Şampiy10
Magazin
Gündem

Bu ‘nefret suçu’nun ta kendisidir!

AÜSSO .. Ne demek merak ediyorsunuz; ‘Alabora Üstünden Sanatçı Sindirme Operasyonu’.. Bilindiği gibi Türkiye’de “özel yetkili” bazı kişiler ülkenin gazetecilerinden bilim adamlarına, iş dünyasından üniversite rektörlerine, sanatçılarına ve dahi ordusuna kadar birçok suçsuz vatandaşı “suçlu” ilan ederek onlar üzerinden “bağlı oldukları kesimlere” sindirme operasyonu yapmaktalar.

‘Suçsuz vatandaşı’ dememin haklı sebebi var, eğer bir suç işlenmişse o suç delilleriyle, belgeleriyle, hangi kanunun hangi maddesine karşı “SOMUT BİR EYLEM YAPILDIĞI” ortaya konarak ispatlanır. Bu ülkede ise artık hukuktaki “iddia eden iddiasını ispatla mükelleftir” sözü sadece söz olarak kalmıştır, siyasiler arada bir kendileri için gerektiğinde kullanırlar, başkaları için ise durum tam aksidir.

Türkiye’de durum..

Kime bir suç yapıştırılmak isteniyorsa ortaya bir iddia atılır, ya sahte CD’ler veya “durum halktan da gizlenerek sanık iken aynı zamanda gizli tanık yapılan ve sonra bu yararlı (!) faaliyetinden dolayı serbest bırakılan” kişiler, tanık yapılan teröristler yardımıyla önce uzun bir tutukluluk alıştırması, arkasından ömür boyu hükümler çıkıverir. Kimseciklerin de “iddiasını ispatlaması, adaleti göstermek adına halka açık ve net şekilde anlatması” filan gerekmez

Bunlar da olmuyorsa ve birilerine gözdağı vermek ya da cezalandırmak gerekiyorsa işi elinden alınır, ağzının payı verilir.. Görsün dünyanın kaç bucak olduğunu değil mi efendim? Ya da twitter’da bir belediye başkanı çıkar ve defalarca “bu kişi şöyle davrandı, bunu söyledi o cezaevine girmeli” diye yazar, bakarsınız bir gün içinde o kişi aleyhinde koca bir kampanya başlatılmış. “İçeri, içeri” naralarıyla sindirme faaliyeti başlamış. Sanki “Silivri” babalarının evi, karar verenler de babaları.. Kızdıysan söyle babana, gönder içeri.. Öylesi saygısız, hukuku hiçe sayan bir ortam..

Hukuk nerede?

Bunu yaparken Silivri’de “özel yetki verilmiş ve sonradan ‘hukuka aykırı oldukları’ söylenerek kaldırılmış” mahkemelerin ağır hapis cezaları verdiği insanlar için de “benzer intikam duygularının veya ‘etkisiz hale getirme, sindirme isteğinin’ rol oynadığı” şüphesini, Silivri’nin “hoşa gitmeyen herkesin tıkıldığı yer olduğu” duygusunu sağlamlaştırdıklarını fark etmiyorlar. (Kaldı ki “tıktığımız zaman” sözü TBMM’de bir milletvekili tarafından söylenmiştir.)

Adına “ileri demokrasi” denilen bir sistem içinde vatandaşların “konuşmaları veya yazdıkları nedeniyle” yani düşünce ve ifade üzerinden cezalandırılamayacağını, bunların ve korku havasının olduğu yerde bırakın “ileri”yi, normal bir demokrasinin bile mevcudiyetinden söz edilmeyeceğini anlamıyorlar. Mehmet Ali Alabora’ya karşı “sadece attığı bir tweet nedeniyle ve Ankara Belediye Başkanı’nın kışkırtmalarıyla” başlatılan kampanya sindirme konusunda en güzel örnektir.

Eğer twitter’da yazılanlar ceza gerektiriyorsa önce bu belediye başkanı bugüne kadar takipçisi kadınlara yazdığı “kabul edilemez ve açıkça suç sayılacak sözler” nedeniyle cezayı hak etmiştir. Sanatçı Alabora’ya karşı yürütülen kampanya ise “halkı kin ve nefrete tahrik, nefret suçu”nun ta kendisidir. Öyleyse yargıyı neden duymuyoruz?



Onların da dili var aslında!

HAYTAP Hayvan Hakları Federasyonu çeşitli kampanya ve yarışmalarla sokak hayvanlarına verilen desteği arttırmak için elinden geleni yapıyor. Bu faaliyetlerden biri bu yıl benim de seçici kurul üyesi olduğum

“Sokak Köpekleri ve Kedileri” temalı fotoğraf yarışması..

Bu yarışmanın amacı “tüm sokak hayvanlarının da insanlar kadar yaşam hakkı olduğunu” toplumla paylaşmak.. Sokak hayvanlarının güzelliğini, estetiğini, duygularını ön plana çıkarmak, onlarla ilgili toplumda “farkındalığı” arttırmak.. Sahipsiz kedi, köpek ve tüm yardıma muhtaç hayvanlara yardım için “kaynak yaratmak” ..

Her şeyi anlatıyorlar!

“Güzelliğini, estetiğini, duygularını” diyorlar ya, eğer onlara sırtınızı dönmeseniz, süslü bahçelerinizin, apartmanlarınızın kapılarını sımsıkı kapatıp onları unutmasanız hatta zarar vermeseniz-tekmelemeseniz-uzak köşelere atmasanız, tam aksine biraz yaklaşıp “iki lokma yemek ve su” verseniz, o mahzun-mağdur gözlerine baksanız onların da insanlar gibi kendilerine has bir dilleri olduğunu, davranışları ve bakışlarıyla size her şeyi anlattıklarını ve tüm sıkıntılarınızı unutturduklarını göreceksiniz. Tıp kanıtladı, “hayvanları okşamak tüm sağlık sorunlarını gideriyor”muş.

Hayvan düşmanı benciller

Mesela “Kedilerin nankör olduğu” veya “40 canlı oldukları” iddialarını başlatanı bir bulsam yeminle döverim, öylesine takdir edebilen, sevgisini gösterebilen hayvanlar hepsi.. Sadece evimdeki, bahçemdekiler değil, arabamın arkasındaki mamalarla geçtiğim her sokaktaki hayvanları doyuruyorum. Lütfen siz de yapın, Kapağı kapalı çöp kutularından da bulamıyorlar artık, köpekler de aynı durumda.. Evinizdeki artan yemekleri veremiyorsanız hiç değilse su verin onlara.. Evinin, bahçesinin içine çekilmiş, hayvanlara düşman “steril ve umursamaz sosyetik”lerden olmayın.

Haytap takvimi!

