Şampiy10
Magazin
Gündem

ABD ve İngiltere halkla tartışıyor!

ABD Savunma Bakanı John Kerry “Suriye’de kimyasal silah kullanıldığına dair kesin bulgular olduğunu” söyleyerek “Bu bizi bir şeyler yapmaya zorluyor” demiş. İngiltere basını “Parlamentolarında Irak savaşı öncesinde de aynı konuşmaların yapıldığına dikkat çekildiğini ve çoğunluğun Suriye’ye müdahaleye karşı çıktığını” yazdı. Arkasından Başbakan Cameron “Parlamento müdahaleye katılmamızı istemiyor, buna göre karar vereceğiz” dedi.

ABD Dışişleri Bakanı “kimyasal silaha dair kesin bulgu-lar”dan söz ederken yine de “Obama gibi ben de şuna inanıyorum ki bu konunun ABD halkıyla tartışılması gerekiyor. Kongre üyelerine danışacağız ve halkla konuşacağız” dedi.

Hükümet ne isterse...

Türkiye’de de halkın çoğunluğu “Suriye’ye yapılacak bir müdahalenin içinde olmamızın ülkeye zarar vereceğini” düşünüyor ama bizde “Parlamento” Batı ülkelerinde olduğu gibi “özgür iradeleriyle” değil, “lider sözüyle” karar vermek zorunda olduğu ve çoğunluk tek partinin elinde olduğu için “Hükümet ne isterse sonuç öyle” çıkacak. Maalesef.. “Halkın kararı”, “halkın tepkisi” önemli değil, seçilmiş ya, bitmiş olay. Oysa asıl Batı demokrasilerinde “seçilmiş”ler “gerçekten halk tarafından seçilmiştir, buna rağmen halkın görüşüne özen gösteriyorlar.

Dönüp vuracak!

Fransız Le Figaro; “Türkiye neden savaş istiyor” diye sorup cevabı da kendisi vererek “Türkiye’nin politikaları sonunda bölgede ‘izole’ hale geldiğini, söz konusu müdahaleye katılarak ‘diplomatik gerileme’sini durdurmak istediğini” yazmış. Ve eklemiş; “Suriye ihtilafına karışmasının bumerang etkisi yapması kaçınılmaz. Türkiye’nin dış politikaları artık ‘taraflı’ olarak algılanıyor”. “Taraflı” derken herhalde “Köktendinci grupları, örgütleri desteklemekten veya mezhep eksenli politika yapmaktan” söz ediyor olmalılar. “Bumerang etkisi” ise “Suriye ihtilafına karışmanın dönüp bizi vuracağını” anlatıyor. Ki aynı şey çok daha önce yabancı siyaset bilimciler ve tarihçiler tarafından söylenmişti.

N.Y Times yorumunda; “Türkiye ‘ortaya çıkmasına yardımcı olduğu güçler arasında sıkışıyor” demiş. International Herald Tribune ise mevcut durumu “Avrupa’da 17. yüzyılda din-toprak ve siyaset konusunda meydana gelen savaşların benzeri Ortadoğu’da yaşanıyor” şeklinde özetlemiş..

Şüphe!

Genel tabloya baktığımızda Türkiye için durum hiç iç açıcı değil, başımızda zaten PKK ile yaşanan büyük sorun varken ve “1 Eylül’e kadar zaman verdik” tehditleri yapılırken bir de “din-toprak-siyaset” eksenli savaşların içine girersek ve Ortadoğu ülkeleri gibi kargaşaya düşersek Batı’nın da “Biz uyarmıştık” diyeceği ortada.. Suriye’deki kimyasal silah kullanımının “müdahaleye uygun zemin hazırlamak için ABD tarafından kullanılmış olabileceği” şüphesi Türkiye’de de çok kişide mevcut.

ABD’nin Irak’a müdahalesiyle başlayan savaşta sivil-asker 1.5 milyon kişinin öldüğünü ve sonunda kendilerinin de “hatalarını kabul edip özür dilediklerini” unutmayalım. 1.5 milyon insandan söz ediyoruz, hangi özür temizler bunu? Suriye’ye müdahaleyi isteyenler o ABD’nin bugün “halkla tartışmak”tan söz etme nedeninin de “sorumluluk ve hesap verme” korkusu olduğunu düşünsünler.

Amerika kendisi de dengeyi kaçırmış şekilde Ortadoğu ülkeleriyle top gibi oynuyor, tuzağa düşmeyelim, çıkmak imkansız olur!

Çıplak arama da ne demek?

Bir bu rezaletimiz eksikti, o da tamamlanmış.. Gezi gösterileri sırasında gözaltına alınan 22 yaşındaki üniversite öğrencisi Elif Kaya götürüldüğü Şakran Cezaevi’nde “soyunması istenerek çıplak şekilde aranmış”, darp ve tacize maruz kalmış. Video kamera görüntülerinde odada erkek gardiyanlar var. Haberde “Müdür’ün de odaya girip çıktığı, kapıdan içeri baktığı” bildiriliyor, bütün gardiyanların da genç kıza gayet kaba davrandıkları belli oluyor, zaten Kaya’nın odadan çıkarken onlarla tartıştığı da belirtilmiş.

Şimdi, yine “bir medeni ülkede” diye başlayalım, çünkü artık bu kadarı “kabustan da öte” bir olay.. Soralım; medeni bir ülkede böyle bir skandala izin verilir mi?

Anayasal hak!

Medeni bir ülkede olaya derhal Adalet Bakanı el koyarak Müdür’den başlayıp tüm gardiyanların cezalandırılmasını sağlamaz ve derhal halka “Bir daha böyle bir skandala asla izin vermeyeceğim” demez mi? Medeni ve demokrat bir ülkede “üniversite öğrencileri ve tüm vatandaşlar gösteri hakkına sahip” değil midir, bu nedenle asla cezalandırılamayacakları yasalarla garanti altına alınmamış mıdır? Türkiye’de de “barışçıl gösteri” anayasal hak değil midir, yeni anayasada da olmayacak mıdır? (Tabii yeni anayasaya “devlet istediği zaman bu hakkı kısıtlar” şeklinde konmazsa..)

Medeni ve baskı görülmeyen bir ülkede böyle bir olayda “başta kadın örgütleri” olmak üzere tüm sivil toplum kuruluşları tepkisini bildirmez mi?

Sizi bilmem ama ben de artık “medeni bir ülkede” yaşamak istiyorum, bıktım bu saçmalıkları ve insanlara da hayvanlara da uygulanan görülmemiş vahşilikleri arka arkaya dinlemekten yahu!

Yazının devamı...

Palalı serbest, çıkan mesaj ne?

