemedim. Siz karar verin!!

Yazının devamı...

Gösteri suç, öldürmeye ceza yok!

Önce Taksim’in göbeğinde kalan tek yeşil alanı; Gezi Parkı’ndaki ağaçları kesip AVM, kışla her neyse “taş binalar” yapılmak istendi.. Bölge halkı ve çevreci gençler kestirmemek için tepki gösterdiler, üzerlerine (yalnız Türkiye’nin değil, dünyanın karşı çıktığı) şekilde polis şiddetiyle gidildi, bu nedenle büyüyen olaylarda kaç gencimiz polis kurşunuyla, gaz fişeğiyle veya “sopalarla dövülerek” hayatını kaybetti.

Suçluların hiçbirinin cezalandırıldığı görülmedi ama “gösteriye katılan ve hatta sadece sosyal medyada bu konuda görüş açıklayanlar” bile sanatçısından öğrencisine, okul yöneticilerine kadar anasından doğduğuna pişman edildi. Hala “Sadece Ankara’da 101 okul yöneticisine ‘öğrencilerin Gezi gösterilerine katılmalarına izin verdiler” denerek soruşturma açılıyor.

Ailelere sorun!

İntikam alır gibi üstüne gidenler bugün de ailelerle konuşabilir, anlatırlar; o günlerde aileler “14-15 yaşındaki çocuklarını bile engelleyemediklerini, gizli gizli gösterilere katıldıklarını” söylüyorlardı. Yalnız öğrenciler değil, çalışan tüm gençler de (ki aralarında AKP’li veya o partiye oy vermiş olanlar da vardı) Gezi eylemlerine desteğe gitti ve aslında o destek büyük ölçüde “devletin polisi son güne kadar durdurmaması, şiddete tüm ülkenin şahit olması” nedeniyle verilmekteydi. Nitekim iktidar partisi içinden de “sürecin iyi yönetilemediği” açıklandı. Sonuç olarak İçişleri Bakanlığı ve İstanbul- Hatay-Eskişehir gibi illerin valileri kötü bir sınav vermişti.

Şimdi bu okul yöneticileri, öğrenciler veya sosyal medya kullanıcıları (bu arada yaralılara kapılarını açıp insani görevini yapan oteller bile nasibini aldı, hem de sahiplerinin diğer işleri bile tehlikeye sokularak) ağızlarına biber sürer gibi, son noktaya kadar inatlaşır gibi cezalandırılarak “ders verileceğine” bu gibi olayların bir daha olmaması sağlanmalı, toplumun çevre hassasiyetine de kızmak yerine olumlu bakılmalıdır değil mi?

ODTÜ’de aynı şey!

Evet öyle olmalıdır ama burası Türkiye, tam aksine bu kez Ankara’da ODTÜ’lülerin onlarca yıl önce diktiği değerli ağaçlar, ormanlar kesilerek yol yapılmak istendi. Planı daha önce kabul edilmiş olsa da Üniversite’ye bu “Bakanlık tescilli ağaçlar”ı güvenle nakledecek 2 aylık bir zaman tanınabilir, uzlaşarak yapılabilirdi ama yasal itiraz süresi 4 Kasım’da dolacak olmasına rağmen o da bir gece baskınla Üniversite’nin alanına, ODTÜ’ye ait özel mülke izinsiz girilerek yapıldı, 3000’e yakın ağacın büyük bölümü tahrip edildi, az sayıda ağaç ise göstermelik olarak taşındı (nereye taşındı o da bildirilmedi).. Arkasından da doğal olarak “öğrencilerle birlikte” tepki gösteren Üniversite yönetimiyle inatlaşma sürdürüldü.

Kaz Dağları nasibini alıyor!

Sanki çölleşen dünyanın en çok çölleşen ülkelerinden biri değilmişiz ve zaten sık sık yananlar yetmiyormuş ve bu orman kayıpları yakın gelecekte (80 milyona dayanan nüfusla) ülkeye büyük sıkıntılar yaşatmayacakmış gibi Türkiye’nin akciğeri ormanları da aynı duyarsızlıktan nasibini alıyor.