Biliyorsunuz her yıl HAYTAP Hayvan Hakları Federasyonu sokak hayvanlarının yer aldığı takvimler çıkarıyor. Bu yıl da 2014 Sokak Hayvanları Takvimi’nde yarışmada “dereceye giren fotoğraflar” yer alacak ve elde edilen tüm gelir HAYTAP’ın sokak hayvanlarıyla ilgili projelerinde kullanılacak. Geçen yıl takvim geliri ile sokak hayvanlarına ilaç, bakımevlerine malzeme yardımı, veterinerlik hizmetleri yapılmış ki ben HAYTAP gönüllü üyelerinin nasıl il il dolaşarak barınakları, sokak hayvanlarını kontrol ettiklerine bizzat şahidim.

Bitlis ve Ümraniye..

Daha geçenlerde bir HAYTAP hekimi Bitlis’ten arayarak “barınakta köpeklerin güneş altında olduğunu, üstlerinin kapatılması gerektiğini ve bunu yaptıramadıklarını” söyledi, Bitlis Valisi Veysel Yurdakul’u arayarak yardım istedim. Eksik olmasın Sayın Vali hemen ilgilendi, hızla yapılacağını söyledi. Umarım halledilmiştir. Daha sonra “Ümraniye Belediyesi’ne ait barınağa hayvan gönüllülerinin alınmadığı ve köpeklerin güneş altında tutulduğu” haberi geldi, hemen Ümraniye Belediye Başkanı ile konuştum. Başkan “barınağın iyi şartlarda olduğunu, bununla beraber Ataşehir, Kadıköy barınakları da kendi sınırları içinde olduğu ve hayvanlar tekrar bırakıldıklarında o sınırlar içinde kaldıkları için sayının giderek arttığını ve şikayetle ilgileneceğini” söyledi. Kısa süre sonra Ümraniye Hayvan Bakımevi’ni beraberce dolaşacağız.

İşte böyle.. HAYTAP takvimlerini alın, gerekli bilgiyi HAYTAP sitesinden bulabilirsiniz, inanılmayacak kadar güzel, insanın yüreğini yerinden oynatan, gözlerini yaşartan fotoğraflar var, bunlar arasından seçim yapmak bile son derece zor oldu. Binlerce-milyonlarca sokak hayvanının, yeni doğmuş bebeklerin “bakımsızlıktan, insan şiddetinden, belediye ihmalinden” telef olduğu ülkede (bir gün, o bilinçlenmeye ulaştığımızda öyle belediyeler halktan oy alamayacak) hepinizi “hayvanseverler” safına bekliyorum, benim okurlarım vicdanlıdır, yaparlar!

Yazının devamı...

Memoli’ye linç kampanyası tesadüf müdür?

Sanatçı Memet Ali Alabora Gezi gösterileri sırasında ön plana çıktığı için ona yapılmadık kötülük kalmadı. Başta Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek olmak üzere en tepelerden ona karşı tepki doğması, zarar görmesi için “hedef gösterildi”, hatta milleti ona karşı eyleme teşvik eden ya da “Silivri’ye gönderilmesi gerektiğini” söyleyen tweetler atıldı.

Ve şimdi Gezi olaylarının üzerinden haftalar geçtikten sonra Memet Ali Alabora için sosyal medyada LİNÇ KAMPANYASI başlatıldı. Kötülüğün sınırı yok, öyle acımasız ve kin kokan (kininin takipçisi olmak bu olmalı) mesajlar yazılıyor ki insan hayretler içinde kalıyor. “Devlet düşmanı Memoli”den, “meseleyi Silivri’de anlatırsın”a kadar akla gelmedik her şey var.

Yanlışı kim yaptı?

AKP’liler bile “Valilik ve Belediye’nin Gezi olaylarını iyi yönetemediğini, hatanın buradan kaynaklandığını” söylediler. Başında AKP Milletvekili Prof. Dr. İdris Bal’ın olduğu AGAM (Avrasya Global Araştırma Merkezi) Gezi olaylarında Başbakan’ın yanlış yönlendirildiğini, “Taksim’de çevreci duyarlılıkla başlayan olayların ‘polis müdahalesinin şekli ve insanlarla diyaloga geçilmemesi’ nedeniyie büyüdüğünü” açıkladı.. AGAM açıklamasında tek hata “fırsat bekleyen odakların sahneye çıkması”..

Gezi gösterilerinde araya provokatörler de karıştı ama büyük ölçüde “şiddete-baskıya karşı tepki gösteren” bir halk hareketiydi.. Polis şiddeti ortadan kaldırılacağına, arttıkça tepki büyümüştü.. Ve elbette o tepki gösterenler içinde tiyatrosundan, müziğine, operasından balesine kadar sanatçılar da, futbolcular da vardı. Neden olmasın, gözle görülür bir şiddet kenarda oturan insanlara, parktan geçen kadınlara, çocuklu annelere, bebeklere, yabancı siyasetçilere kadar uygulanırsa o ülkede sanatçı kenara mı çekilir?

ALABORA ÜZERİNDEN SALINAN KORKU!

Yalnız Memet Ali Alabora değil, çok sayıda sanatçı tepki gösterdi, duygusu olan, insan olan herkes, 15-16 yaşında gençler bile gösterdi, göstermemek imkansızdı. Alabora üzerinde “haftalardır yapılan hedef gösterme” faaliyetlerinden sonra birden ortaya çıkıveren tweet kampanyası organize değil midir? Kendiliğinden mi yapılmaktadır?

Yoksa onu “Silivri’ye göndermek”le ilgili tehditler veya hakaretler bundan sonra diğer sanatçıların herhangi bir gösteriye katılmasını önlemeye, onları korkutmaya mı yöneliktir? Acaba aynen “darbelerle mücadele” derken hiçbir somut eylemi görülmemiş insanlara verilen ağır cezalarla “cezalandırmanın ne kadar kolay olduğunu” göstererek tüm topluma peşin peşin salınan korku gibi bir korku mudur hedeflenen?

Korumak devletin görevi!

Bunların hepsi düşünülebilir, akla gelebilir. Ama ne olursa olsun olay şu ki artık bir belediye başkanının “halkı ülkenin bir sanatçısına karşı şiddete yönelttiği, onu Silivri’de görmek istediğini söylediği” ve birlerinin ortaya çıkıp onun sözlerini taklit ettiği, siyasetçilerin konuşmalarında vatandaşları hedef gösterebildiği, Diyanet Başkanı’nın ülke gençlerini kanıtsız karalayabildiği Türkiye’de hiç kimse Anayasa’da yazılı olan “vatandaşın can güvenliği, devletin onu korumakla görevli olması” gibi maddelere inanamayacak durumdadır.

Yaratılan bu akıl dışı, inanılmaz ortamda Memet Ali Alabora’yı korumak devletin en başta gelen görevidir. Onlara Gezi olaylarındaki polis şiddetini, hayatını kaybeden gençleri, sanatçıların da diğer vatandaşlar gibi böyle şiddet olaylarına tepki gösterme hakkı olduğunu hangi siyasetçi hatırlatacak?