Bazı konular var ki ülke yararına, toplum hatırına, görev adına mutlaka yazılmak zorundadır; aynen “palalı Salih Çelebi’nin Fas’tan döndüğünde gözaltına alınıp bir kez daha serbest bırakılması” gibi.. Gezi olayları sırasında TV’lerde halkın da izlediği şekilde Talimhane’de hiç çekinmeden elinde palayla etrafa saldırmış, üç kişiyi yaralamıştı. Gözaltına alındı ve mahkeme (neye-hangi yasaya dayanarak ‘kesin ve kanıtlı suçlu’yu serbest bırakıyorsa) serbest bıraktı.. Savcılık itiraz edince yakalama kararı çıkarıldı ama “palalı” çoktan aile boyu Fas’a kaçmıştı.

Gezi’de suçluya ceza yok!

Bu olaylarda “mahkeme-savcılık” kararlarında devamlı görülen zıtlık da dikkat çekici, hukuk aynı hukuk ama nedense bir türlü aynı kanıya varamıyorlar. Mahkemeler nedense “özel yetkili mahkemelerin elinde delil olmadığı halde yüzlerce siyasi dava tutuklusuna ağırlaştırılmış müebbet verdiği” ülkede palayla yaralayana, kurşunla-sopayla-gaz fişeğiyle öldürene “tutuklama” bile veremiyor.

Hakkında 27 yıl hapis istenen Palalı Çelebi, Fas’tan “merak edenleri” habersiz bırakmadı, sık sık “döneceğim ama nasılsa hemen serbest kalacağım” şeklindeki, Türkiye’de adaletin, yargının geldiği durumu anlatan ve Haham’ın da pek sevdiği “Türkiye’de adalet aramak genelevde kız aramaya benzer” sözünü hatırlatan haberler gönderdi. Nitekim yanılmadığı (!) ortaya çıktı. Fas’tan döndüğünde havaalanında yakalandı, gözaltına alındı (artık ‘ayıp olmasın’ diye zahir) ve onu yine mahkeme onu bir kez daha serbest bıraktı.

Palayla saldırmak serbest!

Türkiye’nin gözleri önünde elinde palayla “gelen geçene” saldırdığı görülmesine rağmen meğer “kendini savunmak için” yapmış bunu.. Çıkan sonuca, verilen mesaja, Gezi olaylarında daha önce de gruplar halindeki eli palalıların polis aracı eşliğinde ilerlemesine ve cezalandırılmamalarına bakarsak “bu ülkede palayla saldırmak serbest” ..

Polislerin yanında ve desteğinde “bir genci köşeye kıstırıp kafasına taşlarla vurmak” serbest.. Gösteri yapan gençlere kurşun sıkan polis veya kafalarına gaz fişeği atarak ölümüne neden olanlar hakkında bir ceza duyulmadığına göre bunları yapmak da serbest..

Çok önemli nokta!

Eskişehir’de gösteriler sırasında saldırı sonucu hayatını kaybeden gencecik Ali İsmail Korkmaz’ı bir polisin (Hüseyin E. deniyor adına soyadı gizli nedense) sokağın başında dövdüğü ortaya çıktı.. Ondan kaçarken sivil polisler ve sivil kişiler tarafından sopalarla tekrar ve öldüresiye dövülmüş. En sonunda 3 polisin daha saldırısına uğramış ve tabii kurtulamadı.. Beşik Otel görüntüleri ise tesadüfe bakın, tam “öldürücü dayaklar” sırasında 20 dakika kadar silinmiş.

Bu davanın sonunda da 4 polise ve suç ortağı sivillere en ağır cezalar çıkmazsa yargının tarafsızlığının tam bir masal haline geldiği iyice anlaşılacak. Ama bu olaylarda son derece önemli bir nokta dikkatten kaçmıyor; “polisin her seferinde ‘bir takım sivillerle’ ortak çalıştığı” ve silahsız-üstelik tek başına olduğu için savunmasız vatandaşı öldürmekten bile çekinmediği” .. Halkın güvenmesi gereken polisin içinde “suç işleyen ve üstelik başka suçlularla işbirliği yapanlar” .. Suçu görülmeyene, kanıt olmayana bilmem kaç kez ağırlaştırılmış müebbet veren özel yetkililer baksa bu suçlara ne verir acaba?

Söz konusu illerin valileri vatandaşın “güvenliği”nden sorumlu olduklarına göre neden bu kadar Fransız duruyorlar anlayan var mı?

İngiltere, Türkiye, Suriye..

Türkiye ’de “Suriye’ye müdahale” konusu mutlaka TBMM’de tartışılmalı iken bu yapılmıyor ve en yakında biz olduğumuz için “en büyük tehlikeye” doğru hızla gidiliyor. Muhalefet partilerinin tepkileri ne hiçbir anlamı yok gibi bakılıyor, sınırdaki patriot füzeleri Suriye’ye çevriliyor, sanki sonunda “bizim de askerlerimiz-vatandaşlarımız ölmeyecekmiş, savaş tüm ülkeye zarar vermeyecekmiş gibi” hazırlığa girişiliyor.

İngiltere’de ise Hükümet “Suriye’ye müdahale” konusunda Parlamento’ya öneri götürmeye hazırlandığı sırada “Irak savaşı konusunda mecliste yaptıkları toplantılarda söylenenlerle, bugün Suriye hakkında söylenenler arasındaki benzerliğe dikkat çekilmesi nedeniyle” Başbakan Cameron’un dönüş yapmak zorunda kaldığı yazılıp çiziliyor. “Suriye konusunda alınacak kararda aceleci davranmanın büyük hata olacağı” uyarıları yapılıyor.

“Suriye’nin gönüllü intihar pilotları olduğu” haberleri veriliyor. Bu arada Suriye’nin “Türkiye’nin güvenliğini tehdit edebileceği” haberleri de.. İngiltere Hükümeti’ni parlamentosu durdurma yetkisine sahip ve milletvekilleri bizdeki gibi “blok halinde” hareket etmeyecekleri, muhalefet de dinleneceği için bu mümkün. Türkiye’yi bu “savaştan çekinmeme ve dahi atlama” durumundan kim kurtaracak?

Özür!

Dün barınakla ilgili yazımda Ümraniye Belediye Başkanı’nın adı “Osman Can” olarak yazılmış, Hasan Can olacaktı, bir karışıklık olmuş ve Müdür Bey’in adıyla karışmış.. Düzeltiyorum...

Yazının devamı...

Bu karşılaştırma yapılamaz!

Kendisi rahat bırakılmadı, bari adına kimse dokunmasın.. Açıkça darbe yapanlar, muhtıra verenler korundu, Balyoz’da “darbe hazırlığı” iddialarıyla yüzlerce asker sahte CD’ler, sahte delillerle mahkum edilirken dönemin Genelkurmay Başkanı Özkök ve Kara Kuvvetleri Komutanı Yalman mahkemede ifade bile vermedi. Ve darbeyle filan bir ilgisi olmayan, somut hiçbir delil de gösterilemeyen İlker Başbuğ “Ergenekon’un 1 numarası” diye bir etiket yapıştırılarak emeklilik döneminde “ağırlaştırılmış müebbet hapse” mahkum edildi. “Şeref” ve “üstün hizmet” madalyaları almış bir asker..