Bu dağların en güzel köylerinden biri olan Bayramiç’in köyü; Kurşunlu sakinlerinden ağlayan, haykıran mektuplar geliyor. 15-20 yıldır bölge köylerinde faaliyet gösteren, Kazdağı eteklerindeki Yeşilköy, Gedik ve Mollahasanlar köylerinde maden ocağı açan, binlerce ağaç kesip dev çukurlar bırakan maden firması şimdi de Orman Müdürlüğü’nün izniyle aynı şeyi Kurşunlu’ya yapmaya hazırlanıyor. Birinci derece Arkeolojik sit alanı olan arazilere sadece 75 metre uzaklıktaki Killik tepe mevkiinde işaretlenen 760 ağacı kesmeye başlamışlar bile..

Fotoğraflar gönderilmiş, tablo korkunç!

Bir şekilde yok edilecek!

Halk “bu tepe bizim köyümüze 150 metre uzaklıkta, köyümüzün içindedir. Bırakın bunu bir yana tapulu arazilerden, işaretlenmemiş ağaçlardan da kesiliyor. Bu ağaç kıyımını durdurmaya çalışıyoruz, bize yardım edin, sesimizi duyurun” diyor. Ya taş yığını, ya güzelim zeytinlikleri, ormanları yakıp çorak araziler bırakarak maden ocağı, ya santral açmak, ya AVM, yol, köprü veya site yapımı.. Bir şekilde çevre taşlaşacak, yeşil yok olacak.

Buna “medeniyet” deniyorsa, helal olsun böyle medeniyete! Orman Bakanlığı Kaz Dağları’nın korunmasını sağlamak üzere müdahale etmelidir!

(http://www.youtube.com/watch?v=gTzvIDIpjvM bu link köyün mücadelesini anlatıyor)

29 Ekim’de Andımız korosu!

TGB bir basın bildirisi göndermiş. 29 Ekim Salı günü İstanbul (saat 14’te Tünel Meydanı), Ankara (saat 11’de Tandoğan Meydanı), İzmir (saat 16’da Gündoğdu meydanı), Malatya (13’te Turan Emeksiz Caddesi) gibi illerde “Andımız” koro halinde söylenecekmiş. Diğer şehirler için buluşma noktalarına www.tgb.gen.tr adresinden ulaşılabilirmiş. Okullarda yasaklansa da sokakta yasak olmadığına göre Cumhuriyet Bayramı’nı “Andımız”ı söyleyerek kutlamak isteyenlere bildirmiş olayım.

Yazının devamı...

Bu cihatçılar Türkiye için tehlike değil mi?

Fransız istihbarat Servisi “Suriye iç savaşı nedeniyle dünyanın birçok yerinden cihatçıların Suriye’ye gittiğini” açıklamış. Ve hepsi de Türkiye üzerinden, bizim açık sınırlarımızdan kolayca geçerek gidiyorlarmış ki bunu zaten biliyoruz. Bu “cihatçılar” denenler de; El Kaide ile (onunla bağlantılı) Irak-Şam İslam Devleti örgütü..

El Kaide önceleri Özgür Suriye Ordusu ve diğer muhaliflere destek verme havasında Suriye’ye girmiş ve sonra onlardan ayrılarak güçlendiği illerde şeriat ilan etmeye başlamıştı. Bunu yaparken “Türkiye sınırındaki illere kadar” dayandılar..(Bu noktada Google’ı açıp El Kaide’nin bizde ve dünyada hangi eylemleri gerçekleştirmiş olduğunu hatırlamakta yarar var.)

Biz ise önce her gün “Suriye, Suriye” diyerek adeta onların savaşının içinde yer alır, kendi vatandaşlarımızdan önce onlara varımızı yoğumuzu seferber ederken, ABD ile Avrupa Esad’a karşı güç kullanmaya yanaşmadıktan sonra sanki Suriye sorunu bitmiş havasını benimsedik, artık ne “Suriyeli kardeşlerimiz”i, ne de Türkiye’yi mesken tutan muhalifleri her an anmıyoruz.

Yerleştiler!

Oysa diğer ülkelerin medyalarında bu “cihatçı terör örgütlerinin Türkiye’nin Güneydoğu illerine yerleştiği ve Suriye’deki savaşlarını buradan yönettikleri” haberleri çıkıyor. Yani bizim bu savaşta açıkça taraf olmamız sonunda bir yanda “PKK’nın kolu PYD” Suriye’de güçlendi ve orada bir özerk bölgenin adımları atıldı, diğer yanda “El Kaide ve diğer İslamcı terör örgütleri” Türkiye’ye girmiş oldu.