Bir belediye başkanının bunları asla yapmaması gerektiğini kim söyleyecek?

Alabora’ya herhangi bir zarar verilirse bunun sorumluluğu devlete ve o başkana ait olacak!

Neden ‘demokrasiye karşı’ acaba?

Siyasi konuşmalarda “aşağılama gayretleri” filan görülse de Gezi olaylarını sanıyorum kimse küçümseyemez zira bakın aylar geçse de aynı tazelikte tartışmaları sürüyor. Başbakan Erdoğan protesto gösterilerinde “güvenliği sağlamak yerine uyguladığı aşırı şiddetle” olayların büyümesine neden olan polis için “destan yazdılar” diyor, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu “Gezi protestolarına katılan ve şiddetin karşısında geri adım atmayan gençler” için “destan yazdılar” diyor.

Herkesin görüşü kendine, kimin haklı olduğunu halk eğer gerçekler saptırılmazsa değerlendirir, beni daha çok Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’nun “Kılıçdaroğlu’nun sözüyle ilgili konuşmasındaki” vurgular ilgilendirdi.

Gezi ‘halka’ ait!

Orman Bakanı Gezi olayları için “Neticede demokrasiye karşı bir şeydir. Böyle sokak hareketleriyle Hükümet alaşağı edilemez. Gücü varsa buyursun sandığa” demiş. Şimdi öncelikle Gezi hareketi ne CHP’ye ne de başka bir partiye, siyasi oluşuma ait bir hareket değildi, her kesimden vatandaşların tepkisiyle yayıldı.. O nedenle kimse gerçekten sapmasın, rakiplerine mal ederek “gücü varsa sandığa” demesin.

İkincisi, bu gösterilerdeki “Hükümet istifa” benzeri sloganlar da yine büyük ölçüde “polis şiddetinin giderek artması, hayatını kaybeden ve yaralanan insanlar, sürüp giden zıtlaşma, biz-onlar ayırımları ve o güne kadarki baskıların da bu şiddet sırasında hatırlanması” nedeniyle söylenmişti, gösteriler başladığında bu akla bile gelmiyordu. Ve üçüncüsü; Cumhurbaşkanı Gül ’ün de belirttiği gibi “sandık herşey demek değildir”.. Diğer partilerden daha çok oy alan partinin baskılar uygulaması, özgürlükleri kısıtlaması, korku salması, demokratik kurumları ve hatta sosyal medyayı bile kontrolüne alması hiç değildir.

Gezi’nin “demokrasiye karşı bir şey” olduğu da doğru değildir, vatandaşların gösteri hakkı demokrasilerde, Anayasa’da vardır ve hep olacaktır.

Gezi’yi ve demokrasiyi kimse kendine yontmasın, kimse yanlış anlamlar yüklemesin, tutmaz!

Yazının devamı...

O analar Bayram’ı yaşamadılar!

Bayram çok kişiye “bayram” dı ama evladını Gezi olaylarındaki polis şiddeti sonucu kaybeden ve “onlarsız ilk bayram” ı geçiren yüreği yanık analara bayram filan değildi. Onlar kanlı gözyaşları dökerek, “hala kapıya bakıyoruz, geleceklermiş gibi” diye haykırarak bu olayların sorumlularına beddua ediyorlardı, izleyenlerin de vicdanını kanatarak..

Son birkaç gün içinde TV’de “Ethem Sarısülük’ün vurulma anı” da evladını kaybetmiş analarla ilgili haberlerde gösterildi. Her seferinde polisin nasıl geri dönerek onu vurduğu apaçık, net bir şekilde görülüyor. Olayda “kasıtlı, bilerek silahı üzerine doğrultup ateş etme ve işlediği suçu fark ederek kaçma” var.

Çok isabetli(!) gerçekten

Ama “hiçbir eylemi görülmemiş insanlara, yıllarca hizmet vermiş rektörlere, gazetecilere, Genelkurmay Başkanı’na iddialar üzerine müebbet hapisler” verilen ve bu cezaları veren ÖZEL YETKİLİ hakimlerin “Çok hassas düşündük, isabetli karar verdik” diyebildiği ülkede mesela bu suçlu polise ne ceza verileceği hala bilinmiyor. Tutuklu mudur, serbest midir onu da bilmiyoruz, zira Adliye’ye gönderilmemişti. İddianamesi ise Savcılığa iade edilmiş, sebep; “suçu görev sırasında işlemesi” ymiş. Sanki görevi bu ülkenin masum gençlerini vurmakmış gibi..

İstiklal Caddesi’nde polislerin bir genci tutarak beyaz gömlekli, sakallı bir adama (belki de sivil polis) dövdürdükleri olaya karışanlara ceza verildiği de duyulmadı, “palalılara açıktan açığa yardım eden polisler” e de.. Bırakın cezayı bu “hiçbir şey yapmayan gençlere saldırı” , şiddet olaylarına karışan polislerin isimleri de, aynen ağır suçlulara yapıldığı gibi çoğu kez yazılmadı, baş harfleriyle çıktı haberler. (Bu arada Bayram süresince siyasilerin mesajlarında “hayatını kaybeden gençler için ailelerine üzüntü bildirmek” gibi bir duyarlılık da görülmedi.)

Narkotik operasyonu..

Öte yanda Balyoz, Ergenekon ve diğer siyasi davalarda suçlanan (ama suçu buradaki gibi kanıtlı olmayan) insanların neredeyse soy ağaçları bile açıklandı. Aynen genç sanatçılara yapılan narkotik operasyonunda olduğu gibi.. Önce suçluyor, sonra gazetelerde, TV’lerde, internet sitelerinde boy boy çıkan fotoğraflarla gözaltına alıyor, sonra çoğunun “suçsuz olduğunu” söyleyerek bırakıyorlar.

Peki bu polislerin ve diğer ağır suçluların imajı siyasi dava sanıklarından ve gençlerden daha mı önemlidir ki onlar gizleniyor, diğerlerine ver yansın ediliyor? Kendine zarar veren teşhir ediliyor, cinayet işleyenler gizleniyor..Artık hukuk konusunda söyleyecek söz bile kalmadı ama el insaf, eşitlik denen bir şey olmalı!

Süleyman Park’a niye gitmiş?

Hani Gezi Parkı olaylarının nedenleri arasında “faiz lobisi” nden “dış güçler” e kadar akla hayale gelmedik her şey sayılmıştı ama bu arkadaşın söyledikleri kadar beni güldüren olmamıştı. Söyleyen sanatçıymış, ben tanımıyorum ama komedyen değilse bu dalı denemeli, başarılı olur şüphesiz.