Kendisine yakıştırılan suç ise “terör örgütü lideri” olmak.. Buna inanan var mı, “özel yetkili mahkemeler” dışında yok.. Başbakan bile “Bunu söyleyeni tarih affetmez” dedi.

Seçimleri atlatınca af!

BDP Milletvekili ve Anayasa Uzlaşma Komisyonu Üyesi Altan Tan’ın son konuşmasına bakalım şimdi..

“Tayyip Erdoğan’ın stratejisi şöyle gözüküyor. Yerel seçim, cumhurbaşkanı ve genel seçimler geçsin. Türkiye’nin önünde ‘10-20-30 yıllık geleceğini belirleyecek’ seçimler vardır. Başbakan’ın yaklaşımı; kendimi kurtarayım ondan sonra bakarım. İşte bakın İlker Başbuğ ‘terörist damgası’ yedi müebbet aldı. Abdullah Öcalan da ‘terörist damgası’ yedi, müebbet aldı. 3 seçim geçsin bir genel af çıkarırız, Ergenekon da çıkar, Öcalan da çıkar (Öcalan bile çıkacak ama Balyoz yani ordu- içerde kalacak, o unutulmuş).. Siz bizi kurtarın, Erdoğan’ı başkan, cumhurbaşkanı yapın, biz de sizi kurtaralım (...) Bunlar sıkça yazılıyor, kulaklara fısıldanıyor. Bu siyasi ahlak, etik açısından çok yanlış. Hak ve özgürlükler bir şeyin rehini olarak tutulamaz. Hak ve özgürlüklerin bir saniye bile rehin tutulması insafsızlıktır, dinen de günahtır.”

Doğrular var, “çok yanlış”lar var konuşmada.. “Türkiye’nin geleceğini 10’larca yıl etkileyecek seçimler var” doğru.. Artık bu seçimlerin sonucuna göre şekillenecek bir ülkeyi “o şekli beğenmezseniz” geri çevirmek tümüyle imkansızdır, o nedenle “çok etkileyecek” demek daha da doğru..

Terör ve etik..

Siyasi ahlak, etik düşünmek doğru.. Ama bir yandan BDP ve PKK dayanışma içinde “terör tehditleriyle taleplerde bulunurken” diğer tarafta bu partinin “sen benim sırtımı kaşı, ben senin” diyenlere etikten bahsedecek hali kalmamıştır. Aynen kendisi terör yapan veya destekleyenlerin, “şiddet ile” çözüm arayanların Gezi veya bir başka protestoda “devlet şiddetine” karşı çıkma hakkı olmadığı gibi..

Başbuğ terör yaptı mı?

Ve tabii ülkenin Genelkurmay Başkanlığı’nı yapmış, bir suç işlememiş İlker Başbuğ ile binlerce insanın ölümünden sorumlu PKK lideri Öcalan’ı karşılaştırmak hiç görülmemiş bir yanlış. Altan Tan bunu Başbakan’ın görüşü gibi, onun ağzından gibi araya sıkıştırmış ama böyle bir karşılaştırmayı kimse yapmaz, yapmaya hakkı yoktur.

Hak ve özgürlükler “bir şeyin rehini” olarak tutulamaz, “bir saniye bile.. İnsafsızlık ve günahtır” bu da doğru.. Ama “ortada bir suç yoksa” özgürlükleri almak insafsızlık, haksızlık ve günahtır. Yani bu konuşmada “İlker Başbuğ” için doğrudur söylenen, suç işlemiş ve bir defada onlarca can almış, baskınlar yapmış-yaptırmış, mayınlar döşemiş-döşetmiş kişiler için değil.

Seçimlerle “çözüm süreci” denilen süreç arasındaki bağlantı konusundaki şüphelerini bilemeyiz, daha önceki seçimler ve referandum sırasındaki deneyimleri onlara bunu düşündürüyor olabilir. Ama Altan Tan bu kadar şeyi söylerken bari “Öcalan’ın serbest bırakılması” talebinden sonra hangi talebin geldiğini de söyleseydi. “Bazı şeyleri açık konuşmadan meramımızı anlatamayacağız” demiş ama hala “meram”ın ne olduğu tam bilinmiyor.

PKK yöneticileri “Şu tarihe kadar yapmazsanız” diyerek “terör tehdidi”ni kesmiyorlar ama Hükümet daha çok “Suriye ve Mısır’la meşgul” görünüyor. Bu çok bilinmeyenli ve tehlikeli, üstelik bir kez daha “bekleme dönemine sokulmuş” denklem nasıl çözülecek hala belli değil!



Cezaevinden farksız..

Dün bıraktığım yerden devam ediyorum... İstanbul’da da sokak hayvanlarını “kısırlaştırmak veya tedavi etmek” için veya “hayvan sevmez bencil vatandaşların ısrarı” üzerine alan belediye barınaklarının bazıları bu işi özenli yapıyor, bazıları ise birer “hayvan cezaevi”nden farksız. Bundan sonra sokak hayvanlarının bakım ve kısırlaştırmasını “ülke çapında bir kampanya” ya çevirmeyi de hedef saydığım için bunları tek tek tek dolaşmayı düşünüyorum.

HAYTAP gönüllüleri uzun süredir Ümraniye Barınağı’nda sıkıntılar yaşadıklarını, hayvanların kafesler içinde tutulduğu bazı bölümlere girişlerine izin verilmediğini, bazı veterinerlerin kaba ve sevgisiz davranışlar sergilediğini, köpek ve kedi yavrularının küçükken sahiplendirilmesinin yapılmadığını, toprak üzerinde durması gereken hayvanların sadece fayans zeminler üzerinde yaşatıldığını bildirmekteydiler. Önce Belediye Başkanı Osman Can’la görüşerek durumu anlattım. O da bana şartların söylendiği gibi olmadığını, Kadıköy ve Üsküdar belediyelerinden de hayvanların kendi sınırları içine bırakıldığını (bu şikayet birçok belediyede duyuluyor) ve bunun işlerini zorlaştırdığını aktardı ve nazik şekilde “barınağa beraber gitmeyi” teklif etti.

Yalnız gidersem daha kolay gözlem yapabileceğimi düşünerek 23 Ağustos Cuma günü iki HAYTAP gönüllüsü, her Pazar bu barınağı ziyaret eden pırıl pırıl gençler; Sevda Kahraman ve Evren Ercan’la birlikte Ümraniye’ye gittim. Barınağın görünen kısmı fena değil, aynı kafeste çok sayıda köpek bulunuyor, hayvanlar “fayans taşlar” üzerindeler ve bu zeminler onlar varken yıkandığında kaçacak yerleri yok. Sarıyer Kısırkaya Barınağı’nda gördüğüm durumun yaşanması kaçınılmaz. Ayakları ıslak zeminde kayıyor, oturunca ve yatınca ıslanıyorlar, bu insanın içini acıtıyor ama bakımları iyi görünüyor.. Hemen bitişiğindeki Üsküdar’a ait bölüm ise gerçekten pislik içinde, hayvanlar perişan.. (Sarıyer’e dönecek olursak; sokaklarında hayvanlara “su ve mama köşeleri” bulunduğunu görmüştüm ama barınakta sıkıntılar vardı, sonra bir kısmı düzeltildi. Yine de tek veterinerle olamayacağı ortadaydı, hala aynı şey sürüyor mu bilmem.)