Ve bu örgütlerin girdikleri ülkeden bir daha çıktıkları da pek görülmüş şey değil. Acaba Türkiye’nin istihbarat birimleri de Fransa’dakiler kadar “cihatçı örgütler”le ilgileniyorlar mı, yoksa bizim memleket onlar için serbest bölge mi ilan edildi? Sanki “yoklarmış gibi” hiç söz edilmiyor da merak ettim.

Türbanlı bebek için cevap!

Beykoz Belediyesi Başkanı Yücel Çelikbilek’in “kucağında birkaç aylık türbanlı bebekle çekilmiş fotoğraflı poster”le ilgili yazım üzerine Basın Danışmanı Abdurrahman Fidancı’dan nazik bir cevap geldi. Önce geçmiş Bayram’ımı kutlamış, devamında anlattıklarını yazıyorum:

Bugünkü köşenizde yer alan Sayın Belediye Başkanımız Yücel Çelikbilek , bulunduğu tüm etkinliklerde çocukları sever, onlara hediyeler verir. Bahsedilen fotoğraf da Giresun yöresine ait bir piknikte çekilmiştir. Yöresel bir kıyafettir. Ailesi çocuğu Başkana getirerek hatıra fotoğrafı çektirmiştir.

Sayın Başkanımızın üzüldüğü diğer konu ise, köşe yazınızda yer alan “Belediye Başkanının ‘bebekleri bile kadın gibi mahrem saydığı’nı göstermekte, masum yavrulara bu yolla da ‘cinsellik düşündürecek, tehlikede olduğunu hatırlatacak’ bir yetişkin kimliği yüklemektedir” cümlesi..

Diğer fotoğraflar farklı!

“Tamamen spontane yapılan bir afiş”ten bu yorumların çıkarılmasını yadırgadıklarını belirterek, düzeltme yapılmasını rica ediyor. “Ekte Sayın Başkanın çocuklarla olan diğer fotoğrafları yer almaktadır” diyerek başka fotoğraflar göndermişler. Öncelikle, bu poster bir belediyeyi temsil ettiğine göre “spontane” diyerek geçiştirilemez, kullanılacak fotoğraflar dikkatle seçilmelidir. Sonra..

O fotoğraflara baktım, daha büyük çocuklar, hatta birinde Başkanın yanında üç kız çocuk var ve hiçbiri türbanlı değil.. Bir piknikte çekilmiş olabilir ama görülüyor ki çok sayıda fotoğraf arasından poster için “türbanlı bebek” seçilmiş. Diyelim ki diğerleri de poster yapılmıştır, bu durumda bile o bebeğin fotoğrafı kullanılmamalıydı, zira hiç de “yöresel bir görüntü” yok..

Ben yıllarca HOYTUR’da tüm yörelerin folklor ekiplerinde oynadım, daha sonra ders verdiğim bile oldu, eğer “yöresel baş bağlama”yı anlamadıysam, kimse anlamamış demektir. Burada bir hata yapıldığına inanmakla birlikte Beykoz Belediye’sine yine de teşekkür ediyorum.

Gazete haber ve yorumlarını izleyip dikkat ettikleri, açıklama yaptıkları için. Öyle bir zaman dilimi içindeyiz ki bu bile takdir edilecek bir özellik bence!



Balyoz sanığının ölümü!

Nasıl bir imaj değişikliği yaratıldı ve nasıl bir umursamazlık noktasına gelindiyse, birkaç yıl öncesine kadar tüm anketlerde “en güvenilir kurum” olarak çıkan Silahlı Kuvvetler mensuplarının intiharları, ölümleri bile artık küçük haberler olarak veriliyor, kimsenin dikkatini çekmiyor.

Balyoz davasında son kararla tahliye edilen emekli Albay Halil Yıldız Bodrum’daki evinin bahçesinde ölü bulunmuş. “Yüksekten düşme” sonucu öldüğü sanılıyormuş. Eğer bir suikast değilse intihar olmalı.. Ve eğer intiharsa “olmamış, gelecekte olacağı iddiaları ise bir seminere veya sahte CD’lere dayandırılan” bir darbe hazırlığı suçlamasıyla cezaevinde çektiklerini ve arkadaşlarının çekmekte olduklarını hazmedememiş demektir.

Onlar böyle tarifsiz bir işkence içindeyken bildiklerini açıklamayan, “konuşsak da fark etmezdi” veya “TSK yıpratılmasın” gibi laflar eden Genelkurmay başkanları rahatlar mıdır acaba?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.