Söz konusu “sanatçı”, iki ülke arasında benzerlik görmüş, Mısır’daki Mursi aleyhtarlarını bizdeki protestoculara benzetmiş olmalı ki şöyle demiş; “Gezi Parkı’na neden Muhteşem Süleyman’ı oynayan biri gitti? Bu olaylar Mısır’a aksetsin diye. Çünkü orada da diziler seyrediliyordu. Bunu kimse görmüyor” .. Üzülmesin, kimse kendisi kadar zeki olmadığı için bugüne kadar görülmemiştir. Ve bu zekaya göre muhtemelen Mısır’dan sonra “Muhteşem Yüzyıl” ı satın alan tüm ülkelerde cumhurbaşkanlarına karşı eylem başlayacaktır.

Durr! Sanat Ergenekonu!

Konuşmanın bir de “sanatın içinde de Ergenekon benzeri yapılanma var diye bağırdığı” kısmı atlanacak gibi değil. Kimsenin kendisine kulak vermediğinden şikayetçi.. Kısa süre sonra bir bakarsınız “tanık” olur, ihbarcı olur, “sanat Ergenekonu” nda kimler varmış dünya aleme öğretir. Büyük ihtimalle çalışmaya“Gezi” den ve şiddete karşı ortaya çıkan sanatçılardan başlar.. Beklenen bu çünkü.

Ortada hukuk kalmayınca böyle guguklaşıyor her şey işte!

Çocuklarınızda şiddeti önleyin!

Cumartesi günü ‘sokak hayvanlarına karşı acımasız, sevgisiz davranan veya araçlarını dikkatsizce ve sırf sürat özentisiyle sürerek onların ölümüne neden olan’ insanlardan söz etmiştim. Gönül Aydemir isimli okurumuz yazdığı yorumda şöyle diyor: “Özellikle erkek çocukların hayvanlara işkence yaptığına, sokak hayvanlarına taşla nişan aldıklarına şahit oluyorum. Türkiye’de erkek çocuklar önce işkenceyi kedi ve köpeklere uyguluyor, sonra anasına, bacısına, karısına devam ediyorlar” .. Elbette tüm erkek çocukların böyle olduğu genellemesi haksızlık olur ama bazı erkek çocukların (tüm çocuklarını böyle dikkatsiz yetiştirenler var) hayvan sevgisi olmadan yetiştiği, hatta onları “cansız gibi” görerek zarar verdikleri doğru.. Oysa tam aksine ailelerin çocuklarını “sahipsiz ve çaresiz sokak hayvanlarını korumak, su ve yemek vermek, yardım etmek” konusunda bilinçlendirmesi gerekiyor. Evrende hiçbir iyiliğin ve kötülüğün unutulmadığını, yaydığınız pozitif veya negatif enerjinin bir şekilde size geri döndüğünü, şiddet eğilimlerinin de çocukluktan başladığını unutmayın ve çocuklarınıza da bunu öğretin!

Yazının devamı...

‘Aile içi tecavüz’ suçluları kaçamayacak!

Diyarbakır’da bir oto tamircisinde çalışan 12 yaşındaki çocuğa aynı yerde çalışan 24 yaşında bir sapık tecavüz etmiş ve çocuk şikayetçi olmuş. Derhal, hiç vakit kaybetmeden o suçlunun “en az 20 yıl hapisle” cezalandırılarak toplumda diğer çocukların da korunması sağlanmalı değil mi? Ama somut bir suçu-eylemi görülmemiş insanlara “müebbet hapis” veren yargı (özel yetkili’lere yargı bile denmez ama karar veriyorlar) sapıklara, katillere her tür indirimi uyguluyor ve onları “canlı bomba gibi” topluma salıveriyor. Yıllarca papağan gibi bunları tekrarladık durduk.



Uzun yıllar sonra Hükümet’in TCK’da “kadın ve çocuk tecavüzü-tacizi” ile ilgili cezaları artırmak üzere hazırladığı kanun tasarısı tamamlanmış. Eğer Meclis elini çabuk tutar ve zaman kaybetmeden tasarı geçerse bu ağır suçun faillerini serbest bırakan veya hafif cezalar veren mahkemeler artık umarız bunu yapamayacak.

Basit taciz (tacizin basiti nasıl oluyorsa) suçluları 3 aydan 2 yıla kadar ceza alıyorken bu 4.5 aydan 3 yıla çıkarılıyor.

Cinsel saldırı; 2 ile 7 yıla arasında ceza alırken bu 4 yıldan 10 yıla, nitelikli cinsel saldırı (tecavüz kesin ise) 10 yıldan 20 yıla kadar hapis cezası alacak. Çocuk cinsel saldırısı 3-8 yıl arası ceza alıyorken bundan sonra 6-10 yıl arası alacak. Çocuklara nitelikli cinsel saldırı 8-15 yıl arası iken bundan sonra 12-20 yıl olacak. Tabii ortada çocuk tecavüzü varsa, neye göre 12 veya 20’ye karar veriliyor ben hala anlamış değilim. Bas 20 yıl cezayı sapıktan kurtar memleketi!

TBMM önünde zincirlendik!

Yıllardır çırpınıp durduğumuz, bıkıp usanmadan yazdığımız, hatta TBMM önünde kadın örgütleriyle kendimizi zincirleyip (hayatı yanan çocukları temsilen) bebekler yaktığımız konular.. Değişen yasa ile bundan sonra; cinsel saldırıya uğrayan mağdurun ve hele çocukların “ruh sağlığının bozulup bozulmadığına ilişkin rapor” istenmeyecek.

Çocuğunu zorla evlendirene “1-3 yıl arası hapis cezası” geliyor. Ceza infaz oranlarında da değişiklik var. Cinsel saldırı ve tacizde fail cezanın “4’te 3’ünü” yatacak. Ve en önemlisi “ensest” yani “aile içi tecavüz” suçunun TCK’ya gireceğini bildirilmesi.

Ensest saklanıyor!

Medyaya yansıyan (ve yansımayıp gizlenen) sayısız olay varken bugüne kadar “aile mahremiyetine karışmak” gibi anlamsız ve çağ dışı nedenler öne sürülerek aile içi tecavüz hiç konuşulmuyor, bu sapık saldırılarla karşılaşan çocuklar çaresizliğe terk ediliyor, sapık aile fertleri ise korkusuzca eylemlerini sürdürüyordu.

Kadın sivil toplum kuruluşlarının ülke çapında yaptıkları araştırmalar bu korkunç gerçeği gözler önüne seriyor. Yasa acilen çıkarılmalı, ‘ensest’e en ağır hapis cezaları verilmeli ve aynı zamanda Kadın Bakanlığı’nda kurulacak iletişim birimleri, TV’lerde-sinemalarda yapılan tanıtımlarla “saldırıya uğrayan çocukların kolayca ulaşabileceği” hale getirilmeli ve çocuklar gerekiyorsa derhal devlet korumasına ve psikolojik tedaviye alınmalıdır.