Unutmadan söyleyeyim, Ümraniye’de inanılmaz güzellikte köpekler var, çoğu “insafsız sahipleri tarafından” sokağa bırakılmış cins hayvanlar; İrish Setter, Husky, renk renk kurt köpekleri gibi.. Pet shop’lardan dünya para verip alacağınıza barınaklara gidin, kedi ve köpekleri oradan alın, daha iyisi olamaz. Tabii giderken yanınıza sosis, peynir, oyuncak kemikler vs alıp onları sevindirebilirsiniz.

(Yarın devam edeceğim..)

Yazının devamı...

Müebbeti ‘gençleri yok edenlere’ verin!

Gezi olayları sırasında Eskişehir’de kendisine yapılan saldırıda hayatını kaybeden, daha üniversite birinci sınıftaki Ali İsmail Korkmaz’ın öldüresiye dövüldüğü dakikaları gösteren video yayınlanmaya başladığından beri halkın tepkileri durmak bilmedi. Nasıl dursun, nasıl yürekler dayansın, aslan gibi genç aralarında polisin, fırıncının, pidecinin vs. (hakikaten “vs” onlar) bulunduğu bir caniler grubu tarafından tekmelerle dövülüyor, yerlerde sürükleniyor.

Neyse ki Jandarma kriminal laboratuvarı görevini yapmış ve olaya karışanların görüntüleri net şekilde ortaya çıkmış. Şimdi herkes “orada bulunan ve saldırıya karışan tüm suçluların en ağır cezaları almasını” bekliyor. Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını işte bu suçlular hak ediyor, bekleyelim ve görelim..

Vali istifa etmeyecek mi?

Halkın bir beklentisi daha var; “Arkadaşları dövüp polisin üstüne atmış olabilir” gibi bir iftiradan başlayarak her aşamada bir başka anlamsızlığa imza atan, kendi sorumluluğunu saklamak için daha soruşturma aşamasında “polis yapmış olamaz” diyerek yargıyı etkileme suçu işleyen Eskişehir Valisi’nin istifa etmesi.. Sadece ilk cümlesi bile yetmiş toplumda bu talebin doğmasına.

Kaymakamı da soruşturun!

Dehşet olaylar yaşandı, Suriyeli 3 şoförü kurşuna dizen El Kaide üyelerinden farksız şekilde gençlere en acımasız saldırılar yapıldı ve Kaymakamlık “Korkmaz’ı tedavi etmeyen doktor ile ‘adli vaka olduğu için ifadesini alması gerekirken almayan’ hastane polisi” hakkında savcılığın soruşturma yapmasına izin vermiyor. Öyle bir tablo ki “izin vermeyen kaymakam”ın da anında soruşturulması gerekir (aslında Vali’nin de..) Ne demek “izin vermiyor” ? Ortada suç olduğuna göre , bir genç insan hayatını kaybettiğine göre ne demek? Batı ülkelerinde sokak hayvanlarına bile yapsanız 8-10 yıl hapsi alır, içeri tıkılırsınız.

Önce kendi gençlerimiz!

Henüz 17 yaşındaki Ali Tombul İzmir’den İstanbul’a gezmeye gelmiş ve 8 Temmuz’da arkadaşlarıyla Gezi Parkı’nın yeniden açılışına gitmek istemiş .. Fotoğrafına dikkatle baktığınızda çocuk gibi görünüyor, o kadar genç.. Ne bilsin daha yolda parka doğru yürürken bir biber gazı kapsülüyle kafasından ağır şekilde yaralanacağını.. 22 gün yoğun bakımda kalıp kafatasından kemik çıkarılacağını..

Neyse ki o ölmemiş, kenarından dönmüş ve hastaneden çıkabilmiş. Ama onu yaralayan polisin de, diğer gençleri yaralayan veya öldürenlerin de, İstiklal Caddesi’nde bir genci tutarak sakallı birine taşlarla dövdüren ve yardım eden polislerin de, sakallının da, hepsinin cezalandırılması gerekiyor. Kendi gençlerimize zarar verenler cezalandırılsın ki başka ülkelerde de benzerini yapanlara laf söyleyebilelim. Ve “adalet” ve “hukuk devleti” görülebilsin.. Mesele budur!

Bitlis Valisi’ne teşekkür!

Keşke her gün kafamdan geçenleri, yazmak istediğim ve aslında kafamda yazıp bitirdiğim tüm yazıları kağıt üzerine aktarıp sizinle paylaşabilseydim. Ama öyle çok olay öyle hızla gelişiyor ki düşündüğünüzü yazamıyorsunuz. Zaten ne zaman yetiyor, ne sayfalar..

Mesela kaç gündür Bitlis Valisi Veysel Yurdakul’a teşekkür yazmak istiyorum, ancak başarabildim. Bildiğiniz gibi HAYTAP (Hayvan Hakları Federasyonu) Türkiye’nin her ilini dolaşarak sahipsiz hayvanların korunmasına, onlara uygulanan şiddeti önlemeye çalışıyor. Bitlis’ten verdikleri haberde “barınaktaki hayvanların kızgın güneş altında olduğunu ve üstlerinde bir tentenin bile bulunmadığını, defalarca talep etmelerine rağmen bunun sağlanmadığını” bildirmişlerdi.

Medeni ülke istiyorsak..

Ben de Vali Veysel Yurdakul’u arayarak konuyla ilgisini rica etmiştim. Sayın Vali hemen ilgilenmiş ve bir gölgelik yapılmasını sağlamış. Kendisine hem barınaktaki canlar adına, hem kendi adıma çok teşekkür ediyorum. Bir ülkenin medeniyet göstergelerinin biri de hayvanlara nasıl muamele edildiğine bakmaktır. HAYTAP bu ülkenin çok önemli bir “sivil toplum kuruluşu” zira bu kuruluştan daha ciddi şekilde hayvanların yaşam hakkına sahip çıkan yok, o zaman biz de onlara sahip çıkmalıyız ki el ele bir sonuç ortaya çıkabilsin.

HAYTAP gönüllülerinin tüm barınakların tüm bölümlerine girip izlemeleri ve örneğin Pazar günleri hayvanları “sadece sevmek” için bile orada zaman geçirmeleri engellenmemeli.. Ümraniye Barınağı’nın veterineri Serdar Bey gibi “Ben HAYTAP’ın denetimini kabul etmiyorum” demeye hiçbirinin hakkı olmamalı, tam aksine veterinerler HAYTAP’la koordinasyon içinde çalışmalı ve onların sorularını cevaplamalı, iyi niyetli hayvan sever insanların ilgisi “doğru çalışıyorsa” bir veterineri rahatsız etmez zaten.. Ve ayrıca; gazeteciler izlemezse, ilgili kuruluşlar izlemezse, hataları kim ortaya koyup düzeltecek?

Milas, Bodrum, Gümüşlük

İki yaz önce Milas Hayvan Barınağı’nın şartlarının kötü olduğu, hayvanların aç bırakıldığı haberi çıkmış, ben de bu haberden sonra kalkıp ani bir ziyaret yapmıştım. Şu anda aynı başarıyı sürdürüyorlar mı bilemem ama kısa süre içinde kendilerini hemen düzelttiklerini ve hayvanlara normal şartlar sağladıklarını görerek yazdım. Yine “bir gün ansızın” gidebilirim. Torba yakınlarındaki Bodrum Barınağı da genç ve idealist bir veteriner hekimle süper şartlardaydı. Köpekler rahat şekilde gündüzleri bir bahçede tutuluyor, geceleri ise kapalı bölümlere alınıyordu.

Geçenlerde bir doktor arkadaşımız Bodrum Gümüşlük’te de insanların sokaklarda birçok köşeye “su ve mama” koyduklarını, hayvanları korumak için herkesin gayret gösterdiğini anlattı. Bodrum’da site, otel ve restoranların çoğu hayvanlardan kurtulmak için onları ormanlara atacak kadar insafsız davrandığı için “medeni ve duyarlı” davranışlar takdiri daha da çok hak ediyor.

Yazının devamı...

Hafıza kaybına uğrayan haham..

Bugün bir masalla başlayalım.. Gazeteci olduğu iddia edilen bir adam çalıntı bir aracı satarken yakalanmış. Sorgulanmış ve evi aranırken “6 çuval belge” ele geçirilmiş ve hatta aralarında örgütün şemasının bile olduğu bildirilmiş (bu şemada “örgütün başı” olduğu her nedense yıllar sonra iddia edilen İlker Başbuğ’un adı neden yok ve o günlerde yakalanmamış burası belli değil.) Emniyette verdiği ifadede birçok kişiyi “Ergenekon’a üye olmakla” suçlamış.. TV programlarına katılarak iddialarını dünyaya duyurmuş, sonra da Kanada’ya gidivermiş ve orada gazeteciliğe değil (misyonu bitince zahir) hahamlığa devam etmiş.. Onun önemli rolü ile başlayan Ergenekon olayı daha sonra yayılmış da yayılmış ve askerinden siviline, gazetecisinden profesörüne, rektöründen cerrahına yüzlerce insan yıllar boyu özgürlüğünü kaybetmiş, zindanlara atılmış.

Kendi itiraflarını unutmuş..

Gel zaman, git zaman bu; CIA ya da İsrail ajanı olduğu da söylenen şahıs vicdanı tarafından rahatsız edilmiş olmalı ki tekrar ortaya çıkmış ve “Emniyette verdiğim ifadeler doğru değil, devlet bana bunları işkence altında söyletti. Ergenekon bir oyundu bitti, cezaevindekiler bırakılmalı” demiş. Ama hayret, daha önce her söylediği kelimeyi değerlendirerek insanların hayatını karartan “özel yetkili mahkemeler” de, ekranlarına çıkararak yalanlarını herkese tekrar tekrar dinleten TV’ler de, olayların geçtiği ülkeyi yönetenler de bu kez onu duymazdan gelmişler.

E mi caanım sen söyle (anneannem masal anlatırken arada böyle derdi), bu kez aradan kısa bir süre geçmiş ama hafızası pek zayıf olan ve kendi itiraflarını bile unutan haham masalı tekrar değiştirmiş. Sadece “Türkiye’de adalet aramak genelevde bakire kız aramaya benzer” sözünü pek sevmiş olmalı ki onu bırakmış. Başlamış yeniden çelişkilerini arka arkaya yazmaya:

“Bu Ergenekon neydi deyin kimse açıklama yapamaz. Mahkeme de bilmediği bir şey üzerine müebbet verdi zaten. Ergenekon bir terör örgütü demek haksızlık. Buzdağı’nın görünen kısmı sadece. İçerdekiler için ‘tamamen haksızdırlar’ diyemem. Eğer savunma yapmasalardı halkın gözünde kahraman olurlardı.. Bu insanları neden yargıladıklarını bilmiyoruz (TV’lerde anlattıkların neydi peki?)”..

Devam ediyor (bu sırada kendisine yine birileri işkence yapıyor olmalı, başa dönüyor zira: “Ergenekon’un bir kolu suç. Günaha bulaşmıştı. Miladı dolmuştu, o kolu kestiler.. Ergenekon’un ortada 1 numarası yoktu, İlker Başbuğ’u koydular”..

Türkiye ile alay ediliyor

Bir yandan “Ergenekon’un soğuk mührüyüm” diyen, diğer tarafta “Ergenekon ifadelerini devletin işkence altında verdirdiğini” söyleyen, 65 metrekarelik küçük bir dairede yaşamasına rağmen 6 bin dolarlık 20 takım elbisesi, 5 bin dolarlık 20 saati olduğunu anlatan ve o arada arkasında büyük güçlerin olduğunu, onlar tarafından korunduğunu “Kralı olsa bana dokunamaz” sözleriyle ima eden bu kişide bulunan “denge hesabını” veya “koca ülkeyle alay payı”nı size bırakıyorum, ben iddialı bir yabancı üniversiteden kimya mühendisi diploması almış olmama rağmen çıkaramadım.

Siz de bulamazsanız 275 kişiyi onun ifadelerinden başlayarak tutuklayan, yargılayan ve çoğunu ağırlaştırılmış müebbet hapislere mahkum eden “özel yetkili mahkemeler”e sorun. Onlar bilmeli en azından değil mi?

Vah o “hayatından yıllar çalınan” insanlara!

Atilla Kart ‘anlaşmazlık yok’ diyor!

Biliyorsunuz “TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu”nda CHP’nin hukukçu milletvekili Atilla Kart ile Anayasa Hukuku Profesörü Milletvekili Süheyl Batum’un bazı maddelerle ilgili anlaşmazlığa düştükleri ve tartıştıkları haberinden sonra ben de bu konuyla ilgili bir yazı yazmış ve Batum’un söz konusu maddelere itirazına hak vermiştim.

Bu maddeler; “vatandaşların gösteri ve seyahat haklarına devlet tarafından keyfi şekilde kısıtlama getirilmesi” , Adalet bakanlarının (gelecek tüm bakanların) Hakimler Yüksek Kurulu ve Savcılar Yüksek Kurulu olarak ayrılacak kurullara oturum başkanlığı yapması, “Yargıtay, Danıştay, Sayıştay” gibi yüksek mahkeme üyelerini TBMM’nin seçmesiyle ilgili olanlardı.