Kadın örgütlerinin mücadelesi

TCK’da yapılacak değişiklikte (sizler hepsini duymasanız da) kadın örgütlerinin yıllardır verdiği mücadelenin büyük rolü var. Bununla birlikte Kadın ve Aileden Sorumlu Bakan Fatma Şahin’in bu konulara ciddi olarak eğilmesi de elbette fark yarattı. Eğer bu değişiklik hemen yapılır ve hakimlerin cezaları doğru şekilde vermesi izlenirse onlara teşekkür borçluyuz.

AİHM’ye giden dava..

Biliyorsunuz “çocuk tecavüzlerinde çocuğun rızası var mı ona bakılsın” ve “kadınlara toplu tecavüzlerde tecavüzcülerden biri mağdurla evlenmeyi kabul ederse tecavüzcüler serbest kalsın” benzeri maddeleri TCK’ya koymak isteyen iki hukuk profesörü konusundaki yazılarıma o günlerde bu prof’lar tarafından 150 milyon TL tutarında davalar açılmıştı. Beni gönüllü olarak savunan ve çoğu STK başkanı olan başarılı avukatlar sayesinde bu davaların hepsi kazanıldı, biri hariç. (Bu olayların yandığı yıllar ekranda da büyük tartışmalar oldu ve sonunda o maddeler TCK’ya giremedi.)

Her neyse, sanıyorum “ordinaryus profesör ile dava dosyasına ‘Adalet Bakanlığı Müşaviri’ yazan profesör” nedeniyle, onlara ayıp olmasın (!) diye, birinde para cezası aldım. “Bunları ancak ruh hastaları düşünebilir, söyleyebilir” dediğim yazı nedeniyle.. Temyizde de aynı haksızlık devam etti. Hem çok önemli olan hem de meslek hayatım boyunca kaybettiğim tek davayı Avukat Müjdat Gültekin’in ekibiyle AİHM’ye taşıdım.

Kadınlar için!

“Türkiye’nin kadın ve çocuklarına ‘adalet’ diyerek bu adaletsizliğin yapılması önlenecekse, bu yolda mağlup bile galip sayılır” diyerek yıllarca bekledim. Ve sonunda kazandım, AİHM yazdıklarımın “basın özgürlüğü sınırları içinde olduğuna” hükmetti. Yine aylar geçti ve önceki gün “kendi devletim” kesilen cezayı ödedi.

Şimdi bu parayı söz verdiğim gibi “TCK’nın değişmesi için çalışan, kadın ve çocuklara emek veren” bazı kadın örgütlerine bağışlayacağım. Çorbada biraz daha tuzum olsun diye!

Dayak için de ağır ceza..

Geçtiğimiz günlerde bir adamın, medyada “sevgilisi” olarak tanımlanan ve belki de sadece “arkadaşlığını reddeden” bir genç kadını döverek öldürdükten sonra hastaneye götürdüğünü ve “araba çarptı” dediğini duyduk. Meclis “kadın ve çocuklara karşı dayak şiddeti”ne de ağır cezalar getirilmeyi unutmamalıdır.

Yazının devamı...

27 Nisan’da asker talimatı. Kimlere?

Başbakan’ın danışmanı Yalçın Akdoğan’ın söyledikleri içinde bir de “28 Şubat ve 27 Nisan’da asker talimatıyla hareket eden medya” kısmı var. 27 Nisan muhtırasını “tek başıma gece yarısı yazdım” diyerek veren Yaşar Büyükanıt’ın yargıya hesap vermesi önlendi, kendisi pekala korundu. Ama konuşmaya gelince “27 Nisan muhtırası”ndan adeta darbe gibi söz ediliyor. Madem durum budur ve seçimde de yine bu muhtıra muhalefet partilerine filan yıkılacaktır, çıkarsınlar muhtıra sahibini mahkemeye..

28 Şubat ve 27 Nisan’da “asker talimatıyla hareket eden medya” kimmiş, hangi kanıta göre böyle bir etiketleme yapılmış onu da tek tek isimleriyle açıklasınlar. Hani “12 Eylül’de darbeye övgüler dizenler, darbecilerle kol kola olan gazeteciler” biliniyor da (siyasetçiler de biliniyor, fotoğrafları bile var) 28 Şubat ve 27 Nisan’da “talimatla hareket edenler” bilinmiyor. Yalçın Akdoğan açıklasın, öğrenelim.

Açıklamazsa, “camide içki, başörtülü kadına saldırı” iddialarındaki gibi son zamanların modası olan “yalan ve iftira” olarak kalacak.

Suriyeliler söylemişti!

Ben de yazmıştım, “Biz Esad gitsin istiyoruz ama ona karşı çarpışan El Kaide, Müslüman Kardeşler gibi İslamcı terör örgütlerinin yaptıkları ve yapacakları bizi aynı derecede korkutuyor” dediklerini.. Suriye’deki iç savaşa müdahale ederek “muhalif gruplar” denilen ama içinde terör örgütlerinin olduğu grupları, Özgür Suriye Ordusu’nu açıktan desteklememiz, her tür yardımı yaparak kendi sınırlarımız yakınlarında çatışmalara neden olmamız sonunda Esad Suriye’nin kuzey kentlerini “PKK’nın Suriye kanadı PYD”ye bırakmıştı.

Tabii ki PYD’nin o bölgeye yayılması Türkiye için de yepyeni tehlikeler, sorunlar çıkardı ama Suriye açısından baktığınızda şu sıralarda “PYD’nin silahlı kanadı YPG” ile “El Kaide ona yakın El Nusra” arasındaki çatışmalar sürüyor. El Nusra’nın PYD alanlarında “sivilleri de öldürdüğü” bildirilirken El Kaide de “Suriyeli 3 Kürt’ü üzerine yanıcı madde döküp diri diri yakarak” bunu internetten dünyaya izletmiş.

Vahşette yarışıyorlar!

Vallahi bana kalırsa vahşette hiçbiri diğerini aratmıyor, anlaşılmayan şu ki; Suriye halkı bile onlardan ve kontrolü ele almalarından korkarken biz neden ‘Suriyeli kardeşlerimiz’ diyerek bu terör örgütlerini destekliyoruz?

Türkiye’nin yapacağı tek şey Batı’nın, ABD’nin Suriye’ye müdahalesi için uğraşmak olmalı, yanlış dış politikayı biraz daha sürdürürsek hem içinden çıkamaz hale geleceğiz, hem de “Suriyeli kardeşlerimiz” işe karıştığımıza pişman olacak!



Var olmak haktır!