Konya Milletvekili Atilla Kart bu yazıdan hemen sonra beni arayarak “gösteri ve seyahat haklarının kısıtlanmasıyla ilgili” maddelerde CHP’nin Komisyondaki tüm üyelerinin aynı görüşte olduğunu.. Adalet Bakanı ve müsteşarının hakimler ve savcılar kurullarında olmayacağını.. Kendisinin “bakan gerekli görürse oturuma başkanlık edebilir” şeklindeki maddeye itiraz etmediğini, basında kendisine ait gibi çıkan bazı cümleleri hiç söylememiş olduğunu..

Yüksek mahkeme üyelerinin yarısını “TBMM’nin nitelikli çoğunlukla doğrudan, geri kalanını ise dolaylı seçmesi”ni doğru bulduğunu anlattı. Bunun nedenini ise “referandum sonrasında yüksek mahkemelere blok oylarla üye seçilerek hepsinin siyasallaşmış olması”şeklinde açıkladı. Ve sonuç olarak; Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda tüm üyelerin kendi fikrini söyleyeceğini, tartışmaların doğal olduğunu, üzerinde anlaşılan maddelerin geçeceğini, CHP’li üyeler arasında bir sorun bulunmadığını belirtti. Ben de bu açıklamayı sizinle paylaşıyorum.

Yazının devamı...

‘En kötü’ gidecek, kim gelecek?

Ortadoğu ülkeleri kaynar ve son olarak Lübnan da “büyük kitlelerin katledildiği” bir cehenneme dönüşürken bu ülkelerin masum ve bu güç savaşlarıyla ilgisi olmayan vatandaşları “geleceksizlik” paniği içinde, 24 saat aralıksız silah-bomba sesleri altında ölümden beter yaşamlara mahkum ediliyorlar.

Mısır ve Suriye’de izlediğimiz olayların çoğu “göründüğü ve bize empoze edildiği” gibi de değil. Mısır’da rejim karşıtları Tahrir’de, yanlıları Adeviyye’de toplandıkları günlerde Mısır’a giden Ruşen Çakır “Burada yaşananlar ‘islamcılık öldü’ tezinin tekzibi gibi.. Adeviyye’de Mursi yanlıları ve Müslüman Kardeşler birlikte” dedikten sonra Müslüman Kardeşler’in “dünyanın en güçlü ‘İslamcı’ örgütü olduğunu” eklemişti.. Dikkat, “İslam örgütü” değil, toplumları Afganistan benzeri en katı kurallarla yönetme amaçlı, örneğin kadınlar için yalnızca “göz dışında tüm vücudu örten burka”yı uygun sayan ve din devleti yönetimini dayatan “İslamcı-köktendinci” örgüt bu.. Suriye’de de aynı şeyi yapıyor..

Dinin siyasete karışmasıyla..

Ve bugün Mısır’ın aydınları, bilim adamları Türkiye’deki meslektaşlarına “diğer ülkelerde haberlerin yanlış verildiğini, Mısır’da bu olayların başlamasına Mursi ile Müslüman Kardeşler’in hangi eylemlerinin neden olduğunu” anlatan açıklamalar gönderiyorlar. Müslüman Kardeşler’in “dini kullanarak” ve köylerde-yoksul çoğunluğun olduğu bölgelerde yaşayan eğitimsiz kitleleri inandırarak seçimleri kazandığını, suçluları cezaevlerinden bırakarak terörist eylemler yaptırdıklarını, kararlarını “yargının bile durduramayacağı” yasalar çıkardıklarını, hakim ve savcıları ağır tehditler altında tuttuklarını, Mısır’ı “Pakistan-Afganistan gibi din terörüyle yönetilen bir ülkeye” dönüştürmeye çalıştıklarını, Müslüman Kardeşler’in “bütün İslami terör örgütleriyle ortak çalıştığını” anlatan açıklamalar.. Bu gösteriyor ki önce “yönetimlerin demokrasiden sapması” sorunuyla başlıyor olaylar..

Meydanlarımız ‘Rabia’ olmasın!

Başbakan Erdoğan’ın “Bizim ülkemizin meydanları ‘ikinci Tahrir’ olmayacak. Adeviyye olacak, Rabia olacak. Demokrasinin egemen olduğu meydanlar olacak” sözü bu nedenle de hatalı görünüyor.

Türkiye elbette önce “KENDİ İÇİNDE”, sonra diğer ülkelerde “demokrasi”den yana tavır alacaktır, doğrusu budur ve yine elbette Mısır’da ordunun, Suriye’de Esad’ın yaptığı katliamlar dehşet vericidir, durdurmak için dünya ülkelerinin bir imkanı varsa bu kullanılmalıdır. Ama acaba bizim ülkemizde de meydanların “rejim yanlılarının toplandığı ve daha sonra ordu katliamının yapıldığı Rabia’tul Adeviyye olacağını” söylemek büyük bir yanlış değil mi?

Eğer mevcut yönetim “demokrasiden sapmaz, bugüne kadar tepki yaratan hataları düzeltir, haksızlık-hukuksuzluk ve baskılar ortadan kalkar, insanların özel yaşam ve hatta inanç-ibadet alanlarına müdahale yerine, başkalarının ‘mezhebini’ bile dile dolamak yerine adil ve demokratik olmaya dikkat edilirse” neden Türkiye meydanları Rabiatul Aleviyye olsun, Allah korusun da hiçbiri olmasın. Gezi gösterileri sırasında polis kontrol edilseydi, o güne kadar yapılan tüm haksızlıklar o şiddet nedeniyle yüzeye çıkmayacak, gençleri göz göre göre silahla, sopalarla öldürmeye varan o olaylar da olmayacaktı, bu akıldan hiç çıkarılmamalı. Özeleştiri yapmak çoğu kez en keskin çözümdür.

Demokratik yönetim sorusu..

Suriye’ye dönersek, ABD müdahale ederse ve Esad giderse katliamlar duracak ve bu en önemlisi, peki sonra yerine nasıl bir yönetim gelecek, bu da 2’nci derecede önemli. Mısır’da Mübarek gidiyor, Mursi geliyor, durum değişmediği için kitleler yine “Arap Baharı” gibi ayaklanıyor. O gidiyor, ordu geliyor, onlar da katliam yapıyor. Suriye’de Esad katliam yapıyor, halk ona karşı ama “muhalifler” denilen ÖSO ile ortak çalışan El Kaide, El Nusra ve Müslüman Kardeşler’in yaptıkları da çok farklı değil.. Demokratik yönetim nasıl bulunacak? Cevabı yok.

Bu feci tablolara bakarak kendi ülkemizde “baskıyla-korku yaratarak çözüm arama” yoluna asla girmemeli, adaleti mutlaka sağlamalı, yargı-medya gibi demokrasinin can damarı kurumları rahat bırakmalıyız. Olaylar başlayınca bitmiyor ve “dış güçler”i suçlamak da hiçbir şeyi çözmüyor. Akıllı olan toplumlar ve yönetimler “dış güçlere fırsat verecek” ortamları yaratmaz!

En gelişmiş dini bozanlar..