Aç susuz, bakımsız, çoğu belediyenin hiç umursamadığı, kısırlaştırma yapmadığı için sayıları artan sokak hayvanlarını doyurmak için kış yaz demeden, altın işim olsa bırakıp her gün gittiğim mahalleler var. Arabamın arkasında bulunan koca mama kutusunun açılması için kaldırımda bir kedi-köpek görmem yeterli, iner doyururum onları..

Hayvan sevmeyen, onlara zarar verebilen birileriyle karşılaşıp başlarına bir şey gelene kadar mutlu anları da olsun diye düşünürüm. Onların ne kadar “sevgiye muhtaç ve aldıkları sevgiyi fazlasıyla iade edebilen canlılar” olduğunu, hatta insanlar gibi “iyilikleri kolayca unutmadıklarını” biliyorum.

Bencil, özenti sürücüler!

Bunu yaparken çok üzüldüğüm zamanlar da oluyor, mesela geçen hafta bakıp sevdiğim bebek kedilerden birini dün “sokak arasında bile sürat yapan ya da geri giderken arkasına bakmayan” bir bencilin, dikkatsizin arabası tarafından ezilmiş buldum. Etiler’de geçerken gördüğüm bir kedi grubu bu.. Hamileler var, yeni doğmuş bebekler var ve bu bebekler arabaların önüne çıkıyor, dikkat olsa görür ve durur insan ama o hız kompleksi yok mu, gözler kör oluyor.

Tam ‘HAYTAP ve iyi kalpli hayvansever insanlardan başka kimse onları düşünmüyor’ derken TV’de “Orman Su İşleri Bakanlığı ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi”nin HAYTAP’la birlikte verdikleri “Var olmak haktır” reklamını gördüm. Ünlü isimler, sanatçılar yanlarındaki sokak hayvanlarına sarılmış olarak “var olmak haktır, hayvanları koruyun” diyorlar.. Ne mutluluk, nihayet bu bilinçlenme de yaygınlaşabilir, aileler çocuklarına sokak hayvanlarına yardım bilinci aşılayabilir.

Doğaya duyarlılık..

National Geographic Channel ve HAYTAP Hayvan Hakları Federasyonu da birlikte “toplumu doğaya karşı daha duyarlı olmaya yönlendirme ve farkındalık yaratma” adına bir kampanya başlatmışlar. Türkiye’de nesli tükenmekte olan hayvanların korunması için HAYTAP resmi web sitesi üzerinden bağış toplanıyor. “haytap.org/missingpiece” adresine girip bağış yaparsanız hayvanların korunmasına siz de katkıda bulunmuş olacaksınız.

Yazının devamı...

Cemil Çiçek ile Hüseyin Çelik farkı!

TBMM Başkanı Cemil Çiçek TV’de “Ergenekon Davası’nda ceza alan sanıkların bu cezaları Yargıtay tarafından onanana kadar masumiyet karinesi gereği suçsuz olduklarını” da söylediği bir konuşma yaptı. Güzel bir konuşma, kalpsiz-acımasız değil, aralarında “somut suçu olanlar” varsa o kişilerle “bir eyleme karışmamış, darbe iddiasıyla ilgisi olmadığı açıkça görülenler”i aynı kefeye koyup çalkalayan ve hepsini suçlu ilan eden bir konuşma değil.

Benim itiraz edeceğim tek cümle “Yargılanan insanlar arasında bazılarıyla hukukumuz var diye, sevdiklerimiz vardır diye hukuku göz ardı edemeyiz, yargıya saygılı olmalıyız” diyeni.. Burada “yargı” denilen “özel yetkili mahkeme”dir, “hukuka aykırı” oldukları açıklanarak kaldırılmışlardır. Bu davaları destekleyen Başbakan bile “İlker Başbuğ ile komutanların terör örgütü yöneticisi veya terörle ilişkili olduğunu iddia etmenin tarihi bir hata olacağını” söyleyerek bu mahkemelerin kararlarında yanlış olduğunu açıklamıştır.

Yargıtay ve AİHM..

Özel yetkili mahkemenin sanıkları “tanık” da yapıp bunu gizlediği ortaya çıkarılmıştır. Ergenekon, Balyoz, Casusluk gibi davalarda (iddianamelere polis ilaveleri, bilirkişi raporlarının hesaba katılmaması, iddianamelerde gerçekle bağdaşmayan adresler-tarihler, sahte CD’ler gibi) sayılamayacak kadar çok “kasıtlı hata” vardır. Bu durumda “özel yetkili” denilen ve hukuksuzluğu bilinerek bu davalara bakmalarına izin verilen mahkemelerin kararlarına karşılık “hukuka saygı” beklemek gereksizdir. Devlet Bahçeli’nin dediği gibi “tarafsızlığı kalmamış, objektifliği tarumar olmuş bir hukuk”..

Onun için aslında bu davalara normal bir mahkemenin yeniden bakmasıdır adil olan.. Yeniden ve dikkatle yargılamaktır. Müebbet hapisler söz konusu ise bir-iki yıl daha “adil yargılama” beklenebilir. Bu yapılmadığı takdirde Yargıtay uzun aylar-yıllar almadan temyiz sonuçlarını vermeli ve insanların hakkını AİHM’de aramasının önü açılmalıdır. Suçsuz olanlar hapislerde çürütülmeden..

‘Darbeci baro’ mu?

Şimdi gelelim AKP Genel Başkan Yardımcısı ve parti sözcüsü Hüseyin Çelik’in konuşmasına.. Ben Cemil Çiçek’in bu konuda yaptığı gibi düzgün konuşanlara inanıyorum ama “iyi polis-kötü polis masalı bunlar” yorumları geliyor okurlardan, her neyse Çelik konuşmasında Çiçek’in tam aksine; “Kurda merhamet etmek, kuzuya zulmetmektir”den başlayıp “Mustafa Kemal’in hayali Ergenekon yapılanması tarafından vesayet altına alınmış bir cumhuriyet mi” sözlerine kadar cezaevindekileri “temyizi beklemeden kesin suçlu kabul eden”, yargı süreci devam ederken söylenmeyecek herşeyi söyledi.

Bu da yetmedi; “Darbeci baro olarak tanımlanan İstanbul Barosu’nun mahkemeyi işgal etmesi”nden söz etti. “Türkiye’nin en büyük barosu”nu kim tanımlamış “darbeci” olarak, bir partinin hem de iktidar partisinin genel başkan yardımcısı ve sözcüsü “hangi kesin delillerle, hangi suç” işlenmiş ki bunu söyleyebiliyor?

Darbe Hayranı’nın sözü..

Öyle bir şey yok tabii, “kendisi 12 Eylül darbesi hayranı olan ve süslü konuşmalar arasına bu tür laflar sıkıştırmasıyla bilinen Nazlı Ilıcak tarafından bir TV programı sırasında İstanbul Baro Başkanı’na söylenen söz” bu sadece.. Yargıda “gel ispatla bakalım” denecek söz. Hüseyin Çelik çok beğenmiş olmalı ki “darbeci baro olarak tanımlanan” diye alıyor, o da suç işliyor.

Sonuç olarak aynı partiden iki siyasetçinin farkını görüyorsunuz, yorum sizin.

‘Bayramda canavar gibi’...

Sevgili okurlarım bayramda özellikle büyük şehirlerde kalanlar arasında araçlarını aklını kaçırmış gibi sürenler var. İnsan bu sorumsuzluğu görünce gözlerine inanamıyor. Dün İstanbul”da dolaşırken o kadar çok ezilmiş minik kedi ve köpek yavrusu gördüm ki günüm zehir oldu. Bu sorumsuz, düşüncesiz aracını canavar gibi süren vatandaşlara sesleniyorum; biraz insafa gelin.. Ara sokaklarda zaten sürat yapmamalısınız,”insan olan” yapmaz ama çevre yollarında bile araba yarışındaymış gibi sürmenin alemi yok.

Kime gösteriş yapıyor, nereye 2 dakika önce yetişiyorsunuz ki?

Her an önünüze nereye gittiğini bilmeyen zavallı hayvanlar çıkabilir, biraz insaflı olun. Bayram”ı “kan dökmeden”, hiçbir canlıya zarar vermeden geçirmeniz daha iyi olmaz mı?

Araçlarını dikkatli kullananlar başta olmak üzere hepinizin, siz sevgili okurlarımın mübarek bayramını en iyi dileklerimle kutluyorum.

Yazının devamı...

‘Geçmiş olsun’ mu nasıl geçecek?

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç Ergenekon davası kararlarından sonra bir açıklama yaptı. Bir kısmı şöyle; “Bazı kararların bazı kişilerce çok fazla olduğu söylenebilir şüphesiz.. Yakıştırılanlar vardır, yakıştırılmayanlar vardır (...) Türkiye için çok önemli bir dava. Ergenekon terör örgütü iddiasıyla açılan bir davaÖ Herkese geçmiş olsun. Bu karar bir yargı kararı. Ve yargı da 3 erkten birisi olan bağımsız yargı kararı.. Kararı beğenmek ya da beğenmemek noktasında değiliz. Herkes yargı kararına saygı göstermek zorundadır... Yargı bizim kararlarımıza bağlı değil. Kendi vicdani kanaatiyle karar veriyor”..

Peki acaba Arınç “bazı kişilerce çok fazla olduğu söylenebilir” derken kendisi “iki defa ağırlaştırılmış müebbet hapis veya 75 yaşında birine 117 yıl, bir gazeteciye müebbet hapis” gibi cezaları çok az mı buluyor? Hem de ortada bir darbe yokken, var olan darbeler cezalandırılmamışken? (MGK kararı ile Erbakan-Çiller hükümetinin hemen kabul ediverdiği şartları bu sınıfta saymıyorum.)

Bağımsız değil!

“Bağımsız yargı”ya gelince.. Madem ki yargının bağımsız olduğunda bu kadar ısrarlıyız, 12 Eylül darbesinden kalan “Adalet Bakanı’nın HSYK’ya başkanlık etmesi” durumu referandum sonrası neden kaldırılmadı? Bu durumda, Bakan ve müsteşar başlarındayken ve onlar olmadan HSYK toplantı bile yapamıyorsa yargı bağımsızlığından söz edilebilir mi?

BDP’lilerin dokunulmazlığının kalkması konusunda Başbakan “yargıya söyledik, gereğini yapacak” demişse, bir başka seferde “yargı yasama ve yürütmeye ayak bağı oluyor” demişse yargı bağımsızlığı ve yargıya kararlarına saygı var mı demektir? Ayrıca “hukuka aykırı” oldukları için kaldırılan özel yetkili mahkemelerin kararlarına neden saygı duyulmak zorunda?

Anlayan varsa kutlarım, benden daha zekiymiş demek ki.. Söyleyecek tek şey var;

Allah yardımcımız olsun!

İngiltere’de polis özür diledi!

Yazmıştım hatırlayacaksınız, Başbakan Erdoğan konuşmasında “Londra’da polis son iki ayda neler yaptı biliyor musunuz, bilmiyorsunuz tabii” diyerek Gezi olaylarındaki polis şiddetinin benzerlerinin “İngiltere gibi demokrasinin merkezi denecek bir ülkede” bile yaşandığını ima etmişti..

Merak ederek araştırdığımda “Londra’da değil, terör olaylarının yıllar boyunca yoğun şekilde yaşandığı Kuzey İrlanda’da yapılan G8 toplantısında sağlam kaynaklardan ‘terör saldırısı olacağı’ ihbarı alınınca polisin sıkı önlemler aldığı” bilgisine ulaştım, konuştuğum tüm İngilizler de “Gezi’deki gibi sebepsiz ve aşırı bir şiddetin” asla İngiliz polisi tarafından yapılamayacağını söylediler.

Adalet olunca..

Ve dün İngiliz polisi resmi açıklama yaparak İngiltere’nin ev sahipliğinde 4 yıl önce yapılan G20 zirvesi protestoları esnasında bir polisin iterek düşürdüğü ve copladığı, bu nedenle iç kanama geçirerek hayatını kaybeden İan Tomlinson isimli vatandaş için özür diledi ve ailesine tazminat ödeyeceğini açıkladı. Suçlu polisin işine ise “görevi ağır suiistimal” gerekçesiyle son verildi. Tomlinson’un ailesi 4 yıldır bu sonucu bekliyordu ve sonuçta mahkeme kararı kadar İngiliz Hükümet’inin Emniyet’e baskısının rolü olmuş.

Aşırı ve kanunsuz güç!

Londra Emniyet Müdür Yardımcısı Maxine de Brunner yaptığı açıklamada (bizdeki gibi Twitter filan değil, resmi açıklama); “Polis memuru Harwood’un, İan Tomlinson’un ölümüne yol açacak şekilde aşırı ve gayri kanuni güç kullanması ve bu yüzden ailesine çektirilen acılar ve sıkıntılardan dolayı özür dileriz” dendi.

İşte “adalet, hukuk, insan hakları” budur. Vatandaşın emniyet gücü vatandaşa saldıramaz, saldırırsa demokratik bir ülkede ödüllendirilmez, yapan cezalandırılır, mağdur için resmen özür dilenir ve tazminat ödenir. Onun için biz İngiltere gibi medeni, demokratik, vatandaş haklarına (hatta tüm canlıların haklarına) saygılı ülkeleri örnek vermeyelim, arada dağlar bile yetmez, okyanuslar kadar fark var çünkü!

Yazının devamı...

‘Ruh’u bırak, ‘darbe’ye bak!