Müslümanlık “en son” din olduğu için “en gelişmiş” olanın da o olduğuna inanıyoruz değil mi? Medeniyete götüren, insan haklarına, Allah’ın yarattığı “can”a saygıya ve “birlik-beraberliğe” inanan din.. Ve bu dini tebliğ eden Peygamberi Hz. Muhammed’in hayatta olduğu süre içinde (aynen hadislere izin vermediği halde on binlercesinin yazılması gibi) mezhepler yok.. Onun ölümünden yüz-yüz elli yıl sonra “dini farklı yorumlayan gruplar” tarafından başlatılmış mezhep ayırımları..

Yani Kur’an’da yok, Peygamber’le ilgisi yok ama “birlik” dinine mensup insanlar “mezhep, mezhep” diye yüzbinlerce, milyonlarca canı acımasızca yok ediyorlar. Kadınlar “kendi getirdikleri kurallara” uymazsa onları yok ediyorlar, “en gelişmiş” dini insanlara “bir korku ve baskı kaynağı” haline getiriyorlar.. Ve hepsi de bu cinayetleri “Allah yolunda” işlediğine inanıyor. Sadece o insanlara değil, Müslümanlığın kendisine zarar verdiklerini görmeleri için daha kaç can gidecek acaba, ne üzücü ve çaresiz bir durum!

Yazının devamı...

‘İleri demokrasi’ ve basın!

Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ Perşembe günü “Suriye’deki katliamı görmezden geldiğini, onun yerine birinci sayfasında bambaşka bir olayın yer aldığını” söyleyerek eleştirmiş, hatta “Tuncay Güney haberini koymanızı kim istedi” benzeri bir soru da sormuştu. Oysa katliam haberi Hürriyet’te sayfanın orta yerinde duruyordu, nitekim Bozdağ da daha sonra twitter’dan bunu duyurdu.. Haberi görmeyen kendisiymiş. Veya belki de birileri yanılttı onu..

Hürriyet gazetesinin bu yanlış iddiaya bir cevap vermesi sadece kendisi ve okurlarına saygısı adına değil, basın adına şarttı, onlar da verdiler. Buna karşılık Bekir Bozdağ dün kendi internet sitesinde şu cümlelere yer verdi: “Hürriyet’in ‘ileri demokrasilerde gazetelerin hangi haberi hangi ölçüde kullanma kararı asla siyasi otoriteye bırakılamaz’ sözü doğrudur. Ancak ‘Sayın Bozdağ’ın yarım gün içinde ve yoğun gündemi arasında iki kez Hürriyet gazetesinin birinci sayfasıyla ilgili yorumda bulunması demokrasilerin olmazsa olmazı basın özgürlüğüne aykırıdır’ sözü yanlıştır. Basının siyaseti, siyasetin de basını eleştirmesi ‘ileri demokrasi’nin göstergesidir.”

Basın özgür mü oldu?

Ne kadar güzel bir tablo bu aslında, gazete Başbakan Yardımcısı’na “basın özgürlüğüne bu şekilde siyasi müdahale yapılamayacağını” söylüyor, siyasetçi de “basın siyaseti, siyaset de basını eleştirebilir, demokrasi bunu gerektirir” diyor. Demokrasi bir kez elden gidince, baskılar ve haksızlıklarla toplumlar bölünüp ayağa kalkınca ülkelerin ne hale geldiğini Suriye ve Mısır örnekleri bile göstermeye yeter, başka örneğe gerek yok. Ne liderler yaşayacak halde, ne halklar..

O halde demokrasimize sarılmak, onu kaybetmemek için her şeyi zamanında yapmak zorundayız. Yalnız.. Bekir Bozdağ’a göre acaba bu dönemde, özellikle son yıllarda basın siyaseti, “siyasetin basını eleştirdiği ve hatta şekil verdiği gibi” eleştirebiliyor mu? İstemediği (daha doğrusu iktidarın istemediği) gazetecileri işten atıveren, eleştiren habercileri, hatta toptan haber ekiplerini gönderen medya kuruluşları acaba bu baskıları nereden alıyor? Bundan önce (Turgut Özal’dan, Süleyman Demirel’e, Necmettin Erbakan’a, Mesut Yılmaz’dan Bülent Ece-vit’e Tansu Çiller’e kadar) her hükümet döneminde yapılan doğal eleştiriler şimdi neden yasak? Ya işini ya özgürlüğünü kaybetme tehlikesi karşısında eleştiri yapabilen kaç gazeteci kaldı?

‘İleri’ mi, normali nerede?

Seçimler yaklaşırken medyanın bu “tek taraflı” haliyle partiler için “eşit şartlar”ın baştan yok edilmiş olduğu ortada değil mi? Tek istenen buysa “medyası siyasi güç tarafından şekillendirilen” ülkede kim demokrasiden, hele hele “ileri” olanından söz edebilir ve “sonucu sandık, seçim gösterir” diyebilir?

Biliyor musunuz, Suriye’de şiddeti yaşayıp kaçan sıradan vatandaşlar “orada da bu baskıların önceleri yavaş yavaş başladığını, halk tepkileri arttıkça baskıların şiddete dö-nüştüğünü” anlatıyorlar. O nedenle Bekir Bozdağ’ın “basının siyaseti eleştirmesi” sözü maalesef Türkiye gerçeğini yansıtmıyor. İşini ya da özgürlüğünü haksızlık ve baskı sonucu kaybeden bunca gazeteci varken, geri kalanların “bağımsız kalabilenleri” ise bilgisayar başına oturduğunda kendini “elleri ve beyinleri kilitlenmiş gibi” hissederken kimse edemez, bunu bilelim ve dürüst olalım!

Dürüst seçim için..

Tüm medya ve reklam panoları, devletin tüm imkanları “tek parti”nin elindeyken zaten “ADİL” bir seçimden söz edilemez. Buna rağmen hiç değilse “güvenli” seçim olmalı, muhalefet partileri bunun için ne yapıyorlar demiştim. Bu yazıdan sonra CHP Genel Başkan Yardımcısı Emrehan Halıcı göndermişti “seçimlerle ilgili” çalışmaları hakkında bilgiyi ama her gün öyle dayanılmaz haberlerle karşılaşıyoruz ki bir türlü sıra gelmedi.. Ana Muhalefet Partisi seçim süreçlerinin her aşamasında karşılaşılan “usulsüzlükler ve hataları belirtmek ve düzeltmek” için çözümler üretmiş..

Tüm vatandaşların; kendileri, aynı hanede ve aynı binada oturanların seçmen bilgilerinin yer aldığı “e-Seçmen uygulaması” internet, iPhone ve android ortamında kullanıma açılmış. Hangi partiye yakın olursa olsun “dürüst ve güvenilir seçim” isteyen tüm yurttaşların e-Seçmen uygulamasını kullanarak seçmen listelerini kontrol etmesi ve gördükleri eksiklik, fazlalık ve hataları bağlı oldukları ilçelerin “ilçe nüfus müdürlüğüne” bildirmesi gerekiyor.

e-Seçmen’e; www.chp.org.tr veya aşağıdaki linklerden ulaşılıyormuş;

e-Seçmen; http://bilisim.chp.org.tr/esecmen/Esecmen.aspx (diğerlerini sanıyorum siz de bulabilirsiniz).