Başbakan’ın Danışmanı Yalçın Akdoğan twitter hesabından konuşmuş. Ben bu konumlardaki insanların, Vali’nin, danışmanın, bakanın basına konuşmak yerine twitterdan açıklama yapmasını ‘karnından konuşmak’ olarak adlandırıyorum. Siz sıradan vatandaş değilsiniz, resmi bir göreviniz var, çıkın açık açık konuşun değil mi? Korkuyor musunuz, böyle olunca “üstleriniz” daha az mı kızar, nedir?

Akdoğan; “Bu kararlar çok önemli. Ergenekon davası 27 Mayıs’tan, 12 Mart’tan, 12 Eylül’den ve 27 Nisan’dan süzülüp gelen bu müdahale ruhundan hesap sorulmasıdır” diyor. Yani darbelerin yanına “27 Nisan muhtırasını” koymayı yine unutmamışlar. Ama “bu muhtıranın hesabını niye sormuyorsunuz” dendiğinde zirveden “o muhtıra değil, sadece bildiriydi” cevabı geliyor. Seçmene ve dünyaya mesaj verirken, “ordu 2000’li yıllarda bile darbeye hevesleniyordu” havası yaymak isterken “muhtıra” , sıra hesaba gelince “bildiri” .. Ne hoş değil mi? Bırakın “müdahale ruhunu” filan da “müdahalelerin kendisinin ve yapanların ruhuyla neden hesaplaşılmıyor” ona bakın. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 27 Nisan neden mahkum edilmiyor?

Yalan düzenleyen mahkeme!

Ergenekon’a silah sağladığı söylenen, “Danıştay’a bomba atan” Osman Yıldırım hem kendisi ifade vermiş, hem de “gizli tanık” olarak mahkemeye çıkarılmış, savcı “Bu iki kişi birbirini tanımadığı halde aynı şeyleri söylüyor, birbirlerini doğruladıklarına göre söyledikleri de doğrudur” demişti. Sonra bu ikisinin aynı kişi olduğu ortaya çıktı, Osman Yıldırım da itiraf etti. Öncelikle böyle bir mahkemeye, yalan üzerine suç isnat etmeye çalışan mahkemeye kim güvenebilir? İkincisi “bomba attığı” sabit biri tahliye edilirken “hiçbir şey atmamış, hiçbir eylemde bulunmamış” insanlara nasıl ağır hapis cezaları verilebilir? Dünyanın neresinde görülmüştür açıklansın.



Bu yazıları “Türkiye’deki her darbenin mağduru olmuş, Yassıada’da da yatmış, 25 yıl ‘halkın oylarıyla’ seçilerek TBMM çatısı altında görev yapmış ve 12 Eylül darbesiyle siyasi hayatı bitmiş bir siyasetçinin kızı” olarak yazıyorum. Ve diyorum ki; bu darbelere ve onları yapanlara dokunulmazken, ‘darbe yapmamış, darbe planı yaptığına dair de kesin kanıtlar bulunmayan’ insanları asker olsun, sivil olsun tutuklu vaziyette yıllarca hapiste bekletmeniz veya kendilerinin ve ailelerinin hayatını elinden alacak şekilde mahkum etmeniz büyük haksızlıktır, hukuksuzluktur. O darbeler, muhtıralar yargılanmadıkça da ‘darbelerle hesaplaşma’ masallarına kimse inanmaz’! Benim babam (ve tabii tüm ailem) geçmişte ordu tarafından mağdur edildiği için bugün darbeyle ilgisi olmayan insanlara büyük cezalar verilmesi haksızlığına da suskun kalamam. Babam hapsedildiğinde annemin tek başına ne sıkıntılar çektiğini bilerek susamam.

Kararların çıktığı 5 Ağustos gecesi ekranlarda tartışmaları izledim. Mehmet Barlas sanki bu ülkede katillerin, çocuk tecavüzcülerinin, teröristlerin, gerçek darbecilerin bile ceza almadığını bilmiyormuş ve “iki kere ağırlaştırılmış müebbet hapis, 117 yıl hapis” benzeri cezalar çok doğalmış, ortada bir hukuk sorunu yokmuş gibi; “Herkes aklını başına alsın. Bundan sonra kimse darbeye heveslenmesin. Artık devlet var” sözleriyle ceza alanlara bir de ders veriyordu.

Büyükanıt’tan hiç söz etmiyorsunuz?

Bir başkası “Bu kararlar darbelerin ideolojik mantığının hegemonyasının parçalanmasıdır, tasfiye edilmesidir. Toplumun çoğulcu niteliği artınca darbeci ve cuntacıların etkisi azalır” benzeri, tabloyla alakası olmayan kalıplaşmış, yuvarlanmış cümleleri sıralamaktaydı.

İyi de “darbeye heveslenildiğini ortaya koyan hangi kanıtlara göre ” konuşuyorlar? 27 Nisan muhtırasını “tek başıma yazdım” diyerek yazan Yaşar Büyükanıt ’ın adı bile anılmıyor ama onun dışında son 10 yıldır ordu “demokrasi dışı” somut hangi eylemi yaptı? Yaptığını iddia ediyorlarsa buyursunlar açıklasınlar, açıklayamıyorlarsa da “ağırlaştırılmış müebbet hapis” benzeri cezalar almış insanlara bir de bu kötülüğü yapmasınlar.

Pardon, sehven..

“Bize ne, yargı cezaları verdi” diyebilirler ama yargı da açıklamadan verdi, haydi yargı söylesin; aynı Ergenekon davasında farklı cezalar alanlar arasındaki hangi farklar buna neden oldu, örneğin “10 yıl 2 ay” lık ceza verilmişse 2 ay nereden çıktı, iki rektörden biri 13 yıl alırken diğeri neden 23 yıl aldı, iki gazeteciden Balbay “gizli belgeleri ele geçirmek” ten 9 yıl alırken, Özkan aynı suçtan neden 7.5 yıl aldı? Hesap yaparken uyuyorlar mı, yoksa “katillerin,teröristlerin serbest dolaştığı ülkede” hiç dayak mı yemediler?

Bazı davalarda polisin “sehven, pardon” diyerek yaptığı eklemeleri, değişiklikleri, düzmece dijital verileri nasıl açıklayacaklar, “bu cezalar için gereken çalışmalar” olarak mı? (Mesela deniz subaylarının ‘casusluk’ adı altındaki davalarında da benzer oyunlar var, ‘beraat ettiriliyor gibi yapılarak’ hüküm verildi ve ordudan tasfiye süreçleri başlatıldı).. Bu davalar “bakın darbeleri, darbecileri tasfiye ediyoruz” söylemi uğruna çıktı, ağır cezalar da aynı nedenle verildi. İnsanların ve ailelerin hayatıyla oynanmasını “doğal” bulanları dehşet içinde izliyorum. Hele de “gerçek darbecilerin” korunduğunu görürken!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.