Haydi, güvenli seçim isteyenler iş başına!

Yazının devamı...

İnsan haklarının yanında olmak, Türkiye’de de!

Mısır’da “Mursi’ye karşı halkın ayaklanmasından istifa eden” ordu yönetime el koydu ve arkasından “Mursi taraftarlarına yapıyoruz” diye silahlı güvenlik güçlerini halk kesimlerinin üstüne saldırttı, çocuk-genç-yaşlı demeden yüzlerce insana katliam yaptı.

Aradan birkaç gün geçti, daha dünya Mısır’ın şokunu yaşarken Suriye’de bebek-çocuk-yaşlı demeden binden fazla insana “sinir ve sarin gazıyla” katliam yapıldı. Suriye yönetimi “ülkede BM uzmanlarının bulunduğu sırada ve gözlemlerinin ilk gününde ‘isyancılara karşı’ kimyasal silah kullanmanın siyasi intihar olacağını” söyleyerek bu iddiayı reddettiğini açıkladı ama Türkiye’de MGK toplantısı sonrasında yapılan açıklamayla ‘Şam rejimi, yani Esad’ kimyasal silah kullanmakla suçlandı.. Tablo korkunç, tablo içler acısı ama düşünelim; Mısır’da “devrilen hükümetin yerine gelenler” yapıyor halk katliamını, Suriye’de ya “mevcut yönetim” veya “karşıtları” ..

Diyelim ki bu olayın sorumlusu Esad’dır, ki konuştuğum, Suriye’den gelen ve “biz Sünni-Şii-Alevi kavgası diye katliamlar yapılmasını değil, sadece ‘demokrat bir yönetim’ istiyoruz” diye çırpınan sıradan vatandaşlar da buna inanıyorlar. Ama daha önce “muhalifler” inin de (aralarındaki El Kaide ve benzeri terör örgütleriyle) insanların üstüne benzin dökerek canlı canlı yaktıkları veya öldürüp kalbini söktükleri filan görülmedi mi?

Şii, Sünni, Alevi, Sivil, Asker..

Ne görüyoruz; aklı başında Arapların da dediği gibi Mısır veya Suriye , o taraf veya bu taraf, o silah- bu silah fark etmiyor, güç uğruna “insanlığı unutmaları, kendi halklarına uyguladıkları vahşetten medet ummaları” aynı kalıyor. Şii olmuş, Sünni olmuş, sivil olmuş asker olmuş, ister 5-10 kişi öldürülsün, yüzlercesi yaralansın, isterse 1000 öldürülsün 5 bin yaralansın ne farkı var, bir mezhep veya koltuk kavgası için vahşete başvuruyorsa bu tartışılır mı artık? İster Esad’ı suçlayalım, ister muhaliflerini , ister Mısır’ın “Sisi”sini, hepsi katildir.. Hepsi kendine göre “kabul edilir sandığı” nedenlerle katliam yapmaktadır.

BM bizi de uyarmıştı!

O nedenle.. Davutoğlu’nun “İlkesel olarak hepimizin Ortadoğu’da insan haklarının ve taleplerinin yanında olmamız gerekir, biz ‘baskıların durması’ için elimizden gelen çabayı sarfettik” demesi, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Banki Mun’la “Suriye’deki durumu” konuştuğunu ve uluslararası toplumun sessiz kalmaması gerektiğini söylemesi önemlidir.

Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın “Kötülüğü azaltmanın yolu iyiliği çoğaltmaktan geçiyor. ‘Onların yaşam hakkını’ korumalıyız” demesi de.. Zira başka toplumlara yapılan saldırıları bu kadar iyi anlıyor ve şiddete karşı dünyayı harekete çağırıyorsak herhalde “Ethem Sarısülük, Ali İsmail Korkmaz , Abdullah Cömert ve hayatını ya da organlarını ‘barışçıl gösteriye karşı yapılan polis şiddeti’ sonucu kaybeden diğer gençlerimiz” konusunda da, kendi ülkemizdeki şiddet konusunda da bundan sonra aynı hassasiyeti göstereceğiz demektir.

Unutmayalım, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Banki Mun Gezi protestolarına karşı kullanılan polis şiddeti için “orantısız güç” uyarısı yapmış ve “sorumluların cezalandırılmasını” istemişti. Bu uyarıları bizde dinleyen oldu mu? “İnsan hakları, talepleri, özellikle insanların yaşam hakkı” her yerde aynı önemi taşır!

Yine aynı kişi, yine falso!

Sonradan “kadın aleyhtarı bir yargı üretmek iyi niyetle bağdaşmaz, BM’nin inandırıcılığını kaybettiğini vurgulamak için söyledi” diyerek bir de konuşmaya tepki gösterenleri “kötü niyetli” yaptılar. Ama aynı anlam Diyanet İşleri Başkanı’nın konuşmasının birkaç yerinde çıkıyor, tek cümlede değil. (Sahi din işleriyle ilgili Başkan Görmez’in “elimizde 3 günlük görüntüler var” dediği Cami görüntüleri ortaya çıkarıldı mı, yoksa görmek isteyenler de kötü niyetli mi?)

Kadın Bakanlığı ile Diyanet’in ortaklaşa yürüttüğü “Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Din Görevlilerinin Katkı Sağlaması Konusunda İşbirliği Protokolü” toplantısındaki konuşmasında geçiyor cümle üstelik: “Birleşmiş Milletler ‘kadına karşı şiddetle’ uğraşacağına insanlığa karşı cinayetleri önlesin” .. Bunu duyunca “Allah Allah, kadınların binlercesinin katliamdan farksız şekilde kocaları ve diğer erkekler tarafından öldürülmesi de katliamdan farksız değil mi, ‘insanlığa karşı cinayet’ değil mi, bu nasıl söylenir” dediyseniz kötü niyetlisiniz, söyleyen ise her tür yorumdan muaf..

Bu yetmemiş, arkadan “Bütün kadın hakları savunucuları, dernekleri, aktivistleri de bir meşruiyet krizi içine girmişlerdir” diye başlayan ve sebebini (sanki erkeği, kadını, bebeği birlikte hedef olmamış gibi) Rabia Meydanı’nda 17 yaşında kurşunların hedefi olan Esma’ya bağlayan cümleler gelmiş. Yalnız Esma değil, tüm katliam kurbanları için insan olan herkes üzülüyor ama bunların “kadına şiddet”le ne ilgisi var? Mazeret kaldırır gibi değil, Görmez’in konuşmaları artık anlam ifade etmiyor, ya susmalı veya iyi hazırlamalı konuşmalarını.. Bu gaf da öncekinden farksız, kabul edilemez yani!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.